Muhammed İkbal'i mutlaka tanımalıyız!
Ömer Eren yazıyor: “Gaziantep Üniversitesi'nde genç bir İngilizce okutmanıyım. Düşünce dünyamın, açtığınız ufuklarla ne kadar geliştiğini kelimelerle tarif etmem imkânsız. Tarihin size verdiği kutlu görevin bizler de şahidiyiz. Biz de bu yolda bir toz parçası olabilirsek ne mutlu.”
“Muhammed İkbal'in eserleri ile ilgili araştırma yaparken, üstadın 1908 yılında vermiş olduğu bir konferansın Lahor’da 1977 yılında basılmış ikinci baskısını buldum. Kitap
Avustralya'daydı oradan getirttim, bugün elime geçti. Kitabın adı ‘Islam as an Ethical and a Political ideal’. Bu kitabı Türkçeye çevirerek halkımıza bir katkıda bulunmak istiyorum.”
“İkbal konusunda tartışmasız bir otorite olan sizin bu konuda eğer mümkünse tavsiyelerinizi ve uyarılarınızı öğrenmekten mutluluk duyarım. Çeviriye hemen başlayacağım. Size çok minnettarım. Bu duygularımı bir defa rüyamda size ilettim ama dünya gözü ile de sizinle bir kahve içmek için neler vermezdim! Allah sizden razı olsun!”
TÜRK DİLİNDE İKBAL
İkbal’in bir konferansı olan bu eserin ilk baskısı, 1955, ikinci baskısı 1977 ve üçüncü baskısı 1988 yılında Lahor’da yapıldı. Benim elimde üçüncü baskısı var. Baskıyı gerçekleştiren S.Y. Haşimî, eseri dipnotlar ve açıklamalarla zenginleştirmiştir. İkbal’in bu önemli eserini ben, son yedi sekiz kitabımda geniş sayılacak ölçüde değerlendirdim. Ama bu yetmez. Hayatî mesajlar taşıyan o eserin bağımsız bir kitap olarak ve İkbal’le ilgili geniş bir giriş de eklenerek basılması çok yararlı olur. Bu işi genç bir İngilizce okutmanının üstlenmesi sevindiricidir.
İkbal, hem dinciler hem de angutlar tarafından yadırgandı. Angutlar onu, Kur’ancı olduğu için sevmediler. Dincilerin onu dışlaması içinse pek çok sebep vardı: İkbal akılcıydı, Kur’ancı idi, hukuk devletinden yanaydı, felsefeye çok önem veriyordu. Dahası: İkbal, bazı küçük eleştirileri olmakla birlikte cumhuriyetçi ve Atatürkçü idi. Atatürk’ü, İslam dünyasının tıkanan yolunu açıp karartılan kaderini aydınlığa çıkaran önder olarak görüyordu. Kendisi için yapılan duaları da “Bu duaları Mustafa Kemal için yapın” diye Atatürk’e yönlendiriyordu.
İkbal, Atatürk’ün devrimlerini İmamı Âzam fıkhının modern bir uygulanışı olarak görüyordu. Cumhuriyeti ve parlamenter sistemi, Kur’an’ın taleplerine tamamen uygun sistem olarak değerlendiriyordu. Parlamenter sistemin, Kur’an’ın ruhuna hilafet sisteminden çok daha uygun olduğu kanaatini taşıyordu.
İkbal’i Türkiye’de ve Türkçe okuyarak tanımak isteyenlerin başvuracağı kaynak bizim eserlerimizdir. Özellikle, ‘İmamı Âzam’ ve ‘Hallâc-ı Mansûr’ adlı eserlerimiz bu konunun temel kaynaklarıdır. ‘İmamı Âzam’ kitabımın 13. bölümünün adı, ‘Muhammed İkbal’in İmamı Âzam Fıkhıyla Atatürk Cumhuriyeti Arasında Gördüğü Paralellik’tir. ‘Hallâc-ı Mansûr’ adlı eserimin ikinci cildinde yer alan yaklaşık yüz sayfalık dokuzuncu bölüm ise ‘Hallâc’ın Yirminci Yüzyılda Zuhuru: Muhammed İkbal’ başlığını taşıyor.
Mustafa Kemal Atatürk’ün; ölümsüz tespitleri:
5 Şubat 1924 günü, İstanbul’da gazetecilere yaptığı bir konuşmada şöyle diyor: “Bu milletin şimdiye kadar Arapların, Acemlerin din maskeli iğfalleriyle aldatılmış olduğunu ispat etmek isteyen bir adamım.”-ABE. 16/208 *ABE.: Atatürk’ün Bütün Eserleri
29 Ekim 1923 günü, sorularını cevapladığı Fransız gazeteci Maurice Pernot’ya din meselesinde şöyle diyor: “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum. Şuura muhalif, ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor.”
Pernot’ya cevabının devamı şöyle: “Bu Asya milletinin içinde daha karışık, yapay, batıl inançlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler, sırası gelince aydınlanacaklardır. Onlar eğer aydınlığa yaklaşamazlarsa, kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.”-ABE. 16/150
İmzasız Baş Makaleler: Bilindiği gibi, Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları, Milli Mücadele’yi destekleyen basın organlarında, özellikle Milli Mücadele’ye desteğin sembolü konumundaki Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde en hayati yazıları yazan insanlardı. Bu yazıların önemli bir kısmı, Hâkimiyet-i Milliye’nin ‘Baş Makale’ adlı köşesinde, Mustafa Kemal tarafından yazılmıştır. Mustafa Kemal, ayrıca ‘İleri’ gazetesinde de müstear isimlerle yazılar yazmıştır. Hâkimiyet-i Milliye’nin 10 Ocak 1921 tarihli nüshasındaki ‘Hayatta Cidal’ adlı başmakalede şu satırlar var:
“Ocağının ırzını muhafazaya Muhammedi bir imanla kalkışmış olanlarla başa çıkılmaz. Bu dava, tarihte yüzlerce misaliyle kayıtlıdır. Bu tarih harikalarının en parlakları, Müslüman ve Türk âleminde görülür. Müslüman ve Türk! Evet, bu iki kelimenin üzerinde durduğumuzun büyük bir hikmeti vardır. Evvela Müslüman deyince bunda hürriyet ve adalet duygularının yükseldiği kat’i bir iman parlar. Müslüman’ın yurdu bütün dünyaya uzanır! Öyle ki Türkiye’deki Müslüman Hindistan’dakini düşünür. Mısır’daki ta Mağrib’dekini, Mağrib’deki ta Cidde’dekini anar. Birine dokunan diken ötekini de incitir. Ehlisalib diyar-ı İslam’a tecavüz ettiği vakit karşısında hem Kılıçarslanı, hem Selahaddini Eyyubi’yi gördü. Daha ileri gitse idi, Hintli’yi, Çinli’yi, Acem’i, Afgan’ı, Arab’ı, Tatar’ı görecekti. Bu pek açık bir meseledir…”
“Tam Müslümanlıktaki kuvvet ve heybet başkadır. O doğruluk, adalet bir adamı on defa büyütür. On misli vakar ve azamet sahibi yapar, ondaki büyüklükten hem dost iftihar eder hem de düşman korkar. Zira her şeyden evvel asıl mertlik, doğruluktur, menfaat hissiyle başkasının malına el uzatmamaktır. Onda muhtaç da olsa yine kendini menetmekte büyük bir necabet ve kalpte irade kuvveti var demektir. Hülasa, hayatta cidal vardır. Fakat doğruluk esas vazifedir. Her ikisinin yerleri ayrılmıştır. Tabirleri suiistimal etmemelidir. Biz bu kelimeleri ve delalet ettikleri olayları daima Müslüman’ca ve Türkçe düşünmeliyiz ki hakikate vasıl olabilelim. Bize Frenkçe düşünmek yaramaz.”
Tam Bağımsızlık Savaşı’nın başlangıç tarihi 19 Mayıs 1919 ise Türk Aydınlanma Savaşı’nın başlangıç tarihi de İzmir İktisat Kongresi münasebetiyle yapılan o uzun konuşmanın tarihi olan 2 Şubat 1923’tür. Atatürk’ün dehası, bu aydınlanma savaşını o bağımsızlık savaşının içine sokmuş, ikisini birleştirmiş, böylece tarihin önüne bir benzerini görmediği büyük bir diriliş örneği koymuştur. İşte birkaç satır. Ve işte, aydınlanma öncüsü Gazi Mustafa Kemal:
“Eğer Müslümanlardan, Kur’an’ı yüceltmek dini bir vazife olarak talep olunuyorsa hiç şüphe yok ki, Müslümanlar ne kadar kuvvetli, kudretli ve bütün bu kuvvet ve kudret akılca ne kadar yüksek olur, ilmen, fennen gelişmiş bulunursa, Kur’an’ı yüceltmeyi iyi yapmasını bilir ve Allah ancak bu mesai tarzından daha çok memnun olabilir. Bütün Müslümanlara da ne yapmak lazım geleceğine dair kuvvetli ve maddi bir misal gösterilmiş olur…”
Müdafaai Hukuk Başbuğu Atatürk, aydınlanmanın önünü açmaya şöyle devam ediyor:
“Daima ileri sürülen bir şey vardır ki, o da din engellemesidir… Bunda büyük bir hata vardır. Bizim dinimiz hiçbir vakit böyle bir şey talep etmez. İlim ve irfanı aramaya mecburuz. Nerede bulunursa bulunsun oraya gitmek, onu bulmak, almak, onunla donanmak mecburiyetindeyiz. Allah’ın emri, kadın ve erkek bütün Müslümanların aynı derecede ilmen, fazileten her bakımdan olgunlaşmasıdır… Kur’an ile hatırlatmak istiyorum ki, bu nerede ise oraya kadar gidecektir. Kim? Hepsi gidecektir, kadın da gidecektir, erkek de gidecektir. Dinin bir engellemesi yoktur…”
“Tesettür şekli, kadını hayattan, faaliyetten ve insanlıktan tecrit edecek, gayri meşru, aşırı mertebeye gelmiş olmasın!”
“Biz, elhamdülillah Müslüman’ız. Dinin hakiki esaslarını incelediğimiz zaman onun bize ifade edebileceği hükümet şekli, yalnız ve yalnız bizim takip ettiğimiz hükümet şeklidir. İlahi emirlerde hükümet şekli yoktur. Şu veya bu şekil ifade edilmiş değildir. Yalnız hükümetin nasıl olması lazım geleceğine dair esaslar ifade edilmiştir. Bu esaslardan biri şuradır.-Yani yönetenlerle yönetilenlerin birbirini denetlemesi sistemi. Bizzat Cenabı Peygamber şurasız muamele yapmazdı.”
“İkinci esas adalettir, Üçüncüsü ululemre-devlete, devleti yönetenlere, itaat etmektir. Ne yazık ki bu güzel hakikati, çok fena insanlar, yine din kisvesi altında çok fena yorumlamışlardır. Ve herkese tanıtmaya çalışmışlardır ki, emir demek, amir demek padişah demektir. Bu şekilde başa geçen bir canavar demektir. Ve böyle bir canavara ne olursa olsun mutlaka itaat etmek lazımdır. Müstebit olsun, rezil olsun, itaat edeceksin.”
“Millet ancak seçtiği insanlardan, vekillerden meydana gelen bir yönetime sahip olursa ve bu yönetim adalet üzere hareket ederse işte Allah’ın ve Kur’an’ın istediği hükümet bu olur. Çok iftihara değerdir ki, milletimiz ancak 1300 küsur sene sonra Kur’an’ın bu hakikatini fiil halinde göstermiş oldu.”
“Şahıslar gibi, meclisler de müstebit olur. Ve meclislerin istibdadı şahısların istibdadından daha tehlikelidir… Onun için, bilhassa bizim gibi canı yanmış olan bir milletin meclisi dahi her ihtimale karşı müddeti çok olmamalıdır… Meclisin yapacağı kanunun tasdikini bir adama vermek demek, milli hâkimiyeti kökünden yıkmak demektir… Milleti daima aldatanlar, büyük tanıdığımız fakat çok küçük olan heriflerdir…”
“Devletler yapan, büyük imparatorluklar yaratmak kudret ve kuvvetinde bulunan Türk milletini mahvetmek hususunda mevcut kanaat pek derindir. Bugünkü Avrupa diplomatlarının kafalarında hâsıl olmuş bir görüş değildir. Bundan evvel, çok çok evvelkileri zamanında yerleşmiştir. Bu, adeta babadan evlada intikal eden bir zihniyet, bir adet, bir anane olmuştur…”
“Türk milleti intikamını, zalimlerin zulmünü yıkıncaya kadar kalp ve vicdanından çıkarmayacaktır. Bu cihan bizim kalp ve vicdanımızda düşmanlık hissi bırakmak istemiyorsa bizim hakkımızda kalp ve vicdanındaki zulmü çıkarsın. Zulüm hissi baki kaldıkça intikam hissi devam edecektir.” “İngilizler, en hasis maksatlarını temin edebilmek için dünyanın en alçak hislerini ortaya koymaktan bir an ayrılmıyorlar…”
“Devlet serbest olmazsa, hariçten gelecek mal üzerinde tesirli olmazsa, el koyacağı gümrük vergisinde serbest olmazsa bu mesele kapitülasyon ruhundan hariç sayılabilir mi?... Barış istiyoruz, fakat tam bağımsızlık istiyoruz. Barışın anlamı budur.”
“Arkadaşlar! On sene sonra, yirmi sene sonra, elli sene sonra ölmektense, sefil ve aşağılık dereceye indirildikten sonra ölmektense, kalp ve vicdanımız açık olarak bugün ölelim ve tarih bizi böyle yazsın… Milletimiz namusludur ve namuslu muhataplar ister… Asıl kurtuluşa ulaşmak, mücadeleyi tatil etmekle değil, ilelebet mücadeleyi sürdürmekle mümkün olacaktır.”
“Türkiye halkı denildiği zaman, mukadderatını birleştirmiş olan ve hissen, dinen birbirine kalplerini bağlamış olan insanlardan meydana gelen halk demektir. Bunlar içinde ırken muhtelif olanlar vardır.”
“Bizim dinimiz İslam, en makul, en doğal dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son dindir ve en mükemmelidir. Doğal olabilmek için akla uygun olması lazımdır. Akla, ferasete, muhakemeye, mantığa, ilme ve fenne, hepsine tamamen uygun olması lazımdır ki, uygundur… Bizim dinimizde ruhbanlık yoktur.”-Bu seçilmiş sözler için bk. ABE. 15/50-103
Şimdi, bu noktayı irdeleyelim: Atatürk için Hz. Muhammed, esaret tanımamanın sembolüydü. Arap fistanı, sakal, şalvar veya takkenin değil. Atatürk, 5 Ağustos 1920’de Pozantı Kongresi’nde yaptığı konuşmada ‘Peygamber’in esaret tanımayan dindar ümmetinin cihat ordularının öncüsü olmanın şerefiyle iftihar ettiğini’ dile getiriyordu.-ABE. 9/133 Evet, Hz. Muhammed’in bağlısı dindar, esaret tanımaz, esaretle bir arada yaşamaz. O bilir ki, Hz. Muhammed, her şeyden önce, Müslümanların bukağılarını parçalayan, onları özgürlük ve efendiliğe doğru kanatlandıran bir öncüydü. Kur’an Hz. Muhammed’i böyle tanıtıyor: Prangaları kıran rehber…-bk. A’raf suresi, 157 Batılı emperyalistler Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk’e şu adı koymuşlardır: ‘Müslüman dünyanın Militan Lideri.’-ABE. 8/115
Tarihte ilk kez bir istila zulmüne karşı çıkan bir kurtuluş savaşının temeline ‘Müdafaai Hukuk’ ilke ve düşüncesi konmuştur. Müdafaai Hukuk’un tek basın organı olan Hâkimiyeti Milliye gazetesi o hengâmede, Fransız İnsan Hakları Beyannamesi’ni gazetenin ilavesi olarak vermiştir. Aynı Hâkimiyeti Milliye’de, büyük çoğunluğunu Atatürk’ün yazdığı imzasız başmakalelerden birinde ‘sevgi’ konusu işlenmektedir. O günün işgal, kan, barut, dehşet ortamında, Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı’nın baş mimarı, Türk milli vicdanının temel karakterlerinden birinin de sevmek olduğunu makale konusu yapıyor ve şu başlığı atıyordu: ‘Milli Düşüncelerden: Sevmek Kanunu’. Baş mimarın, istila-hıyanet-yoksulluk üçgeninde verilen savaşın acıları içinde sevgiyi anlatan bu makalesinden birkaç satır verelim:
“Her şeyin yaradılışındaki muvazene ve ahenk kanununu muhafazaya memur olan duygu, sevmek duygusu imiş. Bu histen dışta kalan her şey, her iş mutlaka bozuk ve terk olunmuş demektir; ziyanı olmasa bile fayda vermeyecek halde ruhsuz ve tesirsiz bir şey menzilesindedir. O halde, maddelerin, manaların, işlerin ve hislerin temasında ve ihtilatında bu muvazene kanunu cari olmazsa her şeyin iyiliği ve güzelliği de belli olmadan kalır.” “Sevmenin büyük ıstıraplarını ancak büyük kalpler taşıdığı için sevmek her vakit güzel ve her vakit yüksektir. Zaten böyle olmasaydı insanlar birçok acılara dayanamazlar ve yüreklerinde kuvvet bulunmasaydı pek çok duyguları muhafaza edemeyerek böcekler gibi ezilirler, çok hakir derecelere inerlerdi.”-Devrin Yazarlarının Kalemiyle Gazi Mustafa Kemal, 413-416
Demokrasinin insana hayır getiren bir sistem olarak işlemesi, onun kazandırdığı yetkinin mutlak kudrete dönüşmemesiyle mümkün olmaktadır. Mutlak kudret, evrensel değer olan hakkındır. Demokrasi bu hakkın çiğnenmesine araç haline gelmemelidir. Çünkü istibdat yani hakka tasallut, çoğunluğun, daha fazla parmağın verdiği imkânla doğduğunda istibdat olmaktan çıkmaz. Atatürk bu kaygıyı daha ilk günden duymuş ve çoğunluk istibdadına atıf yaparak dava arkadaşlarının, milletinin ve tarihin dikkatini bu önemli noktaya çekmiştir. Şöyle diyor: “Milletler, egemenliklerini geçici olarak da olsa tevdi edecekleri meclislere dahi güvenmemelidir. Çünkü meclisler dahi istibdat yapabilir. Ve bu istibdat, şahsi istibdattan daha öldürücü olabilir. Bunun için, meclisler belli ve sınırlı bir süreden sonra yenilenir. Bu sayede milli egemenlik daha emin esaslara ve şartlara bağlanmış olur.”
Müdafaai Hukuk’un başı olan ve Anadolu hümanizmini 20. yüzyılda devletleştiren büyük Gazi, haçlı işgalcilerin üstümüze cehennemi güçleriyle kan ve şiddet yağdırdıkları işgal günlerinde, onlara perde arkasından haince ve namertçe destek veren gayri-müslim azınlıklarla ilgili olarak halka ve kolordulara şu genelgeyi yayınlıyordu:
“Bugünler zarfında, vatanımızda yaşayan Hıristiyan ahali hakkında göstereceğimiz insaniyetkarane muamelenin kıymeti pek büyük olduğu gibi hiçbir yabancı hükümetin fiili veya görünüşte himayesini görmeyen Hıristiyan ahalinin tam bir huzur ve sükûnetle hayat sürmeleri, ırkımızın yaratılıştan donanmış olduğu medeni kabiliyete en kati bir delil teşkil eyleyecektir. Vatan menfaatlerine aykırı faaliyetleri görülenler ve memleketin huzur ve asayişini ihlal eyleyenler hakkında din ve milliyet mensubiyetine bakılmayarak, kanuni hükümlerin eşit olarak ve şiddetle tatbikini ve mahalli hükümete itaat etmekte ve tabiiyet vazifelerini yerine getirmekte kusur etmeyenler hakkında da tekmil alakadarlara süratle tebliğini ve bütün millet fertlerine münasip vasıtalar ile tamimini rica ederiz.”-ABE. 7/126-127 “Müslüman olmayanların muhafazasına bilhassa itina edilmelidir.”-Age. 7/130
“Gerek düşmanlar ve gerekse düşmanlarla birlikte aleyhimize ayaklanan diğer unsurlar ile vuku bulacak çarpışmalarda elimize geçecek esirlerin muhafazasına son derecede itina edilmesi, milletimizin donanmış bulunduğu merdane ve alicenabane hissiyat icabından olup bunun ihlaline hiçbir surette meydan verilmemesi ve girdiğimiz hayat ve memat mücadelesinde, Hakk’ın yardımıyla elde edilmesinden kuvvetle ümitvar bulunduğumuz milli haklarımızın hakiki medeniyet âlemine karşı müdafaasında bizi müşkülata düşürebilecek harekâttan kati surette sakınılması, vatanın selameti namına tamimen rica olunur.” “Gerek askeri kıtalar ve gerekse Kuvayi Milliye tarafından esir edilen düşman efradının hayatlarının muhafazasına fevkalade itina edilmesi talep olunur. Daha evvel milletimizin fertlerine en ağır tecavüzler yapan katiller bile esir edildiği vakit, intikam hissine kapılmayarak hayatlarının muhafazasını mutlaka temin etmelerini bütün amirlerden rica ederiz. Esirlerin hastalık sebebiyle elimizde vefat etmeleri, dini ve milli şiarımıza uygun düşmedikten başka, vatanımızın menfaatlerini esaslı surette yaralar. Bütün kıtalara ve bütün Kuvayi Milliye teşkilatına bu tavsiyelerimizin hakkıyla anlatılmasını rica ederiz.”-ABE. 7/290
27 Mart 1930 günü sabahı, doğmakta olan güneşe bakmaktadır. Yanındakilere, edebiyat ve felsefe tarihine de altın harflerle yazılabilecek şu muhteşem sözleri söyler:
“Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Doğu milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve hürriyetine kavuşacak daha çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşları şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelik olarak vuku bulacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere rağmen engelleri yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı geçecektir. Size bu sözleri söyleyen Cumhurreisi değil, sadece Türk milletinin bir ferdi olarak Mustafa Kemal’dir. Bu hususa bilhassa nazarı dikkatinizi çekerim.”-ABE. 26/144
Müdafaai Hukuk tarafından yaratılan büyük devrim her bakış açısı tarafından elbette ki farklı yorumlandı ama temel felsefe, baş mimar tarafından çok açık ve net olarak ortaya konmuştu: “Hiç kimsenin, hiçbir milletin adetlerine, ahlakına, milliyet esaslarına karşı değiliz. Yalnız istibdada, emperyalistlere karşı düşmanız.”-ABE. 8/82
Müdafaai Hukuk’un yarattığı kurtuluş ve aydınlanma mücadelesinin hedef aldığı emperyalizm-kapitalizm ikili zulmünün kanlı çehresi Atatürk tarafından 3 Mart 1922’de şöyle tanıtılmıştır:
“İstilacı, saldırgan olan devletler yerküreyi kendilerinin malikânesi kabul etmekte ve insanlığı kendi hırslarını tatmin için çalışmaya mahkûm esirler saymaktadırlar. Onlar, ilan ettikleri insani ve adaletkarane esasları, kabule değer gördükleri için değil, senelerden beri tahakküm zinciri altında tuttukları insanlık kütlesini büsbütün silahlardan tecrit etmek ve daha kolay esaret altında tutmaya devam etmek için bir aldatma vasıtası kabul etmektedirler.
Buna diğer bir saik daha vardır: Birbirlerini aldatarak biri diğerinden fazla menfaat koparmak. Hilekârlıkta yekdiğeriyle müsabaka etmektedirler. Bunlar sırf kendi hırslarını tatmin için çalışmaktadır. Bunların gayesi, insaniyetin iyiliğine yönelik olmadığı gibi, bilhakis, zulüm, baskı olduğu için, onları lanetle anmakta kendimizi haklı görüyoruz. Bunlar kudret ve kuvvet mevkiinde bulundukça mazlumlara merhamet ve şefkat göstermelerine imkân yoktur. Böyle bir şeye inanmak büyük bir gaflettir. Bu kuvvetleri maddi, manevi silahlarından tecrit edeceğimiz zaman ancak böyle bir hareket beklenebilir. Batı ancak bu kuvvet karşısında silahını teslime mecbur kalacak ve bu gayri insani muamelelerine, zulüm ve zorbalığına nihayet verecektir. Bunun husule gelmesi çok zamana bağlı değildir.”-Age. 12/299-300
Kur’an’a göre, israf bizatihi bir zulümdür. İsrafın kelime anlamı da zulümdür. Zulmü düşman bilenler, israfı da düşman bileceklerdir. Bu böyle olduğu içindir ki, ortak düşmanları zulüm olan Kur’an ve Müdafaai Hukuk zihniyeti israfı da ortak düşmanları arasına koymuşlardır. İsrafın, Kur’an tarafından tanıtılan büyük belalardan biri olduğunu ifade edelim ve bu konuda ayrıntılar için bizim ‘Kur’an’ın Temel Kavramları’ adlı eserimizin Savurganlık maddesine bakılmasını önerelim. Meseleye, Müdafaai Hukuk açısından baktığımızda, formül, Müdafaai Hukuk’un başbuğu tarafından, bugün de ve bütün coğrafyalarda geçerli olmak üzere şöyle ifadeye konmuştur: “Tasarruf, milli şiarımız olmalıdır. Dolayısıyla mali usulümüz, halka baskı yapmaktan ve zarar vermekten kaçınmakla beraber, mümkün olduğu kadar harice ihtiyaç duymadan ve el açmadan, kâfi gelir temin etmek esasına dayalıdır.”-ABE. 15/172
Atatürk şahsi hayatında da devlet hayatında da son derece kanaatkâr bir insandı. Hatta onun bu tavrı, adının ‘cimri-pinti Mustafa’ya çıkmasına yol açmıştır. Onun ‘pintiliği’ ile ilgili anekdotlar dillere destandır. Ama ölümüne kadar bu destanî kanaatkârlığını sürdürmüştür. Gazi’nin, o ‘kanaatkâr’ anlayışının yemek ve sofra açısından kısa bir izahı şudur: “Biz Türkler, misafirlerimizi ağırlamak için verdiğimiz ziyafetlerde çok adette yemek yapıyoruz. Bu, iktisada aykırı olduğu gibi, takdir buyurursunuz ki, sıhhate de zararlıdır. Milletimizin misafirperverlikteki bu yüksek hasletini makul bir hadde çevirmeyi hepimiz vazife saymalıyız.”-ABE. 18/33
4 Mart 1923 günü, Daily Mail gazetesi muhabiri Ward Price’a verdiği mülakatta şunları da söylemiştir: “Eski Osmanlı İmparatorluğu hükümeti sürekli, kaynaklarından fazla borçlanarak mahvedici hatasını ve böylece yabancıların, Türkiye üzerinde, memleketi bu kadar mahveden, o mali tahakkümlerini kurmalarına fırsat verdi. Türkiye’nin mali bağımsızlığını bu kadar derinden ihlal eden bir müessesenin, ‘Düyunu Umumiye-i Osmaniye’nin ortaya çıkmasına yol açtı.”
“Gelecekte bu gibi mali prangalardan kaçınmakta kararlıyız. Yabancı sermayenin yardımına ihtiyacımız olacaksa ve buyur edeceksek, ancak kendi idaremiz dâhilinde, hâkimiyetimizi tamamıyla muhafaza edecek şartlarda olmalıdır.” “Giderlerimizi gelirlerimizle denk yapmak için elimizden gelenin en iyisini yapacağız. Harbin son senelerini dış borçsuz idare ettik, barış zamanında da borçsuz yaşamaya muktedir olmalıyız.”-ABE. 15/190-191
Kamu haklarına tasallut bizim bütün tarihimizin en kahırlı illetidir. Ama Atatürk ve İnönü dönemi bu bakımdan hala bir istisna olmayı sürdürmektedir. Falih Rıfkı, bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: “Bu bir tek parti devri iken, yolsuzluk yüzünden bakanlar yalnız o devirde Yüce Divan’a verilmiştir. Nüfuz zenginleri olmamış değildir; fakat 27 yılın bütün zenginleri, 1950 sonrası çok partili devrin nüfuz tüccarlarının sayısı yanında hemen hemen sıfır sayılabilir. Eski hidivden yardım istekleri kendine anlatılınca, Atatürk başyaverini de genel sekreterini de hemen yanından atmıştı. Bakanların yolsuzluğu için ispat hakkı kullanılması, çok partili devirde yasak edilmiştir. Seçmenler, çoğunluğu çaldıkları açıkça bilinen nüfuz tüccarlarını hacı-hoca etkisi altında, tekrar tekrar seçmiştir. Bir Fransız hukukçusu şunu niçin demiştir: ‘Geri bir toplumu ilerletecek en uygun demokrasi sistemini Atatürk bulmuştur.’ Bir Fransız hukukçusu dalkavukluk etmez.”-Atay, Atatürkçülük Nedir, 31-32 Aynı Falih Rıfkı, Atatürk’le ondan sonrakileri mukayese ederken şu muhteşem tabiri kullanmıştır: “Boyları onun ayak bileklerine ancak yetişen politika cüceleri ülkenin bütünlüğünü tehlikeye sokmuşlardır… Ona hiçbirimiz Frenk övgüsü yapamazdık. O kadar Türk gururlusu idi.”-Age. 40, 42
Cümle âlem bilir ve itiraf eder ki, Atatürk hayatı boyunca devletten bir kuruş harcırah almamıştır. İkinci örnek de Mareşal Fevzi Çakmak’tır. Yolluk teklifi önüne getirilince şöyle derdi: “Ne harcırahı?! Ordu evinde yedik içtik, yattık kalktık. Görev yapıp döndük.”-Yurdakul Yurdakul, Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, 48
Harcırah şöyle dursun, Gazi, Ankara’da hem çalışması hem de oturması için, Ankara Müftüsü Rifat Börekçi’nin aracılığı ve eşrafın yardımıyla bir ev satın alınıp kendisine verilmek istendiğinde, evin tapusunun kendisi üzerine yapılmasını kabul etmemiş, ısrarlara rağmen eve taşınmamıştır. Nihayet, bir çözüm olarak, evin tapusu ordu adına Milli Savunma Bakanlığı’na verilmiş, Atatürk bunun üzerine eve taşınmıştır. Atatürk gulul-kamu malı hırsızlığı zulmünün devreye sokulmak istendiğini fark ediyor, bundan büyük acı duyuyordu. Bunun bir namertlik ve ihanet olduğunu da biliyor ve telaffuz ediyordu.
Atatürk devrinin emniyet genel müdürlerinden ve sonraki sağcı iktidarların dışişleri bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil-ölm. 1993 anlatıyor:
“Atatürk, Ziraat Bankası’nın genel müdürlük binasının holündeki geniş salonlarda halka eğlenceler düzenlenmesini emretmişti. Ben de emniyet görevlisiydim. Eğlencelere gittik. Saat gece 12’ye doğru tam dağılıyorduk ki, ‘Atatürk Ziraat Bankası’na geliyor’ dediler. Ben, bunun güvenlik açısından doğru olmadığını belirtirken Atatürk çıkageldi. Kendisini genel müdürün odasına buyur ettiler. Atatürk, genel müdür odasına baktı baktı, sonra hiç unutamadığım şu sözleri söyledi: “Amma da lüksmüş!”Atatürk, odanın ihtişamını tekrar gözleriyle izledi ve odada bulunanlara dönerek sözlerini şöyle tamamladı: “Ben, bu banka yüzünden gadre uğrayanlar çok gördüm de, adam olanı hiç görmedim.” Odada o sırada Ziraat Bankası’nın yöneticileri yoktu. Atatürk biraz daha oturdu. Sıkıldı.”-İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım, 37
Bu kısa sözler, öyle bir ortamda, Atatürk gibi birinin ağzından çıktığında kitaplık çapta bir ‘kamu haklarına saygı dersi’ olmaz da ne olur? Atatürk’ün ve genelde Müdafaai Hukuk öncülerinin kamu haklarına, devlet yönetimine bakışları bu zihniyetteydi.
Kurtuluş Savaşı’nın en büyük kumandanlarından ve devleti yöneten kadronun ilk birkaç adamından sayılan ve Atatürk’ün de en yakın arkadaşlarından olan Ali Fuat Cebesoy ve Refet Paşaların, barışın imzası üzerine, terfi ile taltifleri teklif edildiğinde Başkumandan’ın, 26 Temmuz 1923 tarihinde, Meclis ve İcranın Reisi sıfatıyla verdiği cevap şudur: “Ali Fuat ve Refet Paşa arkadaşlarımızın taltifleri hakkındaki yüksek teklifinize Fevzi Paşa Hazretleri ile birlikte hissen iştirak ederiz. Hatta bu, benim eski bir arzumdur. Ancak adı geçenler için bugün tasavvur edilebilecek bir terfiin resmi mahiyeti fevkaladeden bir terfi olacaktır. Fevkalade terfilerin icrası içinse barışın imzası bir vesile teşkil edemez. Bunun tespit edilmiş bir askeri vazifeye dayanması icap eder. Bu üzücü zaruretin tarafı âlilerinden de teslim buyrulacağına eminim.”-ABE. 16/53
Meseleye bu mantık ve vicdanla bakan ilim ve fikir adamlarımız vardır. Onlardan biri olarak gördüğümüz Prof. Dr. İlber Ortaylı, üzerinde olduğumuz konuda yani haniflik zihniyetinin evrensel kodlarını tespit sadedinde bakın neler yazıyor:
“19. yüzyılın Türk toplumu yeryüzü tarihinin en büyük devrimini yaşayan yerkürenin devlerine karşı varlık mücadelesi vermiştir. Burada toplum tarihini tasvir edecek değilim; 19. yüzyılın sadece iki portresine işaret etmeliyim. Mısır Çarşısı’nın fakir kapıcısının oğlu olan Osmanlı İmparatorluğu’nun unutulmaz sadrazamı Mehmet Emin Ali Paşa; devlet adamlığı, kültürü ve Babıâli’de öğrendiği Fransızcasıyla herkesi hayran eden büyük adam. Gene aynı çarşıda fakir bir çırakken 19. yüzyıl Türk toplumuna muallimlik eden Ahmet Mithat Efendi. Ahmet Cevdet Paşa, Şemsettin Sami, Ahmet Vefik Paşa. Birisi Paris Saint Louis lisesinde, diğeri Fatih medreselerinde, öbürü Balkanlar’daki mekteplerde yetişen ve toplumlarının muasır kültürünü inşa eden adamlar. Misyoner okullarına karşı fetva ve kışkırtmayla değil, Galatasaray Lisesi gibi, Darül Muallimat gibi okulları ve Bursa’da tiyatroyu kurarak direnen savaşçılar…”
“1930’ların fakir, endüstrisiz, az nüfuslu ve tahılla beslenip incir, üzüm, tütün satarak geçinen Türkiye’sinin, gözlenen ve yorumlanan ikinci sınıf toplumlardan değil, birinciler arasında yer alma iddiasında olduğu görülür. Daha doğrusu bu iddia ve heyecan, Atatürk’e ve bir grup arkadaşına aittir. ‘Türk tarihini araştırmak’ diye adlandırılan faaliyet, aslında yeryüzündeki insan toplumları arasında geniş bir coğrafyaya yayılan bir kavmin tarihteki macerasını inceleme ve giderek dünya tarihinin bir yorumunu yapma isteğine dayanıyordu. Bu saygın bir çabadır.”
“Çağdaş Batı’nın ulaştığı en yüksek noktada bayağılaşması ve canavarlaşmasıyla kendi münevver evlatlarını boğazladığı bir dönemde; Sinolog, Hindolog, Mezopotamya tetkikleri uzmanları, Hititologlar, Rohde gibi eski Yunan-Roma öğretmenleri ve benzeri seçkinleri Türkiye’ye celbeden ruh, böyle bir iddiaya oturur. Dönemin Başvekâlet ve Hariciye vekâleti binasından daha görkemli bir fakülte yapıldı. Dil Tarih’in mimarı ünlü Bruno Taut idi. Tahılla geçinen fakir cumhuriyet, mesela Bizans araştırmaları için dışarıya öğrenci yollamıştı. Bugün bu dal Türkiye’de yok bile…”
“1947 yılının meşum üniversite olayları da gösterdi ki, Türkiye’de iktidar çevreleri Atatürk’ün bu büyük iddia ve heyecanını anlayamamıştır. Hala da Türk akademi dünyası bu yolda topal adımlarla ilerlemektedir. Geçtiğimiz zaman içerisinde Türkiye mühendislikte, tıpta, sanayide büyük hamleler yapmış; cumhuriyet kurulduğu döneme göre çok ileride bir maddi kudrete sahip olmuştur. Ama kültürel alanda eski atılım ve heyecanın bulunmadığı ve bir zamanlar çölde bir nehir gibi patlayan Kemalist dönem kurumlarının hızının kesildiği açıktır. Bu nehrin buharlaşıp yok olmasını istemiyorsak bütün akademik politikalarımızı değiştirmek ve yeryüzünün kültür ulusları arasında yer almak zorundayız. Bir üniversitede mühendislik bölümü kadar klasik dillerin Hindistan, Ortadoğu ve Afrika araştırmalarının da önemli olduğunu anlamak gerekir. Ulusal tarih bilinci yerküreyi bilmekle oluşur.”-İlber Ortaylı, Türkiye’nin Yakın Tarihi, 233-236
Milli Mücadele’de şer ve zulmün adamı olanların kod adları şu üç kelime-kavramdır: 1: Namussuzluk, 2: Hainlik-vatan ve bağımsızlığa ihanet, 3: İrtica. Bu üç kavramın zıddı olan kavramlar ise hayır ve adaletin adamı olanların kod adlarıdır: 1: Namusluluk, 2: Vatanperverlik, 3: Dindarlık. Şimdi bu hayati kavramı biraz irdeleyelim.
Milli Mücadele literatüründe namus kavramı müstakil bir çalışma konusu olmalıdır; yapılmamıştır. Üniversiteli arkadaşlara buradan duyurmak isterim. Ben öyle bir çalışma görmedim, bunu birinin yaptırması lazım: Kurtuluş Savaşı literatüründe namus kavramı. Bir tek kavram üzerinde yoğunlaşmıştır dedelerimiz bu savaşı verirken: Namuslu adam. “Bu şahsı size gönderiyorum; ne istiyorsa yapın” der Müdafaai Hukuk mensupları. İki kelimelik tek gerekçe gösterirler: Namuslu adamdır. Veya şöyle derler: “Bu adam bizimle olamaz; çünkü namuslu değildir.”
Cenabı Peygamber, dürüstlüğüne tanıklık ettiği kişileri tanıtırken bu sıdk kavramını kullanırdı. Mesela, tarihin en büyük ve en cesur toplumcusu olarak gördüğümüz ve üstü örtülen mesajını bağımsız bir eserle kitlenin önüne çıkardığımız ölümsüz sahabi-Müslüman olan 4. veya 5. kişidir Ebu Zer el-Gıfari’yi “Güneş, bu Ebu Zer’den daha dürüst bir insan üzerine doğmadı” diye tanıtırken bu sıdk kavramını kullanmıştır. Filolojik verilerden hareketle, ‘Müdafaai Hukuk’un namuslu Adamı’nın şu niteliklere sahip insan tipi olduğunu söyleyebiliriz: Gerçekçi, dürüst, doğru sözlü, kişilikli, münafıklıktan uzak, ona buna yalakalık yapmayan, kendisine sır tevdi edilebilecek güvenirlikte, feraset, nezaket ve uyum sahibi olan vakarlı kişi. Kur’an dilinin büyük ustası Isfahanlı Ragıp-ölm. 502/1108, sıdkı, ‘sözün, içte saklananı ile dudaktan telaffuz edileninin aynı olması’-el-Müfredat diye tanımlamıştır ki, bu, dolaylı yoldan namuslu adamın da tanımıdır.
Zaman zaman geliyorlar Atatürk’e, yakınıyorlar: “Efendim, filanca çok yıkıcı muhalefet yapıyor; memlekete zarar verecek, durdurulması lazım.” Atatürk’ün cevabı: “Ona dokunmayınız.” Israr ediyorlar: “Efendim, çok sıkıntı yaratıyor, bize büyük engeller çıkarıyor.” Cevabı şudur ölümsüz Atatürk’ün: “Namuslu adamdır, dokunamayız.” Bir gün diyorlar ki, “Bize çok zarar veriyor, bıçak kemiğe dayandı. Bertaraf etmeliyiz.” Kükrüyor büyük Atatürk: “Bertaraf edemeyiz, muhalefetine katlanacağız; çünkü namuslu adam. Bertaraf ettiğimizde, yerine hem muhalif hem namussuz biri gelirse ne yapacaksınız!?” İşte Mustafa Kemal bu!
Atatürk, irticayı iki temel açıdan değerlendirmiştir: 1: Felsefi açıdan, 2: Türk tarihi ve Türk Kurtuluş Savaşı açısından. Birinci anlamda irtica, hayatı geriye götüren ve güzel olan her şeyi tahribe yönelen bir şer unsur olarak görülmektedir. Şöyle diyor Atatürk:
“Hayatın felsefesi, tarihin garip tecellisi şudur ki, her iyi, her güzel, her faydalı şey karşısında onu imha edecek bir kuvvet belirir. Bizim lisanımızda buna irtica derler.”
-ABE. 14/339 İrtica hıyanetinin Kurtuluş Savaşı’na problem çıkardığı günlerde Atatürk şöyle diyor: “İrticai harekâtın teşvikçisi İngilizler olup merkez beyni de İstanbul’dadır.”
İrticanın, yine o günlerde, Ermeni hainleriyle işbirliği yaptığını da Kurtuluş Savaşı ile ilgili zabıtlardan öğreniyoruz.-bk. ABE. 6/325; Karabekir Paşa, İstiklal Harbimiz, 3/1079 Atatürk; irtica gibi, hurafeye de karşıdır ama hurafeyle irticayı aynı kefeye koymamıştır. Neden? Şundan: İrticanın ağır biçimde mahkûm edilişi, dinsel karakteri yüzünden asla değildir; hıyanet karakteri yüzündendir. Mürteci-hain kadrolar, işin bu püf noktasına asla değinmezler; tam aksine onu sürekli gözden kaçırarak Atatürk’ü irticaya değil de dine karşı gösterirler. Oysaki Atatürk, hıyaneti söz konusu olmayan dinsel karşı çıkışların hiçbir eksiklerine, hiçbir hurafeciliklerine bakmadan onları bağrına basmış, övmüş, yüceltmiştir. Şu sözlere bakın: “Müslüman ahaliden, vatan haini olanlardan gayrısının manevi kuvvetleri pek yüksektir. Anadolu’ya kalpten bağlanarak geleceği beklemektedirler.”-ABE. 7/155
Atatürk, bir yerde şu ‘tanımı’ da yapmaktadır: “Vicdan yerine düşman parası tanıyan alçaklık.”-ABE. 5/329 Bir tanım daha veriyor Atatürk: “Millete düşman, düşmanlara dost olarak takip edilen haince siyaset…”-ABE. 5/356
İspanyol şarkiyatçı Asin Palacios-ölm. 1944, İtalyan şairi Dante’nin İlahi Komedyası’nın kaynaklarını İslam düşüncesine çıkaran çalışmasında şu tespiti yapar:
“Ortaçağ İslam medeniyeti, insanlığın tam dönüm devrinde, eski kültür silinip de yenisi gelirken yaratılmış ilk rönesanstan başka nedir?”-Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, 90
Bütün zamanların en büyük kelam bilgini ve en büyük fakihlerinden biri kabul edilen Mütezile-Şafii imamı Kadı Abdülcebbar-ölm. 415/1025 ünlü eseri el-Muğni’de, önce, akıl ile vahiy ilişkisinin dayandığı ve kendisinden sonraki tüm Müslüman düşünürlerce de tekrarlanan şu ilkeyi belirliyor: “Akıl ile vahyin kaynağı birdir, Allah’tır; dolayısıyla bu ikisi çelişip çatışmaz. Eğer çatışır gibi bir görünüm ortaya çıkarsa akıl esas alınır, vahyin verileri akla uygun hale getirilmek üzere tevil edilir.”-Kadı Abdülcebbar; el-Muğni, 8/280
Abdülcebbar bu temel ilkeden çıkacak pratik sonuçlara da dikkat çekmiştir. Şöyle diyor: “Akıl ile zaten bilinebilecek hükümleri dine izafe etmek gerekmez. Vahiy olmasaydı bilinemeyecek hükümler olan ibadetler ise akla havale edilmez. Akıl bunların hikmet ve maslahatlarını bilemez.”-Aynı eser, 15/26, 17/102
Bu anlayışın zorunlu sonucu olarak Abdülcebbar, insanlık tarihinde ilkin onun telaffuz ettiği şu muhteşem tespiti yapmaktadır: “Dinsel deliller sıralamasında ilk sıra aklındır.” Dahi kadımız bu delile ‘hüccetü’l-akl’ demektedir. Kur’an ikinci sırada, sünnet-Peygamber’in uygulamaları ise üçüncü sırada yer alıyor. Dördüncü sıra, bilginler ittifakının yani icmaındır. Geleneksel anlayış ve manifesto, bu sıralamada aklın yerini değiştirmekle kalmamış, aklı tümden devreden çıkarmıştır. Geleneksel Emevici kabule göre, dinde, deliller sıralaması şöyledir: 1: Kur’an, 2: Sünnet, 3: Kıyas, 4: İcma.
Geleneksel dinciliğin bu sıralamasındaki sünnetin içinin, uydurma hadislerle doldurulduğunu da dikkate alırsak, böyle bir ‘dinsel deliller-edillei şer’iye sıralamasından insanlığa ve Müslümanlara bir hayır gelmeyeceğini anlamakta gecikmeyiz. Nitekim tarihin, önümüze koyduğu gerçek de budur. Ölümsüz eserinden bahsettiğimiz Kadı Abdülcebbar’ın, altına ‘Cumhuriyet devrimleri manifestosu’ veya ‘Atatürk’ün din-akıl anlayışı’ diye rahatlıkla yazabileceğiniz şu muhteşem tespitine de kulak verelim:
Ona göre, din de dâhil, bütün alanlarda akıl ve onun verileri-akliyat önde gelir. Din verileri-şer’iyyat ise esas hüküm sahibi olan akla yardımcı olur. Akıl, ayrıca, vahyi kavramanın ön şartı olarak da vahiyden önce gelir. Abdülcebbar’a göre, “Akıl, delillerin delilidir.”
Aklın ve özellikle maslahat ilkesinin önemini ve fıkhın bu ilke esas alınarak yeni ihtiyaçlara göre yeniden oluşturulması gerektiğini, ‘Maslahat Risalesi’ adlı anıt eseriyle bir ekol tezi olarak öne çıkaran düşünür, Hanbeli fakihi Necmuddin et-Tüfi-ölm. 716/1316 olmuştur. Tüfi, temsil ettiği muhteşem ekolün temel anlayışını şu cümle ile ilkeleştirilmiştir:
“Muamelatta hükümler maslahata-kamu yararı göre belirlenir; bu alanda dinin verileri sadece birer örnektir; tüm zamanları bağlamaz.” Kur’an-ı Kerim; “Allah, aklını işletmeyenler üstüne pislik atar” diyor. Bu, Yunus suresi 100. ayet.
Bunu bilmeyen birine, dindar veya dinci birine; “Mustafa Kemal böyle demiştir” desem,
bana isyan eder. Şükürler olsun ki, Kur’an söylüyor. Pislik, aklı olmayanlar üzerine iner denmiyor, aklını işletmeyenler üzerine iner deniyor. Aklın varlığı yetmez, işlevsel akıl lazım. Buradan hareketle, İslam mirası şunu tespit etmiştir: Akıl, komutan olacaktır. Dinin de komutanı akıl olacaktır. “Atatürk bize akıldan başka yol gösterici bırakmamıştır.” diyor Falih Rıfkı. Ve derin bir hakikati tam isabetle ifade ediyor.-Atay, Atatürkçülük Nedir, 46
İzmir İktisat Kongresi’nde 2 Şubat 1923 günü yaptığı tarihi konuşmada şu satırlar da var: “Bizim dinimiz İslam dini, en akılcı, en tabii dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son dindir ve en mükemmeldir. Tabii olabilmek için akılcı olması lazımdır. Akla, ferasete, muhakemeye, mantığı, ilme ve fenne, hepsine tamamen uygun olması lazımdır ki, uygundur. O halde bu kadar açık bir hakikati bir defa anladıktan sonra, tekrar anlatabilmek için, İslam toplumsal hayatında özel bir sınıfa hiç kimsenin hakkı yoktur.”-ABA. 15/95
Bir Anadolu hümanisti olarak Atatürk bütün doğu milletlerini de dikkate alarak, bu politikasının esasını şöyle belirliyor:
“Asya, Batı âleminin ölümünü istemiyor. Bu memleketler müthiş ve feci bir esaretten yeni çıkıyor. Asyalılar başka milletleri kendilerinin asırlarca çektikleri ıstıraplara uğratmak istemiyorlar. Onlar kendi hesaplarına memleket fethetmek fikrinde değillerdir. Onlar yalnız bağımsızlık istiyorlar ve bunu alacaklar.”
“Bağımsızlık, yabancı düşmanlığı demek değildir. Bilakis, eğer yabancılar, Türklere esir muamelesi etmek arzusunda değillerse, gelsinler, hangi millete mensup olurlarsa olsunlar, bunlar çalışmak istedikleri takdirde Türkiye’de iyi karşılanacaklardır. Fakat Türkleri Avrupalılardan aşağı tutan teorinin artık tatbik zamanı geçmiştir. Bundan sonra Doğulular ve Batılılar yekdiğerine aynı suretle muamele etmelidir. Birbirleri için eşit insanlık hakları tanımalıdır. Artık Doğuluları Batılıların altına düşüren imtiyazlar kalkmalıdır.”-ABE. 12/295
Doğu’yu ve Batı’yı çok iyi bilen Türk düşünürlerinden biri olan Peyami Safa-ölm. 1961, aynen bizim gibi, İslam dünyası için en hayati soru olarak şunu görüyor:
“Niçin Ortaçağ Türk ve İslam düşüncesi, Yunan düşüncesinden sonra ve onun ilhamıyla, bugünkü Avrupa kafasının temellerini attığı halde, birden bire sapıtarak sabit bir iman içinde yan gelmeyi tercih etmiştir? Şimdiye kadar ileri sürülen bütün sebepler sabit kalmış olduğu halde bu değişikliğin sırrı nedir? Üstüne şimdiye kadar hiçbir garp, şark ve Türk mütefekkirinin ihtiraslı bir dikkatle eğilmediği bu muammayı halletmeden kendimizi anlamış olmak imkânı yoktur.”-Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, 97
Peyami Safa’ya göre, akılcı İslam düşüncesinin “İleri bir Avrupa kafasından çıktığı halde bir Asya kafasında karar kılmasının sebebi, tekâmül etmiş Greko-Latin kültüründen uzaklaşarak ilkel kalmış Brahma-Buda kültürüyle temasını arttırmasındandır.”-Safa, age. 105
Daha başka bir ifadeyle, “Niçin, İslam dini, kitabında akılcı bir düşünceye sahip bulunduğu halde sonradan mistik bir düşünce doğurmuş, Hıristiyanlık da kitabında mistik bir ruh sahibi olduğu halde, sonradan akılcı ve tabiatçı bir medeniyet yaratmıştır? Hâsılı, niçin Hıristiyan garp, düşüncesinde Müslüman’dır ve İslam şark, düşüncesinde Hıristiyan’dır? Bu çaprazlama tekâmülün, bu kafa değiş tokuşunun sırrı nedir?”-Peyami Safa, age. 106
Atatürk’ün gözünde bilimin öncülüğü, hayatın ve mutluluğun garantisidir. Atatürk’ü hatırlayalım, bütün yapıp ettikleri ilim ve aklın öncülüğündedir. Bu öncülüğü söyleme dönüştürdüğü söz şu: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.”
Atatürk’ün bu sözü, Kur’an’ın iki yüze yakın ayetinin Türkçe ifadesidir. Biraz daha Kur’anileştirerek söyleyelim: “Hayatta tek mürşit ilimdir.” Atatürk, tam bir Kur’ani yaklaşımla, insan fıtratının dinsizliği reddettiğini, hiçbir insanın yaradılış bakımından dinsiz olamayacağını ifade etmiştir. Bütün mesele, imanı ilimle aydınlatmak ve olumlu üretime sokmaktır.
Bu konuda, İzmir İktisat Kongresi’nde, bir büyük İslam düşünüründen beklenecek güzellik ve ihtişamdaki şu sözleri söylüyor:
“Bugün biliyoruz ki, Batı’da dinsizliği kendine meslek yapanlar vardır. Fakat bence, dinsizim diyen, mutlaka dindardır. İnsan için dinsiz olmanın imkânı yoktur. Bu bahiste sizi daha çok yormak istemem. Yalnız bu sözü ne için söyledim, arz edeyim.” “Dinsiz kimse olamaz. Bu umumiyet içinde şu dinin veya bu dinin tercih edilmesi söz konusu olabilir. Bittabi biz, mensup olduğumuz dinin en çok isabetli ve en mükemmel olduğunu biliyoruz ve imanımız da vardır. Fakat bu iman, aydınlanmak lazım, güzel ve iyi olmak lazımdır ki, hakikaten kuvvetli olabilsin. Yoksa imanı çok zayıf insanlardan sayılırız. O zaman bu milleti, bu memleketi yıkmak için çalışan Şükrü Hoca gibi olabiliriz.”-ABE. 15/97
Atatürk, 1 Mart 1923 günü, TBMM’nin 4. toplantı yılını açarken yaptığı konuşmada dinin ilimle buluşturulması yönünde, daha önce bir benzerini göremediğimiz muhteşem bir kararlılığa şöyle temas ediyor:
“Tetkikat ve Te’lifatı İslamiye Heyeti’nin vazifeleri arasında hikmeti İslamiyeyi Batı’nın ilmi ve felsefi teorileriyle mukayese ve İslami kavimlerin itikadi, ilmi, içtimai, istatistikî, iktisadi hayatlarına ait işleri incelemek ve neticelerini yayımlamak, anmaya değer ehemiyete sahiptir. İnceleme için bir kütüphane tesis edildi. İstanbul’dan, Avrupa’dan ve Mısır’dan bir kısım mühim kitaplar getirtildi. Ehemmiyetli birçok kitap da Avrupa ve Mısır’a sipariş edildi. Şer’iye Vekâleti, medreselerin birleştirilmesini ve asri müessese haline getirilmesini hedeflemektedir. Vekâlet, asri müçtehit ve müfessirlere kaynak olmak üzere bir Külliyei İslamiyye vücuda getirmeye büyük ehemmiyet atfetmektedir.”-ABE. 15/175
16 Mart 1920 günü Heyeti Temsiliye reisi Mustafa Kemal imzasıyla yayınlanan protestoda bile yer almaktadır: “Bu işgalin mahiyetinin takdirini, resmi Avrupa ve Amerika’nın değil; ilim, irfan ve medeniyet Avrupa ve Amerikasının vicdanına bırakmakla yetinir ve bu hadiseden doğacak büyük tarihi mesuliyete son defa bir kere daha herkesin nazarı dikkatini çekeriz.”-ABE. 7/121
27 Ekim 1922 günü Bursa’da yaptığı konuşmada ise çok daha açık seslenmiştir: “Medeni bir millet olarak medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. Bu ilim ve fen nerede ise oradan bulup alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur. Dinimiz bu yüce emri ihtiva ettiği içindir ki, ekmel dindir. Dinimiz, ilim ve fenni putperest memleketlerde aratır, ta Çin’de bile aratır. Bu hakikatleri bütün milletin bilmesi lazımdır.”-ABE. 14/44-45
21 Aralık 1937’de, yani ölümünden bir yıl önce, Suriye Başbakanı Cemil Mardam’la yaptığı görüşmede, rozet Atatürkçülerinin asla gündeme getirmedikleri şu sözleri de söylemiştir:
“İmparatorluğun idare tarzındaki kabalığın doğurduğu birçok hoşnutsuzlukları da nazarı dikkate almak icap eder. Ben şahsen bütün camia için gayret sarf etsem bile bazı kitlelerde hâsıl olmuş bulunan zihniyetler, bizi birbirimize yaklaştıramayacak kadar mühim idi. Bu sebeple, ben bütün kuvvetimi ve kudretimi, yalnız bu imparatorluk içindeki Türk olan unsura hasretmek mecburiyetinde kaldım. Ancak, ben bu işi yaparken çok emindim ki, asırlardan beri beraber yaşamış, dindaşlık yapmış insanlar, ayrılamazlar. Yalnız, imparatorluğun yarattığı birtakım yanlış anlamaların unutulabilmesi ve nihayet beraber yaşamış bu insanların birbirlerini anlayabilmesi için belli bir zamanın geçmesi lazımdı.”
“Türkiye Cumhuriyeti’nin arzu ettiği şey, Suriye’nin bağımsız bir İslam devleti olmasıdır. İsterlerse Suriyeliler bizimle dost olurlar veyahut olmazlar. Bu onların bileceği bir şeydir. Fakat herhalde bağımsız bir Suriye İslam devleti kurulmalıdır. Fakat Fransızlar bunu istemiyorlar. Fransızlar Suriyelileri adam yapmak istiyorlarmış. Fakat evvela kendileri adam olsunlar. Suriyeliler zeki, modern ve nazik insanlardır. Fransızların terbiyesine ihtiyaçları yoktur. Suriyeliler böyle düşünmelidirler. Ben Suriye’yi bilirim. Gençliğimde Şam’da bulundum. Sürgün olarak, Abdülhamit zamanında. Suriye’nin daha birçok şehirlerinde de yaşadım. Daha sonra kumandan olarak da bulundum. Bütün kabahat Osmanlı İmparatorluğu’ndadır. Balkan Harbi sonunda Gelibolu’da idim. Ben Talat Paşa’ya teklif ettim. Suriye’ye, Irak’a bağımsızlık veriniz dedim. Talat Paşa ‘Bunu başkasına söyleme, seni asarlar’ dedi. Fakat yapılacak şey bu idi. Eğer yapılsa idi bugün Türkiye, Suriye ve Irak ki zaten kardeştirler, daha samimi kardeş olacaklardı, bağımsız Suriye, Irak ve Türkiye.”
“Suriyeliler henüz olgun değillermiş. Fransızlar acaba ne zaman olgun olmuşlardır? Suriyeliler mükemmelen medeni iken acaba Fransızlar ne vaziyette idi? Daha birçok meselelerimiz vardır. Fakat ve maalesef bunların ortaya konulması için kuvvet lazımdır. Suriyelilerin ellerini kollarını bağlamışlar. Çözünüz onları, koparınız o bağları! Bu namus meselesidir. Bunun için en büyük tehlikeyi bile göze aldım. Mesele, Suriye ile aramızda kalınca bin bir dostluk yolları ile uyuşuruz. Hatta Suriye Başvekili ile benim aramda kalsa daha çabuk olur. Bunu yapacağım. Fransızlara veremem. Açık söylüyorum. Eğer Ekselans yarın Suriye’ye ve Şam’a dönerlerse lütfen benim bütün Suriyelilere ve bütün dostlarımıza selamımı söylesinler ve açık olarak desinler ki, ben ve hükümetim sizin tam bağımsızlığınızı istiyoruz. Eğer Fransızlar engel olursa Fransızlara da söyleyeceğimiz sözler vardır. Ona da kefilim. Suriyelilerin ordusu yoktur. Fakat bizim ordumuz kâfi. Söz veriyorum: İcap ederse girerim ve sonra yine çıkarım. Temenni ederim ki, buna mecbur olmayalım. Katiyen bırakamam. Suriye’yi terk etmek istemiyorlar. Fakat terk edeceklerdir. Bir kere tutununuz, ordu yapınız. Korkmayınız. Bir şey yapamazlar. Kuvvet kullanmaz iseniz her şey yaparlar.”-ABE. 30/120-122
Müdafaai Hukuk Başbuğu’nun, 1 Mart 1923 günü Meclis’te yaptığı konuşmanın sonu, onun, milleti nelerin kaynağı ve sahibi olarak gördüğünün tarihi belgesi niteliğindedir. Şöyle sesleniyor:
“Muhterem ve muazzez arkadaşlarım! Hep beraber ihtiram bakışlarımızı, vicdanımızın kıblesi olan millet muhitine dikelim. Orada faziletin, vefa ve sadakatin, yenilik arzusunun, hâkimiyet ve bağımsızlık aşkının söndürülemez ateşi yanmaktadır. Bu mukaddes ateş kendi içindeki cehaleti ve karanlığı yakacak ve bağımsızlığımız önüne dikilecek bütün engelleri yıkacaktır. Bu muazzam iradenin huzurunda büyük bir hürmet ve bağlılıkla eğilelim.”-ABE. 15/184
Mustafa Kemal milletten şu sözlerle de bahsetmektedir: “İlham ve kuvvet kaynağı, milletin kendisidir.”-Age. 17/47 “Hayatımdaki en büyük dayanak ve kuvvetim, vatandaşlarımdan gördüğüm itimat ve destektir.”-Age. 18/364
Ve Kastamonu’daki 30 Ağustos 1925 tarihli konuşmasında bir varlık kanununu ifadeye koyuyor: “Milletimizde gelişme kabiliyeti mevcut olmasaydı, bunu yaratmaya hiçbir kuvvet kudret kâfi gelmezdi. Herhangi bir gelişme vaziyetinde bulunan bir insan kitlesini, bulunduğu vaziyetten kaldırıp damdan düşer gibi filan gelişme mertebesine ulaştırmanın imkânsızlığı izaha muhtaç değildir.”-Age. 17/293-294
Millet ve millet için çalışmak dendiğinde, akla ilk gelen sorulardan biri, belki de birincisi para meselesi olarak belirginleşir. Millet için çalışmak, ama bunun maddi desteğini, parasını kim karşılayacak? Milletten para almak, gerekçeniz ne olursa olsun kolay iş değildir. Atatürk, milletini bütün iyilik ve güzelliklerin kaynağı bilen bir lider sıfatıyla bu konuyu da Türk milleti adına cevaplamıştır. Şöyle diyor:
“Efendiler! Senelerce evvel bu memleket, bu millet büyük bir felaketin içinde bırakılmıştı. Ben, memleket ve milleti, düştüğü felaketten çıkarabileceğim kanaatiyle Anadolu’ya geçtiğim ve maksadın icap ettirdiği teşebbüslere giriştiğim zaman cebimde, emrimde beş para olmadığını beyan etmeliyim. Fakat parasızlık, milletle beraber atmaya yöneldiğim koca adımları durdurmaya değil, zerre kadar azaltmaya dahi sebep teşkil edememiştir. Yürüdükçe, muvaffak oldukça maddi müşkülat ve engeller kendiliğinden halloldu.”
“Ankara’da, mukaddes topraklarımızı her taraftan sarmış ve fiilen işgal etmiş düşman ordularını bu topraklardan atmaktan bahsettiğim zaman bana en şuurlu, en uzak görüşlü oldukları iddia olunan zevat, bütün bu teşebbüslerin paraya bağlı olduğundan bahsettiler. Ne kadar paran vardır veya nereden, nasıl para bulabilirsin gibi sorular yöneltiyorlardı. Benim verdiğim cevap şu idi: Türk milleti, teşebbüsün ciddiyetine kanaati halinde, onun gerektirdiği kadar servet kaynağını müteşebbislerin emrine amade kılar.”
“Hükümet teşekkül ettiğinde onu teşkil eden kişilerin dahi bana, ‘Hükümet teşekkül etti fakat devlet ve hükümetin idaresi için nereden para alacağız?’ dediklerini hatırlarım. Verdiğim cevap çok sade olmuştu: ‘Mesainiz devleti, milleti kurtarmaya yönelik olunca ve bu hedefiniz büyük Türk milletince malum olunca sorunuz tekerrür etmeyecektir.’ Türk milleti, kendi için, kendi geleceği ve selameti için çalışan müteşebbisleri ve heyetleri müşkülat karşısında bırakmayacak kadar yüksek vatanperverlik ve yüksek şeref hissiyatıyla donanmıştır.”-ABE. 18/283
19 Eylül 1921 günü TBMM’de yaptığı uzun konuşmanın bir yerinde o günkü Türk hükümetini değerlendirmekte ve şu tarihi tespiti yapmaktadır: “Hükümetimizin şekli, gerçek kanuna ve İslam şeriatına tamamen uygundur. ‘Bunun şekli yoktur, vaziyeti yoktur, şüphelidir belirsizdir’ demek, elbette isabetli olamaz. Fakat belki saygıdeğer arkadaşlarımızdan bazılarıyla öneri yazarı beyefendinin söylemek istediği başka bir şeydir. Yani, ‘Bu hükümet demokrat bir hükümet midir, sosyalist bir hükümet midir, yani şimdiye kadar okuduğumuz kitaplarda ismi söylenen hükümetlerden hangisidir?’ buyurdular!”
“Bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir. Sosyalist bir hükümet değildir. Ve gerçekten kitaplarda var olan hükümetlerin, bilimsel mahiyeti bakımından, hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat milli hâkimiyeti, milli iradeyi oluşturan tek bir hükümettir, bu öze sahip bir hükümettir! İlmi ve sosyal noktadan bizim hükümetimizi ifade etmek gerekirse ‘halk hükümeti’ deriz. Teşkilatı Esasiye Kanunumuzun birinciden dördüncüye kadar olan maddeleri hükümetin ne olduğunu, kimin tarafından yönetildiğini, yöneten heyetin kuvvet ve yetkisini açıklamıştır. Şekli belirlenmiştir. Fakat sosyolojik açıdan bile düşündüğümüz zaman, biz hayatını, istiklalini kurtarmak için çalışan gayret ve emek sahipleriyiz, zavallı bir halkız! Konumumuzu bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız! Bundan dolayı her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını çalışmaktan arınmış geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur, hakkı yoktur.”
“Halkçılık, sosyal düzenini çalışmasına, hukukuna dayandırmak isteyen bir sosyal meslektir. Biz bu hakkımızı saklı bulundurmak, bağımsızlığımızı güven altına almak için toplumumuzca, milletimizce bizi yok etmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe mücadeleyi uygun gören bir mesleği takip eden insanlarız. Bundan dolayı bu ve bu gibi yönlendirmelerle ve açıklamalarla hükümetimizin dayandığı temelin, ilmi çalışmaya dayanan bir temel olduğunu açık bir şekilde görürüz; fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş!”
“Efendiler biz benzememekle ve benzetmemekle övünmeliyiz! Çünkü biz bize benziyoruz efendiler.”-Atatürk, Söylev ve Demeçler, 211-212
Atatürk, milletiyle münasebeti açısından nedir? Vahdettin gibi ‘millete çoban’ mı, yoksa diğer bütün sultanlar gibi ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ mi? Hayır, hiçbiri değil. Ne olduğunu, bizzat kendisi, bir büyük melaminin azizlik ve temizliği içinde bakın nasıl anlatıyor:
“Sizden olan bir şahsa sizden fazla ehemmiyet atfetmek, her şeyi milletin bir ferdinin şahsiyetinde toplamak, geçmişe, bugüne, geleceğe bütün bu devirlere ait bir toplum meselesinin açıklanmasını ve ortaya konulmasını, bu yüksek topluluğun mütevazı bir şahsiyetinden beklemek, elbette ki layık değildir; elbette ki lazım değildir.”
“Memleket ve milletin hayat ve geleceğine olan muhabbet ve hürmetimden dolayı huzurunuzda bir hakikat noktasını izaha mecburum. Vatandaşınız olan herhangi bir şahsı istediğiniz gibi sevebilirsiniz; kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, evladınız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz. Fakat bu sevgi sizi, milli mevcudiyetinizi, bütün muhabbetlerinize rağmen, herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize vermeye sevk etmemelidir. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olamaz. Bir millet için, bir millet varlığı, bir millet şerefi ve haysiyeti, bir millet büyüklüğü için bu kadar hata olamaz. Ben, mensup olduğum büyük milletimin böyle bir hatayı artık işlemeyeceği hakkında tam bir itimada sahip olmakla müsterihim ve iftihar ediyorum.”-ABE. 17/45
2 Aralık 1925 günü gazeteciler ve kumandanlarla konuşmasında, kendisinin ‘Sürekli Cumhurbaşkanlığı’ ile ilgili şöyle diyor:
“Birçok yerlerden müracaatlar görüyorum. Yaşadığım müddetçe reisicumhurluğumu istiyorlar. Bu, bizim prensiplerimize aykırıdır.”-ABE. 18/127
12 Haziran 1925 günü, yani Türkiye’de ve dünyada güç, şöhret ve itibarının zirvesinde olduğu sırada, milletiyle bütünlüğünün, milletinde eriyip yok olduğunun ifadesi olan şu konuşmayı yapıyor:
“İki Mustafa Kemal vardır; biri karşınızda oturan ben; et ve kemik, fani Mustafa Kemal. İkinci bir Mustafa Kemal var onu ‘ben’ kelimesiyle ifade edemem. O, ben değil, bizdir. O, burada oturan sizler, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve yeni mefküre için uğraşan aydın ve mücahit bir zümredir. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüs ettiklerim, onların hasret duyduklarını tatmin içindir. O Mustafa Kemal bütün bir aydın ve mücahit zümrenin temsilcisidir. Fani olmayan, yaşaması ve muvaffak olması mukadder olan Mustafa Kemal odur.”-ABE. 17/255
5 Ocak 1925 günü Konya’da yaptığı şu konuşma, Müdafaai Hukuk devrimi ve Atatürk meselesinin tarihe ışık tutan bir vicdan belgesi gibidir:
“Biz, keyfi hareket etmeyiz. Müstebit asla değiliz. Hayatımız, bütün faaliyetimiz memleket işlerinde keyfi ve müstebitçe hareket edenlere karşı mücadele ile geçmiştir.”
“Bizim; akıl, mantık, zekâ ile hareket etmek şiarımızdır. Bütün hayatımızı dolduran vakalar, bu hakikatin delilidirler.”
“Memleket ve millet işlerinde, şahıslarıyla, fiilleriyle, fikirleriyle zararlı olmak vaziyetine düşenlere karşı zaman zaman sertleştiğimiz vakidir. Milleti hakiki kurtuluş yolunda yürümekten mene çalışmak isteyenlere şiddetli ve amansız olmak eğilimindeyiz! Toplumsal nizamımızı bilerek veya bilmeyerek ihlal edici kimselere müsaadekar olamayız! Bunlar doğrudur. Bizden bu hususlarda sükûnet ve tarafsızlık talep edenleri tatmin edemiyorsak, bunun sebebi, memleket ve millet menfaatini her şeyin üstünde gördüğümüzdendir.”-ABE. 17/149
İzmir suikastında cezaların verilmesini ve infazını, kendisine yönelik bir hareketin mahkûmiyeti olarak düşünmüyor, Türk devlet ve milletine yönelen bir ‘irtica’ yani dinci hıyanet olayı olarak düşünüyor. 1 Kasım 1926 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmada şunları söylüyor:
“Türk milletinin gelişmesine asırlardan beri set çeken engelleri kaldırmak ve genel hayata muasır medeniyetin kanunlarını ve vasıtalarını vermek için sarf ettiğiniz mesainin bütün milletin tasvibine kavuştuğu muhakkaktır. İhtiraslarını ve içlerinde gizlediklerini milletin selameti yolunda tatmin edilmemiş görenlerin boğazlanmışçasına teşebbüsleri milli irade karşısında daima kahrolmuştur ve daima kahrolacaktır. Suikast hadisesi naçiz şahsımızla alakası itibarıyla değil, fakat Türk milletinin merdane vasıflarına yaraşmayan ve millet vekâleti gibi yüksek bir itibar mertebesini tecavüz vasıtası kılmayı düşünecek kadar soysuzlaşan irticai bir zihniyet göstermek itibarıyla üzücü olmuştur.”-ABE. 18/297
Atatürk, Türk halkını raiyyelikten kurtarıp millet yaptı. Nedir Atatürk’ün bu ‘millet’i? Önce kendisini dinleyelim. O günlerden çok bugünlere çözüm getiren bir reçeteyi andıran şu sözleri ibretle okuyalım:
“Muhafaza ve müdafaasıyla meşgul olduğumuz millet, bittabi bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif İslami unsurlardan meydana gelmektedir. Bu topluluğu teşkil eden her bir İslam unsuru, bizim kardeşimiz ve menfaatleri tamamıyla ortak olan vatandaşımızdır ve yine kabul ettiğimiz esasların ilk satırlarında bu muhtelif İslami unsurlar ki, vatandaştırlar, yekdiğerinin karşılıklı hürmet ile riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna; ırki, toplumsal, coğrafi hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrar ve teyit ettik ve hepimiz bugün samimiyetle kabul ettik. Dolayısıyla, menfaatlerimiz ortaktır. Kurtarılmasına azmettiğimiz birlik, yalnız Türk, yalnız Çerkez değil, hepsinin karışımı bir İslam unsurudur. Bunun böyle kabul edilmesini ve yanlış anlamaya meydan verilmemesini rica ediyorum.”-ABE. 8/157
Müdafaai Hukuk Başbuğu’na göre, millet, aynı zamanda kendisine hesap verilmesi gereken bir yüce makamdır. Bu makama verdiği hesabı aynı zamanda tarihe de verdiği hesap olan Nutuk’la yerine getirmiştir. Afet İnan’ın Nutuk’la ilgili şu sözleri derin bir hakikatin ifadesidir: “Nutuk, bir devlet kurucusunun milletine hesap verme örneğidir ve tarihte eşine az rastlanır.”-Sinan Meydan, Nutuk’un Deşifresi, 40
Bizzat Atatürk, Nutuk’u, ‘millete hesap vermek için’ yazdığını dile getirmiştir. CHP İkinci Kurultayı’nda yaptığı konuşmada şöyle diyor: “Senelerden beri devam eden çalışmalar ve icraatımızın millete hesabını vermenin görevim olduğu kanaatindeyim.”-Hâkimiyeti Milliye gazetesi, 16 Ekim 1927 Aynı gerçeği, Nutuk’u okuduğu kongrenin açılışında yaptığı konuşmada bir soru üzerine şöyle dile getiriyor:
“Geleceğe yönelen tedbirler hakkında fikirlerinizi söylemeden önce geçmişe ait olaylar hakkında bilgi vermek ve yıllardan beri süregelen davranış ve yönetimimizin milletimize hesabını vermek, ödevim olmuştur. Olaylarla dolu dokuz yıllık bir sürenin tarihine değinecek demecim uzun sürecektir. Ama bu güç iş, yerine getirilmesi gereken bir ödev olduğuna göre sözü uzatırsam beni hoş karşılayacağınızı ve bağışlayacağınızı umarım.”-Sinan Meydan, Nutuk’un Deşifresi, 43
Atatürk, çok ilginçtir, Kur’an’da yapılanın aynını yaparak millet ile kavmi birbirinden ayırıyor. Türk milleti denince bir kavim değil, bir halk anlaşılmalıdır. Bu ne demektir? 1926 tarihini taşıyan Nutuk’a hazırlık dosyasındaki notlarında şu satırlar var: “Millet kelimesiyle kavim kelimesi karışır. Şu farkla ki millet kelimesiyle siyasi teşekkül kast olunur; kavim-people kelimesi ise her şeyden evvel kökeni ve ırkı hatırlatır.”
“Irk, lisan, din, hükümet, ayrı insanların millet halinde teşekkülüne yardım etmişlerdir. Fakat muhtelif lisan konuşan ve muhtelif dine sahip olan muhtelif ırklardan meydana gelen milletler vardır. Bunun gibi, siyasi müesseselerle ayrılmış veyahut Yahudiler gibi bütün dünya üzerine dağılmış oldukları halde yekdiğerine sıkı milli bir bağ ile bağlı kalmış kavimler vardır. Aynı lisanı konuştukları halde aynı millete mensup olmayanlar da vardır. Bazı milletler, birbirinden esaslı bir surette farklı ırklardan meydana gelir. Bir milletin sinesinde birbirine en zıt dinlerin yan yana mevcudiyeti de görülmektedir.”
“Aynı arazide yaşayan ve millet haline gelen kavimlerin müşterek siyasi müesseseler tarafından idare edilmesi icap eder. Bir millet, tarihin derin inkılâplarının mahsulü olan manevi bir unsur, manevi bir ailedir. Arazinin şekliyle tayin olunmuş bir grup değildir. Bu fikir üzerinde ısrar ederek, millet hakkında ancak eksik bir fikir veren geçici ve ikinci derecedeki unsurları hariç bıraktıktan sonra Renan, çoğunlukla pek ayrı kavimlerin insanlarını iki şeyin birleştirdiğini ilave eder: Birisi zengince bir hatırat mirasına sahip olmak, diğeri beraber yaşamak hususundaki arzu ve rıza. Bu rıza, sahip olunan mirasın muhafazasına devam hususundaki iradedir.”
“Milli birlik meselesinde ırk ve dil ihtilafına rağmen anlaşılması lazım gelen budur. Fakat müşterek fikrin belirmesine, hayati benzeyişler ile köken birliğinin ahlak yakınlığı inşa etmesine müessir olduğu ilk esas ki köken ve ırktır, bunların tesirini inkâr etmemelidir. Her şeyin mukaddes hazinesini muhafaza eden lisanın da tesirini unutmamalıdır. Bir millet diğer milletlere nispetle tabii veya kazanılmış haklara, hususi karaktere sahip olması, kendisini kuşatan milletlerden farklı bir uzviyet teşkil etmesi, çoğunlukla onlardan ayrı olarak asra paralel gelişmeye çalışması keyfiyetine milliyetler prensibi denir.”
“Her kavim, hükümetinin şeklini tanzim etmek ve değiştirmek hakkına sahiptir. Bir kavim diğerlerinin hükümetine karışmak hakkına sahip değildir. Bir kavmin hürriyetine tecavüz, bütün kavimlere tecavüz demektir. Millet, ahlak, lisan ve kanunları muhtelif kavimleri ihtiva edebilir. Devlet, milletin ancak bir teşkilat unsurudur, şekillenmesidir.”-ABE. 18/317-322
Atatürk, milletin birliğinden yürüyerek insanlığın birliği idealine yol arar, o yüceliğe tırmanır. Bunun için atıf yaptığı temel kavram ne dindir ne de ırk. Atıf yapılan temel kavram, medeniyet olmuştur. Belli ki Atatürk, bu noktada bir devlet adamı, bir asker olmaktan çıkmakta, bir filozof haline gelmektedir. Bu noktada, izninizle şu tabiri kullanmaya cesaret ediyorum: Atatürk, insanlığın birliğini sağlamada, bir ortak-evrensel medeniyet fikrini ileri sürüyor. Ve insanlığın birliğinin bu ortak-evrensel medeniyet etrafında vücut bulmasını öneriyor. Türk milletini de bu ortak-evrensel medeniyetle eklemlendirerek, Fransız Maurice Pernot’ya fikrini şöyle açıklıyor:
“Biz, yabancılara karşı herhangi düşmanca bir fikir beslemediğimiz gibi, onlarla samimi münasebetlerde bulunmak arzusundayız. Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin ilerlemesi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmek lazımdır. Siyasetimizin, ananelerimizin, menfaatlerimizin bizi fikir ve eğilim itibarıyla bir Avrupa Türkiye’si, daha doğrusu Batı’ya yönelmiş bir Türkiye arzu etmeye meylettirmesi olacaktır. Biz daima Doğu’dan Batı’ya doğru yürüdük. Eğer bu son senelerde yolumuzu değiştirdikse, itiraf etmelisiniz ki, bu bizim hatamız değildir. Bizi siz mecbur ettiniz. Vücutlarımız Doğu’da ise fikirlerimiz Batı’ya doğru yönelik kalmıştır. Medeniyete girmek arzu edip de, Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir? Eğer yabancı düşmanlığından, o kadar pahalı elde edilen bir bağımsızlığa halel verecek her şeyden nefret manası çıkarılıyorsa, evet, bizim yabancı düşmanı olduğumuz söylenebilir.”-ABE. 16/148-149
Millet olmak nedir sorusu da önem arz etmektedir. Osmanlı hiçbir zaman millet olamamıştır. Bu millet olamamış topluluğun kader meselelerini kotaran, var oluşunu sağlamak için sürekli hayatını ortaya koyan unsur-Türk unsur ise en fazla ihmal edilen, hatta horlanan unsur durumundadır. Denebilir ki, raiyyelik, sadece o unsurun canını yakmıştır. Ve Osmanlı batıp dağıldığında da onun bütün günahlarını ve borçlarının faturasını ödeme işi bu horlanan unsurun boynunda kalmıştır. Atatürk bu noktaya büyük bir vukuf ve hakşinaslıkla parmak basıyor:
“Osmanlı İmparatorluğu’nun kuvvetli devirlerinden itibaren, milletin bağımsızlığı zararına, hayati menfaatleri zararına o kadar çok şey feda edilmiş idi ki, netice yalnız kendisinin mahvolmasından ve çökmesinden ibaret kalmadı, belki kendinden sonra da memleketin hakiki sahibi olan milleti hak ve mevcudiyetini ispat için büyük müşkülata maruz bıraktı.”
“Vatan dediğimiz kutsi mevcudiyete genel bir bakışla bakalım. Onun hayat namına, ümran namına her mazhariyetten mahrum bir siyah toprak sahasından ibaret bırakılmış olduğunu görürüz. O siyah toprak sahasının altında defineler ve üstünde asil ve kahraman bir millet yaşıyor.”-ABE. 16/77, 79
Millete verilen hâkimiyetin hangi temel değerlere dayanacağını Gazi Mustafa Kemal şöyle ifade etmektedir: “Hâkimiyeti milliye üç büyük dayanak noktası tanır: Zekâ, irfan, hamiyyet. Bunlar haricinde hiçbir şeye dayanamaz.”-ABE. 6/125
Atatürk, bu konuya, İzmir İktisat Kongresi’nde 2 Şubat 1923 günü yaptığı konuşmada, bir büyük Müslüman fakihten beklenebilecek bir vukufla şöyle açıklık getirmektedir:
“Biz elhamdülillah Müslüman’ız, dinin hakiki esaslarını incelediğimiz zaman onun bize ifade edebileceği şekil, yalnız ve yalnız bu hükümet şeklidir. İsterseniz bu noktada ufak bir izah yapayım.”
“Biliyorsunuz ki, şer’i esaslarda, ilahi emirlerde hükümet şekli yoktur. Şu veya bu şekil ifade edilmiş değildir, yoktur. Yalnız hükümetin nasıl olması lazım geleceğine dair esaslar ifade olunmuştur. Bu esasların biri de şuradır, meclistir. Hükümet mutlaka meclis halinde olmak lazımdır. O kadar ki, bizzat Cenabı Peygamber şurasız muamele yapamazdı, Allah tarafından men edilmişti. İkinci esas, adalettir. Şura, adaletle hükmünü icra eder. Adaletten yoksun bir hükümet şekli kınanmıştır.”
“Herkese tanıtmaya çalışmışlardır ki, emir demek, amir demek, sultan demektir, padişah demektir; böyle başa geçen bir canavar demektir. Ve böyle bir canavara ne olursa olsun mutlaka itaat etmek lazımdır. Müstebit olsun, rezil olsun, itaat edeceksin.”
“Millet her bakımdan kendi menfaatlerini muhafaza edecek olan ve bu menfaatleri muhafaza etmek için lazım gelen vasıflara ve meziyetlere sahip bulunduğunu kabul ederek seçtiği insanlardan, vekillerden meydana gelen bir şuraya sahip olursa ve bu şura adalet üzere hareket ederse, işte Allah’ın ve Kur’an’ın talep ettiği hükümet odur. Çok iftihara değerdir ki, milletimiz ancak 1300 sene sonra Kur’an’ın bu hakikatini fiil halinde göstermiş oldu.”
“Bizim çok korktuğumuz ve daima korkmakla hayatımızı kurtaracağımız bir şey vardır ki, herhangi bir şahsın, herhangi bir heyetin dahi istibdadı altında kalmaktır. Çünkü efendiler, şahıslar gibi meclisler de müstebit olur. Ve meclislerin istibdadı, şahısların istibdadından daha tehlikelidir. Dolayısı ile uzun müddet iktidara sahip olmak üzere toplantı halinde kalacak olan mebuslar, yavaş yavaş kendilerini seçen milletin arzusundan, emellerinden, hislerinden ve fikirlerinden uzak kalır, arada bir ayrılık olur. Bir gün bakarsınız ki, millet başka türlü çalışıyor, milli emeller başkadır.”-ABE. 15/76-83
Atatürk devriminin en hayati ilkesi, belki de tek ilkesi şudur: Sürekli devrim içinde olmak, sürekli yaratıcılık sergilemek. Atatürk, bir aksiyon felsefesi mimarı gibi konuşmaktadır. Hem kurgulayan hem de yaratan adamın şu sözünün altına, aksiyon felsefesinin mimarı filozof Maurice Blondel-ölm. 1949 imzasını atsanız kimse yadırgamaz. Şöyle diyor ölümsüz Atatürk:
“Yerinde duran bir şey geriye gidiyor demektir. Bu münasebetle, maarif hakkındaki görüşlerimi tespit ediyorum. Bir taraftan genel olan cehaleti gidermeye çalışmakla beraber, diğer taraftan toplumsal hayatta bizzat etkili iş gören verimli uzuvlar yetiştirmek lazımdır. Bu da ilk ve orta öğrenimin pratik bir tarzda olmasıyla mümkündür. Ancak bu sayede toplumlar iş adamlarına, sanatkârlarına sahip olur. Bittabi milli dehamızı geliştirecek, kültürlerimizi layık olduğu dereceye ulaştırmak için yüksek meslek erbabını da yetiştireceğiz. Kız çocuklarımızı da aynı tahsil derecelerinden geçirerek yetiştireceğiz.”-ABE. 14/45
Ve şu sözünün altına ego-yaratıcı özgür benlik felsefesinin mimarı ve Kur’an’ın vicdan düşünürlerinden biri olan Muhammed İkbal’in adını yazsanız kim garipser? Şöyle diyor Gazi:
“Büyük ve kutsi hedefler, ulaşılamayacak hedeflerdir. Dolayısıyla herhangi bir hedefe ulaşmakla kanaat etmeyeceğiz. Daima daha ilerisine varmak için mesai sarf edeceğiz.”-ABE. 18/46
Ankara Halkevi’nde Bursalı gençlere hitabesinde şu sözler de var:
“Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey, yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan için, her mahlûk için tabii bir halettir. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevi bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler asla ve asla yorulmazlar.”-ABE. 29/175
Türk devrimi, kitabi bir devrim değildir, hayatın içinden gelen bir devrimdir. Savaş meydanlarında kazanılmış, yaratılmış bir devrimdir. Teoriden yola çıkan bir devrim değil, hayatın çileli patikalarında kendi kendini inşa eden bir devrimdir. Teorisini pratiğine yazdırmış ve yaptırmış bir devrimdir. Peyami Safa’nın usta ifadesiyle, “Türk devrimi evde yaptığı hesapla çarşıya çıkmamıştır; hesabı bizzat çarşının içinde yapmıştır.”
“Atatürk devrimi savaş meydanlarında kan ve gözyaşıyla yapıldıktan sonra kalem ve mürekkeple yazılmıştır. Yani önce yapılan sonra yazılan bir devrimdir. Gerçekleşmeden önce; bir sistem halinde, Türk inkılâbının hiçbir kitapta yeri yoktu. Türk inkılâbının izahına başlamak ancak vukuundan yıllarca sonra mümkün olabiliyor. Bu inkılâp, kendinden evvelki bazı dağınık fikir cereyanlarının tekâmülü ve taazzuvu olsa bile, bir ideoloji haysiyetiyle hiçbir peşin düşünceye mal edilemez. Türk inkılâbının bir kitabı varsa o, canlı bir tarihtir ve hayatın ta kendisidir.”-Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, 117
Türk devrimiyle ilgili önemli eserlerden birinin yazarı olan Avusturyalı diplomat Norbert von Bischoff, Ankara adlı eserinde şu satırlara da yer veriyor:
“Sevk ve idarenin tamamen hayata göre yapılması, inkılâbı ve devletle cemiyetin inşası işini, önceden kabul edilmiş bir idealle karşılaştırılmak külfetinden kurtarmıştır. Hakikatler dünyasının idealler dünyasına tamamen uyması imkânsızdır. Türk inkılâbında ise ideal, devlet yaratılır yaratılmaz ortaya çıkmıştır ve bu, yeni Türk dünyasının inşasıdır. Bu suretle, hakikatle ideal birbirini bulmuştur. Böyle olmakla beraber üstünlük hakikatindir ve ideale bir yer verilmesi hakikate yer verilmekte olmasından dolayıdır. İdeal, tek başına bir hayata malik olamaz ki, eskiyi devirip gelen yeni, hakikatin önüne bir engel gibi dikilsin.”-Peyami Safa, age, 118
Sürekli atılım, bir anlamıyla da sürekli taarruz halinde olmak demektir. Sürekli savunma halinde olmak, çöküşe gitmenin başka bir ifadesidir. Atatürk’ün hayat felsefesi ve siyaset anlayışının temelinde bu ‘sürekli taarruz’ ruhu yatar. Bu ruh, onun için sadece askeri harekât açısından anlam ifade eden bir taktik değildir; tam aksine, hayatın bütün alanlarında geçerli bir varoluş idrakidir. Şöyle diyor:
“Kati netice daima taarruzla alınır; fakat müdafaa ile yerine getirilecek birçok vazifeler de vardır.”-ABE. 16/220
Sürekli atılımın bir gerçeği de sürekli savaş halinde olmaktır. Hiçbir başarı, hiçbir barış savaşa hazır olmayanlar için bir anlam ifade edemez; çünkü her an yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. Özellikle Türkiye gibi ülkelerin konumlarından doğan gerçeklerin başında bu ‘sürekli savaş halinde olmak’ vardır. Büyük Gazi, bu gerçeğe, hayatının en büyük zaferini kazandığı tarihte, 13 Ağustos 1923’te, TBMM’de yaptığı bir konuşmada parmak basmıştır:
“Bugün ulaştığımız barışın, ebedi barış olacağına inanmak, elbette safdillik olur. Bu, o kadar mühim bir hakikattir ki, ondan bir an gaflet, milletin bütün hayatını tehlikeye sokar. Şüphesiz ki haklarımıza, şeref ve haysiyetimize hürmet edildikçe mütekabil hürmette katiyen kusur etmeyeceğiz. Fakat ne çare ki, zayıf olanların haklarına hürmetin noksan olduğunu veya hiç hürmet edilmediğini çok acı tecrübelerle öğrendik. Onun için, bütün ihtimallerin talep edeceği hazırlıkları yapmakta asla gecikemeyiz.”-ABE. 16/79
Sürekli atılım ruhunun bir gereği de ‘sürekli savaş’ içinde olduğumuzun bilincine varmaktır. Hayat, inanmak ve savaşmaktan ibarettir. Bu bilinç korunduğu sürece ve gereği yapıldığı oranda bir miktar barış ve sükûn beklenebilir. Sadece barış ve sükûna uyarlanan, öyle kurgulanan bir hayat zillet ve sefalete götürür. Müdafaai Hukuk Başbuğu’nun 2 Şubat 1923 günü İzmir’de halka yaptığı konuşmadan aldığımız aşağıdaki satırlar, büyük bir aksiyon filozofunun en hayati öğretilerinden birini ifade eden sözler gibidir:
“Hayat demek, mücadele demektir, çarpışma demektir. Hayatta muvaffakiyet, mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da, kuvvete, kudrete dayanan bir keyfiyettir. İnsanların bütün meşgul olduğu meseleler, bütün maruz kaldığı tehlikeler ve bütün elde ettiği muvaffakiyetler, genel bir mücadelenin dalgaları tarafından doğurulagelmiştir. Herkesçe bilinir ki, insanlığın bizce malum olan çarpışması,
Doğu kavimlerinin Batı kavimleri üzerine hücumuyla taarruzuyla başlar.”
“Fakat her taarruza karşı, daima mukabil taarruz düşünmek lazımdır. Bunu, asker olanlar çok iyi bilir. Vukuu bulan taarruza karşı, mukabil taarruz düşünmeden hareket edenlerin akıbeti, mutlaka mağlup olmaktır, hezimete uğramaktır, yok olmaktır.”-ABE. 15/57
Sürekli atılım ruhunu tehlikeli kılan bir numaralı hata, hayalciliktir. Çünkü hayalcilik, varlık kanunlarını zorlamaktır. Varlık kanunlarını zorlamak Allah’ın iradesini zorlamak ve yaradılış sırrını tersine çevirmeye kalkmaktır. Kur’an’ın, ‘sünnetullahta yani varlık kanunlarında değişme, değiştirme olmaz’ söylemini birkaç kez ifadeye koyması boşuna değildir. Yaratıcı Kudret, sünnetullahın değişmesine izin vermez. Hesabınızı kitabınızı bu ‘değişmezliği’ unutmadan yapmak zorundasınız. Büyük cengâverlerin, muhteşem sultanların büyük hataları işte burada ortaya çıkar. Buradaki dengeyi bulamamak, nerede duracağını tayin edememek onların muhteşem zaferlerini de çoğu zaman işe yaramaz hale getirir. Atatürk, yine büyük bir filozof tavrı ve
fark edişiyle bu noktayı tam omurgasından yakalamış ve hem dünya tarihini hem de Müslüman tarihi bu açıdan bir tahlile tabi tutmuştur. Gazi’nin bizce, en filozofik konuşmalarından biri olan 2 Şubat 1923 İzmir konuşmasında bu konuya ilişkin sarsıcı sözler vardır:
“Osmanlı devletinin, devlet siyaseti olarak, millet siyaseti olarak, halk siyaseti olarak, belli, açık bir siyaseti mevcut değildi. Devletin başına geçen hükümdarlar, kendi arzularına, heveslerine göre bir nevi siyaset icat ederlerdi ve o siyasetin peşinden bütün milleti sürükler, götürürlerdi.”
“Bütün Müslümanların bir noktada birleşmesi ve hep beraber çalışarak kuvvetli olması, mesut olması, muhakkak arzu edilir. Fakat dünyada elde edilemez olan hedeflere yürümek, insanları çok aldatmıştır, çok aldatır. İnsanlar parlak olan siyasetlere doğru mutlaka yürümek ve oraya ulaşmak ister. Çünkü parlak olan şeyler caziptir. Bu dediğim nokta da parlaktır, caziptir. Fakat hayat hayallere dayanamaz; hayat maddiyata dayanır. Herhangi bir millet hayatını muhafaza için, hayat vasıtalarını elde etmek ve düzenlemek için adım attığı zaman seçtiği hedef hayali olursa elbette muvaffak olamaz. Bu, asırların ve asırlarca yaşamakta olan insanların, belki çok acı, çok kanlı hadiseler ile ve belki çok büyük felaketlerle bulmuş olduğu bir neticedir.”
“Büyük bir cesaretle söylüyorum ki, dünyanın bugünkü genel şartlarına ve asrın, insanların kafasında yapmış olduğu bugünkü değişikliklere göre, bütün İslam âleminin şimdiye kadar vehmedildiği gibi bir noktadan sevk ve idaresine maddi imkân yoktur ve olamaz. Bunu bu kadar kuvvetli söyleyebilmek için çok şey bilmeye, çok şey düşünmeye, çok şey hatırlamaya hacet yoktur. Çünkü ‘bu olmamıştır ve olamayacaktır’ dediğim zaman bu benim ifadem değildir, tarihin ifadesidir, vakaların ve hadiselerin ifadesidir; en nihayet ilmin, aklın, mantığın ifadesidir. Arkadaşlar, bin üç yüz şu kadar seneden beri bu teori, nerede ve ne vakit tatbik kabiliyeti bulabilmiştir?”
“Bir Osmanlı devleti vardı. O da en nihayet yok olmaya mahkûm oldu. Ne için? Çünkü millet kendi hayatıyla ve kendi eviyle hiçbir vakit meşgul olmadı; daima hayali birtakım hedeflere karşı sürüklendi ve kendi kendini sürükledi, en nihayet bu hal ve vaziyete düştü.”
“Hepsinin iradesine sahip olanın iradesi, umumun iradesi yerine geçer. Dolayısıyla bütün görüşleri bir noktada özetlemek lazım gelirse, mahv ve yok olduğunu, sefil olduğunu gördüğümüz bu toplumların, mahv ve yok olma sebepleri, kendi iradelerine sahip olmamış bulunmalarıdır. İradenin başkaları tarafından gasp edilmiş olması veya başkalarına terk edilmiş ve bırakılmış olmasıdır. Bir toplum, bir devlet müessesesi, bu hatadan yakasını kurtarmaksızın, ne şekilde tesis olunursa olunsun, her halde netice itibarıyla felakete mahkûmdur. Biliyorsunuz ki, Osmanlı devleti saltanat devresini, haşmetini, debdebesini yaşadıktan sonra düşmeye başladı.”-ABE. 15/57-60
Mustafa Kemal şöyle diyor:
“Her millet, icraatına tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine ortak sayılır.”
Hz. Muhammed’de şöyle diyor:
“Esas cihat, zalim sultan karşısında hakkı seslendirmektir.”
Her toplum, müstahak olduğuna maruz kalır, layık olduğunu da mutlaka elde eder. O halde, çöküşün de yükselişin de esası ve motoru, toplumun yapısı ve hak edişidir. Koordinat alışın tipik örneklerinden biri de Nutuk’taki 97. vesikada görülmektedir. Orada, toplumun layık olduğunu görmesi gerektiğine dikkat çektikten sonra sözü şöyle bağlar: “Çünkü Peygamberimiz, ‘Kema tekunu yüvella aleyküm’ yani ‘Siz ne mahiyette olursanız evliyayı umurunuz da o mahiyette olur’ buyurmuşlardır.”-Nutuk, eski harf basım, 2/86
Burada Muhammed-Mustafa birlikteliğinin muhteşem güzelliklerinden birkaçı esrarlı bir şekilde kucaklaşmıştır: 1: Bir toplumun, layık olmadan bir mevkie sahip olamayacağı gerçeğinin ifadesi, 2: Layık olunan hakların elde edilmesi için toplumun bizzat ayağa kalkmasının kaçınılmazlığı, havalecilik ve ihaleciliğin, hakların elde edilmesinde hiçbir işe yaramayacağı, 3: Atatürk’ün, Muhammedi-Kur’ani metinleri özgün Arapça metinlerinden bizzat okuması ve sonra da tercümelerini en isabetli biçimde anında vermesi.
Güç böylesine anlamlı ve böylesine yaratıcı ise milletin kuvvetinin sembolü olan ordu daima hücum hedefi olacaktır. Ve Türk tarihini esas alırsak bin yıldır da böyle olmuştur. Atatürk, aynen Kur’an’da ifade edildiği gibi, bu anlamda ‘kuvvet, ordu’dur gerçeğine inanmaktadır. Sadece o günleri değil, bizim Anadolu’daki kaderimizi ve o kaderi, haçlı efendilerinin desteğiyle karartan hainleri, bir tür kehanet gibi deşifre eden şu cümlelere bakın:
“Kuvvet, ordudur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdani imanıdır. İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii, evvela onu ordudan mahrum etmek çaresine giriştiler… Sonra, kumandanlarımıza ve subaylarımıza taarruz ve tecavüze başladılar. Askerlik izzeti nefsini yok etmeye gayret ettiler.”
“Her halde, ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu. Orduyu mutlaka imha etmek, subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller ve müşkülat kalmaz. Düşmanlarımız herkesten evvel subayları öldürdüler; onları aşağılar ve hor görürler… Subayın yaşamak için bir çaresi vardır: Şerefini korumak. Düşmanlarımızın kast ettiği ise o şerefi ayaklar altına almaktır.”-ABE. 9/112-113
Müdafaai Hukuk öncüleri, bir mücadele veya idealin gerekli kuvvete sahip olmadıkça hedefine asla varamayacağı, sadece zalimden merhamet dilenmekle yetineceği, bunun ise zalimin sadizmini arttırmaktan başka bir işe yaramayacağı bilinç ve inancındadırlar. Atatürk 3 Mart 1922 günü, Rus diplomat Aralof’un konuşmasına cevaben yaptığı konuşmada tarihi ve tarihi yaratacak olanları şöyle uyarıyor:
“İstilacı, mütecaviz saldırgan olan devletler yerküreyi kendilerinin malikânesi kabul etmekte ve insanlığı kendi hırslarını tatmin için çalışmaya mahkûm esirler saymaktadırlar. Onlar, ilan ettikleri insani ve adaletkarane esasları, kabule değer gördükleri için değil, senelerden beri tahakküm zinciri altında tuttukları insanlık kütlesini büsbütün silahlardan tecrit etmek ve daha kolay esaret altında tutmaya devam etmek için bir aldatma vasıtası kabul etmektedirler.
Buna diğer bir saik daha vardır: Birbirlerini aldatarak biri diğerinden fazla menfaat koparmak. Hilekârlıkta yekdiğeriyle müsabaka etmektedirler… Bunlar sırf kendi hırslarına çalışmaktadır. Bunların gayesi insaniyetin, iyiliğine yönelik olmadığı gibi, bilakis, zulüm, baskı olduğu için, onları lanetle anmakta kendimizi haklı görüyoruz. Bunlar kudret ve kuvvet mevkiinde bulundukça bunların mazlumlara merhamet ve şefkat göstermelerine imkân yoktur. Böyle bir şeye inanmak büyük bir gaflettir. Bu kuvvetleri maddi, manevi silahlardan tecrit edeceğimiz zaman ancak böyle bir hareket beklenebilir.”-ABE. 12/299, 300
Müdafaai Hukuk Başbuğu, kuvvet olmadan hak sahibi olmanın hiçbir anlam taşımayacağı bir dünyada yaşamak zorunda olduğumuzu biliyor ve bunun için hazırlıklı olmamız gerektiğine değişik vesilelerle vurgu yapıyordu. Arkasında caydırıcı bir kuvvetin bulunmadığı bir barış teklif ve temennisinin emperyalist kurtlar sofrasında çiğ çiğ yenmeyi kabul anlamında olduğunu da biliyordu. Bir yandan ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ diyerek yüreğinin, vicdanının arzusunu ifade ederken, bir yandan da aklının ve hayat kanunlarının gereğini yaparak 19 Nisan 1926 günü İtalyan ve Rus sefirlerine şöyle konuşuyordu: “Savaşları arzu etmiyorum; her türlüsünden kaçıyorum; ama bizi buna zorlarlarsa bendeki güç sadece savunmayla sınırlı değildir.”-ABE. 18/176
Bakanlar kurulunca alınan bazı kararlardan tedirginlik duyduğunu ifade eden ve 9 Eylül 1937 günü Başbakan İsmet İnönü’ye hitaben yazılan şu cümle de dikkat çekmektedir: “Bütün insani anlaşmazlıkları barışla neticelendirecek teşebbüslere iştirak ederiz. Bunun haricinde Türkiye Cumhuriyeti’ne empozisyon-dayatma olamayacağı tabiidir.”-ABE. 29/306
Atatürk, bir insan olarak başarısının temel felsefesini ‘kuvvetli olmak’ esasına oturtmuştur. Bu, onun sadece siyasetinin değil, hayat anlayışının da esasıdır. Bu temel felsefeyi şöyle tanıtıyor:
“Arkadaşlıkta ve kardeşlikte dahi kuvvet dengesini nazarı dikkate almak lazımdır.
Zayıf olan, kuvvetli olanın mutlaka mahkûmudur. İnsanlık, adalet, bütün prensipler, kaideler ikinci derecede kalır. Her şeyden evvel kuvvettir. Dolayısıyla, bizim kurtuluşumuz için vuku bulacak yardımlar karşısında ki bağımsızlığın korunması içindir, kendi kuvvetimize dayandığımızı ispat etmeliyiz. Bize yardım etmek için gelecek kuvvetler bizi yutacak kadar olursa yutar.”-ABE. 9/391
İnsanlığın oluşturduğu hiçbir hukuk kurumu, kuvveti hukukun emrine verememiştir, veremez. Atatürk bunu daha o günlerde görmüş ve mesela bugünkü Birleşmiş Milletlerin o günkü şekli olan Milletler Cemiyeti için, 1923 Temmuz’unda şöyle demiştir:
“Milletler Cemiyeti’nin hatası, belli bazı milletleri yönetmek, diğer milletleri de yönetilmek üzere ayırmış olmasıdır. Wilson’un ‘kendi kaderini tayin’ fikri garip şekilde ortadan kaybolmuş görünüyor.”-ABE. 16/39
Barış ve silahsızlanma ideali, daha doğrusu hayali, teorik olarak güzeldir ama tarih boyunca bu hayal, mazlumların daha çok ezilmesiyle zalimlerin daha çok ezmesinden başka bir şey üretmemiştir. Silahsızlanma ve barış ideali dahi, tüm toplumların gelişme ve güç seviyelerinin denk olmasıyla elde edilebilir. Bu bir hayat kanunudur. Gazi, bu hayat kanununa dikkat çekerken şöyle diyor:
“Silahsızlanma ve daimi barış, ancak ve ancak büyük devletlerin devlet adamlarının büyük ve küçük bütün milletlerin bağımsızlık ve gelişme haklarına eşit surette sahip olduklarını kabul etmeyi öğrendikleri zaman mümkün olacaktır.”-ABE. 15/24
Mustafa Kemal bu kader sırrını isabetle teşhis etmiş ve onun gereklerini samimi ve net ifadelerle tarihin ve milletin önüne koymuştur. Yalnız kendi emeğine güvenmek, Türkiye’nin yarınlara taşınması bağlamında değerlendirildiğinde iki şeye güvenmek, başka bir şeye de güvenmemek anlamına gelmektedir. Gazi, bunu, 24 Şubat 1924’te yaptığı bir konuşmada şöyle ifade etmektedir:
“Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir: Biri millet kararı, diğeri en acı ve en müşkül şartlar içinde dünyanın takdirlerine hakkıyla layık olan ordumuzun kahramanlığı. Bu iki şeye güvenir.”-ABE. 16/221
Türk ordusu, Türk milletinin sahip bulunduğu en büyük değerdir. Bu konuda dünyada hiç kimsenin bir tereddüdü olmamıştır. Bu gerçeği en iyi bilen insan ise Kurtuluş ve Cumhuriyet Ordusu’nun mimarı ve başkumandanı olan Atatürk’tür. Atatürk, Türk Ordusu’nun, tarih boyunca alet edildiği hanedan ve kişi ihtirasları koruyuculuğu ile ileride emperyalizm tarafından vuku bulacak ‘karakol görevi’ taleplerine asla alet edilmemesi gerektiğini düşünmekte ve bunu çok erken bir tarihte Türk milletine ve Türkiye’yi yöneteceklere duyurmakta, onları uyarmaktadır. 18 Nisan 1922 günkü TBMM konuşmasında bu anlamlı uyarısını şöyle dile getiriyor:
“Yüce Meclisimizin malum olan elim müşkülat içinde vücuda getirmeye muvaffak olduğu ordular, gerçi Viyana surlarına dayanan eski Osmanlı ordularından biri değildir. Ancak sahip olduğu yüce ve insani mefkûre itibarıyla onlardan daha yukarı meziyette, kıymette bir çelik parçasıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin ordusu istilalar yapmak veya saltanatlar yıkmak veya saltanatlar kurmak için şunun veya bunun elinde ihtiras aleti olmaktan uzaktır. İnsanca ve bağımsız yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin aynı mefkûreyle mütehassıs ve yalnız onun emrine tabi ve sadık öz evlatlarından meydana gelen muhterem ve kuvvetli bir heyettir.”-ABE. 12/383
Gazi, “Ordumuz, her zaman, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi olmuştur.” diyerek Türk-İslam tarihiyle ilgili en hayati gerçeklerden birini ifadeye koyuyor ve devam ediyor:
“Diğer milletlerde ordu ile millet yekdiğeriyle daima karşı karşıyadır. Hâlbuki bizde iş tamamıyla tersinedir. Meşrutiyeti kahraman subaylarımız ilan ettirdiği gibi, bu inkılâbı da yine onların fedakârlığına borçluyuz.”-ABE. 17/290
Batının Türk Ordusu düşmanlığının temel sebebi, işte budur. Türk Ordusu sarsıntıya uğratılıp etkisizleştirilmeden Türkiye’de istenen haçlı hedeflere varılamayacağı hem haçlı kurmayların hem de onların içimizdeki dinci ve dinsiz işbirlikçilerinin çok iyi bildiği bir gerçektir. Türk Ordusu’nun hücum hedefi olmasını terviç eden önemli bir sebep de bu ordunun, diğerlerinde, özellikle Osmanlı’da görülenin aksine, ilericiliğin, aydınlanmanın yanında hatta önünde yürümesidir. TSK, mesela, Yeniçeri’nin aksine, din yobazlığıyla veya ilmiyenin yobaz takımıyla bir işbirliği içine asla girmemiştir.
Avrupa’nın Türk Ordusu’na öfkesi, tarihin tanıdığı en amansız öfkelerden biridir. Bu öfke sadece Avrupa’daki silahlı güçlerde, siyasetçilerde değildir. Avrupa’nın en hümanist aydınları, filozofları, şairleri, edipleri, ressam ve heykeltıraşları da, Türk ordusuna duyulan bu müthiş öfkenin taşıyıcıları arasındadır. Luther’den Kant’a, Dante’den Engels’e, Hugo’dan Marx’a, Voltaire’den Byron’a kadar… Melherbe, Ronsard, Boileau, Hegel… gibi isimler de bu öfke listesinde yer alanlardan bazıları.
Birkaç örnek verelim: Fransız yazarı Hugo, Osmanlı’dan ‘katil imparatorluk’ diye söz eder ve “Bundan yakamızı kurtarmalıyız, bağnazlık ve zorbalığı susturmalıyız!” diye ekler. Engels’e göre, Osmanlı Türk İmparatorluğu ‘ayak takımının egemenliği’dir.
Engels’in beklentisi şudur: “Bu egemenlik er geç sona erecek, Avrupa’nın en güzel toprakları ayak takımının egemenliğinden kurtarılacaktır. Zaten Türkler devlet asker gücünü ellerinde tutmasalardı çoktan yok olup giderlerdi. Ama artık güçsüzlüğe doğru gidecekler. İşin doğrusu şu ki, Türkler’in ortadan kaldırılması gerekir.”
Marx’a göre, İstanbul, Doğu ile Batı arasındaki altın köprüdür. Batı uygarlığı, bir güneş gibi bu köprüye uğramadan dünyanın çevresinde dönemez. Osmanlı Sultanı’nın İstanbul’u elinde tutması, gerekli devrimin yapılmasına kadar olacaktır.
Bu asırlık Avrupa düşünün gerçeğe dönüşmesinin tarihsel talep belgesi olan Sevr, Mustafa Kemal’in komuta ettiği ordu ve millet tarafından engellendi. Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik Batı düşmanlığını değerlendirirken bu arkaplanı unutmamak gerekir.
Batı’nın bizimle ilgili neler düşündüğünün en şaşmaz göstergesi onun Türk Ordusu hakkındaki fikridir. Falih Rıfkı Atay, bize bir belge vermek üzere şöyle diyor:
“İşgal sırasında ordu kumandanlarını şu veya bu vasıta ile küçük düşürmek bir parola idi. Bu hücumlar, nihayet Mustafa Kemal’e kadar ulaştı.”-ABE. 3/86
Bu parola bugün de kullanılıyor. Haçlı kodamanlarla işbirliği yapmış dincilerin
haçlılarla ortak uğraşlarının birincisi Türk ordusu ve ordu kumandanlarına bir vesile bulup sataşmaktır. İki binli yıllardan itibaren, Türkiye yeniden ‘Hasta Adam’ haline getirildi. Düyunu Umumiye yeniden yaratıldı. Sevr’in şartlarını, çeşitli gerekçelerle ‘sineye çekilir’ bulan yeni Damat Ferit ekipleri ihdas edilip gereken yerlere oturtuldu. Batının Türk ordusuna düşmanlığı çok derin ve tatmin edilmez bir düşmanlıktır. Öyle bir düşmanlık ki, Türk ordusunu hatırlatan her şeyden rahatsız olur ve adeta tabii bir itişle o hatırlatan şeye saldırtır.
Müdafaai Hukuk devrimlerinin bir anlamı da Türk milletinin ‘kendisi olma’ arzu ve ihtiyacına cevap getirmekti. Bağımsızlık Savaşı bu cevabı getirmiştir. Ve Atatürk bunu gerçekleştirmiş olarak bu dünyadan ayrıldı. Sonrası onun ne işidir ne de suçu. Kendisi olmak, ‘şahsiyet sahibi olmak’ demektir. Şöyle diyor Atatürk:
“İnsan, cüret edebilmeli ve tehlikeyi göze alabilmelidir.”ABE. 23/69
Atatürk bir insan olarak da, bu milletin bir mümessili olarak da şahsiyet sahibi olmayı insan olmakla eşanlamlı bilmiş ve hem kendi hayatını hem de önüne geçtiği milletin hayatını bu anlayışa göre düzenlemiştir. Daha 1919’da ilkeyi şöyle koyuyor:
“Dünyada insan diye yaşamak isteyenler, insan olmak vasıflarını ve kudretini kendilerinde görmelidirler. Bu uğurda her türlü fedakârlığa razı olmalıdırlar. Yoksa hiçbir medeni millet, onları kendi sırasında ve safında görmek istemez.”-ABE. 3/83
Yalnız kendine, kendi emeğine güvenmenin iki belirişi vardır: 1: Kim ne derse desin, aldırmadan ve sarsılmadan hedefe yürümek, 2: Kim ne kadar överse övsün, yaratmadığı değerlerin sahibi havasına girmemek. Yani ne yermeye teslim olmak ne de övmeye. Bu, Atatürk’te gördüğümüz melâmet ahlakının belirişidir. Gerçekten de, melâmet ahlakının veya ‘sadece kendi ürettiği değerlere güvenme’nin Türk-İslam tarihinde en muhteşem anlatımlarından birini Mustafa Kemal’de buluyoruz. Böyle bir anlatımı, İslam düşünce tarihi uzmanı bir insan sıfatıyla söylüyorum, mesela tasavvuf literatüründe görebilmiş değilim. Gazi Paşa, Selanik’te, bir gazeteye yazdığı yazı hakkında fikirlerini soran Cemal Paşa’ya görüşlerini anlatırken adeta asırlara ders verircesine şunları söylemiştir:
“Birtakım kuş beyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz. Bunun hiçbir kıymeti ve önemi yoktur. Siz, içinde bulunduğumuz vaziyeti değerlendiriniz. Ve evvela kabul ediniz ki biraz feragat sahibi olmak lazımdır. Eğer şunun bunun teveccühünden kuvvet almaya tenezzül ederseniz, bugününüzü bilmem, fakat geleceğiniz çürük olur. Çünkü bizim henüz hakikatle hiç temasa gelmemiş geniş muhitlerimiz vardır. Bu muhitlerde henüz acemkari hayaller ile dolu olanlar çoktur. Büyüklük odur ki hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için hakiki ülkü ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda mukavemeti yok eden kişi olacaksın. Önüne sonsuz engeller yığacaklardır, kendini büyük değil, küçük, zayıf, vasıtasız, hiç kabul ederek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Ondan sonra sana bu yüksek adam derlerse, bunu diyenlere de güleceksin!”-ABE. 3/29
Adana Türk Ocağı’nda, 15 Mart 1923 günü yaptığı konuşmada şöyle diyor: “İtiraf etmeliyiz ki, memleketimiz baştan nihayete kadar sonsuz hazinelerle dolu olduğu halde, biz o hazinelerin üstünde aç kalmış insanlar gibiyiz. Bütün bu hazineleri açmak ve bunları işletmek, bütün servet ve saadet kaynaklarını bulmak, bizlere, milletimize düşen vazifelerdir. Bu vazifelerin kolaylıkla yapılacağını kabul etmek doğru değildir.”-ABE. 15/204
16 Mart 1923 günü Adana’da şunu söylüyor Gazi: “Hakiki fetihler yalnız kılıçla değil, sabanla yapılandır. Milletleri vatanlarında sağlam bir şekilde yerleştirmenin, millete istikrar vermenin vasıtası, sabandır. Saban, kılıç gibi değildir. O, kullandıkça kuvvetlenir. Kılıcı kullanan kol çok geçmeden yorulduğu halde sabanını kullanan kol zaman geçtikçe toprağın daha çok sahibi olur. Kılıç ve saban; bu iki fatihten birincisi ikincisine daima mağlup olur. Tarihin bütün vakaları ve hadiseleri hayatın bütün gözlemleri bunu teyit ediyor. Milletimiz çok büyük elemler, mağlubiyetler, facialar görmüştür. Bütün onlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa, bunun asıl hikmeti şundadır: Çünkü Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken, diğer elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin büyük çoğunluğu çiftçi olmasaydı biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık.”-ABE. 15/210
Saban burada, üretmenin, çalışmanın, yaratmanın sembolüdür. Atatürk’ün çalışmakla ilgili şu tespitleri, bir Kur’ancı filozofun, örneğin bir Muhammed İkbal’in-özellikle onun sözleri olarak rahatlıkla kabul edilebilir:
“Tabiat bir şey vermez, her şeyi kazanmak lazımdır. Kazanmanın tabii kanunlarını arayacak olursak, yalnız tek bir esas görünür: Çalışmak… Bundan başka çare yoktur. İnsan, tabii olarak, şahsına sahiptir; bu hassa, insanı bütün dünyaya sahip kılabilir. Yani insan, zekâsı, sanatı, iradesi sayesinde bütün unsurlara boyun eğdirebilir. Bu, bize çalışmanın yüksek kıymetini, ahlaki vasfını ve her şeyden mukaddes olan bir hakkı, çalışmak hakkını gösterir. Tembellik, bütün fenalıkların anasıdır. İnsan, çalıştığı için, eli altında veyahut kafasının içinde eserini büyümekte ve yükselmekte gördüğü zaman ne büyük zevk duyar! Çünkü neticesiz uğraşmak, çalışma sayılmaz. Hiçbir şey yapmamak veyahut neticesiz, manasız şeyler yapmak, çalışma kanununa karşı büyük kabahattir. Bu eser, ister çiftçinin hasadı, ister mimarın evi veyahut heykeltıraşın heykeli, ister bir âlimin veya bir sanatkârın keşfi, kitabı olsun; zevk birdir. Bu zevk, bütün zahmetleri, saban arkasında dökülen terleri, sanatkârın, fikir adamının bazen pek elemli olan yorgunluklarını derhal unutturur.”-ABE. 23/66-67
Çalışmak, beklenen sonuca götürmese de bu uğurda katlanılan maddi kayıp, insanın tarih önündeki ruhsal ve fikirsel doygunluğunu, onurunu zedelemez. Önemli olan, gayretin gösterilmesidir. Atatürk, bu anlamda çalışmayı, ‘gayret’ ile eşitler. Ve şu muhteşem tespiti yapar:
“Bu hayat müsabakasında diğerleri, kabiliyetleri itibarıyla sizi geçebilirler. Bir muvaffakiyet elinizden kaçabilir. Bundan dolayı onlara kızmayınız ve elinizden geleni yapmışsanız, kendi kendinize de kızmayınız. Asıl mühim olan muvaffakiyet değil, gayrettir. İnsanın elinde olan ve onu memnun eden ancak gayrettir.”-ABE. 23/68
İşe girişirken şöyle düşünüyordu-8 Temmuz 1920 Meclis konuşmasından: “Efendiler, memleketimizin ellide biri değil, tamamı yakılıp yıkılsa, tamamı ateşler içinde bırakılsa, biz bu toprakların üstünde bir tepeye çıkacağız ve oradan savunma ile meşgul olacağız-gayet şiddetli alkışlar. Bundan dolayı iki karış yer işgal edilmiş, üç beş köy yakılıp yıkılmış diye burada feryada gerek yoktur. Ben size açık söyleyeyim efendiler, bazı yerler işgal edilmiştir ve bunun üç misli daha işgal edilebilir. Fakat bu işgal, hiçbir zaman imanımızı sarsmayacaktır.”
Ümitsizliği bir ihtimal veya söz gelimi olarak bile telaffuz etmedi. 21 Eylül 1919’da Amerikalı General Harbord, Sivas’ta şu soruyu sordu Gazi’ye: “Millet, tasavvur edilen her türlü teşebbüste ve fedakârlıkta bulunduktan sonra dahi muvaffak olunamazsa ne yapacaksın?” Cevap şu olmuştur:
“Bir millet, mevcudiyetini ve bağımsızlığını temin için tasavvur edilebilen teşebbüsleri ve fedakârlığı yaptıktan sonra muvaffak olur. Ya muvaffak olamazsa demek o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek demektir. Dolayısıyla, millet yaşadıkça ve fedakârca teşebbüslerine devam eyledikçe muvaffakiyetsizlik söz konusu olamaz.”-ABE. 4/84
Ümitsizliğin en haklı sanılacak şekilde akla geleceği konu, ekonomi ve para konusudur. Onu bile bir ümitsizlik sebebi saymıyor. Yaratmanın zevkine varmış olan benlik, 19 Ocak 1923 günü İzmit’te yaptığı 7,5 saat süren konuşmasında bakın o konuda da ayaklarını nasıl ufukların üstüne koyuyor:
“Efendiler! Yollarımızı, şimendiferlerimizi yapmak için, limanlar vücuda getirebilmek için ve gemiler inşa edebilmek için ne kadar para ve ne kadar ihtisas lazımdır! Bir an düşünürsek ve bütün bunların bizde olmadığını hatırlarsak ne kadar hüzün duyarız değil mi? Hakikaten üzüntü ve acı vericidir. Bununla beraber asla ümitsiz olmak gerekmez. Biz bu kadar geniş, kıymetli ve sayısız türlü türlü hazinelere sahip olan bu memleketin sahibi oldukça ve milletimiz gayet kıskanç bir surette milli hâkimiyetini elinde tutarak, mukadderatını bizzat idareye devam ettikçe, sermaye de, müesseseler de, ihtisas da bulur! Her şey bulur…”-ABE. 14/342
Mustafa Kemal, ekonomik gerekçelerle göçe bile razı değildir; o kapıyı hiçbir zaman açmamıştır. Çünkü göç, beleşçiliği, ümitsizliği, kaçıp kurtulmayı ümit haline getirir. Bu da bir davanın daha başından cascavlak kalması demektir. “Yaşamaya azmetmiş olan milletimiz, isterse geçici olsun, hiçbir yabancı işgal ve denetimi kabul etmez. Göç doğru değildir; bilakis, aziz topraklarınızda kalarak milli teşkilatınızı genişletiniz.”-ABE. 5/49
Batı’nın bu şeytani oyunu, Atatürk tarafından daha 1922’de ayrıntılarıyla ifade edilmiştir. 6 Mart günkü TBMM oturumunda yaptığı tarihi konuşmada şu sözler de var:
“Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye bilakis gerilemiş ve düşme vadisinde yuvarlanadurmuştur. Türkiye’yi imhaya müteşebbis olanlar, Türkiye’nin imhasında menfaatler ve hayat görenler münferit kalmaktan çıkmışlar, aralarındaki menfaatleri denkleştirerek birleşmişler ve ittifak etmişlerdir.
Bunun neticesi olarak birçok zekâlar, hisler, fikirler Türkiye’nin imhası noktasında yoğunlaştırılmıştır. Bu yoğunlaşan şey, asırlar geçtikçe gelecek nesilleri adeta tahripkâr bir anane şeklini almıştır ve bu ananenin Türkiye’nin hayat ve mevcudiyeti üzerinde devamlı tatbikatı neticesi olarak en nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi medenileştirmek gibi birtakım görünüşteki vesilelerle, bahanelerle Türkiye’nin dâhili hayatına, dâhili idaresine girmişler ve nüfuz etmişlerdir. Böyle müsait bir zemin hazırlamak kudretini, kuvvetini kazanmışlardır.
Hâlbuki efendiler, bu kudret ve bu nüfuz Türkiye halkında mevcut olan ilerleme
cevherine zehirleyici ve yakıcı bir sıvı ilave etmiştir. Bunun tesiri altında olmak üzere milletin ve bilhassa ricalin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık hayat bulmak için, hali iyileştirmek için, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler açılım buldu. Hâlbuki hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir hadise kaydetmemiştir. Tarihte böyle bir hadise kaydetmek teşebbüsünde bulunanlar acı neticelerle karşılaşmışlardır.
İşte Türkiye’de, bu fikir yanlışıyla, bu zihniyet yanlışıyla malul olan birtakım ricalin yüzünden her saat, her gün, her asır biraz daha çok gerilemiş ve daha çok düşmüştür. Efendiler, bu düşüş, bu gerileme yalnız maddiyatta olsaydı hiçbir ehemmiyeti yoktu. Ne yazık ki, Türkiye ve Türkiye halkı ahlaken düşüyor ve bu halet incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu maneviyatı ile başlayan ve Batı maneviyatı ile sona erdirilen bu yol üzerinde bulunuyordu. Batı ve Doğu’nun birleştiği yer üzerinde bulunduğumuzu ve ona yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde Batı asli mayası olan Doğu maneviyatından tamamen kopuyoruz, yalnızlaşıyoruz.”
“Efendiler, bu düşüşün ortaya çıkışı korku ile acz ile başlamıştır. Türkiye halkı ve nasılsa bunların başına geçmiş olan birtakım insanlar galip düşmanlar karşısında sessizliğe mahkûm imiş gibi Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Kendi kendilerine memleketin ve milletin menfaatleri icaplarını yapmakta soysuzlaşmış ve alçak idiler. Türkiye müttefikleri adeta kendi kendilerine hareket ediyorlardı. Diyorlardı ki, biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur. Bizi kayıtsız şartsız canımızı, tarihimizi, mevcudiyetimizi düşman olan ve düşman olduğuna hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara vermek istiyorlardı. Onlar bizi idare etsin diyorlardı. Bunu da en yakın bir misal olmak üzere İzzet Paşa’yı hatırlatmak isterim. Malumu âlinizdir ki, Balkan Muharebesi’ni müteakip, vicdanı, kafası zayıf olanlar bu milletin artık hayat ve kurtuluş bulamayacağına kani olmak batıl zannında bulunmuş oldular. Bunların başında İzzet Paşa vardı. İzzet Paşa o zaman dedi ki, biz kendi kendimizi adam ve insan edemeyiz. Biz kendi kendimizi ıslaha muktedir değiliz. Dolayısıyla kayıtsız şartsız bir ıslah heyeti getirtelim ve onlara mevki verelim.”
“Efendiler, Türkiye’yi bu tuttuğu hastalıklı yollardan, tükenişe ve yok olmaya sevk eden bu vadiden kurtarabilmek için bütün âlimlerin keşfedebildikleri bir hakikat vardır. O da Türkiye’nin düşünen kafalarını yeni bir imanla istila etmek lazımdı. Yani Türkiye çıkmazında hükümet teorisini değiştirmek lazım idi. Milleti düştüğü felaket çıkmazından kurtarabilmek için millete benliğini tanıtarak, haysiyetini tanıtarak hayat bağımsızlığını kurtarmak için uğraşmaya kabiliyetli olduğunu anlatmakta yeni bir maneviyatın gelişmesi lazım geliyordu.
Bu maneviyat ise hükümet teorisinin aslen değiştirilmesi ile mümkün olabilir. İşte bugün, efendiler, milletimiz ve milletimizin hakiki temsilcileri bulunan yüksek heyetiniz, ilmen tarihi vakalarla benzerliği kurulmak ve sarılmak lazım gelen hakikati keşfetmiş ve fiilen meydana gelmiş ve ortaya çıkmış bir hale koymuş bulunuyorsunuz ve emin olalım ki, memleketi ve milleti kurtarmakta bundan başka çare yoktur. Dolayısıyla bugünkü vaziyetimiz gayet mühim bir yeniliktir. Millet ve devlete hayat verecek bir yeniliktir. Bu itibarla bütün memleketin canıyla, başıyla buna sarılması lazımdır. Bütün milletin bu uğurda en son nefesini ve en son kanını akıtarak azim ve sebat göstermesi feraizi ayındadır.”
“En alçak düşman olan İngiliz, asıl bu cepheyi yıkmak için iki üç seneden beri ve asırlardan beri mesai sarf etmektedir. Malumu âliniz, bizim eski Osmanlı tabirimizce ‘Kale içinden yıkılır’; işte düşmanlarımız bizi içimizden yıkmaya çalışıyorlar. Ne yazık ki, düşmanlarımız bu uğurda her türlü fedakârlığı ihtiyardan kaçınmamaktadırlar. Çünkü Türkiye’nin mahvı kendi hayatlarıyla karşılıklı bir vaziyet teşkil ediyor. Dolayısıyla en çok ehemmiyetle atfı nazar ettikleri, milli teşebbüsleri içinden yıkmak ve dâhili cepheyi yıkmaktır. Bu arada nazarı dikkat çeken vakalardan bulunduğu için arz edebilirim ki, güneydoğu cephemizde bir Kürdistan meselesi ortaya çıkarmak ve oradaki masum ahalinin fikirlerini karıştırmak ve ihlal etmek ve genel birliği bozmak için her türlü teşebbüse kıyam etmişlerdir. Şüphe yok, hükümetimizce, bunların vaktinden evvel önüne geçmek için lazım gelen tedbir dahi alınmıştır ve bu aslolan cephe korunmuş oldukça bittabi görünüşteki cephede ufak tefek yaralar vukua geldiğini farz etsek bile bunları derhal tamir etmek imkân dairesindedir.”-ABE. 12/312-315
Atatürk, Hıristiyan Batı’nın Müslümanlara düşmanlığı söz konusu edildiğinde özellikle İngilizlere yollama yapmaktadır. İşte birkaç tespit: “Dinimizin ve bağımsızlığımızın haini olan İngilizler-ABE. 10/108, Müslümanların en alçak düşmanlarıdır.”-Age. 12/314
İngilizlerin İslam’ın baş düşmanı olduklarını mükerreren ifade eden Atatürk, bu düşmanlığın özellikle Türkiye’ye yönelik olduğuna, çünkü Türkiye’nin güçlü ve kuvvetli olması halinde İslam dünyasının çökmeyeceğinin bilindiğine vurgu yapmaktadır. “Mahvımızı emel edinmiş olan İngiltere’nin, bütün İslam âlemini kapsayan genel bir esaret tesisi hususundaki hainane teşebbüsüne mukavemet ve muhalefet edebilecek yegâne İslam hükümeti Türkiye devleti olduğu içindir ki, bütün Batı emperyalizm ve kapitalizminin en müthiş taarruzları Anadolu üzerine yöneltilmiş bulunuyor.”-ABE. 10/22
TBMM’nin 6 Mart 1922 tarihli gizli oturumunda yaptığı konuşmada, İngilizlerin diğer ülkeleri ve o arada Türkiye’yi içeriden parçalayıp yıkmak için nasıl şer ve hıyanet cephesi açtığına şöyle dikkat çekiyor:
“Görünüşteki cephe, ordu cephesinin sarılması, değişmesi, mağlup olması, çözülmesi hiçbir vakitte bir milleti ve bir memleketi mahvedemez. Bunun hiçbir ehemmiyeti yoktur. Asıl ehemmiyete sahip olan ve asıl memleketi temelinden yıkan ve halkını esir eden, dâhili cephenin düşmesidir. İşte bu hakikate bizden daha ziyade vakıf olan düşmanlarımız, başta en alçak düşman olan İngiliz, asıl bu cepheyi yıkmak için iki üç seneden beri ve asırlardan beri mesai sarf etmektedir.”-ABE. 12/314-315
İngilizler ‘amansız düşmanlarımızdır.’ İngilizler, bütün Doğu milletlerini çiftlik hayvanları mesabesinde görmekteler.-ABE. 10/31 “Hile ve desiseler imal ve bazen cebir ve şiddet kullanmak suretiyle bütün Asya âlemini kendi bencil emellerine ve maksatlarına boyun eğdirmeye ve sonsuz zulümleriyle, bilhassa İslam milletlerini rahatsız etmeye çalışmış olan İngilizler, sonraki yıllarda da İslamlar arasındaki uyanış eserleri ve dayanışma eğilimlerinden pek ziyade endişelenerek darbelerini şiddetlendirmeye ve asırlardan beri iman ehlinin hizmetindeki kılıç mesabesinde olan Osmanlı Türklerinin milli ve siyasi mevcudiyetini imhaya kalkıştılar.”-ABE. 9/207
İngilizler, Türklere ayrı bir kin ve düşmanlık beslemektedirler:
“Müslüman ve bilhassa Türk olunca, insan hayatına zerre kadar kıymet vermeyen ve bu itibarla dahi Türkiye hakkındaki suikastın bin türlü eserlerini göstermekten zevk duyan İngilizlerin, bilinen özelliklerinden olduğu üzere, yalnız birkaç İngiliz’in hayatının muhafazası endişesiyle vaki olan mübadele teklifinin ortaya konuluş tarzında bile mevcudiyetin ve bağımsızlığın muhafazasına kesin olarak karar vermiş ve tarihi ve tabii muhitinde zannolunduğundan çok kuvvetli ve sağlam bir milli hükümet tesis eylemiş olan bir milleti, hala hafife almak ve hakir görmek kibri, tesir icra etmekten geri kalmamıştır.”-ABE. 9/167
Yine İngilizler: “Alçak İngilizlerin Mezopotamya’da yapmakta oldukları canavarlıkları ve haksızlıkları öğrenmiş bulunuyoruz. Kendi kuvvetlerimiz ve teşebbüsümüzle sizinle birleşmeyi ve en nihayet bölgenizi bu insanlık mikroplarından temizlemeyi düşünüyoruz; ancak, içinde bulunduğumuz çok ağır şartlar bunu yapmamıza elvermiyor. Neticede bu mühim İslami vazifenin tamamlanmasını bizzat üstlenmemiz lazımdır.”-ABE. 7/167
Elcezire kumandanına İngilizleri anlatıyor: “Müşterek düşmanımız ve dinimizin, bağımsızlığımızın haini olan İngilizlere karşı Irak mücahitlerinin cesurca ve aslanca mücadelelerini hükümetimiz büyük bir iftihar ve takdir ile takip etmektedir. Muhterem mücahitlere maddeten ve fiilen yardım etmek başlıca emelimizdir.”-ABE. 10/108
Kur’an, imandan imkân yaratanların kutsal kitabıdır. Ne yazık ki bu kitap, müteselsil hainlikler ve hainler yüzünden, imkânları imansızlık bahanesi yapanların kitabı gibi algılanır oldu. Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı’nın baş mimarı, zevki çilede arayan bir benlikti. Şöyle diyor: “Her güç şey zevklidir.”-ABE. 18/351
Hayatın zevk ve coşkusunu çile ve ıstırapta arayan ruhların yarattığı bir destandır Anadolu Bağımsızlık Savaşı. O ıstıraplı destanın çilekeş başbuğu, Türk milletinin uyuyan cevherini açığa çıkarmada ıstırabın çok yaratıcı bir rol oynayacağına imanını sık sık tekrarlamıştır. Çekilen ıstıraplardan adeta mutluluk duymuş gibidir. 16 Mart 1923’te Adana’da yaptığı konuşmada şöyle diyor:
“Felaketler, elemler, mağlubiyetler, milletler üzerinde birtakım etkenler vücut bulmasına sebebiyet verir. Bu etkenlerin başlıcası, öyle kara günlerinden sonra milletlerin uyanış ve ağırbaşlılığını bulması, kendi benliğini duymasıdır. Uzun asırların elemli neticeleri, nihayet bizim milletimizde de bu hassaları doğurdu. Tam bir emniyetle söylerim ki, milletimiz baştanbaşa böyle bir uyanışa nail olmuş, tamam ve kâmil bir millet halindedir. Açıklıkla ve büyük bir iftiharla ilan ederim ki, bu millet milli benliğini idrak ve bunu bütün dünyaya ispat eylemiştir. Milletimiz son zaferleri hep bu hassaları, bu idraki sayesinde kazandı.”-ABE. 15/210
Parasızlık, bir ıstırap alevi gibi bütün Milli Mücadelelerin içinde yanmakta ve onlara acı vermekteydi. Bizzat Atatürk’ün defalarca tekrarladığı yakınma ve şikâyetler var. Rahmetli Talat Paşa’ya yazdığı mektupta şöyle diyor: “Parasızlıktan bahsediyorsunuz. Ne yazık ki ben de ondan bahsedeceğim. Bugün içinde bulunduğumuz vaziyete girerken beş param olmadığını kolayca tahmin edeceğinizden eminim. Girdikten sonra da İstanbul’da bol bol vaatlerde bulunan zengin zevatın bizi hatırlayacaklarını farz etmek gafletinde bulundum. Milletten para istemek, onları en mukaddes gayeler hakkında bile şüphe ve tereddütte bırakıyor.”-ABE. 411-412
Çekilecek çile, ölümle de bitebilir. Eğer tarihe şerefli ve saygın bir ad bırakılacaksa bu bitiş dahi gururla kabul edilmelidir. Şöyle diyor büyük Gazi:
“Barış istiyoruz, fakat dediğim gibi tam bağımsızlık istiyoruz. Barışın manası budur. Bunu istemeye hakkımız vardır ve kudretimiz vardır. On sene sonra, yirmi sene sonra, elli sene sonra ölmektense ve yine şimdiye kadar olduğu gibi sefil ve aşağılık bir derekeye indirildikten sonra ölmektense, hiç korkmayınız, kalp ve vicdanımız açık olarak bugün ölelim ve tarih bizi böyle yazsın.”
“Asıl kurtuluşa ulaşmak, mücadeleyi tatil etmekle değil, ilelebet mücadeleyi devam ettirmekle mümkün olacaktır.”-ABE. 15/86-88
Tüm oluş ve erişlerin, tüm zaferlerin iki temel dayanağı vardır: İman ve imkân. İman yoksa imkân hiçbir işe yaramaz; ama iman varsa imkânın azlığı zaferi engelleyemez. İman, imkân yaratır ama imkân iman yaratmaz. Tam tersine, imkânın bolluğu, imanı zaafa uğratabilir. Çünkü imkân bolluğu gevşeme, pelteleşme, gurur ve yozlaşma getirebilir.
Tarih yaratanların en büyüklerinden biri olan Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a, dümeni bozuk, çürük bir tekne yerine, güvertesinde hizmetlilerin dolaştığı görkemli bir vapurla gitseydi, mayalandıracağı savaş Kurtuluş Savaşı değil, İngilizlere manda olma savaşı olurdu.
İman varsa imkânın azlığı tasavvur edilemeyen kuvvetler oluşturur. Yani iman varsa imkânın azlığı veya yokluğu güce dönüşebilir. Güçsüzlerin gücünün korkutması bundandır.
İmkân yiyenlerin sonu bitiş ve çürüyüştür. Türkiye, Atatürk’ün ölümünden itibaren imkân yiyenlerin yönettiği ülke oldu. Büyük bir imkândı yedikleri. Öyle bir imkân ki, bugün hala, kendisine sövenleri bile lütuflandırmaya devam ediyor.
Atatürk, çok büyük bir imkân yaratmıştı. Ona en küçük bir ekleme yapılsaydı Türkiye bugün Japon mucizesini geride bırakmış olacaktı. Ama hiçbir ilave yapılmadı. Çünkü Atatürk sonrasındakilerin hiçbirinde yaratıcı diyalektikten nasip yoktu. Hepsi imkân yiyici, hazıra duacı idi. Keşke sadece böyle olsalar; epey bir kısmı aynı zamanda haindi. Türkiye’de imkân yiyenlerin, dincisi ve Atatürkçüsü ile geldikleri ve ülkeyi getirdikleri yer ortadadır. Bunlarda yaratıcı iman olmadığı için sürekli imkân yediler.
Hiçbir imkân, büyüklüğü ne olursa olsun, sonsuz güç sağlamaz. Çünkü imkân, yaratılma süreci bitip tükeniş süreci başlayan varlık alanlarını ifade eder. Ama iman, sürekli yaratan, yenileyen, engel aşan kudrettir. İman, yaratıcı diyalektiğin işlemekte olduğunun göstergesidir. İmkânın ise böyle bir özelliği yoktur. Kurtuluş Savaşı’nın aziz kumandanlarından Ali Fuat Paşa, o günleri anlatırken vicdan kulağımıza şunu üflüyor:
“Yurdun müdafaasında, zengin kaynakları ellerinde tutanlar, maneviyatsızlık ve ahlaksızlık yüzünden çözülüp bozulmuşlardı.”-Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, 71
Bizim bu millete, Tanrı’nın ve tarihin huzurunda söyleyeceğimiz şudur:
Eğer Türkiye toparlanamaz, yeni Kurtuluş Savaşı’nı kazanamaz, haçlı kurtların hırs ve kinlerine yenilirse, tarih ve bu millet bilmelidir ki bunun sebebi imkânsızlık değil, imansızlık olacaktır.
Çare, Muhammed ile Mustafa’nın birlikteliğini, tıpkı Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, kurmaktır. Nihayet, şunu söylemek borcundayız: Atatürk’ü gerçekten anlayanlar ve sevenler, ‘Türk milletinin şimdiye kadar Arapların, Acemlerin din maskeli iğfalleriyle aldatılmış olduğunu ispat etmek isteyen’ adamları devrede tutmak zorundadır. Bu zorunluluğu, çarpıtılmış bir ‘laiklik’ gerekçesiyle veya kanlarına bulaşmış İslam nefreti virüsünün itişiyle ‘yok’ göstermeye çalışanlar, Atatürk’e ihanet etmiş olurlar. Nitekim bu, ‘fark edilmeden yürütülen ihanet’ yüzündendir ki Türkiye bugün bulunduğu trajik-dramatik noktaya gelmiştir. Allah herkese basiret ve feraset nasip etsin!
Dünya Basınında; Yaşar Nuri Öztürk:
“Yaşar Nuri Öztürk, günümüz Türkiyesinin en ünlü ilahiyatçısı ve laik-reformist bir İslam’ın öncü teorisyenidir.-Die Zeit, 20 Şubat 2003
“İkna edici bir dil ve hünerli bir kaleme sahip bulunan Öztürk, yüz binlerden oluşan kitlelerle iletişim kuruyor… Öztürk, İslam konusunda çok yüksek düzeyli bir eğitim aldı. Onun düşüncesine göre, ‘Müslümanların laikler-inanmışlar şeklinde bir ayrıma tabi tutulmaları siyasal İslam’ın bir icadıdır. İnsan aynı zamanda Müslüman ve laik olabilir.’ Öztürk, halkın şu gerçeği anlamasında onlara yardımcı oldu: Laik ve Müslüman olmak ayrı ayrı iki madalyon değil, bir tek madalyonun iki yüzüdür…”
“Öztürk, siyasal İslam’ın özel ajandasında belirlenen paradigmaların dışına çıktı; aynı zamanda dindar ve modern olma imkânı ile geleneksel İslam arasında sıkı bir bağ kurmak suretiyle Müslümanlara yeni bir ufuk açtı.”-Margot Bardan; al-Ahram Weekly, 1-7 Şubat 2001
“Öztürk’e göre, İslam gelenekleri, Kur’an’ın ışığında yeniden gözden geçirilmelidir. Sadece geleneklerle yürütülen bir dini, İslam olarak algılamamak gerekir. Bu tarz bir yaklaşım tüm Müslümanlara zarar verir.”-Alexandra Kemmerer; Frankfurter Allgemeine Zeitung, 23 Haziran 2000
“Öztürk, kendini, İslam’ın her yüzyılda yaşayan yenilikçilerinden biri olarak görmektedir… Öztürk’ün sergilediği açık görüşlülük, onun beşiğine, doğduğu gün konmadı… Babası onu Arapça ve Farsça’da eğitti. Evde, mistik şiirler ve teolojinin standart eserlerini okudu… Hiçbir Türk teologu Türk televizyonlarına Öztürk kadar çıkamadı…”-Rainer Hermann; Frankfurter Allgemeine Zeitung, 21 Ekim 2002
“Öztürk’e göre, bombalarla demokrasi sağlanamaz. Böylesi bir yol insana layık bir yol değildir. Demokrasi içeriden, yani toplumun bağrından yükselmelidir… O, şöyle düşünüyor: ‘İslam dünyasına kansız ve İslam’la uyuşum içinde bir demokrasi götürmenin tek yolu, Mustafa Kemal Atatürk’ün laik Türkiye modelini almaktır.’ Öztürk’ün görüşüne göre, Batı, Atatürk’ü İslam karşıtı göstermekle bir hata yapmıştır. Bu hatanın sonucu olarak, İslam toplumları Atatürk modelinden ürkmektedir. Öztürk, İslam’ın modern bir yorumunu savunmaktadır.”-Godehart Uhlemann; Rheinische Post, 19 Mart 2003
“Öztürk, İslam’ın iki yüzünü ortaya koydu. Bunlardan biri olan ‘Kur’an’daki İslam’, Öztürk tarafından ‘Otantik İslam’ olarak tanımlanıyor. Öztürk’ün, ‘Uydurulmuş İslam’ olarak adlandırdığı İslam’ın diğer yüzüne ise tüm dünya 11 Eylül’de tanık oldu…”-Silke Koppers; Westdeutsche Allgemeine Zeitung, 25 Mayıs 2003
“Öztürk, dinsel içerik ile kültürel verileri birbirinden ayıran yeni bir hareketin başında bulunuyor ve bu nedenle birçok övgü ve tenkit alıyor.”-Meinhard Schmidt-Degenhard; ARD Televizyonu programcısı
“Profesör Öztürk, şu anda Türkiye’nin en popüler, aynı zamanda da en çok tartışılan İslam düşünürüdür.. Öztürk’ün ‘Kur’an’daki İslam’ adlı eseri ‘Kur’an’a Dönüş Hareketi’nin temel taşı olarak kabul ediliyor.”-Prof. Dr. Werner Arnold; Heidelberg Üniversitesi
“Öztürk; inançları hurafeden arındıran biri ve zamanımızın en tanınmış Türk teologu olarak biliniyor… 20 yıldan beri devrede olan siyasetçiler, Türkiye’nin bu en itibarlı ve deneyimli teologuna politik görevler sundular ama o kendini bunların hiçbirine teslim etmedi.”
“Star eğitimci, milyonlarca basılan 42 kitabının müellifi, köşe yazarı ve televizyon programcısı olarak kendini en doğru yere konuşlandırdı. Ona göre, akılcı bir cumhuriyetin yoluna girmiş insanların akılcı bir din anlatımına ihtiyaçları vardır.”
“Öztürk; Siyasal İslam’ı, reform dışında bir şeyle adlandırılamayacak olan dinsel eserine bir tehdit olarak gördü. Birçok kişi onu ‘Türk Lutheri’ olarak adlandırıyor. Gerçekten de o, Luthervari bir girişimle, temel kitaba, ‘Kur’an’a Dönüş’ü başlattı. Bu faaliyetiyle, geleneksel İslam yapısını paramparça eden Öztürk, gelenekçi İslami öğretileri gereksiz bir yük, son 800 yıllık teolojinin ise akıldışı oluğunu ortaya koydu.”
-Welt am Sonntag, 20 Şubat 2005
“Yaşar Nuri Öztürk bir bestseller yazardır. Öztürk’ün kitaplarına hemen her kitapçıda rastlanmaktadır. Onun kitapları hemen her köşede bulunan kırtasiye dükkânlarında bile bulunabilmektedir.”
“Yaşar Nuri Öztürk külliyatında kadının örtünmesiyle ilgili bir talep bulunmamaktadır. Arapça kaligrafik dekor elemanlarından birdenbire dinde reforma sıçrama yapan odur. Reform sözcüğünü büyük harflerle hafızamıza o kazımıştır.”
“Onun belirgin niteliklerinden biri, modernleştirilmiş ama aynı zamanda halkın anlayacağı şekle getirilmiş bir dil zenginliği ile kaynaşmış hicivli üslubudur. Dinde reformu son derece tedrici bir biçimde aktarmıştır.”
“Onu düşünce yapısı, modern ve gelişmeye açık olarak tanımlanmalıdır. Bu yapıda belirleyici bakış açısı, insan haklarıdır.”
“Öztürk, öncelikle halk kitlelerine yönelmiştir. Öztürk, kutsallaştırılmış geleneksel söylemlere karşılık, günümüzde işe yarayan alternatif çözümler sunuyor.”
“Öztürk, emperyalizmin boyunduruğundan şikâyetçidir. Ona göre, emperyalizm
yüzyıllardan beri İslam’ın gelişmesine engel olmaktadır.”
“Şimdi ne yapmak zorundayız? sorusuna Öztürk’ün verdiği nihai yanıt şudur: Gayret gösteriyoruz, umuyoruz, dua ediyoruz ve bekliyoruz.”-Körner, Felix; Koranhermeneutik in der Türkei heute; Herder Verlag, Freiburg-Basel-Wien, 2006, sayfa: 237-243
“Öztürk, Kur’an’ın zamana uygun ve modern bir şekilde yorumlanması gerektiğini savunuyor. Ona göre, Kur’an’ın ibadetle ilgili zaman üstü bölümleri, her zaman geçerlidir. Ama Kur’an’ın diğer bölümleri, zamana, bölgeye ve hatta iklim koşullarına göre yeniden yorumlanmalıdır.”-Kemal Güler; Fraenkische Nacht, Ekim 2000
Pakistanlı filozof-şair Muhammed İkbal’in; Türkiye Cumhuriyeti ve Mustafa Kemal Atatürk hakkındaki, tespit, yorum, görüş ve fikirleri:
Genel kabule göre, yirminci yüzyılın, bu satırların yazarına göre, son yedi yüzyılın en büyük İslam düşünürü olan Pakistanlı filozof-şair Muhammed İkbal-ölm. 1938 Kur’an ile ona iman etmiş insanın ‘olması gereken münasebet’ini, şu cümleyle ifade etmiştir: Bu devrim cümlenin Türkçesi şudur: “Kur’an-ı Kerim’i, tıpkı Hz. Peygamber’e vahyedildiği gibi mümine de vahyedilmedikçe anlamak, mümkün değildir.” İkbal, benliğinin en derin noktalarına nüfus etmiş bu cümleyi değişik zamanlarda değişik biçimlerde ifade etmiştir. Şiirlerini toplayan kitaplarından biri olan ve Cebrail’in Kanadı anlamına gelen ‘Bali Cibril’de şu kıta vardır: “Tanrısal kitabın her suresi ve ayeti bizzat senin kalbine de vahyedilmedikçe, müfessirler istedikleri kadar derin tefsirler yapsınlar, Kur’an’ın ince manaları vuzuh kazanamaz.”
İkbal’in felsefesine aşina olanlar, onun, başlı başına bir devrim olan bu söyleminin amaçladığı mesajın şu iki cümlede özetlenebileceğini anlamakta zorluk çekmezler: 1: Kur’an’ı birey ve toplum olarak onunla sizin aranıza giren tüm vasıtaları dışlayarak bizzat kendiniz anlayacaksınız. O, sizi yaratan kudretin size, sizi anlatmak üzere gönderdiği prospektüstür. Sizin benliğinizin kullanımını gösteren bu prospektüsü en iyi anlayanın siz olmasından doğal bir şey düşünülemez. 2: Kur’an’ın insana yüklediği kozmik sorumluluğu, tıpkı Peygamber’in hissettiği gibi hissetmedikçe Kur’an size, gerekeni vermez.
Muhammed İkbal, hayata, tarihe, İslam dünyasına bu söylemin ışığıyla baktığı gibi, Türk Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı’na, onun getirdiği Cumhuriyete, onun mimarlarına ve nihayet Türk Devrimi’nin baş mimarına da bu ışıkla bakmıştır. Ve bu ışıkla bakarak, Türk Devrimi’nin Kur’an’ın taleplerine uygun, hatta o taleplerin beklediği bir atılım olduğunu değişik vesilelerle defalarca ifade etmiştir. Elbette ki, tarihin tüm alışkanlıklarına ters düşecek kadar kısa bir zamanda gerçekleştirilen bu büyük devrimin, İkbal gibi bir iman ve düşünce önderinin bazı eleştiri oklarına hedef olmaması düşünülemezdi. Ve İkbal, bir ilahi lütuf ve mucize gibi gördüğü bu devrimi, özellikle kadrolarının bazı zaafları yüzünden zaman zaman eleştirmiştir. Bize düşen, o eleştirilerin ruhunu yakalamak ve İkbal’in Türk devrimini tamamlayıcı nitelikte gördüğümüz o eleştirilerinden yararlanmaktır. Ne yazık ki bunun bugüne değin yapıldığını görebilmiş değiliz.
İkbal’in Türk Devrimi ile İslam Mirası, özellikle Hanefi fıkhı arasında tespit ettiği ortak noktaların çok kısa bir sıralanışı şöyle verilebilir: 1: Akılcılık, 2: Anti-Arabizm, 3: Ana dilde ibadet, 4: Kadına özgürlük, 5: Hadislere eleştirel bakış, 6: Despotizme karşı çıkış, 7: İçtihadın sürekli işlemesi gereken bir Kur’ani ilke olduğunun kabul ve ilanı, 8: Halifenin/Devlet Başkanının seçimle belirlenmesi.
İkbal, bu yaklaşımını, düz yazıda ana eseri olan ‘The Reconstruction of Religious Thought in Islam: İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Yapılandırılması’ adlı kitabının ‘The Principle of Movement in Structure of Islam: İslam Bünyesinde Hareket İlkesi’ adlı bölümünde ortaya koymuştur.
“İslam Bünyesinde Hareket İlkesi” “İslam bünyesindeki hareket ilkesi nedir? Bu ilke, ‘içtihat’ olarak anılır...” “Bu çalışmamda ben, içtihadın sadece birinci mertebesine, başka bir deyişle, kanun koymada tam otorite konusuna odaklanacağım. İçtihadın bu derecesinin mümkün olduğu, teorik açıdan tüm Sünni ekollerce kabul edilmiştir, fakat pratikte bu ekollerin kurulduğu günden beri işlemez hale sokulmuştur. Çünkü ‘tam içtihat’ fikri, bir tek şahısta vücut bulması neredeyse imkânsız olan şartlarla kuşatılmıştır. Böyle bir tavrın, hayatı esaslı biçimde hareketli bir yapıya oturtan Kur’an’a dayandırması gereken bir hukuk sistemine son derece yabancı olduğu ifade edilmelidir.” “Bazı Batılı yazarlar, İslam fıkhının donuk bir karakter taşımasını Türklerin etkisine bağlamaktadır. Bu tamamıyla tutarsız bir görüştür; çünkü kabul görmüş İslam fıkıh ekolleri, İslam tarihinde Türk etkisinin başlamasından çok önce kuruluşlarını tamamlamıştı. Kanaatimce, gerçek sebepler başkadır…”
“Türkiye’ye gelince, modern felsefi düşüncelerle takviye edilmiş ve genişletilmiş içtihat fikrinin Türk milletinin dini ve siyasi düşünce hayatında uzun süreden beri devrede olduğunu görmekteyiz. Bu, Halim Sabit Şibay-ölm. 1946 tarafından modern sosyolojik kavramlara dayandırılan ‘yeni İslam fıkhı’ teorisinde açıkça dikkat çekmektedir.”
“Eğer İslam Rönesansı, yaşayan bir realite ise ki ben onun yaşayan bir realite olduğuna inanmaktayım, bir gün bizler dahi, tıpkı Türkler gibi, entelektüel mirasımızı yeni bir değerlendirmeye tabi tutmalıyız.”
“Şimdi, Türkiye’de dini-siyasi düşüncenin durumunu anlatmaya geçebilirim. Bu anlatımım sizlere, bu ülkenin son zamanlardaki fikir ve faaliyet alanında içtihat kuvvetinin nasıl belirginleştiğini gösterecektir.”
“İslam’ın ruhu olan tevhidin esası, başka bir deyişle, korunması gereken esas ide, eşitlik, dayanışma ve özgürlüktür. İslam açısından devlet, saydığımız bu ideal ilkeleri zaman-mekân kuvvetlerine dönüştürecek gayret ile bunları elle tutulur beşeri bir organizasyon sayesinde hayata geçirme arzu ve iştiyakının kurumlaşmasıdır. İslam’da devlet, sadece ve sadece bu anlamda teokratiktir. İslam, kişisel despotluğunu sanal bir yanılmazlık perdesi altında gizlemeyi her zaman başarabilecek bir ‘Tanrı vekili’nin egemen olduğu devlet şeklini kabul etmez. İslam’a yöneltilen tenkitler, dikkate alınması gereken bu önemli gerçeği gözden kaçırmaktadır…”
“Kutsal olan-kutsal olmayan diye bir ayrım yoktur; kutsal olmayan âlem diye bir şey yoktur. Şu sınırsız madde âlemi, ruhun kendisini ortaya koyması için bir alan teşkil etmektedir. O halde her yer kutsaldır. Yüce Peygamber’in ifade buyurduğu gibi, ‘Bütün yeryüzü, bütün varlıklar âlemi bir secdegahtır, bir mabettir.’ İslam’a göre, devlet, ruhsal olanı beşeri teşkilatlar aracılığıyla hayata geçirmenin gayretini ifade etmektedir. İşte bu anlamda olmak üzere, sırf istilacılık peşinde koşmayan ve anılan ideallerin hayata geçirilmesi teşebbüsüne öncülük eden her devlet Tanrısal iradeye uygundur.”
“Öte yandan, liderliğini 1921’de ölen Sadrazam Said Halim Paşa’nın yaptığı ‘Dini Islahat Fırkası,’ İslam’ın, idealizmle pozitivizmin ahenkli bir kucaklaşması olduğu yolunda esaslı bir tezde ısrar ediyordu.” “Said Halim Paşa’ya göre, önümüzde açık bulunan tek çare, esası itibarıyla dinamik olan bir hayat tecrübesini hareketsiz hale getiren sert kabuğu İslam’ın üzerinden çekip atarak, ahlaksal, sosyal ve siyasal ideallerimizi onlara has orijinallik ve evrenselliğe uygun şekilde inşa etmek üzere özgürlük, eşitlik ve dayanışmanın özgün hakikatlerini yeniden keşfetmektir.”
“Görüyorsunuz ki, bu zat, İslam fıkhının modern düşünce ve deneyimler ışığında yeni bir bakış açısıyla yeniden yapılandırılmasına imkân verecek bir içtihat hürriyetini savunuyor.”
“Şimdi, izin verin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, anılan içtihat gücünü, halifelik kurumu açısından nasıl kullandığına bakalım. Sünni fıkha göre, bir halife-imam-devlet başkanı atamak mutlak bir kaçınılmazlıktır. Bu bağlamda akla gelen ilk soru şu olmaktadır: ‘Halifelik hak ve yetkisi bir kişiye verilebilir mi?’ Türkiye’nin bu noktadaki içtihadı şu olmuştur: İslam’ın ruhuna göre, devlet başkanlığı demek olan halifelik hak ve yetkisi tek bir kişiye tevdi edilebileceği gibi, seçilmiş bir meclise de tevdi edilebilir. Bildiğim kadarıyla, Mısır ve Hindistan fukahası bu konuda henüz bir görüş beyan etmiş değildir. Şahsen ben, Türk içtihadının, mükemmeli yakalamış ideal bir görüş olduğu kanısındayım. Bu nokta üzerinde tartışma açmak tamamen yersizdir. Hükümetin cumhuriyet ilkelerine uygun şekli, İslam ruhuyla tam uyuşum sergilemekle kalmaz, İslam dünyasında başıboş kalmış yeni kuvvetlere bir bakış açısı kazandırmak bakımından da bir zaruret olarak karşımıza çıkar.”
“Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin içtihadını anlamak için izin verin sizi, İslam’ın ilk tarih felsefecisi İbn Haldun’un öncü fikirleriyle tanıştırayım. İbn Haldun-ölm. 808/1405 ünlü eseri Mukaddime’de, küresel İslam hilafetiyle ilgili üç farklı görüşe vurgu yapmaktadır. 1: Küresel hilafet, tanrısal bir kurumdur ve bunun için de kaçınılmazdır, 2: Hilafet meselesi normal bir kamu yararı meselesidir, 3: Hilafet diye bir kuruma ihtiyaç yoktur. Son görüş, haricilerindir. Anlaşılan o ki, Türkiye, birinci görüşten vazgeçip küresel hilafeti sıradan bir kamu yararı meselesi olarak değerlendiren Mütezile görüşünü benimsemiştir. Türkler şu görüşü savunuyorlar: ‘Siyasal düşünce sistemimizde,’ geçmiş politik deneyimlerimizi dikkate almak zorundayız. O deneyimler bize gösteriyor ki, küresel hilafet fikri, ameli bakımdan iflas etmiştir. Küresel hilafet sistemi, İslam imparatorluğu eksiksiz işlediği zamanda uygulanacak bir sistemdir. Bu imparatorluk dağıldığında bağımsız politik birlikler vücut bulmuştur. Küresel hilafet fikri artık uygulanabilir olmaktan çıkmıştır; çağdaş İslam’ın organize edilmesinde, yaşayan bir faktör olarak anlam ifade edemez.”
“Küresel hilafet fikri, yararlı bir amaca hizmet etmek şöyle dursun, bağımsız Müslüman devletlerin bir birlik oluşturmalarına giden yolda ciddi bir engel oluşturmaktadır. İran, hilafete ilişkin doktrin farkları yüzünden Türklerden tamamen ayrı bir tavır takınmıştır. Fas, onların tümüne her zaman güvensizlikle bakmıştır. Arabistan’a gelince, o bu konuda özel emeller taşımıştır. İslam’daki bütün bu kırılmalar, uzun zaman önce yok olmuş bir gücün anlamsız bir sembolü uğruna vuku bulmuştur. Bu durumda biraz daha ileri giderek şöyle söylenebilir: ‘Siyasal düşüncemizde yaşanan deneyimden neden ders almayalım?’ Kadı Ebu Bekr el-Bakıllani-ölm.403/1012, yaşanan tecrübelere bakarak ‘hilafette Kureyşilik’ şartından yani Kureyş’in gücünü yitirmesine bağlı olarak, onun İslam dünyasını yönetmesine ilişkin kabulden vazgeçmedi mi? Hilafette Kureyşilik şartına şahsen inanmakta olan İbn Haldun bile, asırlar önce, aynı tezi daha da ileri bir düzeyde savundu. İbn Haldun şöyle söylüyor: ‘Mademki Kureyş’in gücü işe yaramaz hale gelmiştir, tek çare, en güçlü kişiyi, gücünü gösterebileceği ülkede halife olarak kabul etmektir.’ İbn Haldun, böylece, vakıaların zorlayıcı mantığını fark eden bir insan sıfatıyla bir görüş teklif etmektedir. Bu görüş, zayıf belirtileri henüz fark edilmeye başlanan ‘enternasyonal İslam’a ilişkin ilk ve bulanık vizyon olarak mütalaa edilebilir.”
“Hayatın bambaşka şartları altında yaşamış olan fakihlerin skolastik akıl yürütmelerinde değil de yaşanan deneyimlerin ortaya koyduğu gerçeklerden ilham alan modern Türklerin tavırları bu olmuştur.”
“Benim düşünceme göre, Türklerin öne çıkardığı bu kanıtlar, doğru değerlendirilecek olursa, uluslararası bir idealin doğduğunu ilan eder mahiyettedir. Öyle bir ideal ki bu, İslam’ın özünü oluşturmasına rağmen bu dinin ilk asırlarında Arap emperyalizmi onu gölgelemiş veya onun yerine geçmiştir.”
“Bu yeni ideal, şiirleri Auguste Comte’un felsefesinden mülhem olan ve Türkiye’nin bugünkü tefekküründe çok önemli bir paya sahip bulunan büyük milliyetçi şair Ziya Gökalp’in eserinde yankılanmıştır. Ziya Gökalp’in şiirlerinden bir tanesinin özetini, Profesör Fischer’in Almanca tercümesinden aktarıyorum: “İslam adına gerçekten etkili bir siyasal birlik vücuda getirmek için her şeyden önce, bütün Müslüman ülkeler bağımsız hale gelmeli, daha sonra da bir bütün halinde bir tek halifeye bağlanmalıdırlar. Böyle bir şey, şu an itibarıyla mümkün müdür? Eğer mümkün olmayacaksa herkes beklemeli. Bu arada, halife de, layıkıyla işleyebilecek modern bir devletin temellerini atabilmek için kendi evini yeniden düzenlemelidir. Milletlerarası âlemde zayıfa ilgi söz konusu değildir, hürmete layık görülen, sadece kuvvettir.”
“Ziya Gökalp’in bu satırları, günümüz Müslümanlarının eğilimlerini açıkça dile getirmektedir. Yaşadığımız günlerde her Müslüman millet, benliğinin derinliklerine çekilip güçlenmeli ve kudretli bir cumhuriyetler ailesi oluşturana kadar bakışını bir süre için sadece kendi varlığına çevirmelidir.”
“Ziya Gökalp-ölm. 1924 gibi milliyetçi düşünürlere göre, gerçek ve yaşayan bir birlik oluşturmak, sadece sembolik bir liderlikle elde edilebilecek kadar kolay değildir. Böyle bir birlik, gerçek ifadesini, ırki rekabetleri, birleştirici ortak bir bağın ruhsal iştiyakıyla ahenkli bir biçimde dengelenmiş bağımsız ve özgür birliklerin çokluğu ile vücut bulur.”
Ziya Gökalp’in ‘Din ve İlim’ adlı şiirinden alacağım aşağıdaki parça, günümüz İslam dünyasında yavaş yavaş şekillenmekte olan genel din anlayışını anlamamıza biraz daha ışık tutacaktır:
“İnsanların ilk mürşidi kimlerdir?
Hiç şüphesiz, peygamberler, veliler;
Bu devirde din hikmete rehberdir,
Ahlak, sanat hep o nurdan alır fer.
Fakat sonra din yerini ham zühde
Verir, artık coşkun vecdi azalır;
Velilerin yeller eser yerinde,
Mürşit adı fakihlere irs kalır.
Fakirlerin kılavuzu nakliyat,
Dini zorla sürüklerler bu yola,
Hikmet der ki ‘Bana rehber akliyat;
O halde siz sağa gidin, ben sola.’
Din mürebbi olur, hikmet muallim;
Her birisi çeker ruhu bir yana.
Savaşırken bunlar, çıkar meydana
Tecrübeden doğma müspet bir ilim.
O şey nedir? Bir vecidli gönül mü?
Kutsi olan her şey ona dil midir?
Öyleyse al benim de son sözümü:
‘Din,’ kalpteki vecdin müspet ilmidir.”
“Bu satırlar, Türk düşünürünün, Comte’un, insan zihninin gelişmesinde esas saydığı dini, metafizik ve bilimsel üç devre teorisini İslam’ın din perspektifine ne kadar güzel uyarladığını açık bir şekilde göstermektedir. Şunu da ifade etmeliyiz: Bu satırlarda kristalleşen din anlayışı, Ziya Gökalp’in, Türkiye’nin eğitim sisteminde Arapça’ya verilen payeye karşı tutumunu da göstermektedir.”Gökalp, bu noktada şöyle yazıyor:
“Bir ülke ki, camiinde Türkçe Kur’an okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın…
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
Büyük küçük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın…
Ey Türkoğlu işte senin orasıdır vatanın!”
“Eğer dinin gayesi, kalbi ruhanileştirmek ise insan ruhuna nüfuz etmek kaçınılmazdır. Ve Ziya Gökalp’e göre, insanın iç âleminde bu nüfuzun en iyi şekilde gerçekleşmesi için, ruhanileşmeyi sağlayacak fikirlerin, kişinin ana diliyle giysilendirilmesi gerekir.”
“Hindistan’da çoğu insan bu şekilde Arapça’nın yerine Türkçe’nin geçirilmesini itham konusu yapacaktır. Zaman içinde görülecek bazı sebepler yüzünden, Gökalp’in içtihadı, ciddi sataşmalara açıktır ama kabul edilmesi gerekir ki, Gökalp tarafından önerilen reform İslam tarihinin geçmişinde örneği olmayan bir öneri değildir. Müslüman Endülüs’ün liderlerinden biri ve milliyeti bakımından bir Berberi olan Muhammed bin Tumart-ölm. 525/1130 iktidara gelip Muvahhitler devletinin ruhani kadro ve sistemini oluşturduğunda, eğitimsiz Berberilerin durumunu düşünerek şu emri vermiştir: Kur’an Berberi diline tercüme edilip bu dilde okunacak. Ezan da Berberi dilinde okunacak. Bütün din uleması ve din adamları Berberi dilini öğrenmeye mecbur tutulacak.”
“Ziya Gökalp, bir başka yerde kadınlıkla ilgili düşüncesini ifadeye koyuyor. Kadın-erkek eşitliğini sağlamaya yönelik iştiyakını ortaya koyarken, İslam aile hukukunda bugünün anlayış ve uygulamasını bile tadil edecek radikal değişiklikler talep ediyor:
“Bir kadın var ki, ya annem ya kardeşim ya kızım,
Odur bende o mukaddes duyguları yaşatan,
Bir diğeri sevdiğim ki, günüm, ayım, yıldızım,
Odur bana hayattaki şiirleri anlatan.
Bu mahlûklar nasıl hakir olur şer’in gözünde?
Bir yanlışlık var mutlaka müfessirin sözünde.
Ailedir temeli milletin ve devletin!
Eksik kalır milli hayat, kıymeti anlaşılmazsa kadının,
Hak ve adalet üzere yetiştirilmelidir aile;
Bunun için üç şeyde müsavat lazımdır:
Talak, ayrılık ve miras.
Kadın veraset işlerinde erkeğin yarısı,
Evlilikte dörtte biri addolundukça,
Ne aile ne de memleket yükselebilir.
Başka haklar için milli mahkeme açtık,
Diğer yandan aileyi fıkhın elinde bıraktık,
Kadını neden yüz üstü bıraktık bilmiyorum.”
“Gerçek şudur ki, bugünün Müslüman milletleri arasında dogmatik uykusundan uyanıp bağımsız ve öz benliğinin bilincine ulaşmış tek millet Türkiye’dir. Zihni özgürlük hakkını isteyen yalnız odur. Hayali olandan gerçek olana geçen, yalnız odur. Böyle bir geçiş, zorlu bir entelektüel ve ahlaksal mücadele gerektirir. Hareketli ve habire genişleyen bir hayatın habire büyüyen griftliklerinin, Türkiye için yeni bakış açıları sunacak yeni konumlar vücuda getireceği kesindir. Bu bakış açıları, temel esasların yepyeni yorumlarını kaçınılmaz kılacaktır. O yorumlar ki, gerekli ruhsal genişliğin zevkine varamamış bir toplum için sadece akademik ilgiden ibarettir. Şu sarsıcı tespit sanıyorum, İngiliz düşünürü Hobbes’undur: Birbirinin halef-selefi olan aynı duygu ve düşüncelere sahip olmak, hiçbir düşünce ve duyguya sahip olmamak demektir. Bugünkü Müslüman ülkelerin büyük kısmının durumu budur. Bu ülkeler, eski değerleri mekanik bir alışkanlıkla tekrarlayıp durmaktalar. Ama Türkler, yeni yeni değerler yaratmanın yoluna girmiş bulunuyorlar.”
“Türk, öz benliğinin derinliklerinden ilham edilen muhteşem deneyimlerden geçmiştir. Onun benliğinde hayat yeniden hareketlenmeye, değişmeye, genişlemeye başlamıştır. Bu olgu onda bir yandan yeni iştiyakların doğuşunu sağlarken bir yandan da yeni zorluklara, yeni yorumlara vücut vermektedir. Bugün onun karşısına dikilen soru ki, yakın bir gelecekte diğer Müslüman ülkelerin de karşısına dikileceğe benziyor, şudur: ‘İslam fıkhı tekâmüle müsait midir? Çok zorlu zihinsel gayretlerle cevaplandırılabilecek bir sorudur bu ama cevap olumludur. Elverir ki, Müslüman dünya bu soruya, İslam tarihinde tenkitçi aklın ve bağımsız zihnin ilk mümessili olan Hz. Ömer’in ruhuyla yaklaşabilsin. O zihin sayesindedir ki Ömer, İslam Peygamberi’nin son nefeslerini vermekte olduğu bir sırada ‘Allah’ın kitabı bize yeter!’ diyebilecek ahlaksal cesareti gösterebilmiştir…”
“İslam fıkıh mezhepleri, bütün idrak ve şümullerine rağmen, nihayet kişisel söylem ve yorumlardan ibarettir. Bu itibarla da hiçbirisi son sözü söylemiş olmak gibi bir iddiada bulunamaz. Şunu bilmiyor değilim: Müslüman fakihler, tam bir içtihadın teorik imkânsızlığını inkâr etmeye cesaret edememelerine rağmen, oluşturdukları popüler fıkıh mezheplerinin varılabilecek son gayeyi temsil ettiğini iddia etmişlerdir. Peki, mezhep imamlarımızın bizzat kendileri, kişisel istidlal ve yorumlarının varılacak son nokta olduğunu iddia etmişler midir? Hayır, asla etmemişlerdir…”
“Bugünün liberal Müslüman kuşakların, kendi deneyimleri ışığında ve çağdaş hayatın değişmiş bulunan koşulları muvacehesinde, temel fıkıh ilkelerinin yeniden yorumlanması gerektiği yolundaki iddiaları, kanaatime göre, tamamen haklı bir iddiadır. Kur’an’ın, ‘hayat sürekli gelişen bir yaratılış sürecidir’ mealindeki öğretisi, her neslin, kendinden öncekilerin çalışmalarını önlerinde engel değil de kılavuz tutarak kendi problemlerini kendisinin çözmesine izin verilmesini kaçınılmaz kılmaktadır…”
“Türkiye’de kadınların uyanışı, temel ilkeleri yeni bir yoruma tabi tutmadıkça karşılanmayacak talepler öne çıkardı mı bilmiyorum. Pencap’ta, Müslüman kadınların istenmeyen kocalardan kurtulmak için din değiştirmek zorunda kaldıkları durumlarla karşılaşıldığı herkesin malumudur. Kendisini insanlığa tanıtmak isteyen bir dinin amaçlarına bundan daha ters bir şey tasavvur etmek mümkün değildir. Büyük Endülüslü fakih Şatıbi-ölm. 790/1388, el-Muvafakaat adlı ünlü eserinde, İslam’ın şu beş şeyi korumayı amaç bildiğini söylemektedir: Din, nefs, akıl, mal ve nesil. Dinin beş temel amacına-makaasıdı hamse vurgu yapan bu ölçüye dayanarak şunu sormak cesaretini kendimde buluyorum: Eski fıkıh kitabı Hidaye’deki irtidada ilişkin hükümleri bu ülkede, bu şartlar altında uygulamanın İslam imanının beklentilerine cevap vermeye müsait olduğu söylenebilir mi? Hintli yargıçlar, bu ülkenin Müslüman halkının ağır tutuculuğu karşısında, ölçü alınmış fıkıh kitaplarına sarılmaktan başka hiçbir şey yapamazlar. Sonuç şudur: Halk hareket halinde olmasına rağmen kanunlar yerinde sayıyor.”
“Çağdaş toplum, ağır sınıf kavgalarına sahne olan yapısıyla bizi ciddi biçimde düşünmeye sevk edecek mahiyettedir. Kanunlarımızı, çağdaş ekonomik hayatı tehdit sinyalleri veren devrimi dikkate alarak değerlendirirsek şu gerçeği keşfedeceğiz gibi görünüyor: Temel İslami ilkelerde bugüne kadar fark edilmemiş veçheler vardır ve o veçheleri o ilkelerin hikmeti ışığında yenilenmiş bir imanla çalıştırabiliriz…”
“Bir peygamberin yöntemi, belirli bir halkı eğitmek ve onları evrensel bir hukuk oluşturmakta çekirdek olarak kullanmaktır. Peygamber bu suretle, bütün insanlığın sosyal hayatında anlamı olan ilkelere vurgu yapar ve onları, içinde bulunduğu toplumun özel adetleri ışığında karmaşık özel durumlara tatbik eder. Bu uygulamadan vücut bulan şeriat değerleri-özellikle suçlarla ilgili ceza kuralları bir anlamda o topluma mahsustur. Bu kuralların icrası, gaye anlamında son uygulama olmadığına göre, onlar, gelecek kuşakların karşılaşacakları durumları çözmek üzere dayatılamaz.”
“Belki de bu bakış açısının ışığı sayesindedir ki, İslam’ın evrensel karakterini keskin bir nüfuzla yakalamış olan İmamı Azam Ebu Hanife, söylendikleri dönemin uygulamalarını gösteren hadisleri, yaşadığı zamanın normları için esas almamıştır. Görülen o ki, İmamı Azam, hukuki tercih anlamına gelen ‘istihsan’ prensibini öne çıkardı. İstihsan, mevcut şartların hukuki bir tefekkür içinde dikkatlice incelenmesini gerektiren bir prensiptir. İmamı Azam’ın, istihsanı bu şekilde öne çıkarması, onun, İslam fıkhının bu yeni kaynağına ilişkin tutumuna yol açan saiklerin anlaşılmasına ziyadesiyle ışık tutmaktadır. Şunu söyleyenler de vardır: İmamı Azam, hadisleri kullanmadı, çünkü onun gününde muntazam bir ‘hadis koleksiyonu’ yoktu.”
“Bir kere, ‘Ebu Hanife’nin yaşadığı zamanda muntazam bir hadis koleksiyonu yoktu’ iddiası doğru değildir. Çünkü Abdülmelik ve İbn Şihab ez-Zühri’nin hadis koleksiyonları İmamı Azam’ın ölümünden en az otuz yıl önce oluşmuş bulunuyordu. İkincisi, bu koleksiyonların Ebu Hanife’ye ulaşmadığını veya fıkhi değeri haiz hadisler ihtiva etmediklerini varsaysak bile, Ebu Hanife, eğer gerekli görseydi, tıpkı kendisinden sonra gelen İmam Malik, Ahmed bin Hanbel gibi, kendi özel hadis koleksiyonunu kolaylıkla oluşturabilirdi. Benim bu konudaki görüşüm, sonuç olarak şudur: Ebu Hanife’nin fıkhi önem taşıyan hadislerle ilgili tutumu mükemmel ve çok anlamlı bir tutumdur.”
İkbal, başka bir eserinde, İslam’ın temel özelliklerinden birinin de demokrasi olduğunu vurguladığı satırlarında şu tespiti yapıyor: “Siyasal bir mefkûre olarak, İslam’ın en önemli veçhesi, demokrasidir. Bu böyle olmakla birlikte şunu itiraf etmeliyiz ki, Müslümanlar, Asya’nın siyasal gelişimine, özgür birey ideallerine yakışır şekilde herhangi bir katkı veremediler. Müslümanların demokrasileri-ilk dört halife dönemiyle kayıtlı olarak, sadece otuz yıl sürdü ve politik gelişmelerle birlikte ortadan çekildi. Asya milletleri için son derece yabancı olan ‘seçim’ bu milletlerce, İslam’ın ilk zamanında da benimsenmemiştir.”-İkbal, Islam As An Ethical and Political Ideal, 103-104
İkbal’in esas bahsimiz olan eserine tekrar dönelim: “Cumhuriyetçi ruhun gelişmesi ve Müslüman coğrafyalarda teşrii meclislerin yavaş yavaş oluşması, ilerlemede çok önemli bir aşama teşkil etmektedir. İçtihat gücünün mezheplerin ferdi temsilcilerinden alınıp Müslüman bir teşrii meclise verilmesi, birbirine muhalif hiziplerin geliştiği modern zamanlarda icmaın alabileceği biricik uygulama şeklidir. Bu şekil, gelişmelere ve olaylara nüfuzu olup da din ulemasından veya hukuk mesleğinden olmayan kişilerin teşrii müzakerelere katılmasını da garantiler. Yalnız bu sayededir ki, fıkıh sistemlerimizdeki uyuşuk ruhu eyleme geçirip ona devrimci bir veçhe kazandırabiliriz.”
“Burada, icma konusuyla ilgili olarak sorulması ve cevaplandırılması gereken bir iki soru vardır. İcma, Kur’an hükümlerini fesih ve ilga edebilir mi? Öyle sanıyorum ki, burada mesele, ‘somut olaya ilişkin soru’ ile ‘kanun ve hukukla ilişkin soru’yu birbirinden ayırmaya bağlı bulunuyor. Olaya ilişkin sorunun cevabını ancak sahabe bilebilir. Ve biz onların icmaı ile bağlı oluruz. Kanun ve hukuka ilişkin soruya gelince bu bir yorum ve ifadelendirme işidir. Ben burada, Hanefi fakihi Ebul Hasan el-Kerhi-ölm. 340/952 tarafından gösterilen cesarete dayanarak şunu söylemek cüretinde bulunacağım: Sonraki nesiller, sahabenin icmaına bağımlı değildir. Kerhi şöyle diyor: “Sahabenin icmaı, kıyasla halledilemeyecek olaylarla sınırlıdır; kıyasla çözüme ulaştırılabilecek meselelerde sahabeye uymak gerekmez.”-bk. Serahsi, Usul, 2/106
“Çağdaş Müslüman bir meclisin teşrii faaliyetine ilişkin de bir soru sorulabilir. Böyle bir meclis, en azından şimdilik, Muhammedi fıkhın inceliklerine vukufu olmayan kişilerden oluşacaktır. Böyle bir meclis, hukuksal yorumlarında ciddi hatalar yapabilir. Bu tür hatalı yorumları nasıl önleyebiliriz, en azından nasıl azaltabiliriz?”
“Müslümanlar tarafından fethedilmiş ülkelerde işlerlikte olan farklı sosyal ve tarımsal şartlar muvacehesinde, İmamı Azam’ın fıkhi mezhebi, hadis literatüründe kayda geçmiş önceki vakalardan, değil tamamen, kısmen bile yararlanmamış görünüyor. Hanefilere açık tek şık, yorumlarında, işletilen akla müracaat etmekti…”
“İmamı Azam’ın kullandığı kıyas, başlangıçta, müçtehidin kişisel kanaatini tanınmaz hale getiren sahte bir elbise gibi göründü ise de zaman içinde, İslam fıkhında bir hayat ve hareket kaynağına dönüştü…”
“Anılan çekişmelerin sonuçlarını tümüyle içselleştirmiş olan İmamı Azam fıkhı, kendi özgün ilkelerinde tamamen özgürdür ve bu niteliğiyle, yaratıcı intibak kudretine diğer fıkıh ekollerinin hepsinden çok daha yüksek derecede sahiptir. Ne var ki, günümüzün Hanefi fakihi, kendi mezhebinin ruhuna aykırı olarak, kurucu imamının veya onun yakın öğrencilerinin yorumlarını ebedileştirmektedir. Bu durum, İmamı Azam’ı eleştiren ilk muarızlarının somut vakalar üzerine verilen fetvaları ebedileştirmelerine benziyor.”
“Hanefi ekolün asli ilkesi olan kıyas, gerektiği gibi anlaşılıp hakkıyla uygulandığında, İmamı Şafii’nin de haklı olarak söylediği gibi, içtihadın diğer bir adından başka bir şey değildir. O içtihat ki, vahyedilen kitabın sınırları içinde, her zaman ve tamamen serbesttir…”
“İçtihat kapısının kapandığı yolundaki söylem, kısmen, İslam fıkıh tefekkürünün kristalize olmasından, kısmen de, özellikle ruhsal düşüş sürecinde vücuda gelen zihni tembellik yüzünden, büyük fakihleri putlara dönüştüren bir hayal, bir yalandır. Sonraki dönem fakihleri bu yalanı sahiplenmiş olsalar da çağdaş Müslümanlar zihni bağımsızlığın istekli bir teslimi olan bu sahiplenmeyle bağlı değildirler. Sekizinci asrın Şafii fakihi Türk müfessir Bedruddin ez-Zerkeşi-ölm. 794/1392 haklı olarak şu tespiti yapıyor: “İçtihat kapısının kapandığı iddiasına geçerlilik tanıyanlar eğer eski ulemanın, içtihat için daha çok kolaylığa sahip olduğunu, sonraki ulemanın ise daha çok zorluğa maruz kaldığını söylemek istiyorlarsa bu anlamsız bir iddiadır. Çünkü içtihat meselesinde, sonraki ulemanın eski ulemaya nispetle daha büyük imkânlara sahip bulunduğunu anlamak için çok fazla bir kavrayışa sahip olmak gerekmiyor. Gerçek şu ki, Kur’an tefsiri ve hadis şerhlerine ilişkin eserler öylesine artmıştır ki, bugünün müçtehidinin elinde, bir müçtehidin muhtaç olduğundan çok daha fazla malzeme vardır.”
İkbal şöyle devam ediyor: İslam dünyası, nüfuz gücüne sahip tefekkür ve taze deneyimlerle donanmış olarak, kendisini bekleyen yeniden yapılanma işini yerine getirmek üzere cesaretle ilerlemelidir. Bu yeniden yapılanma işinin, hayatın modern şartlarına düzen vermekten daha ciddi bir yanı vardır ve şudur: “Büyük cihan harbinin getirdiği uyanış, bir Fransız yazarın, ‘İslam dünyasının sağlamlık ve denge unsuru’ olarak tanıttığı Türklerin uyanışını da sağladı. Müslüman Asya bölgesinde yaşanan yeni ekonomik tecrübe, gözlerimizi, İslam’ın derin anlamını ve kaderini kavramak üzere açmalıdır…”
“Son olarak şu tespiti yapmama izin verin: Bugünün Müslüman’ı kendi konumunu önemsemeli, temel esaslar ışığında sosyal hayatını yeniden inşa etmeli, İslam’ın şu ana kadar sadece kısmen ortaya konmuş gayretleri arasından bu dinin nihai hedefi olan ruhani cumhuriyeti meydana çıkarıp geliştirmelidir.”
Bağımsız Yaşama Coşkusu Ve Mustafa Kemal: İkbal’e göre, işgal ve köleliği kabul eden Hintli Müslümanların karakteri ‘insana yakışmayan’-unmanly bir karakterdir. Bu karakter onların, bireysel ve ulusal morallerini mahvetmiştir. Ve bu karaktere yenik düşen Müslümanlar, işleri ve kazançları, mevki ve siyasal kariyerleri ne olursa olsun, çöküşe, mahvolmaya mahkûmdurlar. Çünkü onlardaki ‘hayat coşkusu, varoluş aşkı ve bağımsızlık sevdası’ mecalsiz kalmış, sönmüştür. Büyük İkbal, içini yakan bu acısını, Armağanı Hicaz adlı eserindeki şu Farsça beyitle dile getirmiştir: “Şebi Hindi ğulamanra seher nist, Be in hak, afitabira gozer nist.” Yani, “Köleler Hindistan’ının gecesine şafak yok; bu toprak üzerinden bir güneşin geçmesi söz konusu değil.”
Ölümsüz düşünüre göre, bu karanlık kaderin müsebbipleri Hintli Müslümanların bizzat kendileridir. Çünkü onlar, Türklerin aksine, özgür ve bağımsız yaşamayı sağlayacak bir karaktere sahip olamamışlardır. İkbal, burada, Hintli Müslümanlar için gerçekten çok ağır bir sıfat kullanmıştır: ‘Characterless Host.’ Yani ‘Karaktersiz kalabalık veya karaktersiz ev sahibi veya karaktersiz ordu.’ Kullandığı ‘host’ sözcüğü bu anlamların üçünü de taşımaktadır ve İkbal’in öfkesini ifadeye belki de en uygun sözcüktür. Bu tabiri kullandığı konferansında üç soru soruyor ve üçünün cevabının da olumsuz olduğunu bildiriyor. Sorular şunlardır: 1: Hintli Müslüman güçlü bir bedende güçlü bir iradeye sahip midir? 2: Hintli Müslüman, var olmak iradesine sahip midir? 3: Hintli Müslüman, kendine ait olan sosyal vücudu darmadağın etmeyi amaçlayan güçlere karşı koymayı başaracak yeterlilikte bir karaktere sahip midir? “Üzgünüm ama diyor İkbal, bu soruların tümüne olumsuz cevap vermek zorundayım.” Ve ekliyor: “Efendiler! Bilmelisiniz ki, büyük var oluş savaşlarında, sosyal bünyenin hayatta kalmasını sağlayacak olan temel değer sayı çokluğu değil, niteliktir. İnsanoğlunun en mükemmel ve kader belirleyici sermayesi nitelik, namı diğer karakterdir.”
İkbal’in, İslam dünyasının kaderini mutluluğa doğru kanatlandıracak ruhu, İmamı Azam’ın mücadelesiyle, onun zihniyetini izleyen Türklerin fikir ve siyaset anlayışında bulmasının sebebi, işte buradadır. Yani İkbal, İslam ümmetinin selametini Hintli Müslüman’la Türk Müslüman’ın mukayesesinde dikkat çeken, ‘Türk Devrimi’nin yarattığı fark’ta bulmaktadır. Hintliyi zavallı köleye dönüştüren o fark olduğu gibi, Türk’ü vazgeçilmez ve öncü kılan da o farktır. Mustafa Kemal’e duyduğu hayranlık da anılan farkı yaratan önderin Mustafa Kemal olması yüzündendir. İkbal, kader belirleyen Gazi’ye bu derin hayranlığını, Peyamı Maşrık-Şarktan Haber adlı şiir kitabına koyduğu şu manzumesiyle ölümsüzleştirmiştir:
MUSTAFA KEMAL PAŞA’YA HİTAP-Allah Ona Yardım Etsin!
“Bir millet vardı ki, biz onun hikmet, akıl ve idraki sayesinde takdirin gizli âlemindeki sırlara vakıf olduk.” “Bizim aslımız, rengi uçmuş bir kıvılcım iken onun bir bakışı ile cihanı kaplayan ve aydınlatan güneş haline geldik.” “Din büyüğü Harem piri, gönlünden aşk mefhumunu çıkardı. O zaman, âlemde kusurumuz derecesinde zelil olduk.” “Bize yarayan, ovaların sert rüzgârlarıdır. Bahar rüzgârının nefesleri altında dargın ve mustarip bir goncaya döndük.” “Allah dışındaki şeylerin tuzağına düştüğümüzden beri, o, feleklerin kubbesini aşan feryatlarımız, birer iniltiye dönüştü.” “Tuzak kurmadan nice avlar avlayıp terkimize asmıştık. Şimdi ise okumuz ve yayımız koltuğumuzda, avlarımız bizi öldürüyor.” “Atın nereye kadar giderse oraya yürü, düşünme! Biz bu meydanda nice kereler tedbirli olalım diye diye mat olduk.”-İkbal, Peyamı Maşrık, Ali Nihat Tarlan tercümesi, 79
Anahtar, Mustafa Kemal'dir
İslam dünyası, itiraf etsin veya etmesin, Atatürk’ün bıraktığı yere gelebilmek için çabalıyor. Çabalıyor ama gelemiyor; gelemediği için de başı beladan kurtulmuyor.
İslam dünyası bahtını aydınlığa çıkaracak kapıyı bir türlü açamıyor. Neden? Cevap, Mevlana Celaleddin Rumî’nin şu sözünde saklı:
“Kilitli kapı sana bir türlü açılmıyor, çünkü anahtara düşman kesilmişsin.”
İslam dünyası, bahtını aydınlığa açacak kapının anahtarı hükmündeki adamların tümüne düşman, tümünü dışlıyor. İslam dünyası, asırlardan beri, anahtar adamlara acı çektiriyor. Onları kendisinden saymamayı hüner sandığı için onlara acı çektirmeyi de zafer bellemiş. Sürünmesinin esas sebebi bu…
Bu yüzyılın en büyük Müslüman düşünürlerinden biri olan Sudanlı aksiyoner Mahmud Muhammed Tâha, ana eseri ‘İslam’ın İkinci Mesajı’nın 4. baskısına yazdığı önsözde şunu demiştir: “Bu kitap, cumhuriyetçi davanın temel metnidir.” Muhammed Tâha, ne demek istediğini şu satırlarla daha açık hale getirmektedir:
“İslam iki mesajdan oluşur: Birincisi Kur’an’ın ikincil metinlerine dayalı ilk mesaj, ikincisi, Kur’an’ın birincil metinlerine dayalı ikinci mesajdır. İlk mesaj şimdiye kadar yorumlanmıştır, ikinci mesaj ise yorumlanmak için beklemektedir. Bu ise uygun kişi ve millet geldiğinde gerçekleşecektir.” (Tâha, İslam’ın İkinci Mesajı, 4. baskıya önsöz)
Bize göre, uygun kişi ve millet, tarihin diyalektiği tarafından Mustafa Kemal ile Türk milleti olarak tarih sahnesine gönderildi ama beklenen yorum tam yapılamadı. Onu bugün biz yapmaya çalışıyoruz. İslam dünyası Atatürk’e ve mesajına düşman kesilerek ondan yararlanmanın yollarını kendi eliyle kapattı. İslam’ın ikinci mesajının tamamlanması için yine aynı millet mi devreye sokulacaktır, başka bir millet mi, ileriki zamanda göreceğiz.
DİNCİLİK İŞTE BÖYLE VİCDANSIZDIR!
Mahmud Muhammed Tâha’nın sözü, Mustafa Kemal’in cumhuriyeti kurup devrimlerini hayata geçirişinden yaklaşık 90 yıl sonra söylenmiştir. Yani, İslam dünyasının en ileri devrimcileri bile, Mustafa Kemal’in hayata geçirdiği bir mesajın rüyalarını yeni yeni görmeye başlamışlardır. Ve dahası: Adına ‘İslam dünyası’ (!) dedikleri dünya, bu rüyayı görenlere bile tahammül edememektedir. Bu rüyayı görenlerden biri olan Tâha’yı ‘mürted oldu’ diyerek astılar. Beş vakit namaz kılan sûfî bir mümindi Tâha. Ne var ki mevcut iktidara muhalifti. Böyle olunca da dinciliğin ‘irtidat’ ithamından kurtulamadı. Dincilik işte böyle imansız, böyle namussuzdur!
Sözün özü: Mustafa Kemal’in kudret ve azametini anlamak için şu ‘İslam dünyası’ dedikleri âlemin tutarsızlıklarına, pisliklerine, sefalet ve rezaletine bakmak yeterlidir.
Sudan’da Bir Müslüman Devrimci; Mahmud Muhammed Taha
İSLAM’IN İKİNCİ MESAJI
Aşağıda ilk yayın tarihi Mayıs 1976 olan Taha’nın İslam’ın İkinci Mesajı kitabının bir özetini bulacaksınız. “İnsanlığın ilerlemesinin çağlar boyu hedefi sonunda uzaya insan göndermek değildi. Hedef insan teklerini kendilerini gerçekleştirecekleri yörüngelere oturtmaktır. Bunun böyle anlaşılma zamanı geldi. Her akıl sahibi kadın ve erkek bu hedefe yürümek için insani çabayı düzeltmelidir.”
Önsöz
Bu kitapçığın amacı okuyucuya ‘Cumhuriyetçi Kardeşler’i tanıtmaktır. Kurulduğundan beri ve hareketin değişik aşamalarında Yeni İslami Hareket, Üstat M. M. Taha’nın önderliği altında, İslam’a dayanan, ya da daha doğrusu, İslam’ın evrensel unsurlarına dayanan bir fikriyatı benimsedi. Bu unsurlar inanç, cins, ırk ve diğer sınırları aşar. Yeni İslami Hareket’in benimsediği İslami fikriyat ‘İslam’ın İkinci Mesajı’ olarak anılır. Bu kitapçıkta ana hatlarının açıklandığı şekliyle yenilenen İslami ideal, ideal bir toplumun inşasının temellerini oluşturacaktır. Burada demokrasi ve sosyalizm de el ele vermiş ve sosyal eşitlik hâkim olmuştur. Böyle bir topluma olan ihtiyaç gerçekte küreseldir.
Dahası, İslam’ın ihyası, bu kitapçıkta açıklandığı gibi, her insan tekinin kendi ‘kişilik’ ve ‘aslilik’ boyutunu gerçekleştirme; ya da başka tabirle kendi mutlak insani özgürlüğünü kazanma imkânını verecektir. Kişilik Yeni İslami Hareket’in sunduğu yeni İslami anlayışın etrafında döndüğü ana eksendir. Bu gerçek, İslam’ın yeni anlayışının çağdaş insanlığı asıl ilgilendiren yanıdır. Dr. John Voll adlı bir Amerikalı ile yazışmasında Taha şöyle demiştir:
“Şimdiki kitlevi uygarlığımız ve şahsiyetsizleştirici büyüklükler artık yerini küçük-şahsi, sokaktaki adama ait-şeylere bırakacaktır. Her insan kendi içinde bir amaçtır. Başka bir amacın aracı değildir. İsterse geri zekâlı olsun, oluş halinde bir ‘Tanrı’dır o. Ve ona kendini böyle geliştirmesi için tüm fırsatlar verilmelidir.”
Giriş
Artık ‘Din’ sorununu, modern insanın krizi ile ilgili bütün tartışma girişimlerinin başına koymanın zamanı gelmiştir. ‘Din’ tabiri, şüphesiz, burada genel anlamında bir hayat tarzı ya da bir ahlaki davranışlar sistemini tanımlamak için kullanılmakta olup; buna doğru bir dünya görüşü ve izlenim ile tasarımlarını toplumsal ve ferdi planda gerçekleştirme imkânları da dâhildir. Böylece her fert iman ve inanç ile kesinlik ve hakikate ulaştırılacak, bu sayede korkularından kurtulacak, huzura, gerçek özgürlüğe ve hep artan, ebedi saadete erecektir.
Bu anlamda ‘Din’ sorunu çağımızla çok ilgilidir. Bu çağda karşılaştığımız zihin karışıklığı tek bir ana nedene indirgenebilir: Bilim ve teknolojideki büyük atılımlara karşın insan davranış ve ahlakındaki açık gerilik. Bu nedenle, çağdaş insanın probleminin bir ‘ahlak krizi’ olduğunu söylemek gerçekten anlamlıdır. Modern insan, maruz kaldığı baskılar altında nasıl doğru ve bilgece davranacağını bilmedikçe, delirmek ve kendi ile birlikte tüm insanlığı yok oluşa götürmek kaderi olur.
İslam
İslam en genel anlamıyla, akıl sahibi olan olmayan her ‘yaratılmışın’ yol gösterici ve ilksel İlahi İrade’ye teslimiyeti demektir ki bu İrade belli bir amaca doğru evrimi yürüterek İnsan’ı tarih sahnesine çıkardı. Ama daha sınırlı ifadesiyle İslam, insanı, nihai mükemmelliği oluşturan tüm İlahi sıfatlara halife (varis) kılındığı o Kayıp Cennet’e geri götürecek yolu gösteren vahyedilmiş tüm monoteist dinleri kucaklayan bir üstün fikriyatın adıdır. Bu şekliyle İslam, bu asil amaçlara yürüyen her dini kapsar; onların yol ve yöntemleri geldikleri zaman ve mekâna göre değişse de. Yine sınırlı anlamıyla İslam, Kuran’da Allah’ın Peygamber Hz. Muhammed’e vahyettiği mesajı tarif eder; bu gelen son kitaptır. Biz bundan sonrasında bu bağlamdakilerle ilgilenecek ve Kuran’ın evrensel içeriklerine hitap ederek, Yeni İslami Hareket’in, ‘Din’in ‘ilmi’ aşamasını ortaya koyuşunu göstereceğiz. Buna İslam’ın İkinci Mesajı da diyoruz; o, insanları birbirine bağlayan şeylerden, yani akıl ve kalbin ortak yetilerinden kalkarak, tüm inanç, cins, ırk ve diğer sınırları aşmakta’ ve bizi İnsanlık Çağı’na taşımaktadır.
KURAN: MEKKELİ VE MEDİNELİ AYETLER
On üç yıl boyunca Kuran, Mekke’de Peygamber Hz. Muhammed’e indi. Ona, Rabbinin yoluna güzel öğüt ve hikmetle çağırmak ve insanlarla akıl yoluyla tartışmak görevi verdi, çünkü dinde zorlama yoktu. Aynı zamanda ona, erkek-kadın tüm insanların hayatın her alanında eşit olduğunu ilan görevi de verdi. Kısa sürede yeni din toplumun her alanından katılımcıları kendine çekti; gelenler özellikle Mekke’nin köle ve ezilmiş sınıflarındandı. Bu Mekke’nin yönetici ve hâkim sınıflarını huzursuz etti; onlar kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarının elden gittiğinden korkuyorlardı.
Bu korku, ‘Muhammed kendi çocuklarımızı bize karşı kışkırtıyor’ gibi sözlerde açığa çıkar. Ama bu kesimler korkularını dindarlık kisvesi altında gizleyerek, atalarının dini adına İslam’ın takipçilerine karşı lanetli bir terör kampanyası başlattılar.
Müslümanların Mekkeli hâkimler ve din adamları sınıfı elinde maruz kaldıkları muamele ve onların Hz. Muhammed’i öldürme girişimleri, birçok insanın o dönemde daha gelişmiş ve aydın bir hayat tarzına barışçı bir çağrıya karşı akıllıca cevap vermekte yetersiz kaldıklarını gösterir. Sonuçta, Peygamber Medine’ye yerleştiğinde, temel insan haklarını, her alanda kadın erkek eşitliğini vazeden ve her kula mutlak kişisel özgürlük yolunu açan Ulu Mekkeli ayetler dönemi sona erdi ve Medeni ayetler inmeye başladı.
Medineli metinler Peygamber’i, kendi umurlarını başarılı şekilde idare edemeyen insanların üzerinde gözetici atadı. Dahası Peygamber ve Müslümanlar, ilk defa Medineli metinlerde kendilerini korumak için savaşmaya çağrıldılar; oysa Mekke döneminde bundan bahis yoktu. Bu daha sonra İslam’ı kılıçla hâkim kılmaya dönüştü. Bunun nedeni birçok insanın tebliğ ve irşat ile arzulanan seviyeye gelmesindeki yetersizlikti.
İslam’ı kılıçla yayma, artık Medeni metinlerde insanların eşitler olarak muamele görmemeleri de demekti. Bu dönemde sosyal plana da bakarsak, artık kadınlarla erkeklerin de eşit muamele görmediklerini görüyoruz. Medeni ayetler erkekleri kadınlardan sorumlu kılmış, bunun sebepleri bu metinlerde açıklanmıştır. Siyasi ve ekonomik alanlara da bakarsak Mekki ayetlerdeki eşitliğin de Medeni ayetlerde eşitsizliğe yerini bıraktığını görüyoruz.
Dolayısıyla çok açıktır ki, Medeni ayetler, her ne kadar kendi indikleri dönemin seviyesine nazaran büyük bir sıçramayı da temsil etseler de, temel hak ve hürriyetleri sağlayan ve kadın erkek tüm insanları hayatın her alanında eşit kabul eden Mekki ayetlerle kıyaslandığında ikinciler daha üstündür.
Öyleyse buradan dosdoğru şu sonuç çıkar: Kuran’ın Mekki ve Medeni ayetlere bölünmesi temel bir ayırımdır, çünkü Mekki ayetler temel ve asli hükümler, Medeni ayetler ise dönüştürücü hükümlerdir; amaçları dönüşüm halinde bir toplumu organize ederek Mekki ayetlere dönüş için yolu açmaktır.
İslam’ın İlk Mesajı
Medeni ayetlere dayalı İslam’ın ilk mesajında Peygamber Medine’deki İslami düzeni kurdu. Bu ilk rejim büyük bir devrim idi ve önce Arap yarımadasında sonra dünyanın diğer bölgelerinde yaşayış biçimini kökten değiştirdi. Gerçekten de bu düzen, erkek, kadın ve çocukların yaşadığı korkunç şartları iyileştirmekte büyük hizmet görmüştür.
Örneğin o çocukları öldürmeyi kesin olarak yasaklamıştır; hâlbuki bu kız çocuklarını öldüren Araplar arasında yaygın bir uygulamaydı. Zekât verme müessesesini zorunlu bir dini emir haline getirerek muhtaç ve fakirlerin ekonomik koşullarını düzeltmeye çalıştı; Peygamber’i ashabıyla şuraya davet etse de, onu şuranın fikrini kabul ya da redde serbest bıraktı ve kadınların durumunu İslam’ın gelişinden önce yaşadıkları koşullara nazaran hayli düzeltti.
İslam’ın İlk Mesajı’nın modern insanın ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalışı İslam’ın sonu anlamına gelmez. Bu basitçe şu anlama gelir: Artık İslam’ın İkinci Mesajı’nı araştırmanın ve buna uygun İslami hükümler geliştirerek modern insanın ihtiyaçlarına cevap vermenin zamanı gelmiştir ki böylece o kendi iç sorunları ve çelişkileriyle baş edebilecek ferdi bir yöntemle donatılabilsin ve böylece mutlak özgürlüğe ya da ebedi saadet hayatına ulaşabilsin.
İSLAM’IN İKİNCİ MESAJI
Hz. Peygamber’in ‘özel’ hayatında Mekki ayetlere uyması, öte yandan Medeni ayetlerin tüm sosyal, politik ve ekonomik hükümlerin kaynağı olarak kullanılması, İslam’ın iki farklı düzeyine işaret eder: Peygamber’in takip ettiği bir düzey ve toplumun genelinin takip ettiği diğer bir düzey birlikte var olurlar. Birincisi, hiç şüphesiz, ikincisinden çok daha insancıl ve yüksektir. Mekki ayetlere dayalı ve Peygamber hayatında örneklik edilen seviyeye biz İslam’ın İkinci Mesajı diyoruz.
Daha önce söylendiği gibi, Mekki ayetler terk edildiği için, bugüne dek İslam toplumlarını yöneten kanunların bunlara değil, Medeni ayetlere dayalı olduğu açıktır. Dolayısıyla İslam’ın İkinci Mesajı’nı uygulamak için, İslami hükümleri bilinçli olarak Medine seviyesinden Mekke seviyesine geliştirmek gerekiyor. İslami hükümlerin bu bilinçli gelişiminde bize İslam’ın özgün ruhu önderlik edecektir; mutlak insani özgürlüğü arayışta o bulunmakta, Peygamber’in hayatında gösterilmiş bulunmaktadır. Biz ayrıca tam sosyal adaleti arayan çağdaş toplumun ihtiyaçlarında da yol göstericilik bulacağız.
İslami hükümlerin Medeni seviyeden Mekki seviyeye gelişimi sosyal, siyasi ve toplumsal her alanda ciddi yankılar yapacaktır. Belki bu çerçevede şu kadarını söylemek yeter ki, bu hükümlerin gelişimindeki ana itici faktör, hayatın her alanında eşitlik sağlayarak bir ideal toplum inşa etmek, burada demokrasi ve sosyalizmin geçerliliğini sağlamak ve böylece sosyal eşitliği hâkim kılmaktır. Ekonomik ve siyasi eşitliğin doğrudan sonucu olarak sosyal eşitlik, ifadesini birçok alanda bulur. Belki en önemli tezahürü kadınların özgürleşmesi ve erkeklerle hukuk ve hayatın her alanında eşitlikleri konusunda olur.
Kadın sorunu, İslam’a karşı yapılan itirazların birçoğunun sebebi olmakla, bu sorunu biraz daha uzunca ele almaya ve İslam’ın İkinci Mesajı’nda kadınların hukuki ve sosyal durumlarının, Mekki ayetlerin ‘temel ayetlerin uygulanmasıyla nasıl geliştiğini ve çağımız kadınlarının istek ve ihtiyaçlarını İslami ruha uygun olarak nasıl karşıladığını açmaya gerek var.
İKİNCİ MESAJDA KADINLARIN DURUMU
İslam’ın İkinci Mesajı kadınları her alanla erkeklerle eşit statüye çıkarır. Ama kadınlar açısından bu gelişimin en çarpıcı olduğu alan evlilik yasalarıdır. İslam’ın İkinci Mesajı evliliği hukuki açıdan iki eşit ortak arasında bir sözleşme olarak yeniden tanımlar.
Sözleşme serbest iradeyle kabul edilir; her iki ortağa da eşit hak ve sorumluluklar yükler ve gerekirse, yine iki tarafın anlaşmasıyla feshedilir. Çok kadınlılık, yani İlk Mesaj’da, bir kocanın hepsine eşit davranmak şartıyla dört kadın alabilmesi, İkinci Mesaj’da nadir istisnalar dışında kesinlikle yasaklanır; bu istisnalar kısır bir kadın ya da evlilik gereklerini yerine getiremeyen hasta bir kadın durumunda olabilir.
Bunlar Medine düzeyinden Mekke düzeyine geçişin birkaç örneğidir. Ama İslam’ın İkinci Mesajı’ndan evlilik kurumunun en çok etkilendiği bir başka nokta da, bugün her yerde saldırı altındaki bu kurumun fonksiyonları ve bireyleri mutluluğa, özgürlüğe ve ruhi olgunluğa ulaştırmaktaki büyük rolü açısındandır. İslam’ın İkinci Mesajı’na göre evlilik artık, çift arasındaki sadece üreme ve böylece insan neslini sürdürme amaçlı ve bu arada cinsel doyumu sadece bu fonksiyonun yerine getirilmesi için bir araç kabul eder şekilde düşünülemez. Bu modası geçmiş evlilik anlayışı, insanın bizatihi bir amaç değil, başka amaçlar için araç olarak düşünüldüğü bir dönemin kalıntısıdır.
İNSAN VE KORKU
Önceki bölümlerde, İslami hükümleri Medine seviyesinden Mekke seviyesine çıkarmakla, İslam’ın İkinci Mesajı’nın modern ve gelişen bir topluma, demokrasi ve sosyalizmin barıştığı ve sosyal adaletin geçerli olduğu bir topluma giden yolu açışını konuştuk. İnsanların fakirliğe, baskıya ve ayırımcılığa karşı korunduğu böyle bir toplum ise modern insanın krizine karşı sadece kısmi bir cevaptır. İnsanı asıl sersemleştiren şey korkudur; insani hayatında edindiği ve hayvan ve insan atalarından devraldığı korku. Yukarıda anlatıldığı temellerde ideal bir toplumun inşası insanın bu kazanılmış korkusunu hafifletir. Ama ister kazanılmış, ister tevarüs edilmiş olsun, korkunun nihai fethi, kişiyi özel bir metotla donatmakla olur ki, bu şekilde özgün ve hakiki bilgiye ulaşır. Burada anlar ki, kötülük arızi ve geçicidir, ama iyilik asli ve kalıcıdır. Bu türden bilgi mutlak insani özgürlüğe ulaşmakta bir önkoşuldur. Peki, ama mutlak insani özgürlükten kastettiğimiz nedir?
Mutlak İnsani Özgürlük
Mutlak insani özgürlük konusuna geldiğimizde, İslam artık dar manada bir din olmaktan çıkar ve öyle bir hayat tarzı olur ki, her bireyi kendi mutlak özüne götürür.
Gerçekten de özünü aramak tüm dünyada yaygın bir fenomendir. Özgünlük ifadesini mutlak insani özgürlükte bulur. Peki, nedir bu? Mutlak insani özgürlük, insanın dilediğini düşünmesi, düşündüğünü söylemesi ve söylediğini yapmasıdır, o şartla ki, söylediği ya da yaptıklarının sonuçları insan ya da diğeri tüm yaratıklar için iyi olacaktır.
Ama bu mutlak insani özgürlükten önce bir toplumda sunulan sınırlı özgürlük vardır. Toplumdaki özgürlük, insanın dilediğini düşünmesi, düşündüğünü söylemesi ve söylediğini yapmasıdır; o şartla ki, bu başkalarının özgürlüğünü ihlal etmesin. Eğer ihlal ederse sonuçlarına katlanır. Aksi hal ise özgülüğün anarşiye yozlaşmasıyla sonuçlanır. Başkalarının özgürlüğüne müdahale yasaların konusudur. Yasanın meşruiyeti ise, İslam’ın İkinci Mesajı’na göre yasanın insanın mutlak insani özgürlüğe muhtaç olduğu gerçeğini toplumun tam sosyal adalet ihtiyacıyla uzlaştırmasındadır.
Bu meşruiyet çerçevesi, üç sacayağı olan ekonomik, siyasi ve sosyal eşitlik üzerinde duran ideal toplumun inşasında yardımcı olur. Bu tür bir toplum ve özgün bir ibadet metodu ile insanların kendi özünü gerçekleştirmesi yolu açılır. Bundan sonra herkesin insani özgürlüğünü elde etmesi konusuna gelebiliriz.
PEYGAMBER’İN ÖRNEĞİ
Yukarıda söz edilen özgün yöntem, Peygamber Hz. Muhammed’i örnek alma, özellikle de ibadetlerinde örnek almaktan geçer. Peygamberi örnek almanın arkasındaki neden, herkesin kendi kişiliğini dönüştürerek kendi mutlak özüne varmasıdır. Bu gelişme, kişinin tüm kazanılmış ve tevarüs edilmiş psikolojik komplekslerinden arınması ile olur ki bunlar özgürlüğün ana düşmanlarıdır.
Bu komplekslerden kurtulmanın yolu Kuran ve Hz. Peygamber’in bize ilettiği ibadet pratikleridir. Özel ilgiyi hak eden bir ibadet pratiği Peygamber’in kendine hep mutluluk veren namazıdır. Hz. Peygamber’in günlük beş vakit namazı ve gece kıldığı teheccüd namazı onun ibadet pratikleri içinde özel yer tutar. Bu, namazda zihin, vücut ve kalbin tüm boyutlarının işe müdahil olarak insan tekini ilerleyici biçimde bütünleştirmesi nedeniyledir. Artık iç ve dış ben arasında, ya da bilinç ve bilinçsizlik arasında fark yoktur.
İnsan namaz ve abdestin tüm psikolojik takıntılardan kurtulmakta ne roller oynadığını, ya da bilgili bir insanın namazı nasıl bir ‘psikoanalitik tedavi seansı’ olarak kullanabileceğini uzun uzun anlatabilir. O bunu her gün ve her gece tekrarlayarak dengeli, olgun ve üretken bir kişi olabilir; sonuçta mutlak insani özgürlüğü yakalayabilir. Ama bu kitapçığın boyutları bizi konuyu burada toparlamak zorunda bırakıyor.
Hayatını derinleştirmek ve açmak, hislerin zenginleşmesi ve düşüncelerin keskinleşmesidir. Hislerin zenginleşmesi huzur içinde bir kalp, düşüncelerin keskinleşmesi berrak bir zihin gerektirir. Yani bizim varacağımız huzur-u kalp ve berrak zihindir. Daha önce de söylediğimiz gibi, Yeni İslami Hareket Kuran’ın evrensel içeriğine müracaatta başarılı olmuş, ‘Din”in ‘İlmi’ aşamasını ortaya çıkarmış, ya da İslam’ın İkinci Mesajı’nı ortaya koymuştur. Bu mesaj insanları birbirine bağlayan şey, yani onların ortak kalbi ve akli yetileridir. Dolayısıyla İslam’ın İkinci Mesajı’nın İslam’ın ilmi aşaması olduğu konusunu biraz ele almak gerekir ki bunun değişik açılardan birçok açılımları vardır.
DİNİN İLMİ AŞAMASI
Dikkatli bir incelemeyle anlarız ki, dünyada çıkan dış çatışmaların çoğu aslında insanın kendi içindeki iç çatışmaların uzantısıdır. Öyleyse dış sürtüşme ve çatışmaları sonlandırmak için önce içeridekileri bitirmek gerekiyor.
Bunu derken, bazen iç çatışmaların bitmesinin de dışarıdaki çatışmaların bitmesine bağlı olduğunu fark etmiyor değiliz. Gerçekte dış ve iç çatışmalar ilişkisi diyalektik bir ilişkidir. Ama insani gelişimin bu aşamasında iç çatışmaların giderilmesi daha önemlidir. Ve Din’in barışçı bir rol oynaması için onun bir ‘öz bilimi’ olması ya da bir çeşit ‘Psikoloji’ olması, problemleri analiz etmesi, teşhis ve tedavi etmesi, kişiliğin iç ve dış boyutlarda tam gelişimini sağlaması gerekiyor. Böylece iç çatışmalar sonunda yatıştırılır ve tamamen fethedilir. Bu da dış çatışmaların engellenmesi ve tamamen kalkmasını sağlar.
Yukarıdaki özelliklerle Din’in geri gelmesi ve bir özgürleştirme ve barış aracı olarak hizmet etmesi, onun o derece ‘ilmi’ olmasını gerektirir ki, bildiğimiz manada bilimi aşabilsin ve bir ‘öz ilmi’ olabilsin. İşte bu özellikler İslam’ın İkinci Mesajı’nda vardır; oysa diğer gelişkin Din formları, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın İlk Mesajı da dâhil, yetersiz kalmaktadır. Bundan kastın, bu dinleri çöpe atmak olduğu çıkarılmamalıdır. Yüksek ahlaki, ruhi ve aydın ideallerin gerçekleşmesi az ya da çok yukarıdaki dinlerce de tam olmasa da uygulanmaya çalışılıyor ancak yetersiz kalıyor.
Bu anlamda İslam’ın İkinci Mesajı, geçmiş ve şimdiki tüm kuşakların, tüm dünyanın, tüm sanatsal, edebi, bilimsel ve dini kazanımların da varisidir.
SONUÇ
“Bugün tüm engeller yıkıldı ve insanlığın Rabbi kabilenin yıkık mabedinin kapısına geldi” Hintli şair Rabindranath Tagore’un bu sözleri, belki de tüm dünyada paylaşılan bir duyguyu yansıtıyor. Bu duygu, belki de insanı insandan uzak tutan tüm fizik engellerin büyük çapta kalkmasına dayanıyor.
Şu çok açıktır ki, zaman ve mekân engelleri büyük çapta teknolojik ve bilimsel ilerlemelerin ulaşım ve iletişime verdiği çok yüksek hızlar sayesinde yıkıldı. Bu zaman mekân engellerinin yıkılışı gezegenimiz Dünya’da daha yüksek derecede coğrafi birleşme sağladı. Bu coğrafi birleşme düşünce ve duyguda da daha geniş çapta birleşmeyi davet ediyor.
Düşünce ve duygu alanlarındaki bu birleşme aynı zamanda barış talebince de zorlanıyor; daha önce dediğimiz gibi barış artık bir ‘ölüm kalım meselesi’dir.
Elinizdeki kitapçık eski din formları olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın ilk mesajı arasında herhangi bir laik felsefe ya da ideolojinin düşünce ve duygu birliği sağlayamayacağını bir nebze göstermiştir. Bu kitapçığın asıl amacı ancak İslam’ın İkinci Mesajı’nın bu istenen birleşmeyi sağlayabileceğidir; çünkü o tam da insanları birbirine bağlayan şeylere, akıl ve kalbin ortak değerlerine hitap ediyor.
Ayrıca bu kitapçık kaba hatlarıyla, İslami hükümleri Kuran’ın Medine seviyesinden Mekke seviyesine çıkarmakla, İslam’ın İkinci Mesajı’nın, demokrasi ve sosyalizmin el ele verdiği ve sosyal eşitliğin hüküm sürdüğü ideal bir toplumu kurmaya giden yolu açtığını da gösterdi.
Böyle bir toplum, ideal ‘Peygamber örneği’ndeki ibadet yöntemleriyle birleştiğinde, İslam’ın İkinci Mesajı’nın insanın kendini gerçekleştirmek, ya da mutlak insani özgürlüğe varmak için sunduğu imkânı gösterir.
Son olarak, İkinci Mesaj’ın bir yandan demokrasi ve sosyalizmi birleştirmesi, diğer
yandan bir ‘psikoanalitik teknik’ olarak sunduğu ibadetle her insana kendi olma imkânını getirmesi modern insanın sorunlarına tek cevap ve onun hastalıklarına kesin tedavidir.
İslam’ın İkinci Mesajı, tüm inanç, cins, ırk ve diğer sınırları aşarak dünyada cenneti kurmayı ve insanı Kâinatın Efendisi makamına meşru yoldan geri döndürmeyi amaçlamıştır. İnşallah diyerek bu kitapçığı kapıyoruz.
İsimsiz ve ölümsüz bir kahraman
Çok uzun olmasaydı başlığı şöyle de atabilirdik: “Bu ruhu taşımıyorsanız alnınızı secdeye koymayın!” Bu ruhu taşımayanların yaptıkları secdeler, Kur’an’ın açık tanıklığıyla sahiplerine sadece lanet getirmektedir. Aynen bugünkü Türk toplumuna getirdiği gibi…
İsimsiz kahramanın davranışına, yakında çıkacak olan ‘Ebu Zer’ kitabımın rötuşlarını yaparken Tarihçi Yakubî’nin eserinde rastladım ve gönlüm, gördüğümü sizinle paylaşmak istedi. Tarihçi Yakubî (ölm. 292/904), bütün zamanlara bir onur ve dürüstlük anıtı olarak aktarılması gereken bir hazine memurundan söz etmekte, onun, devlet hazinesini akrabası Emevîlerin talanına maruz bırakan ve buna tepki veren sahabîleri işkence ve sürgünlerle süründüren üçüncü Halife Osman’a açıkça karşı çıkışını kayda geçirmektedir. Adı verilmeyen bu Medineli hazine eminiyle ilgili şu satırlar var Yakubî’de: “Abdurrahman bin Yesar’dan naklen Ebu İshak bildiriyor:
Medine’de beytülmal âmili (devlet harcamalarını yapmakla görevli kişi) olan birini görmüştüm. Halife Osman, bir akşam beytülmale gelerek görevliye ‘Hakem bin Ebil Âs’a şu kadar miktar öde’ diye talimat verdi ve ekledi: ‘Sen bizim hazinedarımızsın; sana bir şey verirsek al, seni görmezlikten gelirsek sesini çıkarma.’ Hazine görevlisi şu karşılığı verdi Halife’ye: ‘Allah’a yemin olsun ki yalan söylüyorsun! Ben ne senin memurunum ne de ailenin; ben bütün Müslümanların hazine görevlisiyim.”
Bu kahraman bürokrat bununla da yetinmedi: Cuma günü, Osman minberde hutbe okurken ayağa kalktı ve elinde tuttuğu hazine anahtarlarını Halife’ye doğru fırlatarak haykırdı: “Ey insanlar! Bu Osman sanıyor ki ben onun ve ailesinin hazine memuruyum. Hayır, öyle değil. Ben Müslümanların hazine görevlisiyim. Hazinenizin anahtarlarını, huzurunuzda Halife'ye iade ediyorum.” Osman sesini çıkarmadan anahtarları aldı. (Yakubî, Tarih, 2/168-169)
Secdenin hakkını vermek işte bu! Yolsuzluk dosyaları yayınlanmaya başlayınca, “Başbakan söyledi, ben de yaptım.” diyerek işin içinden sıyrılmak ‘Müslümanlık’ iddiası olan adamın yapacağı iş değildir. O dosyalar ortalığa serilmeseydi o sözü söyleyecek miydin? Hayır! Gül gibi yürüyüp gidiyordun. Öyle olduğu içindir ki, birkaç gün sonra çark ettin.
Yaptığın işin yolsuzluk ve talan olduğunu itiraf ediyorsun ama bunu “Başımızdaki adamla birlikte yaptık” diyerek kendini aklamaya çalışıyorsun. Bir suçu, hem de insanı dinden-imandan çıkarıp lanetin gayyasına yuvarlayan bir Maun suçunu, tek başına değil de birileriyle işlemek o suçu suç olmaktan çıkarıyor mu?
Özetleyelim: Andığımız isimsiz kahramanın vakarlı ve cesur duruşu varsa kurtuluş ve rahmet getiren iman vardır, namaz vardır, secde vardır. Yoksa namaz ve secde fotoğraflarının getirdikleri, rahmet değil, lanettir. Dincilerle onları başlarına oturtan ülkeye de lanet getiriyor.
Anadilde ibadete geçilmedikçe Kur'an'dan nasiplenemeyiz
Asırlardır nasiplenemedik. Dinci imansızlar bunu biliyorlar ama onların derdi kitlelerin Kur’an’dan nasiplenmesi değil, uyuması olduğu için Kur’an’ın okunup anlaşılmasını değil, Arapça kelimelerinin telaffuzunu dayatıyorlar. Emperyalizmin hizmetinde ABD hizmetkârı olarak çalışan bir takkeli psikopat, dinini Kur’an’a teslim etmek isteyerek Kur’an mümini olma gayreti gösterenleri ‘sapık’ diye tanıtmak sapıklığını gösterebiliyor.
Bu meselenin ayrıntılarını, çıkış noktalarını, kaynaklarını, söylemek zorundayım ki, bu konuda bir devrim olan ‘Ana Dilde İbadet Meselesi’ adlı kitabım ortaya koymuştur. Dikkatle ve tekrar tekrar okunmasını önemle rica ediyorum.
Şimdi, üzerinde olduğumuz bu meselede acı çekerek işin farkına varmış müminlerden örnek mektuplar görelim.
Okan Değirmenci yazıyor: “Sizin her programınızı takip etmekteyim. Allah sizden razı olsun! İnanıyorum, mekânınız cennet olacaktır. Kur’an’ı Arapça okumak ve bunun gerekliliği şeklinde anlatılan uydurmaları deşifre ettiniz. Bir insanın bir yazıyı bilmediği bir dilde okuması ve telaffuz etmesi beyne, akla ihanettir. Böyle bir beyin bir daha düşünebilir mi, yaratıcı olabilir mi? Olamaz. Olamıyor da. İslam âleminin akıl ve bilimden nasipsizliğinin ana sebebi bu.”
“Bu dinciler tarih boyu bu konuya dokundurtmadılar, çünkü bütün yalanlarının, iftiralarının, sahtekârlıklarının dayanağı bu. Bu kırılmadıkça İslam âlemi ne kadar zaman geçerse geçsin ilimden nasipsiz kalacaktır. Sizden ricamız, bu konuya Maun suresi kadar önem verip bunu her platformda anlatmanız. Bugün Diyanet 5,8 katrilyon parayı kime veriyor? Bilmediği bir dilde ibadet ettirsin diye memurlarına maaş olarak veriyor ve saltanatlarını idame ettiriyor.”
Heyran Aliyeva Bakû’den yazıyor: “Bende eksik olan kitaplarınızı da bana ulaştırdılar. Kur'an’ın Öğrettiği Dualar kitabınızda dua kavramını ne kadar güzel ve derin anlatmışsınız. Onlarca defa okudum çok önemli mesajlar içeren satırları. Kitaplarınızı kokladım ve okudukça bilgi ve zekânızın kokusu sardı ruhumu. Sayenizde, 31 yaşımda, anadilimde ilk kez hakiki namaz kıldım. Hayatım boyu ruhum buna muhtaçtı. Ne muhteşem bir duygu!
“Teşekkür ederim her şey için. Yıllarınızı, rahatınızı harcadınız bu bilgileri elde etmek için. Sınırsız emek ve gayret gösterdiniz ve bize hazır olarak sundunuz tüm ışık dolu bilgilerinizi.”
“Kur’an’la bir aşk içindeyim. Söylediğiniz gibi, aklımı alıp tekrar yeni bir akıl veriyor. Doymuyorum. Rahmetli büyük dedenizin dediği gibi, Kur’an’a doymak için bir ömür yetmez. Allah babanıza ve annenize rahmet etsin! Mekânları cennet olsun! Ahiretleri nurla dolu olsun! Onlara sizin gibi evlat yetiştirdikleri için minnettarım. Düşünüyorum, sizin mealiniz olmasaydı, Kur'an olduğu halde Kur'an’sız yaşardım!? Size ne kadar teşekkür etsem az! Allah, hayatınızı her daim güzelliklerle kuşatsın. Allah sizi korusun!”
Din adına vahşet ve dehşet!
Herkes bundan şikâyetçi. Ortaçağın engizisyon mahkemeleri döneminde bile böylesine yoğun şikâyet yoktu. Çünkü engizisyon cellâtlarının yaptıkları sadece Hıristiyan camiayı ilgilendiren bir mesele olarak algılanıyordu. Kilise, engizisyon felsefe ve ruhunu başka kitlelere dayatmıyordu.
Bugün, Müslüman yaftalı birileri, vahşet ve dehşeti üretmekle kalmıyor, bunun ‘ebedî hayatı kurtaran bir nizam’ olduğu yolunda bir propagandayla dünyanın uykularını da kaçırıyor. İnsanlık bu eşi-menendi görülmemiş vahşete karşı elbette savunmaya geçecek, elinden gelen her türlü tedbiri alacaktır. Bu arada, fırsatı ganimet bilen Müslüman düşmanı birileri de olup bitenleri yirmi dört saat dünyanın dört bir yanına yayıp Kelimei Şehadet aleyhine propaganda yapıyor.
Esas sebep kimler? Müslüman geçinenler. Bu ne demek? Bugün Müslüman’ın en büyük düşmanı Müslüman’ın kendisi demek?
“Allah, aklını işletmeyenler üstüne pislik indirir” (Yunus, 100) diyen Kur’an işte, yaşanan bu gerçeklere dikkat çekiyor. Yoksa gökten kazurat filan yağmaz.
İlkel dinci tasallutun sebep olduğu feryat, binlerin, yüz binlerin, milyonların feryadıdır. Kimisi sesini duyuruyor, kimisi duyuramıyor. Ve bütün bu dehşet verici zulümler ‘İslam-din’ avukatlığına soyunmuş ruh hastası azmışların saltanat tutkularını tatmin için yapılıyor. Şimdi birileri şunu sormakta haksız mıdır: İnsanlık, ‘İslam’ adı altında sergilenen bu vahşet ve dehşetten kurtulmak uğruna almak zorunda kalacağı ‘tedbirler’ açısından mazur sayılmalı değil midir?
Şimdi, bir Müslüman ailenin Müslüman çocuğunun körpe dimağında ve ruhunda açılan yaranın vücut verdiği acıya bakalım. O yavrunun feryadına kulak verelim. Ve dünya bunları dehşet içinde konuşurken, Atatürk Türkiye’sinin başına katranlı bir bela gibi çökmüş Maun mücrimi talancı çarpıkların, Pavlus manastırlarına has kafa sarmalamayı cumhuriyetin anaokullarına kadar ‘tamim’ etme girişimlerinin dehşetini de akılda tutalım. Ve bir feryat örneği olarak Elif Asena Yârangünü adlı kızımızın mektubunu okuyalım:
“16 yaşındayım, Almanya'da yaşıyorum; burada okula gidiyorum. Ama aşağıdaki resimler (kitaba örnek olarak konmuş burkalı, peçeli resimler) beni üzdü. Güya Müslüman'ların giyinme tarzını gösteriyorlar. O resimlere göre ailem ve ben Müslüman değiliz. İngilizce kitabımda yer alan bu resimleri her sene birçok öğrenci görüyor. İslam konusunda sadece bu gibi şeyler gösteriliyor. Bir defasında, New York’ta vurulan İkiz Kuleler üzerine bir film izlemiştik. Orada şöyle diyordu: ‘El Kaide militanları camiye bu planı yapmaya gidiyorlardı.’ Bunları İslam'ın temsilcisi olarak gösterip İslam'ı kirletiyorlar.”
“Batı medyası İslam konusunda yanlış bilgi yaymakta. Bu kitabın yazarından o resmin altyazısını değiştirmesini isteyebilir miyim? Yaptığınız her şeyden dolayı teşekkür ederim. Onlarca kitap yazıp birçok kişiyi aydınlattınız. Kendinize iyi bakın, siz bize daha çooook lazımsınız!”
İş, bu gençlerin yaptığıdır!
Allah bu gençlerin sayısını arttırsın! Onlara dua edelim, destek olalım. Ve onların hem zihniyetlerinden hem de faaliyetlerinden ders alalım. Kim bu gençler ve neler yapıyorlar? Cevap sadedinde, bana göre, tarihî bir değer taşıyan aşağıdaki mektubu okuyalım. Mehmet Peçenek yazıyor:
“Biz Mersin’de bir grup arkadaş her Perşembe toplanıp Kur’an ayetlerini okuyup tartışıyoruz. Her kesimden, her görüşten insanlar var bu grupta. Ben felsefeci olarak oradayım. Bir cami imamı var, fizikçi var, öğretmenler var. Bazen çok sıkı tartışmalarımız oluyor ayetlerle ilgili. Mesela geçen hafta kaderi tartıştık. Özgür irade meselesini, duayı. Kur’an’da anlatılan Tanrı nasıl bir Tanrı? Bu türden meseleleri hep tartıştık; tabiî ki ayetlerin ışığında.”
“Bir felsefeci olarak ilk gözüme çarpan şey, geleneksel İslam’da ayetler daha çok Arap geleneğine bakılarak yorumlanmış gibi. Yorumlar, doğa ve bilimsel gelişmeler dikkate alınarak yapıldığında ayetlerin isabetinin tartışılması söz konusu bile olmuyor.”
“Mesela Tevbe suresi 26: ‘Sonra, Allah, resulünün üzerine de müminlerin üzerine de sükûnetini indirmiş, ayrıca sizin görmediğiniz orduları göndermiş de küfre sapanlara azap etmişti. Kâfirlerin cezası işte budur.”
“Ayet görülmez ordulardan bahsediyor. Biz bu ayetin görülmez ordu diye bahsettiğinin irade, inanç ve akıl olduğunu düşündük. Geleneksel İslam bu ayette bahsedilenin melekler olduğunu düşünüyor ama böyle baktığınızda ayetin bir anlam taşımadığı görülüyor. Allah Filistin’in savaşında bu ordularını neden göndermediğini insanlar sorar ve anında kitabın kutsallığı sorgulanır duruma düşer.”
“Sizce, bizim bu bakış açımızda atladığımız bir şey var mı? Bu bizi aşırı bir pozitivizme götürür mü?”
KENDİNİZDEN KUŞKU DUYMAYIN!
Mehmet ve arkadaşları, sevgili kardeşlerim! Sizi bütün muhabbet ve dostluğumla bir ağabeyiniz olarak kucaklıyorum. Sakın kendinizden ve yapıp ettiklerinizden kuşku duymayın. Yaptığınız, aklın ve Kur’an’ın istediğidir. Allah yar ve yardımcınız olsun! Böyle devam edin, örnek olun, ışık olun, yol açın, sayınızı arttırın. Allah da gücünüzü arttırsın!
‘Pozitivizme saplanma’ korkusu yersiz. Bir kere, pozitivizm müspet bilim demek; ondan korkulur mu? Her pozitivist yaklaşım inkâr demek değildir. Kur’an’ın talep ettiği bir pozitivizm de var. Akıl düşmanı dinci zebaniler bunları ya bilmez yahut da bilir ama sizin gibi aydınlık beyinlere meydan açılmasın diye saklar.
Sonuna kadar gidin! Yol budur. Allah ve Peygamberi sizi alnınızdan öpüyor, tebrik ediyor. Secde sizin o tertemiz alınlarınıza yakışır; Maun talancısı haramzadelerin pis alınlarına değil!
Atatürk ve Cumhuriyet bir teolojik fenomen olarak incelenmeli!
Bu mutlaka ve muhakkak yapılmalıdır. Kıvırıp kaçmanın zarardan başka getirisi olmamıştır, olamaz. ‘Araştırma’ adı altında pazarlanan cumhuriyet, akıl, özgürlük ve aydınlık düşmanı dinci saldırıları bir kenara koyarsak bu mesele bugüne kadar ilim ve fikir planında layıkıyla ele alınmamıştır. Dincilerin tasallutundan kurtulmak veya halkı kandırmak için birkaç ‘dinî’ tekerleme savrularak gün gün edilmiş, esas sorunlar ise sürekli hasırın altına sürülmüştür. İnsan idrak ve haysiyetine, ilim ve düşüncenin vakarına yakışan, ülkenin geleceğine katkı sağlayan tetkikleri tarihin ve insanlığın önüne koyan ilk yaklaşım, bizim mesaimiz olmuştur. Bizimle ilgili akademik çalışmalar yapan Batılıların ortak kanaati de budur. Bunu söylemek benim hem hakkım hem de görevimdir. İsteyen istediği kadar ‘bozulsun’, umurumda değil.
Ne demek istediğimizi daha iyi anlamak için onlarca mektuptan bir tanesini size iletiyorum. Güçlü Emre Özgür yazıyor: “Ankara Hukuk Fakültesi mezunuyum, Avukatlık yapmaktayım ve 38 yaşındayım. Ortaokul yıllarından itibaren din olgusuna karşı hep büyük bir ilgi ve merak besledim. Atatürkçü bir ailenin çocuğu olarak Atatürk, Cumhuriyet, laiklik konuları da hep içimizde var oldu.”
“Ben sizi lise yıllarımda televizyon programlarından tanıdım. Sonraları ise ‘İslam Nasıl Yozlaştırıldı’ adlı kitabınızla tanıştım. Bu tanışmadan sonra ve diğer kitaplarınızı okudukça yıllar yılı aklımla duygularım arasına sıkışan inancım berraklaştı. Benliğimdeki Allah ve Peygamber imajı ile yaşamdaki Allah ve Peygamber çelişkileri, aklım ve mantığımla günümüzde camilerde yaşatılan İslam arasındaki derin çelişkiler birer birer çözülüp yerine oturdu. Özellikle İmamı Âzam adlı kitabınız beynimde ve kalbimde fırtınalar yarattı.”
“Şirki, tevhidi, imanı, İslam’ı ve daha çarpıtılmış birçok itikadî ve amelî meselenin esasını, derinliğini ve önemini bilmeden öylece inandığımızı ve yaşayıp gittiğimizi fark ettim. Özellikle şirk ve riya mevzuunda Maun suresinin mucize beyanıyla iliklerime kadar titredim.”
“Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve laiklik ile ilgili yazdıklarınız da Cumhuriyet Devrimleri’nin sosyolojik olduğu kadar dinî açıdan da önemli olduğunu ve hatta birçok devrimin İslam açısından olmazsa olmaz bir olgu teşkil ettiğini, Atatürk ve Cumhuriyet’e neden bu kadar düşmanlık beslendiğini anlamamızı siz sağladınız.”
“Bir dinsel inanış ve yaşayışta Allah, Peygamber ve kutsal kitap ancak bizde olduğu kadar yanlış anlaşılır ve yaşanır herhalde!!! Ancak siz ve sizin gibi aklı, irfanı, vicdanı, ilmi yüksek benlikler oldukça gerçek İslam bir şekilde yaşama imkânı bulacaktır. Şu anda ‘Tasavvuf ve Tarikatlar’ adlı kitabınızı okuyorum. Sizi okudukça taşlar yerine oturuyor ve pazılın eksik parçaları bir bir yerini buluyor.”
“Bana ve daha birçok kişiye kattığınız değerler ve yazdığınız kitaplar için müteşekkiriz. Ellerinizden saygı ve muhabbetle öpüyorum.”
Yanlışlara nasıl kurban edildik?
Yanlışlara kurban edilmek, sizi kurban edenlerin kötü niyetli olmalarını gerektirmiyor. Çok iyi niyetli insanlar da sizi yanlışlara kurban edebilir. Çünkü biz, asırlardır, müteselsilen yani elden ele devredilerek aldatılıyoruz. Hepimizin, en sevdiklerimizin eliyle bu şekilde ‘kurban edilmiş’ bir yanı vardır.
Unutmayalım; Kur’an, ‘Allah ile aldatılmayın’ uyarısını yapan tek kutsal kitaptır. Bu demektir ki, Müslüman kitlelerin en yumuşak karnı bu aldatılma olacaktır. Kur’an’ı kitlelere anlayacakları dilde okutmamalarının sebebi bu gerçeğin öğrenilmesinden duyulan korkudur. Birer itiraf belgesi olarak şu ibret verici mektupları okuyalım.
Serdar Doğan yazıyor: “Ben Kur’an-ı Kerim’in Türkçe mealini okumaya başladım. Bitireceğim. Her gün 1 cüz okuyorum. Bu şekilde hatim etmiş olur muyum? Müftülüğü aradım, bana Türkçe okunuşun hatim sayılmayacağını söylediler. Hâlbuki ben Türkçe anlamı ile okuyunca anlıyorum. Sizin bu konudaki görüşünüzü almak isterim. Allah a emanet olun!”
Berkay Zaimoğlu yazıyor: “Ben 18 yaşındayım. Bu genç yaşımda gerçek dinin nasıl olması, nasıl yaşanması gerektiğini ve dinle ilgili birçok şeyi sizin gösterdiğiniz kılavuz ile öğrendim. Yani Kur'an'ı okuyarak. Hem okudum hem de sizin din ile ilgili önemli açıklamalarınızı dinledim. Kendimi şanslı hissediyorum. Çünkü çoğu kimsenin gerçek din nasıl olmalı konusunda fikirleri yok. Umarım toplumumuz bu durumdan kurtulur ve Atatürk'ün değerlerine sahip çıkarak yeniden çağdaş bir toplum olur. Ne mutlu bana ki, sizin gibi birini tanıdım. Size ne kadar teşekkür etsem azdır. Çabalarınız boşuna gitmiyor, emin olun. Kendinize iyi bakın.”
Yasemin Deniz yazıyor: “Sizi 6 senedir izleyip zaman zaman kitaplarınızı alıp okuyorum. Almanya’da yaşamaktayım. Çok değerli Alman ve yabancı arkadaşlarım var. Birine 400 Soruda İslam’ın Almancasını verdim. Arkadaşlarım dinden konuştuğumuz zaman, dinlemeyi seviyorlar. Bu da sizin sayenizde oldu. İyi ki varsınız, iyi ki hayatımızı aydınlatıyorsunuz. Allah sizi korusun!”
Cihan Kantarcı yazıyor: “Ben yurtdışında yaşayan bir okurunuz ve takipçinizim. ODTÜ mezunu mühendisim. Kuran müminiyim ve sûfîyim. Yüce Mevlana'nın ve sizin naçiz bir öğrencinizim. Ben TV seyretmeyen bir insanım. Evimde TV kasıtlı olarak yok. Çok okuyan bir insan olarak TV bana anlamsız geliyor. İlgili saatlerde internet üzerinden yalnızca sizi izliyorum.”
Bıçak kemiğe dayanmış!
Derin Eren yazıyor: “Ben, kırsal kesimden bir çiftçi kızı olarak Cumhuriyet devrimi sayesinde eğitim görmüş ve bir meslek sahibi olma (hatta insan olma) şansını yakalayabilmiş, bir erkek evlat sahibi 44 yaşında bir kadınım.”
“Emperyalizmin onlarca yıllık çabalarının ürünü olan ve özellikle son yıllarda olup bitenlerden sonra artık Atatürk Cumhuriyeti’nin laik devlet, ekonomi, adalet, eğitim sistemlerinin çökmek üzere olduğunu, ulusal güvenlik ve birliğimizin büyük tehditler altında olduğunu, bağımsız medya diye bir şeyin kalmadığını ve toplumda ahlaksal değerlerin yıpratıldığını görüyorum. Bu durumun tarihsel düzlemde âdeta vatan ve millet olarak çöküşümüzün son aşamalarını çağrıştıracak ölçüde vahim boyutlarda olduğunu düşünüyorum. Üstelik halen bölgemizde bizi kaotik bir savaşa sürme planları süratle ilerletiliyor.”
“Bu hallere nasıl düştük diye sorguladığımda, en önemli faktörlerden birinin toplum olarak her olguya karşı mütemadiyen ‘mış gibi davranmak’ ya da tercihlerimizi kerhen kullanmak olduğunu, bu tutumun da totaliter bir kültür yapısında otoriteye karşı çıkamayan, devrimci ruhtan uzak bireyler şeklinde yetişmemizden kaynaklandığını düşünüyorum.”
“Yıllardır biz normal bir devlet düzeni ile meşru bir hükümet ve makul bir muhalefet varmış gibi davranıp çare olarak da seçimlerde kerhen bir muhalefet partisine oy veriyoruz. Oysa Meclis'teki sözde muhalefet CHP ve MHP de emperyalizme hizmet etmek üzere dizayn edilmiş. Bu niteliklerini defalarca gösterdiler. Tepe yönetimine emperyalizmin emrinde adamlar getirilmiş, bunlar da kendi yönetimlerini kişiliksiz ve çıkarcı adamlarla donatıp tam bir sulta yaratmışlar. Bunlara kerhen oy vermek aslında bu düzeni tahkim ediyor, daha da önemlisi, bunların oynadıkları muhalefet rolüyle halk kandırıldığından gerçek bir muhalif oluşum da böylelikle ve %10 barajıyla başarılı bir şekilde engelleniyor.”
“Ülkemde her alanda hem vatansever hem onurlu hem akıllı hem de cesur yalnızca bir avuç insanın kaldığını görmek benim içimi acıtıyor. Siz de bunlardan birisiniz.”
“Kabul edelim artık; bu ülkeyi CHP ya da MHP asla kurtaramaz. Onları düzeltmeye çalışmak tamamen boş bir çaba, halkı aldatmak ve zaman kaybıdır.”
“Bu büyük yalan ve çaresizlikten kurtulmak için öncelikle şunlar yapılmalı:
1. Her kesimden vatansever, onurlu ve cesur insanın bir araya gelerek güç birliği yapmaları, 2. Emperyalizmin ülkemizi düşürdüğü durum bütün çıplaklığıyla halka ısrarla, yalın, bütünlüklü ve aynı söylemle anlatılmalı, 3. Gelecek seçimlere kadar yeni bir merkezî siyasal oluşum yaratılmalı ya da bir partide bir isim değişikliğine gidilerek merkezî bir parti oluşumuna vücut verilmeli. Bu sağlanırsa belki bir kurtuluş ümidi belirir.”
İşbaşı yaptık!
Tatil bitti. Dönüp iş başı yaptık. Son iki haftalık deniz safası sırasında, ‘Ebu Zer’ kitabımın matbaa tashihlerini de okudum. Şimdi kitap baskıya giderken ben de yeni adı Yurt TV olan eski Sokak’ta devam edecek ‘Kitaptan Aydınlığa’ programının hazırlıklarına başladım. Nasipse Kasım başı itibariyle ekranda olacağız. Gazeteci-yazar arkadaşımız İdris Akyüz, televizyonun başına geldi. Zamanı programı birlikte götürmemize izin verir mi bilmiyorum ama büyük ihtimalle bir süre daha onunla birlikte kotaracağız programı.
Bu yıl deniz nimetinden gönlümce yararlandım. Beş haftam denizde geçti. Bu vesileyle, Akdeniz akşamlarının bütün güzelliklerini de yaşadım. Gün batımında kumsalda yürürken, sevda yaratan dudakların mırıldandığı şarkıları dinledim; ruhum sonsuzluğa tırmandı. Cenap Şehabeddin’in dediği gibi, ‘Alnıma bir yirmi sekiz yaş güneşi doğdu.’
Son iki hafta boyunca hemen her gün tekneyle balığa da çıktık. Üç veya dört kişi çıkıyoruz. Yeterince balık tutarsak hep birlikte yiyoruz. Bir kişiye yetecek kadar tutmuşsak, arkadaşların ittifakıyla rızık bana devrediliyor. İstedikleri karşılık şu: “Sorularımıza cevap verirken bizi fırçalama!” Şöyle veya böyle, bendeniz, her akşam yağda veya ızgarada taze balık yiyebildim. Şenol Usta’nın da ellerine sağlık!
Yemekten bahsetmişken şunu da söyleyeyim. Bütün günüm hareket halinde geçmesine rağmen, tatil sonu ‘kilo’ bilançosu şu: Dört kilo almışım. Demek ki iyi yemek yemişim.
NE YAZIK Kİ ÇİĞKÖFTE YASAK!
Tek ‘burukluğum’ vardı: Lokman hekimlerim Prof. Dr. Başak Noyan Hanım’la Prof. Dr. Özcan Gökçe Bey, çiğköfte yememi yasakladılar. En az üç ay ağzıma koymayacakmışım. Nasıl dayanırım ben bu hasrete! Günde en az onbeş yirmi çiğköfte yiyordum. Şimdi sadece rüyalarımda göreceğim.
Aşırılık mahrumiyet getiriyor. Şimdi, kendi kendime diyorum ki, “Ulan, şu çiğköfteyi normal sayıda yeseydin de bu yasağa çarpılmasaydın olmaz mıydı!” Ama oldu işte. Aşırı gittik, mahrum kaldık. Ne yapalım, artık hasretimizi Adana kebapla gidereceğiz.
Açılmışken bu yılın yayına girecek dosyalarından da söz edeyim kısaca: ‘Ebu Zer’ kitabım baskıda. Arkasından benim ideal kitaplarım olan ‘Özgürlük ve İsyan’, ‘Deizm’, ‘Kadın Hakları Risalesi’, ‘Kötülük Toplumu’ ve hayatımın gaye kitaplarından biri olan ‘Tecdit’ yayına girecek. Sürekli yüreğimi ısıtan okuyucularıma teşekkürler ediyorum. Onların o ‘yürek ısıtan’ mektuplarından küçük bir örnekle noktalayalım ‘yeniden işbaşı’ yazımızı.
Öznur Kocaalp yazıyor: “Bizim naçizane kanaatimize göre, siz bu yüzyılın, sadece İslam âlemi için değil, tüm insanlık için en yararlı bilgi kaynaklarından birisiniz. Sayenizde hem kutsal kitabımızı hem yüce Atatürk’ümüzü doğru okumak ve anlamak şansına eriştik. Bu kadar bilgi kirliliği varken, kitaplarınızla gözümüz açıldı. Yüce Rabbim size uzun ve sağlıklı ömürler nasip etsin!”
Kur'an ve Nutuk okunmadıkça...
Önce bir genç adamın ibret dolu mektubunu okuyalım. Alican Sevim yazıyor:
“Bir üniversite öğrencisiyim. Son günlerde yaşanılan olaylarla sizin söylediklerinizi, yazdıklarınızı karşılaştırdığımda ne kadar haklı olduğunuzu açıkça görüyorum. Bu ülke aklın, bilimin, kitabın, sürekli üreten bilim adamlarının değerini ne zaman anlayacak? Sizden öğrendiklerime dayanarak söylüyorum: "Bu ülke, kurtuluş savaşından önceki akıldan, özgürlükten yoksun dönemi yaşamadıkça kendine gelemeyecektir, gelse de iş işten geçmiş olacaktır!"
“Sizi televizyonda izlediğim günden itibaren bana yeni bir dünyanın kapıları açıldı. Sizin sayenizde bu dünyanın merkezine 2 kitabı yerleştirdim; bunlardan biri Kur’an, diğeri Atatürk'ün Nutuk'u. Artık hayatım boyunca bu 2 kitabın ışığında yaşayacağım. Ama ne yazık ki şu son günlerde yaşanan olaylar tüm çıplaklığıyla gösteriyor ki ülkemiz bu 2 kitaptan nasiplenememiş. Millet millet olma vasfını yitirmiş, ülkedeki dincilik yangınına benzin taşıyan bir yığın haline gelmiş. ‘Allah ile aldatılmayın’ diyen Kur’an'ın yolundan çıkıp tam tersi istikamete yönelmiş.”
“Bu ülke başta Atatürk'e, daha sonra gerçek aydınlara yaptıklarının bedelini ödemedikçe kazanacağımız tek şey Allah'ın öfkesi olacaktır!”
YILMAZ ÖZDİL NE DEMEK İSTEMİŞTİ?
Aydından ve aydınlıktan söz etmişken, ülkemizin aydınlık onuruna layık kalemlerinin baş tarafına yazılması gerekenlerden biri olan Yılmaz Özdil’i saygıyla analım. Bu aydınlık adam, ekranlardan tarihî bir sesleniş yapmıştı birkaç ay önce. Demişti ki “Türk halkı şu üç kitabı okumadan düzlüğe çıkamaz: Kur’an, Atatürk’ün Nutuk'u ve Yaşar Nuri Öztürk’ün ‘Allah ile Aldatmak’ adlı kitabı.” Yılmaz Özdil, mutlaka okunacak kitapları üçe çıkarmıştı.
Yılmaz Özdil ne dediğini biliyor. Derdi beni övmek falan değil. Beni övmesini gerektirecek herhangi bir hukukumuz yok. Kaldı ki Özdil, birini övmeyle vakit harcayacak adamlardan değildir; öyle olsaydı Yılmaz Özdil olmazdı. Şunu demek istiyor: ‘Allah ile Aldatmak’ kitabı okunup nasıl aldatıldığımız anlaşılmadıkça Kur’an’ı ve Nutuk'u okumanın gereği anlaşılamaz.
Kur’an, başımıza çöken kara beladan kurtuluş reçetesinde temel koordinatları, metafizik donanımı vermektedir. O donanım oradan alınmadıkça hiçbir şeyi yerli yerine oturtamazsınız.
Nutuk, başımıza çöken musibetin aşılmasında tarihsel, siyasal, askerî, stratejik kördüğümleri çözmenin yollarını göstermeye ilaveten asırlık hıyanet ve kanı bozuklukların deşifre edilmesinde anahtardır, rehberdir, ışıktır.
Allah ile Aldatmak (daha geniş bir pencereden benim eserlerim) ise ilk iki kitabı okumanın lüzumunu gösterip nasıl okunması gerektiğini kitlelere belleten kılavuzdur.
Bu millet, şurada söylediğimizin tek çıkış yolu olduğunu anlamadan girdabında debelendiği beladan kurtulamaz. Belanın taşıyıcı hainleri, aktörleri değişebilir ama esası değişmez.
İmamı Âzam'a tasallut kırılmadıkça...
İmamı Âzam’a musallat olmuş dinci istismar deşifre edilip bu büyük önderle kitleler arasındaki duvar kaldırılmadan geçmişten ibret almak ve hem Müslüman kalıp hem de aklı çalıştırmak mümkün değildir. Bu noktalarda İmamı Âzam göstergedir, rehberdir, kılavuzdur. Bir ilim ve fikir dehasının anlaşılmaması kitleler için bir beladır ama ondan daha büyük bir bela vardır: Bir önderi, taşıdığı değerlerin tam aksine âlet ve araç yaparak sömürmek. İmamı Âzam bahsinde ‘Müslüman’ (!) yaftalı kitlelerin yaptıkları işte bu ikincisidir.
Biz, hayatımızın yaklaşık on yılını vererek vücuda getirdiğimiz iki eserle İmamı Âzam’ı gerçekte olduğu gibi insanlığın önüne koyduk. Bunu yapmakla büyük bir görevi yerine getirdiğimize inanıyoruz. O eserleri okuyan iyi niyetli insanların ortak kanaati de budur.
Bir de İmamı Âzam’ı, fikirleri yüzünden katledip sonra da onu istismar için putlaştırmış, saltanat dinciliği denen riyakâr zihniyet var. Bu zihniyetin İmamı Âzam’a tasallutu devam ediyor. Bizim kitaplarımızdan ciddi biçimde rahatsız olan bu ‘maskeli müşrik zihniyet’, kendisine has şeytaniyeti sonuna kadar işleterek İmamı Âzam’ı, bizim eserlerimizin tanıttığı tarihsel gerçekçilik kulvarının dışına çekip orada geleneksel Emevîci-saltanatçı imansızlığa paravan yapma sevdasını hâlâ sürdürüyor.
Şeytan ile şirkin zinasından doğmuş bu zihniyetin çocuklarından biri, benim İmamı Âzam anlatışımdan duydukları rahatsızlığı bana ağır hakaretlerle söverek ifadeye koymuş. Benim yazdıklarımı okuyup anlaması için dünyaya en az iki kez daha gelmesi gereken bu maskeli müşrik echelin hezeyanlarından anlaşılıyor ki, Emevîci müşrik çeteler, İmamı Âzam’ın gerçek çehresinin ve kimliğinin tanınmasından tedirginler.
Korkunun ecele faydası yok, ey maskeli şirk çocukları! Yalan ve aldatmayı sürekli egemen kılamazsınız. Vakti geldiğinde ‘hak tecelli eder’ ve her şey yerine oturur. Hukukçu, siyasetçi, kültür adamı kimliğiyle seçkin bir yeri olan İbrahim Vecdi Aksakal hemşerimin mektubu, söylediklerimin tanıklarından biridir. 16. Dönem Trabzon Milletvekili olan bu değerli aydınımız, hem genel kültürü hem de medrese usulü tahsili sayesinde din meselesine aşinadır. ‘İmamı Âzam Savunması’ adlı kitabımız için yazdıklarını şükranla aktarıyorum:
“Aziz hocam! Son olarak okuduğum, ‘İmamı Âzam Savunması’ isimli kitabınız beni çok yönlü etkilemiştir. Kısaca, şu iki hususa değinmekle yetineceğim: 1. Bu kitabın yazılmasında incelediğiniz kaynaklar bakımından beynim döndü. Nasıl bir çalışma, nasıl bir gayret ve ne güzel bir ifade! Bu kadar değişik kaynağa inip özgün metinlere atıf yapmak insanüstü bir gayret ve dikkat gerektirir. 2. Bu kitabı okuyunca Muhammed İkbal’in de işaret ettiği, İslam dünyasının düştüğü çok yönlü sarmaldan kurtulmanın güç olduğu yolundaki umutsuzluğum maalesef belirginleşti. Bununla birlikte, sizin yorulmak bilmeyen gayretleriniz günün birinde, gereken ışığı saçacaktır. Gücü olan her ilgiliye bu mecrada görev düşüyor. Siz fazlasını yapıyorsunuz. İnanıyorum ki, yaptığınız, ibadettir. Bu duygularla tebriklerimi ve saygılarımı teyiden ve tekraren arz etmek isterim.”
Kur’an ile uyanmadan mümin olamazsınız!
Kur’an, gaflet içinde kılınan namazların bile rahmet ve mutluluk değil, lanet ve hüsran getireceğini bildirmektedir. Kur’an’daki Maun gerçeği budur. Bizim insanlığın önüne koyduğumuz ‘Maun Suresi Böyle Buyurdu’ adlı eserin devrim niteliğindeki mesajı da budur. Uyanıp benliğinize kavuşarak özgürleşmeden Kur’an mümini olamazsınız, sadece raiyye yani hayvan sürüsü olursunuz ki kitleleri asırlardır, ‘Allah’ diye diye aldatıp uyutan Emevî dinciliğinin istediği de budur.
Ayşegül Çavdar yazıyor: “47 yaşında ilkokul mezunu bir kadınım. Babam okula göndermedi; bize doğruyu, yanlışı kendince öğretti. Rahmetli annem ve babamdan öğrendiklerimin çoğu yanlışmış. Allah senden razı olsun. Ayşe Özgün’den beri dinliyor ve izliyorum. Ben, şirk deyince Peygamberimiz zamanındaki gibi heykeller falan zannediyordum ama öyle değilmiş. ‘Maun Suresi, Şirk, Allah ile Aldatmak ve Kur’an’ın Yarattığı Devrimler’ adlı kitaplarınızı okumaya çalışıyorum. Kızlarım bana Anneler Günü hediyesi olarak senin İniş Sırasına Göre Kur’an Meali’ni aldılar; okumaya doyamıyorum. Bilerek, bilmeyerek yaptığım şirkleri bıraktım, tövbe ettim.”
“Bizi uyuttular. Senelerdir bir uyanışa ihtiyacımız vardı. Ben uyandım, eşim ve kızlarım sayenizde uyandık. Size dua ediyor, sizi anlamamı sağladığı için Rabbime şükrediyorum! Bu sana senelerdir hayalini kurduğum teşekkür mektubu. Açık yürekliliğini tebrik eder, cesaretini kutlarım. Bilgine, zekâna, aklına, fikrine hayranım. Seni doğurup büyüten anaya babaya duacıyım. Bu dünyada Allahıma bir nebze yaklaştıysam bunun sebebi sensin.”
İbrahim Özinan yazıyor: “İnsanların gerçek anlamda sizi anlayamamasından dolayı kendinizi üzdüğünüzü görüyorum. Kendinizi yalnız hissediyor da olabilirsiniz. Üzülmeyiniz. Tüm toplumlarda 'uyarıcı' olarak adlandırdığımız kişilerin başına gelen bir şeydir bu. Sizi mükemmelen anlayanlar da vardır.
“İnanıyorum ki, Allah Cebrail'i size yardım etmesi için serbest bırakmıştır. Kur’an mesajını temiz ve saf olarak tebliğ etmeye çalışan bir insana Allah yardım edecektir.”
“Kur’an mesajı toplumumuza kendi dilinde sizin tarafınızdan ulaştırılıyor. Bu durumda, kendisine vahiy ulaşmış bir toplum gibi sorumlu oluyoruz. Allah bizi eski kavimlerin durumuna düşmekten korusun! Toplumun tamamı sizi el üstünde taşısaydı buna şaşırırdık. Sizi anlayan insanların desteği sizin için yeterlidir. Bu kişiler ortalarda gözükmemektedir.”
Ahmet Yeşil yazıyor: “19 yaşındayım ve sizi çok yeni keşif ettim. Videolarınızı izlemeye çalışıyorum. Özellikle İslam’ın nasıl yozlaştığını merak ediyorum. Kafamda o kadar yanlış bilgi var ki doğruları ayırt ettirmiyor. Kitaplarınızı almak istiyorum ama param yok. Sadece Kur'an mealinizi alabildim. Ve İnşallah ileride çalıştığım zamanlar bütün kitaplarınızı almak istiyorum.”
Mekke müşrikleri bunlardan seviyeliydi
Bugün Türkiye’de dine musallat olan çıkarcı Maun mücrimlerinin, Kur’an’ın indiği zamandaki Mekke şirk oligarşisinin kodamanlarından daha zalim ve seviyesiz olduğunu Kur’an’ın ilhamı ve hüccetleriyle görüyorum, biliyorum. Halk da artık bu durumun farkında olmaya başlamıştır. Bu idrake örnek olacak birçok ileti var elimde. İkisini veriyorum.
Bülent Fıçıcılar yazıyor: “Öbür dünyada sözüm ne kadar muteber olur bilemem ama bu dünyada Allah’ın sizden razı olduğunu gönül rahatlığı ile ve boynuma bir borç olarak söylemek isterim.”
“40 yaşındayım. 20 yıldan beri sizinle tanışıklığım var. Tüm kitaplarınızı aldım ve okudum. Sizin müptelanızım. İslam ile ilgili tüm güzel ve doğru bilgileri sizden ve sizin önerdiğiniz referanslardan öğrendim ve öğrenmeye devam ediyorum. Muhammed İkbal’in ‘Bizim İslam'a en büyük faydamız, insanlığa bizim bu dini temsil etmediğimizi söylemek olur’ sözü vardı. 20 yıl önce belki söylenemezdi bu söz Türkiye’miz için ama şimdi söylenecek duruma getirdiler. Müslüman olduğumuzu söyleyemez duruma getirdiler. Şimdi de bunun yerleşik bir hal alması çabasındalar. Ve dünyaya da bu şekilde sunuyorlar; böyle tanınıyoruz. Siz söylemiştiniz, artık İslam denince örnek gösterilecek bir durumu kalmadı Türkiye’nin. Dedikleriniz yönünde bir gidiş var, görüyoruz. Çabalarınızın Allah katında karşılık göreceğine eminim. Ancak, mesajınızın bu dünyada da anlaşılmasını diliyorum. Ellerinizden saygıyla ve minnetle öpüyorum.”
Dincileri dinlerseniz Allah’ı dinleyemezsiniz!
Mustafa Yenihayat yazıyor: “İslam’ı bize öğrettiniz, Allahın kitabı Kur’an’ı bize gerçek anlatımı ile gösterdiniz. İslam’a yaptığınız katkılar, yazdığınız kitaplarla sonsuzluğa taşınacaktır.”
“Bir arkadaşımla internette tartışıyorum, İslam konusunda, dedim ki; ‘Kur’an’ı okudun mu?’ ‘Ben Arapça bilmiyorum, okuyan hocalarımdan, şeyhimden öğreniyorum’ dedi. Ben de şöyle dedim: ‘Peki, onun doğru anlattığına inanıyor musun, Kur’an’ın Türkçe meali de var, al kendin oku, öğren; başkasından duyduğuna niye inanıyorsun. Allah’ın ilk emri ‘oku’. Okuyacaksın, öğreneceksin, sonra da yazacaksın, okur yazar olacaksın.’ Adam diyor ki, ‘Kur’an Arapça inmiş, Arapça okunması gerekir’ dedim ki, ‘Allah, biz Kur’an’ı Araplar daha iyi anlasın diye Arapça gönderdik’ diyor. Yani peygamberimiz ve ashabı anlasın diye Arapça gönderiyor. Allah’ın kanunu bu. Maksat, gönderilenin anlaşılması.”
“Tv. programları ile geniş halk kitlelerine ulaşmayı tekrar sağlamalısınız. Havuz medyası ve yandaş medyada, baskılar nedeniyle yer bulamadığınız aşikar. Anadolu’da düzenlenecek seminer, panel ve oturumlarla insanlarla yüz yüze konuşmalı, sorulara cevap vererek doğruyu anlatmalısınız.”
Prometheus hepimiz için konuştu
Hepimizle kastım tüm namuslu aydınlardır. Yunan mitolojisindeki ‘aydınlık öncüsü’ Prometheus’un aşağıdaki sözü bütün zamanların bütün aydınlarının söylemidir. Aklı ve ışığı kullanmayı halka öğrettiği için şirk panteonunun ilahları tarafından cezalandırılan Prometheus, zincirde bağlı iken halka şunu söyler:
“Ben bunca acıya rağmen ışığı size getirdim; artık ona sahip çıkmak ve onu bir daha panteona (yedek ilahlar ekibine) teslim etmemek size kalmıştır.”
Bendeniz de, genelde İslam dünyasına, özel olarak da Türkiye halkına Prometheus’un o sözünü aynen söylüyorum. Bu yüzyılda ve yaşadığımız şu günlerde o sözü söyleme hak ve liyakatine sahip benliklerden biri olduğuma inanıyorum ve bu inancımı açıkça ifade ediyorum. Şükürler olsun, söylemim yankı bulmaya başlamıştır. Bazı örnek iletiler sunacağım. Kendimi övdürmek için değil (çünkü buna asla ihtiyacım yok), tarihe notlar bırakmak için.
Ali Can Ağcaoğlu yazıyor: “23 yaşında bir üniversite öğrencisiyim; Alevi bir vatandaşım. Ailemde ibadetler yapılmadığı ve konuşulmadığı halde sizin sayenizde artık Kur’an okuyorum ve Kur’an’da gösterilen 3 vakit namazı kılıyorum. Şu dünyada yapmak istediğim bir şey varsa o da bir gün sizinle tanışıp elinizi öpüp size teşekkür etmektir. Şu zamana kadar sadece ‘Allah ile Aldatmak’ ve ‘Şirk’ kitaplarınızı okuyabildim. Umarım ilerde tüm diğer kitaplarınızı okuma şansım olur.”
Av. Engin Yeşilyurt yazıyor: “İsrafil’in sura üflemesiyle senin eserlerinle vicdanlara üflemen aynı şeydir. Bana göre, 21. yüzyılın İsrafil’i Yaşar Nuri Öztürk’tür. Her bir eseri bir kıyamet, her bir yazısı bir mahşer, verdiği her bilgi bir haşirdir.”
Seda Sunar yazıyor: “Size sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Bizleri derin bir uykudan uyandırdınız. Bugüne kadar elimize almadığımız Kur'an'ı sayenizde anlayarak okumaya başladık. Bizden yüzyıllardır sakladıkları İslam’ın gerçeklerini anlamaya başlıyoruz.”
Canan Şimşek yazıyor: “Siz bana ve benim gibilere yolunu bulmayı öğrettiniz, nereden başlamamız gerektiğini gösterdiniz. Başkasının istediği gibi olmayı değil, kendimiz olmayı öğrettiniz ve en önemlisi hakka nasıl ve hangi yoldan gideceğimizi gösterdiniz.”
“Bu millet, aklı başına geldikten sonra yatıp kalkıp size dua edecek ama ne faydası olacak namus, şeref, akıl bittikten sonra. Siz hiç çizginizi bozmadan bize her gün yeni ufuklar açıyorsunuz. Allah size hakla, Hakk’ı anlatmayı nasip etmiş, en muhteşem göreve tayin etmiş.”
Fazıl Say’ı susturamazsınız!
Fazıl Say’ın eserlerini cumhurbaşkanlığı korosunun listesinden çıkarmışsınız. Size yakışanı yapmışsınız. Siz onun eserlerini listeden çıkardığınız sırada o, Pekin’de konser veriyordu. Her konser verdiği yerde biletler birkaç gün öncesinden bitiyor. İnsanlık onu dinlemeye devam ediyor. Sizin saltanatınız er geç sona erer ama Say ve benzerlerinin saltanatı ölümsüzdür.
Neden yasaklıyorsunuz Fazıl Say’ı? Sizi eleştiren birkaç cümle söylemiş diye. Siz ne biçim zihniyetsiniz! Susturmadığınız adam kalmadı. Hiç değilse küresel bir sanatçıya tahammül edecek kadar basiretli olun. Hiç değilse göstermelik olarak bu kadarını yapın! Kur’an’dan aldığım bir tabiri kullanacağım: “Kin ve öfkeniz sizi öldürüyor.” Bu öldüren ruh hali, sanata, müziğe, Fazıl Say’a da yasak getiriyorsa durum çok vahim demektir.
‘Baş nefsi emmâre’ ferman etmiş: “Bizi eleştirenin ağzı kapatılacak.” Peki, bir ihbarda bulunayım: Sizi en ağır eleştiren Allah, Peygamber ve Kur’an. Onları da düşman belleyip susturacak mısınız? Maun suresi sizi yerden yere çalıyor. Onu Kur’an’dan çıkarıp atacak mısınız? Kur’an’la alay edenleriniz oldu ama Maun suresini Kur’an’dan çıkarıp atamazsınız.
CUMHURİYETİ KUTLAMAK MI!
Yarın 29 Ekim, Cumhuriyet Bayramı. Fazıl Say’ın susturulduğu bir ülkede, siz gelin de Cumhuriyet Bayramı kutlayın, Cumhuriyet coşkusu yaşayın! Hayır, efendim, hayır! Fazıl Say’a yasak getirilen bir ülkede cumhuriyet coşkusu falan olmaz; cumhuriyet için yas tutulur. Bir kara talih çökmüş ülkenin üstüne! Elveda güzelliklere, estetiğe, coşkuya. Ve böyle olunca da elveda sevgiye, kardeşliğe, kaynaşmaya, paylaşmaya.
Fazıl Say, yaşanan rezalet üstüne tam sanatkârca bir tokat vuruyor karanlığa; diyor ki, “Siz bence müziği toptan yasaklayın!”
Hiç şüpheniz olmasın, ayaklarını o kıvamda sağlam bastıklarında müziği toptan yasaklayacaklardır. Zaten, ‘yandaş ulema’, uzun zamandır kıyıdan köşeden hazırlık yapıyor, konuşup yazıyor, müzik haramdır diye. Hatta bu ‘ulema’ denen neûzu billahlar içinde müzik helaldir diyenleri kâfir ilan eden öküzler bile var. Bir sabah kalkarız ki, müzik toptan yasak. Benzeri çok şeyin ‘bir sabah kalktığımızda’ yasak hale gelmiş olduğunu görmedik mi?
Bu kaosun adı dincilik. Bu kaosu ikinci sıraya atacak bir belaya insanlık henüz tanık olabilmiş değil. Eğer Kur’an’a sorarsanız, olamayacak da. Çünkü bu belanın dayanağı, kitlelerin Allah ile aldatılmasıdır. Ve Kur’an’a göre, Allah ile aldatılmayı etkisiz kılamayanların iflahı mümkün değildir.
Yazımızı, Zeynep Oral’ın konumuzla ilgili bir cümlesiyle bitirelim: “Bilin ki, korkunç bile değilsiniz! Sadece gülünçsünüz! Dünyanın alay konususunuz! Parmakla gösterilen ucubelersiniz.”
Cumhuriyet’ten Cahiliye’ye
Emevî dinciliği, özgürlük ve aydınlığımızın simgesi olan cumhuriyetin her gün bir dalını kopararak hayatımızı Afganlaştırıyor. Nimetlerini tepe tepe kullandığı bir değeri, akıl almaz bir nankörlükle yok etmeyi amaç bilen bu katranlı saplantının vücut verdiği yıkımın tarihimizde bir eşi görülmemiştir. Bakalım, bu millet bu yıkımın altından da kalkabilecek mi?
Ülke, Cumhuriyet’ten Cahiliye’ye götürülüyor. Emevî’nin çapsız bir versiyonu olan bu zihniyet, Cumhuriyet’in Kur’ansal gerçeklere tamamen uygun olan devrimlerini, dinleştirdiği Arap gelenekleriyle örselemektedir. Yani bu katranlı dehşet, ‘dindarlaştırmak’ perdesi altında bizi Cahiliye şirkine teslim etmektedir.
Umudumuzu yitirmiyoruz. Yitirmememiz gerektiğini gösteren dayanaklar, gelişmeler var. En önemlisi; bilgi, bilinç ve iman filizleri çok güçlü bir gençlik var. Şimdi onlardan birinin, 14 yaşındaki Cankat Coşkun’un idrak ve iman belgesi gibi duran mektubunu veriyorum.
“14 yaşındayım, Anadolu Lisesi’ne gidiyorum. Cumhuriyet genci olmaktan gurur duyuyorum.
“Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ü anlayabilen, doğru yorumlayabilen çok az kişilerdensiniz. Sizi televizyonda gördüğüm ilk anda size hayran kaldım. Sadece Cumhuriyet hakkındaki değil çok farklı konulardaki görüşleriniz ufkumu genişletti. Yıllardır cebini doldurmak isteyen kimseler her konuda yalan söylediler ve en vahimi, dini buna âlet ettiler. İnsanlar, dine eklenmiş uydurmalar yüzünden ya dinden soğudu ya da onların himayesi altına girdi. Cumhuriyete ve Atatürk’e nefret kusan kesimler hep dini kullandılar ve uyuyan kitleleri rahatça kandırdılar. Söyledikleri her yalanla bir puan daha elde ettiler.”
“Hiç kimse Atatürk ve din hakkında doğru düzgün bir açıklamada bulunmadı. Sizden ricam, bilgilerinizi paylaşmanız. Cumhuriyeti ve gerçek dini savunmada şu anda bize yardım edebilecek tek kişi olduğunuzu düşünüyorum.”
Canan Şimşek yazıyor: “Dün Cumhuriyet Bayramı idi. Her ne kadar çoğu kişinin bilincinde olmasa bile, bugün bu Cumhuriyetin sayesinde özgür ve güçlüyüz. Ben sizin bayramınızı kutlamak istiyorum; çünkü sizin yarattığınız devrimler Atatürk devrimlerinin devamıdır.”
Aliye König Almanya’dan yazıyor: “Türkiye şu anda işgal altında. Bence siz, Türkiye’ye Allah tarafından gönderilmiş birisiniz. Atatürk de Allah tarafından gönderilmiş biri idi. Atatürk savaş meydanlarında açık savaşlar verdi; siz ise gizli saldırılara karşı savaşıyorsunuz. Ben kendi adıma da Türk milleti adına da sizi gönderdiği için Allah’a şükürler ediyorum. Ne olur, hakkınızı bu millete helal edin!”
Halil Dortkas Norveç’ten yazıyor: “Sevgili pirim! Allah bütün Türkiye’nin ömründen alıp sizin ömrünüze katsın! Siz olmasaydınız biz bu yobaz dincilerle ilmen, fikren nasıl mücadele ederdik! Bu fani dünyadan çok erenler, pirler geldi geçti. Bu bin yılın en büyük pîri tartışmasız sizsiniz. Sizden daha ulu bir pîr görmedim. Daha söylenecek çok şey var ama kısa keseyim. Âlemlerin Rabbi sizi korusun!”
Atatürk’e düşmanlık tutkusu üstüne
Mahmut Emin yazıyor: “Kitaplarınız, yazılarınız, TV sohbetlerinizle çok büyük işler yaptığınızı daima teslim etmekteyiz. Cumhuriyet ile ilgili yazınızı ve okuyucularınızın mektuplarını okudum. Hem duygulandım hem de üzüldüm. Duygulandım, çünkü, özellikle gençlerin bakış açıları heyecanlandırdı. Üzüldüm, zira hemen sizin yazınızdan sonra, yine bir akademik unvanlı kişinin yazısını okudum. ‘Öldüm öldüm dirildim’ derler ya, inanın o hali yaşadım. O kişi de bu ülkede unvanların tamamını almış siz de. Olabilir, insanların görüşlerinde farklılıklar olmalı ki, ilim ilerlesin. Lakin bunu söyleyecek kadar da rahat değilim, emin olunuz.”
“Bahsi geçen hocanın yazısından kendisine ait fikirleri not edeyim de ne demeye çalıştığım iyice anlaşılsın:
“Müslümanların karşı çıkmaları gereken ilke laiklikmiş. Türkiye’de devlet dine cephe almış, halkı dinsizleştirmeye yönelmişmiş. Devlet, din hayatına müdahale ve dindarlıkla mücadele etmişmiş. Devlet, dinin yerine bilimciliği ikame etmeye çalışmışmış. Bazı Batı ülkelerinde olduğu gibi yumuşak bir laiklik uygulansa bile Müslüman buna razı olamazmış. Yasama, yürütme, yargı, denetim gibi alanlarda, daha doğrusu hayatın her noktasında, meşruiyet kaynağının din olması gerekirmiş.”
“Bence, savaş cephesi açmış bu hoca kılıklı kişi. Yazınızın giriş bölümü bu gibilere ne güzel de cevap olmuş.
“Hocam, varlığınız bizi sevindiriyor. Ne olursunuz şu utanmazla kavgaya tutuşmayınız. Onları umursamamak galibiyetin ilk şartıdır.”
BUNLARDAN ANLAYIŞ BEKLEMEYİN!
Sevgili Mahmut Emin! Umursamamak olmaz; umursarım ama kavgaya falan tutuşmam, çünkü bunun vakit kaybetmekten öte bir işe yaramadığını bilirim. Bu adamlar, bu söylediklerini inandıkları için değil, virüslü kanlarında yer etmiş Türk düşmanlığını tatmin için yapıyorlar.
Bu düşmanlıklarını tatmin için yıllardan beri dünyanın bütün haçlı-emperyalist güçlerine en rezil perdeden uşaklığa bile tenezzül ettiler, ediyorlar. Ve etmeyi sürdürecekler.
Hep söyledim yine söyleyeyim: Haçlı kodamanlar bunlara, faraza, deseler ki, “Sizin kin ve nefretle dolu olduğunuz Mustafa Kemal’in anıt kabrini yerle bir ederiz ama Kâbe’yi de yerle bir ederiz. Atatürk’ün yok edilmesini bu şartla kabul ediyor musunuz?”
Evet, haçlı kodamanlar bunu sorsalar, bilesiniz ki, bu kahpeler, bu şartı kabul ederler. Maun suresi dincilikleriyle o surenin lanetlediği namazları bu kabule engel olmaz. Bunların akılcılık, Türklük ve Atatürk düşmanlığı böylesine kuduz bir düşmanlıktır. Durum budur; herkes aklını başına alsın!
Atatürk’e nankörlüğün cezasını ödeyeceğiz!
Bu ceza faturasını hem biz hem İslam dünyası hem de Batı ödeyecek.
Bizim ve Müslüman dünyanın nasıl ödeyeceği, şu andaki ödemelerden belli oluyor. Batı ise bu faturayı, Atatürk aleyhine besleyip palazlandırdığı ‘Müslüman’ yaftalı beyinsizlerin yaratacağı kahırlar ve çektireceği acılarla ödeyecek. Batı, Atatürk bahsinde kaşıkla aldığını kepçeyle geri vermenin hüsranını mutlaka ve muhakkak yaşayacaktır.
Atatürk bahsinde bütün konuşup yazdıklarım, tarihin ve Kur’an’ın verileriyle vücut bulmuştur. Zaman bunu da gösterecektir. Anılan tanıklığın yardımıyla yarattığım üç eser, son derece önemlidir: 1. Türk Kurtuluş Savaşının Kur’anî Boyutları: Büyük ihtimalle üç cilt olacak bu eser henüz yayınlanmadı. 2. Atatürk Gerçeği: Bu eser de henüz yayınlanmadı. 3. Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı: 2012 yılında yayınlanan bu eser, tüm ezberleri bozan bir tarih tezidir.
Kurtuluş Savaşı’ının verildiği ana coğrafya olan bugünkü Türkiye’nin, Mustafa Kemal aydınlık ve nimetine muhatap olmuş kitlelerinin bu eserin kıymetini layıkıyla idrak ettikleri kanaatinde değilim. Tıpkı Mustafa Kemal’in kıymetini layıkıyla idrak edemedikleri gibi…
Tarihin diyalektiği bu ‘görmezden gelinen kıymet’i bir gün elbette gösterecek ve kitlelerin diliyle de ifade edecektir ama gecikmenin faturası ağır olacaktır. Bugün için sevindirici olan şudur: Halkımız, özellikle dinciliğin çektirdiği büyük ıstırapların itişiyle hem Mustafa Kemal’in hem de bizim eserlerimizin anlam ve önemini fark etmeye başlamış bulunuyor. Şimdi, o fark edişe örnek olan mektuplardan örnekler görelim.
Mustafa Yıldırım yazıyor: “Kur'an Verileri Işığında Tasavvuf’ kitabınızın II. cildinin, ‘Kalabalık Dedikleri’ bölümündeyim. Bu bölümü okumaya başlayınca ‘Kur’an Pencersinden Kurtuluş Savaşı’ kitabınızı hatırladım. Düşünüyorum da, acaba diyorum, Mustafa Kemal de kalabalığa hiç beklemediği bir ihsan ve iyilikte mi bulundu? Ona ihanet edildi. Ya Kur’an’a yapılan ihanete ne demeli?!” “Aydınlanmamıza vesile oldunuz; gayretinizin dünyada örnek bir aksiyon oldu.”
Atatürk olmasaydı aydınlanmamız başlamazdı.
Burak Otkum yazıyor: “Ben 28 yaşında müzisyen bir gencim. Küçük yaşlardan itibaren Rabbimin kim olduğunu, dinimin nasıl olduğunu araştırmaya başladım. Çok okudum, çok dinledim. Ne yazık ki hurafeleri okumuş, dinlemişim. Düşünün ki müziğin dinen caiz olmadığına inandırılmaya çalışılmış bir müzisyenim. Neyse ki yirmili yaşlarımın başında sizi tanıdım. İçine düştüğüm bataklıktan Rabbime şükürler olsun, siz beni çıkardınız. Aklın ve bilimin Allah’ı aramada ilk kural olduğunu bize siz öğrettiniz. Rabbim sizi insanlığın başından eksik etmesin!”
İslam dünyası bir gün Atatürk’e dönecek!
Fuat Tıska yazıyor: “Hocam, gün geçmiyor ki sinir bozucu bir olay olmasın. Boko Haram isimli örgüt Nijerya'da 200 kız öğrenciyi kaçırdı. Boko Haram, batı eğitimi haram demekmiş. Tabii ki İslam dünyasına bakınca harama ne kadar dikkat ettiğimiz ortadadır. 200 kızı pazarda satacaklarmış. Bu beyinlerin ülkemizde olmamasının en büyük sağlayıcısı başta Atatürk, sonra sizsiniz. Atatürk'e havlayanların niyetlerinin bir Boko Haram düzeni olduğunu biliyoruz. ‘Osmanlı'nın huzuru gerekli’ diyen, sonra da bu herifleri sevenlerin Müslüman olmadıkları kesindir.”
“İslam dünyası ateş altında kavrulurken, Osmanlı kurulacak diye bekleyenler mümin midir? Âlemin çiti-çubuğu yanarken yumurtasını pişiren bu adamları dinleyenler az değil. Pek çok kişi bugünlerde ‘Canım, tamam, Atatürk büyük adamdı ama Çin'e bak, Amerika'ya bak’ diyor. Atatürk'ün o ülkelerdeki etkisinin farkında değiller.”
“Atatürk fikri bugün, büyük bir İslam Konfederasyonu oluşturabilir. Gel gör ki, sizin deyiminizle, kitaplı ve kitapsız angutlar nedeniyle Atatürk sıkışıp kaldı. Ama ben Ortadoğu'da Atatürk'ün tekrar dirileceğine inanıyorum. Tarih bunu istiyor. Ortadoğu, yaşadıklarının esaret olduğunu fark ettiğinde bir kurtarıcı arayacak. İşte o Atatürk'tür. Ama beyinleri 'raiyye' olanlar bunu anlamaz.”
Hakan Elüman yazıyor: “Eskiden körü körüne Arap örflerini, mezhep yorumlarını Kur’an’ın emri sanırdım. Tv. programlarınızdan sonra kitaplarınızı okumaya başladım, dinimi öğrendim. Sayenizde Atatürk'ü çok sevdim. Şimdi, sizin kitaplarınızdan aldığım bilgilerle dincilere karşı gerçek dini anlatmaya çalışıyorum. Bu adamlar bizi dinden çıkarmışlardı.”
Özgür Gedik yazıyor: “Sizinle tanışmam 20’li yaşlarımda televizyon ekranlarında oldu. O güne kadar acayip, vahşi, tüm canlıların hakkına saygısız bir dine insanmışım. Sizi izlediğim ilk gece, ellerimle göğsümden beyaz bir güvercin çıkarıp göklere uçurdum. Siz benim ve geleneği dinleştiren ailemin dünya ve ahiretini kurtardınız. Ruhumun kurtarıcısı oldunuz.”
Erkan Duru yazıyor: “Ey Yaşar Nuri! Sen bizden vazgeçsen de biz senden vazgeçmeyiz. Söylediklerini ‘fırçalamak’ olarak algılayanlara bakma! Bu onların nasipsizliğini gösterir. Seni dinleyince aç ruhumuz doyuyor, insan olduğumuzu hatırlıyoruz ve Allah'a imanımız bir kat daha artıyor. Sen, asil kanının son damlasına kadar yaz, biz seni dinlemezsek Büyük Huzur’da gel hakkını al!”
Orhan Kızılkoşan Hollanda’dan yazıyor: “Allah’a giden yolumdaki pislikleri temizlediğin için sana minnettarım. Allah senden razı olsun. Çocuklarıma vasiyet edebileceğim tek servetsin.”
‘Sosyete hocası ’ ve fesat mollası (1)
Aşağıdaki mektup, biraz sonra tanıtacağımız fesat şebekesinin zulümlerini yakından tanımış ama Allah’ın lütfuyla şebekeden yakasını kurtarmış genç bir aydının tanıklığını önümüze koymaktadır. Tarihin ve Tanrı’nın huzurunda birlikte okuyalım.
Ahmet Kırbıyık yazıyor: “33 yaşındayım ve bir devlet okulunda öğretmen olarak çalışmaktayım. Köşe yazılarınızı, tv programlarınızı ve eski programlarınızın videolarını takip ediyorum. Tokat gibi sözleriniz beni kendime getiriyor. Lise yıllarındayken Ayşe Özgün Hanım’la yaptığınız programları izlerdim. Ancak o zamanlar ‘cemaat’ öğrencilerindendim ve söyledikleriniz bana komik, ciddiye almaya değmez gelirdi. Sizi bir ‘sosyete hocası’ olarak görüyorduk. Bu yüzden hakkınızı helal etmenizi diliyorum. Son yıllarda Türkiye'de olup bitenlerin gerçeğini kavradıkça, sizin Türk-İslam âlemi için değeri ölçülemez, yeri doldurulamaz bir düşünür olduğunuzu anladım.”
“Laikliği İslam'ın bizzat istediği bir kavram olarak nitelemeniz beni düşünmeye sevk etti. Gördüm ki, yaşadığımız coğrafyada özgürlüğü, kardeşliği ve eşitliği bizim gibi yaşayan bir Müslüman toplum daha yok. Bunu laik toplum yapısına borçluyuz. Şükürler olsun ki, Atatürk gibi bir lider bu topraklardan geçmiş. Ve sizin gibi bir İslam âlimi, bize dayatılan Arap âdetleri ve hurafeleriyle doldurulmuş dinin gerçeğini bize öğretiyor. İslam dininin akılla, bilimle, laiklikle çelişmediğini, çelişir gibi göstermenin saltanat dincilerinin bir illüzyonu olduğunu sayenizde öğrenmiş bulunuyoruz.”
GAYRETULLAH’A DOKUNDULAR!
‘Sosyete Hocası’ nitelemesi, pislikleri ‘Paralel Yapı’ tartışmalarıyla ortalığa saçılan emperyalist haçlı yamağı fesat şebekesinin beni etkisiz kılmak için kullandığı şeytanî bir karalama tabiridir. Bir yandan bana devrin cumhurbaşkanı ile birlikte ‘Halkla İletişim’ ödülü verdiler, bir yandan da fesat tezgâhları işleterek itibarımın altını oymaya çalıştılar.
Ben, bütün varlığım ve gayretimle Kur’an’a hizmet ettim, onlar beni etkisizleştirmek için ‘sosyete hocası’ diye sürekli karaladılar. Ben de onları Kur’an’a havale ettim. Ve Kur’an onları çarptı, belalarını verip dünya âleme rezil etti.
Fesat şebekesi, bize yakıştırdığı tabir yüzünden çok beddua aldı. O beddualar, yerine ulaştı. Fesat şebekesinin, on yıl boyunca Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkmak ve Türk Ordusu’nu tasfiye etmek üzere, saltanat dinciliği ve haçlı emperyalizmle oluşturduğu işbirliği, çıkar çatışmaları yüzünden dağıldı ve bu iki karanlık yapı birbirlerini yıpratmaya başladı.
‘Sosyete hocası’ nitelemesine karşı bir söylem geliştirmiştim: ‘Fesat Mollası’. Fesat Mollası, fesat şebekesinin takkeli başı için kullanılmıştır. Bu şebekede her şey, emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirildiğinden, beni nitelemede kullandıkları o tabirin mucidi de şebekenin başıdır. Bunu yıllar önce kendilerine de söyledim ve bu zulme son vermelerini rica ettim. Ne fayda! İtham ve iftira dozunu daha da arttırdılar.
Sosyete hocası’ ve Fesat Mollası (2)
Fesat Mollası’nın tahrip şebekesi, bir yandan beni, halkı uyandırmaya yönelik gayretlerim yüzünden ‘dini sosyetenin keyfine uydurmak’ gibi zalim bir ithamla karalarken, öte yandan, Vatikan'da Papa’nın, ABD’de CIA’nın huzurunda arzı ubûdiyet ederek, Atatürk, Cumhuriyet ve Türk Ordusu aleyhinde işletilen intikam politikalarında, aynı amaçlı dinci ve dinsiz herkesle ortak hizmete koyulmakta hiçbir sakınca görmedi.
Maun talancısı maskeli müşrikler tarafından ‘marka Müslüman’ı’ diye itham edilip itilen insanları kucaklayan mesajımızı ‘cehennemliklere hizmet’ ve ‘dinden taviz’ olarak niteleme vicdansızlığını gösteren fesat şebekesi, bu dediklerini bizzat kendisinin ve hem de Kelimei Şehadet düşmanı emperyalist güçlerle işbirliği halinde yürüttüğünü, tarihin tanıklığından uzun süre kaçıramadı. Pislikleri ortalığa döküldü ve dünya âleme rezil oldular.
Cumhuriyet tarihinin en büyük zulüm ve hıyanetlerinin faili olan fesat şebekesi, müstahak olduğu cezanın sadece bir kısmını bulmuştur. Kötülüklerinin faturası elbette ki bu kadarla ödenmiş olamaz; daha ödeyecekleri pek çok fatura var. Ortağıyla birlikte ocaklar söndürmüş, canlar almış, gözyaşları döktürmüş, yürekler yakmışlardır. İçine gömüldükleri pislikleri, kanları, irinleri okyanuslar bile temizleyemez. Tek temizleyici cehennem ateşidir. Tanrı ve tarih sabırlıdır; Cenabı Hak o temizliği de yapacaktır elbette!
Fesat Şebekesi’nin çelişkileri
Fesat Şebekesi’nin başındaki Fesat Mollası, kendisine ‘Asrın Mevlana’sı’ (!) diye methiyeler düzdürdüğü bir sırada, eski tahrip ortağı Atatürk düşmanları tarafından ‘asrın Müseylimetül kezzabı, âlim müsveddesi, bozguncu başı, Haşhaşî çete lideri…’ gibi nitelemelerle suçlanır oldu. Dedik ya, Allah âdildir.
Fesat Şebekesi’nin Allah ile aldatma üzerine oturan ve Atatürk Cumhuriyeti’ni tahrip amacına yönelen faaliyetleri, İslam’ın hemen hemen bütün düşmanlarıyla işbirliği kurmasını, yirmi dört saat Kur’an’la nefes alıp veren bize ise saldırmasını gerekli kılmıştır. Bütün hayatımızı Kur’an’a hizmete vakfetmiş olmamız onların vicdanlarında bize karşı en küçük bir acıma ve sevgi hissi uyandırmadı. Nefsi emmârelerinin buyruğundan bir milim dışarı çıkmadılar.
Ben, yer aldığım bilim ve fikir kulvarının icabı olarak kendileriyle en küçük bir çekişmeye, kavgaya girmediğim halde benden feci biçimde rahatsız oluyorlardı. Sebep açık ve net: Ben akılcı, Kur’ancı ve Atatürkçü idim.
Fesat Mollası, hurafeleri din yaparak kitleleri aldattığı için akılcı olamazdı. ‘Kur’an İslamı’ diyenleri ‘sapık’ ilan etme illetine duçar olduğu için Kur’ancı da olamazdı. Ve nihayet, Cumhuriyet, aydınlık, bağımsızlık, özgürlük düşmanı olduğu için Atatürkçü de olamazdı. Fesat ocağını başarılı kılmak için nereye sığınacaktı? Adresler belli: Kelimei Şehadet ve Türk düşmanı haçlı emperyalizmle onun Türkiye içindeki Atatürk ve akıl düşmanı işbirlikçileri. Fesat Mollası ve şebekesi, zaferini bunlarla işbirliğine uyarladı.
'Ebu Zer’ mesaj ve mücadelesini tanımalıyız!
Yıllardır benim sözünü ettiğim, sizlerinse ha bire sorup durduğunuz kitap çıktı. Dosyası yirmi küsur yıl önce açılan ve tam adı ‘Emevî Dinciliğine Karşı Mücadelenin Öncüsü: Ebu Zer’ olan kitap 400 sayfa ve beş bölüm.
Birinci Bölüm, Ebu Zer’in hayatını, misyonunu ve çektiği ıstırapları anlatıyor.
İkinci Bölüm’de Ebu Zer mücadelesinin fikir planı genel çerçevesiyle ele alınıyor. Bu bölüm şu fasılları içeriyor: 1. Emevî Hanedanının Kur’an Mesajına Darbesi, 2. İsyan Ahlakının Unsurları, 3. Korkunun Üstüne Çıkış, 8. İman ve İtaat, 9. Ebu Zer Ahlakının Yedi İlkesi, 10. Ebu Zer Ahlakının Omurgası: Melâmet
Üçüncü Bölüm’de Ebu Zer’in fikrî ve fıkhî kişiliği inceleniyor. Bu bölümün temel fasılları şunlar: 1. Servet Azgınlığına ve Kamu Malı Talanına Karşı Mücadelenin Öncüsü, 2. Ruhçu Sosyalizmin Yolunu Açan Sahabî, 4. Tarihin İlk Radikal Toplumcusu.
Dördüncü Bölüm, Ebu Zer mücadelesinin Kur’ansal dayanaklarını tahlil etmektedir. Ana fasıllar şunlar: 1. Kur’an’ın Mülk Kavramında Sakladığı Mesaj, 2. Kur’an’da Ezenler-Ezilenler Diyalektiği, 3. Servet ve Servet Sahipleri, 4. Paylaşımcı Toplum ve Paylaştırıcı Devlet Talebi, 5. İsraf Yasağı, 6. Kamu Malına Tecavüzün Lanetlenmesi, 7. Ebu Zer Mesajının Muhammedî Öğreti Açısından Durumu
Beşinci ve son bölümde, Ebu Zer ruhunun kitlesel zuhurları, başka bir deyişle Ebu Zer Ruhu Taşıyan Müslüman İsyanlar ele alınmıştır. Ana başlıklar şöyle: 1. Zenc İsyanı veya Köleliğe Karşı Savaş, 2. Karmatî İsyanı veya Sarıklı Feodalizme Karşı Savaş, 3. Babaîler İsyanı, 4. Simavnalı İsyanı, 5. Patrona Halil İsyanı, 6. Taksim Özgürlük Direnişi
Bu bölümlerin her birinde verilen bilgilerin her biri, İslam dünyasının, özellikle Allah ile aldatılan Türkiye’nin mutlaka ve muhakkak tanıması gereken mesajlar içermektedir. Yaptığımız iş, zaten bu mesajları vermektir. Vicdanın ve Kur’an’ın bizden istediği de budur. Halkımız bunu layıkıyla yaptığımızın idraki içine girmeye başlamıştır. İşte itiraf örneklerinden bazıları:
İlyas Kocakaya yazıyor: “Sizi elimden geldiğince takip etmeye, anlamaya, özümsemeye çalışıyorum. Sizin sayenizde Fâtiha suresindeki ‘doğru yolda, nimet verilenler yolunda’ olduğumu hissediyorum. Siz bu karanlıklar içindeki ülkeyi aydınlatmaya çalışan bir ışıksınız. Sağ olun ve her daim var olun!”
Osman Tolga Kayan yazıyor: “Sevgili Yaşar Nuri! Bu millet senin cumhurbaşkanı olduğun bir ülkede yaşamayı hak etmedi. Şu an o makama oturanı hak ediyor. Allah herkese layık olduğunu işte böyle verir. Acılar çekilsin ki, diyet ödensin! Bu yaşananlar ve yaşanacak olanlar önümüzdeki kuşaklara ibret olacak. Büyük Atatürk ‘Türk milleti zekidir, çalışkandır, ahlaklıdır” derken bir gerçeği değil, bir temenniyi dile getiriyormuş.”
Ebu Zer kitabım, ‘Aksaray’ için yazılmadı!
Önce bir mektubu okuyalım, sonra konuşalım.
Arif Gümüş yazıyor: “Bugün dikkatimi çeken bir noktayı sizinle paylaşmak için yazıyorum. Aksaray’ın inşaatı bitip kullanıma başlandıktan kısa bir süre sonra sizin ‘Ebuzer’ kitabınız çıktı ve ben bu ismi bu sarayın yapım sürecinde, buna paralel sizin kitabınız çıkana kadar hiçbir muhalifin ağzından duymadım. Bugün haberlerde ve programlarda Ebuzer'den bahsedildiğini gördüm. Kılıçdaroğlu, ekranlarda, ‘Kendi paranla yaptıysan israf, milletin parasıyla yaptıysan haram’ diye bağırıyor. Ebuzer’i anlatan film sahnesinde Ebuzer’in ‘Bu sarayı yık!’ dediği sahne gösteriliyor.
Ben o an tebessüm ettim ve aklımda sizin tarihin akışıyla paralel gittiğiniz fikri uyandı. Sarayın bitiminden sonra sizin kitabınızın çıkmasının tesadüf olmadığına inanıyorum. Allah, size bu ülkenin refahını görmeyi nasip etsin.”
O ‘muhalifler’ benim söylediklerimin hangisini ben söyleyinceye kadar biliyorlardı? Ebu Zer’i de bilmiyorlardı elbette. Daha bilmedikleri neler var, neler! Yazıp söylediğimiz halde alıntı yaptıkları birkaç cümleyi bile eksik aktarıyorlar.
Bu dert, sadece muhalefetin değil, tüm siyasetin. Muhalefettekiler böyle de iktidardakiler farklı mı? Hayır! Onların durumu daha da acınası. Siyasîlerin büyük bir kısmı okumuyor, okuyanlarının önemli bir kısmı da okuduğunu anlamıyor. Düzelir inşallah!
Aklımdan bile geçmedi
Bütün vicdanımla söylüyorum, Ebu Zer kitabımı baskıya verirken ‘Aksaray’ veya ‘Karasaray’ aklımdan bile geçmedi. Böyle şeyler hakkında ancak soru sorulursa konuşurum.
Hem o dört yüz sayfalık kitap öyle birkaç ayda yazılıp bitecek bir kitap mı? Siz kitap yazmayı ne sanıyorsunuz? Ben o düşündüğünüz türden kitap yazanlardan değilim. Benim her kitabım benim bütün hayatım demektir. Ebu Zer kitabının dosyası, önsözünde de söylediğim gibi, otuz yılı aşkın bir zaman önce açıldı. Yıllardır yayınlamam isteniyor. Nihayet yayınlandı.
Gündemle kitabım arasında bir tevafuk olmuşsa, onu bana Allah'ın bir lütfu, tarihin diyalektiğinin bir bağışı sayarım. Buna benzer ne ‘tevafuklar’ var o kitapta. Demek ki bir ilim ve fikir adamı olarak istikamet üzere gidiyorum. Bu ülkenin refah ve mutluluğunu inşallah hep birlikte görürüz.
Has Bahçe gerçeği ve Halil İnalcık'a şükran
Yeni çıkan ‘Ebu Zer’ adlı eserimizin beşinci ve son bölümünde, İran Sasanî İmparatorluğu zamanında başlayıp Selçuklularla devam eden ve Osmanlı İmparatorluğu’nda israf, şer ve şirkin doruklarına tırmanan ‘has bahçeler’ ayrıntılanmıştır.
Bu bölümün ana kaynağı, ‘Şeyhül Müverrihîn’ (Tarihçilerin Üstadı) diye anılan dev tarih bilgini Prof. Dr. Halil İnalcık’ın şaheseri ‘Has Bağçede Ayşu Tarab’ adlı kitaptır. (İş Bankası Yayını, 2011) İnalcık’ın, bilim ve kültür tarihimizde bir devrim olarak gördüğümüz bu kitabındaki verileri Kur’an açısından tahlile tâbi tutarak 6 asrı aşkın bir zamanın Allah ile aldatma serüvenini bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyoruz.
Bugüne kadar üstü örtülen gerçekler, bu tahlillerle gün ışığına çıkmakta ve asırlardır aldatılan kitlelerin vicdan kulaklarına üflenmektedir. Bu tahlillerin deşifre ettiği gerçekler kavranmadan ne tarihimizi anlamamız mümkündür ne de Allah ile aldatılmaya son vermemiz.
Türkiye’nin anasını, dinini ağlatan saltanat dinciliği (veya Emevî faşizmi), Türkiye insanına en büyük kötülüğü, bu tahlillerle önümüze konan gerçekleri saklayarak yapmıştır. Halil İnalcık üstadımıza, tahlillerimize imkân veren malzemeyi hazır hale getiren şaheserini yazıp yayınladığı için minnet ve şükran arz ediyor, mesaisini tâzimle anıyoruz.
İlim malzeme verir, müçtehit ve müceddit düşünürler de Allah’ın lütfettiği terkip ve felsefe yeteneğiyle bu malzemeyi değerlendirerek insanlığa yön veren reçeteler çıkarırlar. Böylece, Allah veya Allahsızlık ile aldatılıp susturulan kitlelerin ufku, yolları açılır.
İtiraf iletileri gösteriyor ki, ufku ve yolu açanlardan biri de biziz. Tanrı’ya sonsuz şükürler olsun!
Kayseri’den yazan ve adını saklı tutmamı isteyen bir bayan okuyucum şöyle diyor: “Sizden Allah bin kere razı olsun. Sizi ne kadar çok sevdiğimi, size nasıl saygı duyduğumu bir anlatabilsem! 30 yaşındayım ama arkama şöyle bir baktığım zaman, doğumumdan 25 yaşıma gelinceye kadar, yani sizi gerçekten dinleyip anlayana kadar, ömrümün koca bir bölümü hurafelerle saptırılmış din düşmanlarıyla geçmiş. İyi ki varsınız.”
“Tüm kitaplarınızı alamıyorum. Ya çocuğumun süt parasını kesip kitaplarınızı alacağım ya da kitapları almayıp o derin bilgilerinizden mahrum kalarak çocuğumun karnını doyuracağım. İmkânım olsa sadece kendime almakla kalmayıp etrafımdaki dini saptıran din düşmanlarıyla Müslüman görünümlü şeytanların gözüne sokup ‘Alın okuyun da adam olun!’ diyeceğim.”
Nur Yaşar yazıyor: “1940 doğumlu, Jeoloji yüksek mühendisiyim. Uzun yıllardır sizin ve kitaplarınızın takipçisiyim. Ebu Zer kitabınızı okudum, özellikle 5. bölümdeki görüş ve uyarılarınız için teşekkür ederim. Kitabınızdan 5 adet aldım, bugün 5 adet daha sipariş verdim. İstedim ki, arkadaşlarım, dostlarım da bu bilgilerden faydalansın.”
‘Her şeye rağmen temiz kalmak’
Başlığı, bir okuyucumun mektubundan aldım. Kültür, zekâ, feraset ve karakter üstünlüğü her satırında belirginleşen bu mektup, yeni çıkan ‘Ebu Zer’ adlı kitabımın yarattığı duygularla yazılmış. Başlık, Ebu Zer kişiliğinin, Ebu Zer mesaj ve mücadelesinin bir ifadesi sayılabilir. Ebu Zer, ‘her şeye rağmen temiz’, tertemiz kalmanın sembolüdür.
Ne mutlu bana ki, bu duyguların vücut bulmasına ve onların benimle paylaşılmasına tanık oluyorum. Şimdi gözyaşı kadar samimi, yürek acısı kadar yakıcı mektuplardan bazılarını okuyalım:
‘Ümit’ rumuzlu okuyucum yazıyor: “Ebu Zer kitabınızı aldım. Daha önsözünde gönüller fethediyorsunuz. Ne mutlu size ki, Cansız Hoca gibi bir hocanız olmuş ve ne mutlu Cansız Hoca'ya ki, sizin gibi bir öğrencisi olmuş. Önsöz’ünüzün bir başka güzel yanı, sizin kişiliğinizin daha iyi anlaşılmasını sağlaması. Sizi anlayamayan insanların, kişiliğinize ve yetişme ortamlarınıza ilişkin detaylarla, sizi kendilerine daha yakın hissedeceklerini ve anlattıklarınızı daha kolay kavrayacaklarını düşünüyorum.”
“Zulümler ve zalimler dünyayı ‘siccîn’e çevirdi. Zulüm, çocuk veya ihtiyar ayırmıyor, zayıf-biçare ayırmıyor, kardeşkanı demiyor, hiçbir sınır, hiçbir destur tanımıyor. Zalimlerin başarılı olması için iyi insanların sessiz kalarak zalimleşmesi yeterli. Olan bitene engel olmaya gücü yetmeyen, ama tüm kalbiyle tiksinen insanların, ‘temiz kalmak’ için azmi bileniyor. Her şeye rağmen temiz kalmak, işte bütün mesele bu!”
“Bunca ıstırap bizleri alazlayıp dururken, bazılarımızın olsun gönül gözleri açılıyor, görünenin arkasındaki o asıl gerçek daha belirginleşiyor. Toplumun zerrelerine yayılmış zulmü yaşlı gözlerle izleyen insanlara sizin varlığınız bir rahat nefes oluyor. Bize de, satır aralarında Allah'a şöyle sığınmak kalıyor: “Rabbim! Ne olur, aç kapıyı, ben geldim! Sana layık olmadığımı biliyorum ama eğer sen kapıyı açmazsan, gidecek başka yerim yok!”
Can Yetkin yazıyor: “Üç kelime sadece: Sizi çok seviyoruz. Bir de küçük bir tespit: Bir insan sizdeki bu enerjiyi, bu özgüveni, bu cesareti, bu özgürlüğü, hakkı böylesine haykırabilmeyi ve zulme böylesine karşı çıkabilmeyi ancak Allah’ın kelamından aldığı güçle elde edebilir. Sevgiler.”
Mustafa Özuzun yazıyor: “25 yaşında bir mühendisim. Ömrümde sizin kadar donanımlı bir insan daha görmedim. Sizi okurken, izlerken resmen bilgi fışkırıyor kaleminizden, dilinizden, gözlerinizden. Allah sizin gibi insanları bu toplumun başından eksik etmesin. Okumayan ve araştırmayan bir toplum olarak sizin gibi değerlere görsel medyada büyük ihtiyacımız var. Gerçekten çok değerlisiniz. Ne olur, yılmayın, yorulmayın!”
Tanrım! Öğretmenler Günün kutlu olsun!
‘Tanrı’nın meslektaşları’ tüm öğretmenlerin öğretmenler gününü kutluyorum.
Başlık sizi şaşırtmasın. Tanrı’nın mesleği olur mu demeyin. Tanrı’nın temel iki mesleği olduğunu Kur’an’dan öğrendim: Yaratıcılık, öğretmenlik. Unutmayalım: Tarihin bütün yaratıcı benlikleri aynı zamanda birer öğretmendir. Onların en büyüklerinden biri olan Gazi Mustafa Kemal’e bakın. O aynı zamanda kara tahtada dersler veren bir öğretmendir. Dinci dinsizlerin, galiba, padişahların has bahçe-işret arenalarıyla karıştırarak eleştirdikleri Gazi sofralarında kara tahta ve kucak dolusu kitap vardır. O sofralar, padişahların has bahçelerinde kurulan şarap, esrar ve oğlancılık ‘sofay-ı hümayunlar’ı değil, dershane sofralarıdır.
Tanrı’nın aynı zamanda bir öğretmen olduğunu ifade eden 22 ayet var Kur’an’da. Kullanılan kelime ‘öğretmen’ anlamında kullanılan muallim kelimesinin fiil şeklidir. Tanrı’nın öğretmenliğini ifade için, 22 yerin 11 tanesinde geçmiş zaman (âlemle: öğretti), 11 yerde de geniş zaman (yuallimu: öğretir) kullanılmıştır.
Çarpıcı noktalardan biri de şudur: Cenabı Hak, Kur’an’ı öğretmesinden söz ederken kendisini Rahman sıfatıyla öğretmenlik yapan bir kudret olarak tanıtıyor: “O Rahman! O öğretti Kur'an'ı, O yarattı insanı, O öğretti ona beyanı.” (Rahman, 1-4)
İnsana kalemle yazmayı, kalemi kullanmayı öğreten de Tanrı’dır ve bu gerçek, Kur’an’ın ilk vahyedilen ve “Oku!” emriyle başlayan beş ayeti içinde verilmiştir: “O'dur kalemle öğreten/kalemi kullanmayı öğreten O’dur! Bilmediği şeyi insana O öğretti.”
Kur’an’a göre, öğretmenlik aynı zamanda vahyi getiren melek Cebrail’in de mesleğidir. (bk. Necm suresi, 5) Ve onlarca ayete göre, öğretmenlik tüm peygamberlerin ortak mesleğidir. Yani öğretmenlik bir Tanrı, Cebrail ve peygamber mesleğidir. Bundan anlaşılır ki, bir toplumun mutluluğu hak edip etmediği bu mesleği temsil edenlere verdiği değerle ölçülecektir.
En büyük mutluluklarımdan biri de bu Tanrı mesleğine mensup olmamdır. İki yıl liselerde beden eğitimi ve Fransızca hocalığı, 27 yıl da, yurtiçi ve yurtdışında üniversite hocalığı yaptım. Milletimin çocukları beni unvanlarımın en yücesiyle anmaya başlamıştır. Hem de ‘Türk Milletinin Hocası’ nitelemesiyle! Gelen iletilerin çoğu bu yüce unvana atıf yapıyor. Mutluluğumu tarif etmeye gücüm yetmez.
Güzide Filiz iki ileti göndermiş. Şimdilik, öğretmenler günüyle ilgili satırlarını alıyorum:
“Büyük Türk Milletinin Sevgili Yaşar Nuri Hocası! Öğretmenler gününüzü en içten, en güzel dileklerimizle kutlar, size daha nice sağlıklı ve güzel yıllar temenni ederiz. Ulusumun değerli öğretmeni, rehberi, ışığı Yaşar Nuri Öztürk Hocam! Milletinizi aydınlatmaya çalışıyorsunuz, yoğun çalışmalar içindesiniz; Allah size kolaylıklar versin! İyi ki varsınız!”
Evet, Ebu Zer derman olur!
“Ebu Zer kitabınız bana derman oldu” diyor bir okuyucum. Evet, Ebu Zer, hakkıyla okuyup değerlendirenlere derman olur. Bireysel düzeyde de derman olur, toplumsal çapta da derman olur.
Ebu Zer’in verdiği eylemli mesajlar, Kur’an vahyinin temel mesajlarıdır. O mesajların bin küsur yıldır üstü örtüldüğü için biz onlardan yararlanamadık. Çünkü o muhteşem mesajları bilmiyoruz, yadırgıyoruz, yok sayıyoruz. Ve böyle yaptığımız için de iki yakamız bir araya gelmiyor, daha doğrusu belamızı buluyoruz.
Ebu Zer mesajını bilmeyenlerin cezası, Muaviyeler tarafından yönetilmektir. Ve işte biz bu cezayı çekiyoruz, o günahın faturasını ödüyoruz. Ve daha ödeyeceğiz…
Şimdi, bu idrake ulaşmış okuyucularımdan aldığım bazı iletileri sizinle paylaşacağım.
Burak Tuncel yazıyor: “Almanya’da yaşayan bir gazeteci ve tiyatro sanatçısıyım. Felsefe ile ilgilenen ve 4 kitabın gerçek mesajını anlayan kişiler şu dönemde çok kahırlı günler geçiriyor. Her yerde niteliksiz, sadece midesini düşünen insanları gördükçe kahroluyorum, içimde yanardağlar patlıyor ve geceleri uyuyamıyorum. Mevlana, ‘Gören göz uyuyamaz’ diyor. Biliyorum ki, sizin sayenizde hakikati arayanlar ve bulanlar azınlıktalar ama asla yalnız değiliz, asla!”
“Bu kahırlı günlerde Ebu Zer kitabınız bana çok büyük derman oldu ve onun sayesinde içimde yeni devrimler gerçekleşti. Ümit ederim ki, bu millet bunun kıymetini geç olmadan anlar.”
Eren Almacı yazıyor: “Bütün kitaplarınızı okudum. Yeni çıkan Ebu Zer de dâhil. Artık kendime Kur’an mümini diyorum sizin sayenizde. Sizi övmek isterim ama bu çok uzun olacağı için geçiyorum. Artık Arap Alevileri sizden Hz. Ali-Muaviye çekişmesini anlatan ve Hz. Muhammed'in ehlibeytinden bilgiler veren kitap bekliyor. Sizin ayrıştırıcı değil, birleştirici özelliğinize hep vurgu yapılıyor. Allah size uzun ömür versin!”
Sinan İgar yazıyor: “Bizleri derin bir uykudan uyandırarak gerçek İslamiyet’in ne olduğunu anlattınız. Sizi dinlerken dünya ile ilişkim kesiliyor, âdeta farklı evrenlere yolculuk yapıyorum.”
Arif Gümüş yazıyor: “Kaleme ve satır satır yazdıklarına yemin eden Allah'a şükrediyorum ki, sizin gibi bir ilim ve fikir adamını bu ülkeye nasip etti. Bu ırmak hep aksın Hocam! Allah'a sadece inanmakla kalmayıp ona güveniyorum: İsim ne olursa olsun, sizden önce olduğu gibi sizden sonra da o ‘ruh’ dünyaya gelmeye devam edecektir.”
Sıkılmaması gereken eller
Ebu Zer, yani Hz. Muhammed’e iman etmiş dördüncü kişi ve Hz. Muhammed’in “Güneş bu Ebu Zer’den daha dürüst bir insan üzerine doğmamıştır” diye yücelttiği büyük ruh, Emevî hanedanına mensup olan üçüncü halife Osman döneminde valilik yapmış olan kişilerle karşılaştığında onların birçoğunun ellerini sıkmamıştır.
Mesajın ihtişamı da ürperticiliği de Ebu Zer’in gösterdiği gerekçede saklı. Diyordu ki Ebu Zer, “O eller, Müslümanların mallarından bir şeyleri aşırmış olabilir.” (Ebu Zer, s. 137)
Sadece ‘Olabilir’ bunu yaptırıyorsa, milyar Avro'luk talanları yapan ellerin durumu nedir? Cevap belli: Maun suresi o elleri ve onların sıvazladığı alınları lanetliyor. Bunu bilmek, ardından da eylemli tavır koymak zorundayız. Aksi halde, çocuklarımıza mutlu yarınlar bırakamayız.
Şükürler olsun ki, sıkılmaması gereken pis ellerle o ellerin sıvazladığı kirli alınları fark etmeye başlayan bilinçli bir kuşak vücut bulmaktadır. İşte o kuşaktan sarsıcı sesler:
Murat Kırgeç yazıyor: “2009 yılından beri okuduğum ‘Surelerin İniş Sırasına göre Kur’an-ı Kerim Mealinizden, Allah’ın gerçek dinini öğrendim. Buna vesile olduğunuz için sonsuz teşekkürlerimi sunarım.”
“Ülkemizde son yaşadığımız süreçler, vicdan sahibi her insanı rahatsız etmektedir. ‘Allah ile Aldatmak’ adlı eserinizdeki en son bölüm her şeyi özetliyor: ‘Allah ile aldatmanın saltanat devri: AKP iktidarı dönemi.”
“Benim nazarımda ülkemiz artık İsra suresi 16. ayetin tecelli aşamasına gelmiştir. Allah ile aldatma odaklarının yaptıkları ve halkımızın bunlara karşı yaşadığı akıl tutulması birçok ayette Kur’an mucizesi olarak karşımızdadır. Maun suresinde, kamu hakkı talanı ve riyakârlık, Kasas suresi 41. ayette, ateşe çağıran önderlere dikkat çekiliyor, Bakara suresi 104. ayette, ‘Sürüleşmeyin’ emri veriliyor, Yunus suresi 100. ayette, Allah’ın, aklını kullanmayanlar üzerine pislik indireceği gösteriliyor.”
“Eserlerinizde her zaman söylediğiniz gibi, Lanetlenen Soy Emevîler’den beri gelen yobaz tezgâhı artık felaket boyutunda. Belirttiğiniz üzere; ‘Bu millet Mustafa Kemal Atatürk’e yaptığı nankörlüğü çok ağır ödeyecektir.’ Bu Millet artık hak ettiği cezayı ödemeye başlamıştır. Bedel giderek daha da ağırlaşıyor.”
Murad Selimov Bakü’den yazıyor: “Kur’an’ı bize doğru olarak siz anlatıyorsunuz. Şükranlar size, bizi aydınlattığınız için, bize doğru yolu gösterdiğiniz için. Biz Kur’an’ı okumuyoruz, hep duvarlara asıyoruz bezek eşyası gibi. Kur’an’ı okuyup anlamadığımız için, başımıza bin musibet geliyor.”
Maun Sarayı'nın düşündürdükleri
Bir Maun harcaması olan ve bu haliyle bir kamu hakkı ihlali oluşturan Maun Sarayı, yıllar ve yıllar Atatürk’ü israf, lüks, milletin malından saçıp savurma gibi tamamıyla tersi doğru olan iftiralarla karalayan zihniyetin çocuklarının eseridir.
Bir milletin Kurtuluş ve Aydınlanma savaşını hem de dünyaya karşı vermiş ve başarmış bir önderin, savaş yıllarında karargâh gibi kullandığı ve sonradan cumhurbaşkanı konutuna dönüştürdüğü mütevazı Çankaya Köşkü’nü bir israf ve debdebe arenası gibi tanıtanlar bir de baktık, iki bin odalı Maun ve Karun sarayı için milletin beş katrilyona yakın parasını harcamışlar.
Hani bunlar dindardı, ‘Muhammedî sünnete uygunluk’ iddiasında kimselere laf bırakmıyorlardı. Hani, ‘Sahabe-i kiram hazarâtının o kanaatkâr, yarı aç, yarı tok hayatları bunlar için temel örnekti.’ Devleti bunlar yönetseydi, ‘Mustafa Kemal’in israf sofraları’ yerine gariban halk sofralarında karın doyuracaklardı.
Bunların tümü yalan, tezvirat ve aldatma imiş!
Demek ki, bütün o iddiaları, imkânları ellerine geçirinceye kadardı. Mühür ellerine, koltuk altlarına gelince o sözlerin hepsi uçup gitti; yerine tağutlaşmış nefsi emmârelerinin hegemonyası oturdu. Anlaşılmıştır ki, o dillerine doladıkları ‘sünnet, kanaatkârlık, sahabe’ gibi sözler gırtlaklarından aşağı geçmeyen Allah ile aldatma malzemesidir.
Maun Sarayı sakininin makamında, ama Gazi Paşa’nın o küçücük ‘köşkü’nde, bunlara göre asla dindar olmayan Ahmet Necdet Sezer de görev yaptı. TBMM’nin Köşk için takdir ettiği yıllık bütçenin üçte birini yılsonunda devlete geri verdi. Parayı harcamamış, âdeta esirgeyip tutmuş ve milletin hazinesine iade etmişti. Yerine gelen ‘dindar’ (!) Abdullah Gül’ün durumu şu: Meclis’in takdir ettiği rakamı yılın ilk birkaç ayında harcayıp ek ödenek istedi. Ve onun ardından gelen ‘baş dindar’ (!) RTE…
Aman Allah’ım! Deniz Feneri hamisi, Kumpas Davaları ‘savcısı’, 17 Aralık kahramanı RTE, ek bütçelerle falan tatmin olamazdı. Onu tatmin için her şeyden önce bir Maun Sarayı gerekliymiş. O yapıldı. Hakka saygılı hangi adamın eli, ‘Asrın Muaviye Sarayı’ da diyebileceğimiz bu kara sarayın bir tuğlasını alıp şöyle bir sıksa avucundan neredeyse mazlumların kanı damlayacak. ‘Garip gureba, fakir fukara’ edebiyatıyla oralara tırmanan ‘müheykel nefsi emmâre’ hazretlerinin, insanlığın önüne koyduğu şu kusturucu tezada bakın!
Hep dillendirdiğim tez doğruymuş: “İman imkân yaratır ama imkân iman yaratmaz.” Kurtuluş Savaşı birincinin, yaşadığımız günler ikincinin belgesi. İşte bunu fark eden iletilerden biri: Bedri Dinçer yazıyor: “28 yaşındayım ve hemen hemen bütün kitaplarınızı okudum. Özellikle üç kitabınız beni çok etkiledi. Birincisi ‘Allah ile Aldatmak’, ikincisi ‘Maun Suresi Böyle Buyurdu’ ve üçüncüsü de ‘Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşına Bir Bakış’. Bence bu üç kitabı, başta gençler, bütün milletin okuması gerekir. ‘Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’ kitabınızın son bölümünde ‘İman ve İmkân’ ilişkisine değinmişsiniz. Bu konuyu tv. programlarınızda açamaz mısınız?”
‘Kötülük toplumu’ bağlamında Maun Sarayı
Kur’an’ın temel kavramlarından biri de ‘kötülük toplumu’ (kavmu sû’) kavramıdır. Bunun tamamlayıcısı olan ikinci kavram ise ‘kötülük yurdu’ (sûü’d-dâr) kavramıdır.
Kur’an, kötülük toplumunun barınacağı coğrafyanın bir ‘kötülük yurdu’ olacağını bildiriyor. Böylesi bir yurt, lanetlik günahları işleyenlerin yurdudur: “Lanet var onlar için ve yurtların en kötüsü onlarınki.” (Ğâfir, 52)
Zühruf 54-56. ayetlere göre, kötülük toplumunun temel alameti, zalimlere itaattir. İncil buna ‘Katil-haydut Barabbaslara itaat’ diyor.
Kötülük toplumu yönetiminin göstergelerini de vermiştir Kur’an. Bu göstergeler genelde lanetli yönetimin, özel olarak da Emevî yönetiminin göstergeleridir. Bu göstergelerin ayrıntılarını ben, ‘Lanetlenen Soy’ adlı eserimde verdim. Bunlar Emevî faşizminin de göstergeleridir:
1. Halkı canının derdine düşürmek, 2. Kötülüğü yapanları değil, kötülüğü deşifre edenleri cezalandırmak, 3. Eleştirenleri süründürmek, 4. Devlet hazinesini talan etmek ve ettirmek, 5. Allah ile aldatmak, 6. Vakarlı âlimleri etkisiz kılmak. (Ebu Zer, İbn Mesûd, Ebudderda, Ubâ-de bin Saamit, Ebu Saîd el-Hudrî gibi sahabî âlimlerle İmamı Âzam başta olmak üzere birçok Tâbiûn âlimi çeşitli bahanelerle işkencelerden geçirilip etkisiz hale getirildi.)
Emevî firavunlarınca kullanılan temel etkisizleştirme isnatları şunlardı: “Hadisleri inkâr ediyorlar, ümmeti fitneye ve isyana itiyorlar, kadere karşı çıkıyorlar...”
Basım sırasını bekleyen kitaplarımdan biri ‘Kötülük Toplumu’ adını taşıyor. Kötülük toplumunun yapısını önümüze koyan bu kitap, kavramı ayrıntılayan 7 surenin de tefsirini vermektedir. Yani bu kitap, benim birkaç ciltlik tefsir çalışmamın küçük bir bölümüdür.
Nedir kötülük toplumu ve nedir böyle bir toplumun Maun Sarayı ile ilgisi? İlgi şu: Bir toplum, Maun ihlallerine seyirci kaldığında ‘kötülük toplumu’ damgasını yer ve o seyirci kaldığı Maun ihlalcilerinin eliyle belasını bulması mukadder (kaçınılmaz) hale gelir.
Türk toplumu, işte böyle bir toplumdur ve bunun en şaşmaz kanıtlarından biri de, Maun Sarayı’nın banisine yüzde elli oyla, o saraya oturma şansı vermesidir. Elbette ki, o şansı veren toplum kadar o şansın verilmesine ‘düşük idrakleri’ ile yol açan sözde siyasetçiler de belalarını bulacaklardı. Ve bulmuşlardır. Daha da bulacaklar. Çünkü Allah’ın vaadi haktır. Ra’d suresi 11. ayetin belirlediği süreç tamamlanacaktır. Bunu tarihle birlikte biz de izleyeceğiz.
“Ceza amel cinsindendir” ilkesi İslam idrak ve irfanının temel ilkelerinden biridir. Bu ilke, hep işleyecek. Türk halkının, ödüllendirdiği Maun mücrimlerinin elinden çekeceği ceza, tarihin diyalektiğince kesilen faturaya uygun olarak tamamlanacaktır. Bu gerçekleri bilen kozmik vicdanlar, bu halka artık dua da etmiyorlar. Çünkü böyle bir dua, tanrısal kararlara itiraz anlamına gelir. Kozmik vicdan, tanrısal kararlara asla itiraz etmez.
Şarkıcı Beyonce ve dinci makaracılar
ABD’li ünlü şarkıcı Beyonce, müzik dünyasının en önemli ödüllerinden biri olan Grammy’e damgasını vurdu: 6 kategoride ödüle aday gösterilmiş. 2010’da 10 dalda aday gösterilmiş, bunların 6 dalında ödüle layık görülmüştü.
En ünlü şarkıcılardan biri olan Beyonce, aynı zamanda dünyanın en güzel kadınlarından biri. Son zamanlarda bir başka güzelliğe imza attı Beyonce: Instagram’da Kur’an ayetleri paylaştı. Umarım, Kur’an onu rahmetiyle kucaklar. İnşirah suresinin 5 ve 6. ayetlerini paylaşmış. Bu kısa ayetleri, devamı olan 7 ve 8. ayetlerle birlikte okumak lazım. Hayatî mesajın tamamı bu bütünlük korunduğunda çok daha iyi fark edilir:
“5 Zorluğun yanında bir kolaylık mutlaka var! 6 Zorluğun yanında bir kolaylık muhakkak var! 7 O halde, bir iş ve oluştan boşalır boşalmaz yeni bir iş ve oluşa koyulup yorul! 8 Ve yalnız Rabbine yönel!”
Bu ayetler, hayatın zorluklarını aşarak başarıya ulaşmış insanlar için istikamet pusulası, gibidir. Yaşayıp görenlerden biri de benim. Ben o ayetleri, yıllar önce ünlü bir hattata yazdırıp tablo yaptım ve çalışma salonumda masamın tam karşısına astım. Çünkü o ayetler benim kurtarıcı rotam, enerji kaynağım, rehberim, sığınağımdır. Her gün onlarca kez okurum onları.
Beyonce, tebrike layıktır. Kur’an’ın insanoğluna verdiği erdirici mesajların en önde gelenlerinden birini seçme idrakini gösterebilmiş.
Gerçek gâvur kim?
Beyonce, samimi, temiz ve mert bir vicdanla bakmış Kur’an’a ve hayatî kodlardan muhteşem iki taneyi hemen yakalamış ve öteki insanlarla hemen paylaşmış. Beyonce kim? Gayrimüslim bir şarkıcı. Dincilerin saldırgan ifadeleriyle söylerseniz ‘çırılçıplak bir kâfir, gâvurun teki.’
Şimdi biraz geriye gidin ve Bakara suresiyle ‘Bakara makara’ diye alay eden bir hayasızı hatırlayın. 17 Aralık soyguncularından biri olan bu herif, Emevî dinciliği başefendisinin yanından ayırmadığı bir bakan-siyasetçi.
Gerçek şu ki, İslam dünyasının en hızlı dincileri içinde, ‘gâvur’ diye damgaladıkları Beyonce ve benzerlerinin pabucu bile olamayacak herifler düşünülenden çok fazladır. Beyonce’ın yaptığıyla dinci talancıların yaptıklarını yan yana koyun ve sorun: Gerçek gâvur kim? Evet, “Gâvur kim?” sorusunu artık ciddi bir gündem yaparak insanlığın önünde enine boyuna tartışmanın zamanı gelmiştir.
Kur’an’ın verilerini seslendirerek söylüyorum: Bu tartışma yapılırsa çıkacak sonuç şu olacaktır: En ürkütücü, en tehlikeli, en sakınılası gâvurlar, İslam dünyasının dincileri içindedir ve onların en önde gidenleri de her düzeydeki Maun talancısı gürûhtur.
Ben de sizin yüreğinizden öperim!
Yaşlarını bilmediğim için öyle söyledim. Yaşları uygunsa ellerinden de öperim. Onlar, kırk yıllık çile pahasına vücuda gelmesini sağladığım ve ‘Kur’an mümini nesil’ diye andığım ‘altın nesil’in seçkin idrakleri. Mektuplarını okuyunca siz de o kanıya varacaksınız.
Miraç Cem Yardımedici yazıyor: “Cumhuriyetin Fikrî Tarihi içinde ilahiyat bağlamında tartışılan hangi konu varsa, hepsinde genel çerçeve sizin ortaya koyduğunuz isnadı sağlam tezlerle, size karşı konan hissî reddiyelerin çatışması şeklinde özetlenebilir. Bu sebeple sizin yeriniz tarih, Tanrı ve toplum indinde hep müstesna olacaktır.”
“Allah katındaki mevkiinizi siz ve Allah bilebilirsiniz. Toplumdaki durumunuz ise kitaplarınıza olan ilgiden ve aydınlattığınız insanların teveccüh ve şükranlarından anlaşılıyor. Yüz yıllardır değişmeyen bir paradigma üzerine kurulu geleneksel din anlayışına, Kur’an’ı ve aklı, yerine göre bir babanın şefkat tokadı, yerine göre de zalime indirilen bir balyoz gibi vurmanız, daha şimdiden tarihteki seçkin yerinizi almanızı sağlamıştır.”
“İnsanlık var oldukça birileri sizi hayırla yâd edecek ve fikirleriniz yüz yıllar sonra bile tazeliğini koruyacaktır. Çünkü dayanağınız akıl ve Kur’an'dır. Atıflarınız hep bu iki kaynağadır.”
“Dua ederim ki, eserleriniz tarihi ve insanlığı hep aydınlatsın ve aynı zamanda eleştirilebilirliğini de korusun. Çünkü eğer ‘la yüs'el’ (sorgulanamaz) bir konuma getirilir, sizden önceki âlimlere yapılanlar sizin fikirlerinize de yapılır da dinin bir rüknü halini alırsanız bu size yapılabilecek en büyük ihanet olur. İmamı Âzam ne kadar Hanefî'dir, Mevlana Mevlevîliğin neresindedir? Marks bir Marksist midir? Atatürk'ün Kemalistliğinden söz edilebilir mi? Hepsi de akılla billurlaşmış insan idiler ama fikrî durulukları, takip edenlerce döküldükleri kalıplarda bulandı. Bunun olmaması için size ayrıca dua ediyorum. Hürmetle ellerinizi öperim.”
Numan Ergun yazıyor: “34 yaşında bir takipçinizim. TV. programınızı hep izledim, evimizde cilt cilt bulunan kitaplarınızı küçüklüğümden beri okudum. Sayenizde dinimizi öğrendik. Namazımızı Türkçe okuyarak kılıyoruz. Günümüzdeki soytarıların neler yaptığını da sizin sayenizde öğreniyoruz ve ibretlik dersler çıkarıyoruz. Yüce Rabbim size uzun ömürler versin! Ellerinizden öperim.”
Hülya Korkmaz yazıyor: “Kötülük Toplumu’ başlıklı yazınızda bahsettiğiniz ‘kozmik vicdan’ sözünden sizi ve kozmik yolculuklarınızda konuştuğunuz büyük ruhları anlıyorum. Bu ruhlar artık Türkiye için dua etmiyorlarsa bu ülke gerçekten kaybetmiş demektir. Tüylerim diken diken oldu.”
Ahmet Demir yazıyor: “Karanlık dünyamızı aydınlatmak için var gücüyle çalışıp çabalayan, Peygamberimiz Hz. Muhammed ve Atatürk'ten sonra gelen hak adamı Yaşar Nuri Öztürk! Dünyada hiçbir hazine sizin kadar değerli olamaz.”
Ebu Zer ruhlu bir devlet başkanı
Dünya bu. Bir yanda nüfus kâğıdıyla ‘gayrimüslim’, ruhu ve kişiliğiyle Ebu Zer gibi Müslüman devlet başkanları, öte yanda resmî kimliğiyle ‘müslim’, ruhu ve şahsiyetiyle firavun devlet başkanları. Hangisi Hz. Muhammed’e daha yakın?
Aşağıda sözlerini aktaracağım Uruguay Devlet Başkanı Jose Mujica mı yoksa İslam coğrafyalarının bol bol Maun namazı kılan Maun sultanları mı? Ey bütün temiz kalmış vicdanlar! İslam Peygamberi’nin en yakın arkadaşlarından biri olan Ebu Zer’i anlatan son kitabımı da okuyarak bu soruya cevap verin!
Vicdanlar, buna benzer yüzlerce soruyu sormalı ve cevapları üzerinde gece gündüz kafa yormalı. Aksi halde ne Müslüman olabiliriz ne de insan. Muhammed’e yakın olmanınsa hayalini bile kuramayız. Muhammed’e yakın olmayı birkaç rekât namaz kılmak, tıraş olmamak, kendisi gibi düşünmeyenleri iftira ve kumpaslarla zindanlara tıkmak olarak düşünenlere yazıklar olsun! Gökler ve melekler onlara veyl etmiştir; tüm varlıklar onlara veyl etmektedir.
Dünyanın en fakir Cumhurbaşkanı olan Uruguay Cumhurbaşkanı Jose Mujica bakın ne diyor: “Ben insanların geceleri yatacak bir saçak altı bile bulamadıkları bir dünyada, başkalarının beş yüz metrekarelik malikânelerde yaşamasını anlamıyorum. Evsizler için ev, suyu olmayanlar için su lazım, ekmek lazım. Sen böyle bir dünyada özel uçağım olsun diyorsun.”
“Eski ruhanî tanrımızı kendi ellerimizle kurban ettik ve artık market tanrının tapınağındayız. Ekonomimizi, politikamızı, alışkanlıklarımızı, yaşamlarımızı bu yeni ‘tanrı’ düzenliyor ve mutluluğun yeni adresi olarak bizlere faiz oranlarını, kredi kartlarını veriyor. Bizler, artık tüketmek için yaşıyoruz ve tüketemediğimiz zaman derin hayal kırıklığına uğruyoruz.”
“Bana fakir denmesi yanlış, ben tutumlu bir insanım. Ben elimde hafif bir bavulla dolaşıyorum. Asıl özgür, yaşamak için çalışıp kazanan insandır.”
Kur’an’ın rahmeti ve Muhammed’in şefaati seni kucaklasın Jose Mujica! Senin şu sözlerinin altına, Ebu Zer’in imzasını atsak kimse yadırgayamaz. Keşke bu sözler, ‘Müslüman’ kimliği taşıyan bir devlet başkanının ağzından çıksaydı! Ne yalan söyleyeyim, kıskandım seni Jose Mujica. Müslüman olarak seni kıskandım ama insan olarak seninle gurur duydum.
Söyleyin bakalım, şu Uruguay Devlet Başkanı mı daha Muhammedî-Müslüman yoksa bizim, dünyanın en zengin devlet başkanı sayılan Maun Sarayı sakinimiz RTE mi? Sorunuza daha rahat cevap bulmak için Maun Sarayı sakininin, Deniz Feneri soygunu ile 17 Aralık yolsuzlukları ardından yaptıklarını yeniden hatırlayın! Başbakanlığından sonra oluşan aile boyu korkunç servetinin nereden geldiğini de vicdanınıza sorun.
Kur’an ve Muhammed, Maun mücrimlerini hiç aralıksız lanetlemekte, onlardan Allah’a sürekli şikâyette bulunmaktadır. Bu şikâyet ve lanetin elbette bir sonucu olacaktır.
Takva ruhu Papa’da mı, Diyanet Reisi’nde mi?
Pazar günkü yazımda, aynı soruyu, Maun Sarayı sakini RTE ve Uruguay Devlet Başkanı Jose Mujica ile mukayeseli biçimde sormuştum. Ve Jose Mujica’nın Ebu Zer iman ve şahsiyetine Maun Sarayı sakininden çok daha yakın olduğunu göstermiştim.
Şimdi çok daha vahim bir durum çıktı ortaya: Bu kez, başında sarığı, çenesinde sakalı ve kimliğinde ‘Diyanet İşleri Başkanı’ yazılı bir şahsın korkunç bir Maun harcaması gündem oldu. Gelen iletileri buraya alamam. Gerçekten ürpertici iletilerdir. Hepsi, Diyanet’i, ‘çok ağır’ bir ithamla ‘Hıyanet işleri’ ve başkanı da ‘Maun mücrimi’ olarak anıyor.
Mesele şu: Basına göre, Diyanet Vakfı bütçesinden Diyanet İşleri Başkanı’na bir milyona (eski rakamla, bir trilyon) S500 bir Mercedes araba, Diyanet bürokratlarına da çeşitli markalarda otomobiller ve 16 tane de minibüs alınmış. Reis, bu trilyonluk araca itiraz etmemiş.
Diyanet bir açıklama yayınladı. ‘Özrü kabahatinden büyük’ sözünün çarpıcı örneği olan bu açıklamaya göre, bu araçlar alınmış ama Vakıf bütçesinden değil, doğrudan doğruya devletin parasından alınmış.
Bu ne demek? Bunun ne demek olduğunu Ebu Zer’in Muaviye’ye söylediği sözden çıkaralım: “Ey Muaviye, bu sarayı kendi parandan yaptırdıysan bu bir israftır ve israf haramdır; eğer bunu kamunun parasından yaptırdıysan bu bir hıyanettir.”
Ebu Zer’in sözündeki Muaviye yerine Diyanet veya Diyanet Başkanı’nı koyup soruyu bugün için sormalıyız. Yurttaşlarımız aynen bunu yapmış ve sormuşlar. Ve cevaplarını da ona göre vermişler.
Peki, halkın, ‘Sarıklı Mauncu’ adını taktığı Diyanet başını, neden Katolik dünyasının reisi Papa ile kıyasladım? Tanrı ve tarih istediği için. Çünkü Papa, daha birkaç gün önce Türkiye ziyaretinde kendisini oraya buraya taşıyacak aracın bir Fiat marka otomobil olmasını rica etmiş, kendisine tahsis edilen aracın fiatının otuz-kırk bin lirayı geçmeyen bir araç olduğu tespit edilmişti.
Şimdi, ey temiz kalmış vicdanlar, söyleyin bakalım: Ebu Zer’in iman torunu olmaya, şu ‘Sarıklı Mauncu’ mu daha layıktır yoksa o Katolik bereli Papa mı? Tanrı, din, kanaatkârlık, takva adına şu Sarıklı Mauncu mu daha saygındır yoksa o Papa mı?
Ve siz, ey alınlarını secdeye koyanlar, özellikle onların ulema ve aydın takımı! Söyleyin, şu olup bitenlerle ilgili tek söz söylemeden yan gelip yatarsanız o namazlarınız Maun namazı olmanın ötesine geçebilir mi?
Yüce Allah’ım! Sen ne âdilsin! Sen ‘Müslüman’ yaftalı kitleleri, dünyanın önünde rezil ve perişan ederken elbette ki zulüm yapmıyorsun. Hayır, hayır! Haşa! Sen zulümden münezzehsin! O kitleler bu rezilliklere müstahak oluyorlar.
‘Cihanın sırtında yük olan kitle’
Çağımızın en büyük İslam düşünürü kabul edilen Pakistanlı Muhammed İkbal 1920’lerde şunu söylüyordu: “Bugünkü Müslüman âlemi, cihanın sırtında bir yük durumuna gelmiştir.” Yaşadığımız günlerde ise bu kitle dünyanın sırtında sadece yük değil, dünyanın başına bela olmaktadır. Her gün bu ‘Yük’ün bir sıkıntısı dünyayı rahatsız etmekte, ülkelerin ve milletlerin uykularını kaçırmaktadır.
Şunu itiraf edelim artık: Yaşadığımız günlerin dünyası artık, yarınlarını Müslüman yaftalı dehşet ve nefret çetelerinin tehdidinden nasıl emin kılacaklarının hesabını yapmakla meşgul olmaya başlamıştır. Siz istediğiniz kadar bağırın: “İslam, insanlığın dünya ve ahiretini mutlu kılan nizamdır.”
Öyle mi? Hangi İslam o? Şu sizin Irak’ta, Suriye’de, Pakistan’da, Afganistan’da ve son birkaç yıldır Türkiye’de temsil ettiğiniz İslam mı o? Yoksa Kur’an’daki İslam mı?
‘Kur’an’daki İslam’ sizin yaşadığınız din değil. O bizim anlattığımız ama sizin ‘reform’ veya ‘zındıklık’ diyerek reddettiğiniz dindir. Sıkışınca neden ona sığınıyorsunuz? Namertlik ve tutarsızlığınızın bir belgesi de bu tavrınız. Pirim toplamak istediğinizde ‘Kur’an’daki İslam’ diyorsunuz, saltanat hesaplarınızı kotarmada ise ‘Kur’an dışındaki İslam’ı işletiyorsunuz.
Gündem ne olursa olsun, Müslüman dünya bir veya birkaç kanlı haberle listede ön sıralarda. Hatta çoğu gün birinci sırada. Son kanlı habere bakın: Pakistan’da Taliban militanları bir okulu basıyor ve 9-14 yaş arası 148 çocuğu katlediyorlar. ‘İnsanlığın dünya ve ahiretini mutlu kılacak’ dinin adına yapılıyor bu. Onun, ‘mücahitleri’ tarafından yapılıyor. Muhammed İkbal’i tekrar hatırlayalım: “Kalk, diyordu, bu ümmet cihanın sırtında bir yük oldu; onu uyandıralım. Şehrin mescidinde öyle bir haykıralım ki, mollanın sinesindeki yürek erisin!”
O yürek yumuşamıyor ey İkbal! O yürek kara yürek, katranlı yürek. O yürekte vicdan yok, insaf yok, akıl yok, izan yok. O yüreğin söz sahibi olduğu her yer cehenneme dönüşmüş. Son örneği Türkiye. Katranlı yüreğin vücut verdiği karanlığı yırtmada Atatürk ışığı bile zora düştü. Mukaddes İkbal, yine senin bir dizenle söyleyeyim: “Uyan da gör, ne haldedir cihan!”
Uyan da gör, o çok sevdiğin Pakistan, senin bıraktığın yerin yüz elli yıl gerisine nasıl götürüldü! Sen o Pakistan’a, “Bundan sonrası için artık Mustafa Kemal’i izleyin; bundan sonrası ancak onun reçetesiyle yürüyebilir” diyordun. Uyan da gör, ışık ve aydınlık düşmanı kahpeler, senin Mustafa Kemal’ini kendi vatanında nasıl vurdular!
Taliban kafasının kravatlı bir versiyonu olan ve ömür defterini ‘nitelikli dolandırıcılıktan mahkûm’ olarak kapatan bir ‘mücahit’in (!) geriye bıraktığı ‘gömlek değiştirmiş talancılar ekibi’ cumhuriyeti mahvederek Türkiye’yi iki yüz yıl geriye götürdü. Ve daha geriye götürmek için de olanca gayretleriyle uğraşıyorlar. Şimdi artık, işleri süper kuleden kotarmak üzere bir de Maun Sarayları var. Eh, böylesine zalim bir Emevî faşizmi ancak böyle bir Maun Sarayı’ndan kotarılabilir.
Kur’an penceresinden paralel zulüm güçleri (1)
Türkiye’de son on yıl boyu sergilenen tarihsel zulümlerin failleri olarak 2013 yılında deşifre edilen ‘paralel yapılar’ın veya ‘paralel güçler’in prototipleri, Kur’an tarafından asırlar önce mucize bir tespitle insanlığın önüne konmuştur. Kur’an’ın zulmün öncüleri olarak tanıttığı ‘paralel zulüm güçleri’, Firavun-Hâman-Karun paralel güçleridir.
Asla unutulmaması gereken gerçek şudur: Bir ‘paralel’ güçten söz edilmişse ortada onun ortağı başka paralel güçler var demektir. Kur’an’ın diyalektiğine göre, böyle bir durumda, bir paralel gücü en iyi tanıyanlar o paralel gücün diğer paralel ortaklarıdır. Yani bir paralel zulüm gücünü itham ve deşifre edenler, kendilerinin o paralel gücün ortağı olduklarını da deşifre etmiş olurlar. Paralel zulüm gücü tek olamaz. Bir ‘paralel yapı’dan söz edebilmek için en az üç zulüm gücünün birlikteliği gerekir. Bu birliktelik bazen paralellik bazen de entegrasyon şeklinde vücut bulur. Biraz daha yakından görelim:
Kur’an; Hz. Musa’yı, şu üç paralel güce karşı mücadele veren bir iman ve adalet temsilcisi olarak gösteriyor: 1. Firavun: Kral, sultan, padişah, devlet başkanı. Kısaca, iktidarın başı, 2. Hâman: Kutsallaştırılmış yandaş din adamı, özellikle dinsel teşkilatın başı, 3. Karun: Yandaş servet kodamanı.
Kur’an, Firavun-Hâman-Karun paralel kuvvetleri arasında kopmaz bir ilişki, bir kader birliği görmektedir. Firavun-Hâman-Karun üçlüsü üç ayette birlikte anılmıştır:
“Karun'u, Firavun'u, Hâmân'ı da öyle yaptık. Yemin olsun, Musa onlara açık seçik kanıtlarla geldiği halde, yeryüzünde büyüklük tasladılar. Ama öne geçemezlerdi. Her birini kendi günahı ile yakaladık. Bazılarının üstüne taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Bir kısmını, o korkunç titreşimli ses yakaladı. Onlardan, yere batırdıklarımız da oldu. Bazılarını da boğduk. Allah onlara zulmedecek değildi. Fakat onlar kendi benliklerine zulmediyorlardı.” (Ankebût, 39-40)
“Yemin olsun, Musa'yı da ayetlerimizle ve apaçık bir kanıtla göndermiştik. Firavun'a, Hâman'a ve Karun'a göndermiştik de onlar şöyle demişlerdi: ‘Tam yalancı bir sihirbazdır bu!” (Mümin, 23-25)
Siyasal otoriteyi, iktidar ve saltanı resmen temsil eden, Firavun’dur. Firavun, paralel zulüm güçlerinin başı ve otorite kaynağıdır.
Paralel güçlerde dini temsil eden güce Kur’an, Hâman demektedir. Hâman, paralel zulüm güçlerinin din baronu olan sembolüdür. Bazen kurum olur, bazen kişi.
Özellikle dinsel bürokrasinin temsilcisi, başı ve sembolik ismi olan Hâman, Firavun’la altı ayette yan yana anılmıştır: Kasas, 5, 6, 8, 38; Ankebût, 39; Mümin, 24.
Firavunlara verilen paralel zulüm desteklerinin en önemli ve en faal olanı Hâman desteğidir.
Kur’an penceresinden paralel zulüm güçleri (2)
Paralel zulüm güçlerinin başı olan Firavun, Musa’nın tanrısını (gerçek dini) alt etmek için, güdümdeki din gücünün başı olan din baronu Hâman’dan yardım istiyor. Yani halkın Allah ile aldatılmasında, siyasal gücün takviyesinde sahte dinin araç yapılmasını istiyor. Musa’yı, yani gerçek dini temsil edenleri etkisiz kılmanın başka bir yolu yok. Günümüzün paralel zulüm iktidarları da tağutî siyasetlerinin başarısı için paralel yapının takkeli-sarıklı mümessillerinden destek almıyorlar mı! Şu beyyineye bakın:
“Firavun dedi: ‘Ey seçkinler topluluğu! Ben sizin için benden başka bir Tanrı tanımıyorum. Ey Hâman! Benim için çamurun üzerinde ocağı yakıp bana bir kule yap ki, Musa'nın Tanrısına ulaşayım." (Kasas, 38)
Şuna da dikkat edelim: Firavun, sadece Hâman’la anılmaktadır ama sadece Karun’la anılmamaktadır. Kur’ansal hermenötik açısından bunun anlamı şudur: Firavun güç, ‘Hâman paralel gücü’ olmadan sadece ‘Karun paralel gücü’ sayesinde egemenlik kuramaz. Firavun zulmünün egemenliği için ‘olmazsa olmaz destek’, Hâman desteğidir. Kutsalın kullanımıyla aldatmak ancak Hâman desteğiyle sağlanabilir.
Serveti temsil eden paralel güç: Karun
Servetle büyümüş gücünü iktidar olanaklarıyla da besleyen Karun, aynen bugünkü kapitalist kodamanlar gibi, kibir ve azmışlığın doruğuna çıkmıştır. Karun, Maun talanlarıyla servet babası olmuş ve iktidara, ‘haram para havuzları’ oluşturarak destek vermiş paralel gücün sembol ismi ve prototipidir. Karun, mutluluk ve huzuru ‘haram servet’ gücünün ürünü sanmak gibi bir aldanışın da temsilcisidir.
Dikkatle ve Kur’ansal bir basiretle incelenirse Karun, günümüzün, “Bu milletin a… koyacağız” diyen haram servet domuzlarının namussuzluk ve imansızlık babası bir tiptir. Kur’an, bu domuz tipin sefillik ve azgınlığını şu ayetlerle insanlığın idrakine ulaştırıyor: “Karun, Musa kavmindendi. Onlara karşı şımarıklık/azgınlık yaptı. Ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını taşımak, dayanışma içinde kuvvetli bir ekibi bile zorluyordu. Kavmi ona şöyle demişti: ‘Şımarma, çünkü Allah, şımaranları sevmez."
“Karun, süsü püsü içinde toplumunun karşısına çıktı. İğreti hayatı amaçlayanlar şöyle dediler: ‘Ah, Karun'a verilenin bir benzeri bize de verilseydi! Gerçekten o, çok nasipli bir adam!’
Kendilerine ilim verilmiş olanlarsa şöyle demişti: ‘Yazıklar olsun size! İman edip barışa/hayra yönelik iş yapan kişi için Allah'ın vereceği karşılık daha üstündür. Ama buna, sadece sabredenler ulaştırılır.’ Nihayet, Karun'u da sarayını da yere geçirdik. Allah'a karşı kendisine yardım edecek yandaşları da yoktu. Kendi kendisine yardım edebileceklerden de değildi.”
“Akşam onun mevkiine/konumuna imrenenler sabah şöyle diyorlardı: ‘Vay be! Allah, kullarından dilediğine rızkı açıp yayıyor, dilediğine de ölçüyle veriyor/kısıyor. Allah bize lütufta bulunmasaydı, vallahi bizi de batırmıştı. Demek ki, gerçeği örten nankörler asla iflah olmuyor." (Kasas, 76-82)
Paralel zulüm güçleri ve ezilenler
Kur’an, paralel zulüm güçleri karşısında Tanrı’nın desteğini alabilecek tek kuvvet görüyor: Ezilip horlananlar. Allah bu ezilip horlananların yanında olacaktır. Yeter ki bu ezilip horlananlar, gerçekten mazlum olsunlar. Yani yeter ki adam olsunlar. Şu beyyineye bakın: “Biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilip horlananlara bağışta bulunalım, onları önderler yapalım, onları mirasçılar haline getirelim. Ve yeryüzünde onlara imkân ve kudret verelim. Firavun'a, Hâman'a ve onların ordularına da korkmakta oldukları şeyleri gösterelim.” (Kasas, 5-6) Paralel zulüm güçleri karşısında mücadele veren ezilenler cephesi, öncelikle şunu bilmelidir: “Gerçek olan şu ki, Firavun, Hâman ve bunların orduları yanlış yoldaydılar.” (Kasas,8)
İkinci gerçek şudur: Paralel zulüm güçleri, zaman zaman bazı menfaat çekişmeleri yüzünden birbirlerine öfkelenebilir, hatta birbiriyle kapışabilirler. Ezilip horlananların en büyük zaaflarından biri işte bu sırada ortaya çıkmaktadır. Ezilip horlananlar, bu paralel zulüm güçlerinden birine veya ötekine destek verir bir tavır takınma hatasını işleyebilmekte, böylece, “Zalimlere eğilim göstermeyin” emrini çiğneyebilmekteler.
Zalime desteğin gerekçesi olamaz. Paralel zulüm güçlerinin tümüne birden tokat vurulamıyorsa tarafsız kalarak Tanrı’nın ve tarihin kararını beklemek lazımdır. Paralel zulüm güçlerinin ortaklıklarıyla yürütülen zulümlerden acı çekmiş olanlar, bu paralel güçler arasındaki yapay-geçici ve çoğu zaman göstermelik dalaşları bahane ederek bunlardan birine eğilim havasına girerlerse, Allah, ezilip horlananlara verdiği desteği geri çeker. Kur’an’ın yolu, yöntemi budur. Ra’d suresi 11. ayetin bu yoldaki beyanı açıktır.
Paralel zulüm güçleri arasında tercih yaparak, Allah’ın zalimler için kestiği faturayı ödenemez duruma düşürenler, daha önceden mazlum da olsalar, bu yaptıklarıyla zalimler listesine girerler. Ölümsüz ilke şu ayette verilmiştir: “Biz, zalimlerin bir kısmını bir kısmına, kazanır oldukları şeyler yüzünden dost/yardımcı/ yönetici/önder yaparız.” (En’am, 129) Bu ayette, zalimler arası münasebetleri anlatmak için kullanılan sözcük (nüvellî) bir mucize sözcüktür. Bize gösteriyor ki, Yaratıcı Kudret, zalimleri önce birbirinin dostu, yardımcısı yapmakta, sonra da onların birini yönetici, kotarıcı, emir verici konuma getirerek onun eliyle ötekileri cezalandırmaktadır. Müfessir Elmalılı, bu ayeti açıklarken şu müthiş tespiti yapıyor:
“Zalimler, icraatlarındaki ortaklık ve benzerliklerinden dolayı birbirlerini mazur göstermek isterken, haşir günü (hesap verme zamanı) suçlarını itirafta, ceza ve sorumluluk konusunda da bir ortaklık sergileyerek bu kez hem kendi suçlarını ikrar hem de eski dostları aleyhinde tanıklık ederler. İlahî ilim ve hikmette bu bir değişmez kuraldır.” (Elmalılı, Tefsir, 3/2054)
Tanrısal kural bu ise, zalimler arası suç itirafları başlayıp kapışma meydan yerine intikal ettiğinde, ezilip horlananlar taraf olmamalıdır. Böyle bir taraf olmanın vicdanî, dinî, aklî hiçbir gerekçesi olamaz.
Arena’daki söylemim üstüne (1)
25 Aralık 2014 tarihli Halk Arenası programıyla ilgili gelen onlarca iletinin birer felsefî metin kadar kıymetli olanlarını vermekle yetineceğim. Anlaşılan o ki, ümitlerimizin diri kalmasını gerektirecek şuur zemini, yaşamaktadır.
Cumhuriyetçilik ve Atatürkçülüğü rozet ve heykel imalatındaki yoğunlukla ölçen bedavacı zihniyet, artık kitleleri tatmin etmiyor. Ezberletilmişin yeterli olmadığı fark edilmiştir.
Mustafa Kemal aydınlanmasına, yüz yıla yakın bir zaman boyunca ilave tek çivi çakamayanların, “Bizim tezimiz var, o da Atatürkçülüktür” diye kulağa hoş gelen ama sadra şifa getirmeyen ezberleri ülkeyi karanlığın hegemonyası altına sokmuş bulunuyor. Bu ‘morfinimsi’ inadın mutlaka ve muhakkak kırılması lazımdır. Atatürk’ün, temeli akılcılık olan anlayış ve devrimine bir asırdır en küçük bir ilavede bulunmayanların Atatürk’ü dillerine dolamaları ‘Atatürk’le aldatmaktan başka bir şey değildir. Bu gerçek, körlerin bile gözlerine sokulan katranlı parmakların yarattığı acılarla anlaşılmış olmalıdır.
Emekli Vali Güngör Aydın yazıyor: “25 Aralıkta Halk TV’de yapılan Halk Arenası’nda, ülkemizin yaşamakta bulunduğu ve içinden bir türlü çıkamadığı din sömürüsüne dayalı ve yalnız din alanında değil, güzel ülkemizin bütün alanlarında ve değerlerinde büyük tahribata yol açan dinci yönetim ve karanlığın gittikçe artan ivmesi konusunda tek doğru değerlendirmeyi siz ortaya koydunuz.”
“Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyet Devrimi ile gerçekleştirilen Türkiye Cumhuriyeti’nin ve kurucu felsefeyle oluşturulan Türk kimliğinin bağımsızlıkçı, aydınlanmacı, çağdaşlaşmayı, laikleşmeyi ve giderek çağın yönetim felsefesi demokrasiye ulaşmayı öngören içinin boşaltılıp ülkemizi, yüzünü aydınlanmış Batı’ya dönmeden önceki karanlıklar içinde bırakılmış ümmetçi, fetihçi çizgiye taşımaya çalışan, bunu da önünde etkili bir karşı koyma engeli ve ciddi bir muhalefet olmadığı için başarıyla yürüten AKP iktidarının nasıl yenik düşürülebileceği konusunda ortaya koyduğunuz düşünce ve yaptığınız değerlendirme gerçekten bu süreçten tek çıkış yoludur.”
“Siyaset biliminin gerekleri ışığında ve günümüzde tüm demokrasi yönetimlerinde referans kaynağı alınan, çağımıza adını da veren düşünceye göre, halk desteği sağlamış bir iktidarın felsefesinden daha güçlü bir siyaset felsefesi, sizin güzel değerlendirmenizle bir antitez üretip bunun siyasal projesini ortaya koyarak tahripçiliği yenik düşürmediğiniz sürece halkın desteğinin yönünü değiştiremezsiniz ve iktidara aday olamazsınız.”
“Sivil yönetimi darbelerle sürekli kesintiye uğratılan, demokrasi öncesinin arkaik-despotik güçleri olan askerî, dinsel ve feodal güçlerin siyaset alanının dışına çıkarılamamış olması nedeniyle, halkla şöyle veya böyle yeni bir yönetim bağı kurup kitle desteği sağlamış AKP iktidarını sonlandırmak isteyenlere iyi bir ders verdiniz. Zaten sizin kimliğinize de bu yakışırdı.”
Arena’daki söylemim üstüne (2)
Adnan Toraman Almanya’dan yazıyor: “Halk Arenası’nda fikirlerinizden yine faydalandık. Orada bulunan konuşmacılar ve dinleyiciler, hayal dünyasında yaşamaktalar. Bu tür program ve katılımcıların, bugünün memleket sorunlarına çözüm getirecek tezler üretme kapasiteleri yok.”
“Oturumlarını, AKP’ye veya RTE'ye sövme seansı olarak geçiren yaklaşım, ‘Mustafa Kemal'in askerleriyiz’ diye ortalıklarda dolaşa dursun, iktidarı elinde bulunduranlar seçimlerde yine ülkenin başına geçecek. Çünkü karşılarında ortaya tez koyacak kadrolar yok! Olmadığı müddetçe de, memleketin kaderini uzun süre daha belirleyecekler.”
“Siz mertçe, açık sözlülükle, iktidar partisinin karşısında bir rakip olmadığını söylerken, rozet/slogan Atatürkçüleri sizi karamsar olmakla itham ediyorlar. Siz, Kur’an’dan alınacak koordinatlarla pratik çözümlerin üretilmesi gerekiyor dedikçe, konuşmacıların yüzlerindeki garip ifadeyi görmek pek zor olmuyor.”
“Velhasıl, siz yine haklı çıkacaksınız. 25 yıl önce olduğu gibi. 90'lı yılların başında, Türkçe ibadet konusunu kahvehanelere kadar indirdiğiniz günlerde, bu ülkenin Diyanet İşleri Kurumu başta olmak üzere, birtakım yobazlar akıl almaz iftira kampanyalarına başvurma alçaklığını göstermişlerdi. Sizin o gün dediklerinizi bugün kendileri savunuyorlar.”
“Bizi bekleyen yarınlarda, eserlerinizde vermiş olduğunuz kurtuluş reçeteleri eyleme dönüşecektir. Tarih sizi haklı çıkarmakla kalmayacak, sizin anlınızdan da öpecektir. Türk halkının kadirşinas zümrelerinin sizin alnınızdan öptüğü gibi.”
Serdar Aygün yazıyor: “Yaşım 30. Üniversite mezunu olmama rağmen tamamen boş bir hayat sürmüş olduğumu, size kulak vermeye başladığım gün anladım. Anadolu’nun Batı Karadeniz’inde, Allah ile aldatanların arasında büyüdüm. Bu sebeple de dinden, Müslümanlıktan soğudum. Sizin ışığınızla aydınlanana kadar ne dini ne Kur’an’ı tanıyordum. Bartın’da geçmiştir çocukluğum. Bartın’da Ebudderda isimli sahabenin türbesi varmış. Biz oralara götürülüp elimiz yüzümüz toprakla sürülerek medet ummak bilinçaltımıza yerleştirerek büyütüldük. Ebudderda’nın kim olduğunu sizin ‘Ebu Zer’ kitabınızı okuyana kadar bilmiyordum.”
“Müslüman âlemini yattığı uykudan uyandırmaya çalışan büyük İslam âlimlerinin arasında isminiz altın harflerle yazılacaktır. Tarih, sizi bu şekilde ödüllendirecektir. Sizi dinlemeye başladığım günden beri Allah’a olan inancım arttı, bu ülke için umutlarım yeşerdi.” “İmamı Âzam’ı da sizin kitaplarınızdan öğrendik. Vaktiyle İmamı Âzam’a, Ebu Zer’e yapılan zulümlerin bugünkü şartlarda, formatı değiştirilmiş bir biçimini size uygulamaya kalkıyorlar. Bu İslam âlemi sizi anlayacaktır. İş işten geçer mi bilinmez ama anlayacaktır. Siz programlarınızda, Allah’a şükrediyorsunuz, size bu eserleri yazma imkânı verdi diye. Esas bizler Allah’a şükretmeliyiz, sizi topraklarımızdan çıkarıp dünyaya kazandırdığı için.”
Arena’da bahsettiğimiz tez
Kerem Türer yazıyor: “Uğur Dündar’ın Halk Arenası’nda, dinciliğin antitezinin ortaya koyulması gerektiğinden bahsederken aslında bu belanın sadece bu ülke tarihinin değil bütün dünya tarihinin en ciddiye alınması gereken belası olduğu uyarısında bulunuyordunuz. Aslında yokluğa mahkûm oluruz diyordunuz ama belli ki nezaket gösteriyordunuz. Fakat ilginçtir, bu sözleriniz karamsarlık olarak algılandı.”
“İstiyorlar ki neşeli-korkak-başarılı (!) televizyon programları yapalım, seyredenlerimiz koltuklarında kahramanlık hisleri ile dolsun. Bu arada okullarda öğrenciler bu cehennemde nasıl büyüyeceğiz düşüncesi ile her gün intiharlara yaklaşsınlar. Ama güzel söz şakşaklama ihtirasındaki bizler, bir gün uyandığımızda mevcut iktidarın püf diye gözden kaybolacağını, sorunun biteceğini umalım.”
“Orada konuşulanlar, asıl aktarmak istediğiniz gerçeğin üstünü örtmekten başka bir şey yapmıyordu. Sürekli bu oluyor zaten bu programda da, konuşmalarda, her yerde. Yaşadığı anı oyalanmayla geçirenler, gelecek zamanı göremiyor. Anlaşılan o ki, içinde kıvrandığımız bela, sadece mevcut iktidarın yok olması ile çözülecek bir sorun değil. Bu bela, dediğiniz gibi, dünya tarihinin bitmez belası.”
Odhan Yüksel yazıyor: “Arena’da söylediğiniz ‘dinciliğin antitezini yaratamak’la ile ilgili görüşlerinize sonuna kadar katılıyorum. Şahsınız gibi birkaç insan hariç, din adına yüzyıllarca hiçbir değer üretememiş kitleleri, dincilik uykusundan uyandırmanın tek çıkar yolu yeni bir tez yaratmaktır.”
“Bu tezde iki unsur olacak: Birincisi Kur'an, diğeri ise Atatürk'ün kurmaya çalıştığı akıl ve bilgi toplumu! Atatürk'ün idealleri, Kur'an'ın da tam olarak istedikleridir! Sizin İmamı Âzam eserinizde altını çizdiğiniz Kur'an'sal ‘Hüccet’ kavramı da tam olarak buraya oturuyor. Bu konuda yeni yazılar yazmanız çok uyarıcı olur kanaatindeyim. Bu iki değer ortaya konup yeni bir savaş verilmedikçe yaşayacağımız şey Arap Baharı'ndan öteye geçemez. Ne yazık ki, insanlar ‘hüccet'e değil, sloganlara itibar etmeyi hüner sayıyorlar.”
Göker Önen yazıyor: “Bizlere yönelik eleştirilerinizde haklısınız hocam. Hâlâ atalarımızın şartlamalarından tam kurtulamadığımız için Kur’an’ı layıkıyla anlayamıyoruz. Dincilerin, hadis uydurukçularının ve deşifre ettiğiniz angut aydınların gereğince kavrayamayacağı kadar yüce bir kitap Kur’an-ı Kerim. Ama yavaş yavaş tabular kırılıyor artık... Sizin sayenizde bütün bunlar... Allah sizden razı olsun!”
‘Mazoşist sapıklık’ ve bir Kur’an mucizesi
Mazoşizm; başkaları, özellikle despotlar tarafından ezilip horlanmaktan zevk alanların ruh hallerini ifade eden bir psikoloji terimidir. Bu ruh haline yakalanmaya ‘mazoşist sapıklık’ (masochistic perversion) denir.
Bireyler gibi kitleler de mazoşist sapıklığa tutulmuş olabilirler. Despotik idarelerin (krallık, padişahlık, güdümlü demokrasi diktatörlüğü, dinci faşizmler vs.) yönetimi altına girmiş kitlelerin büyük kısmı, bu illete şöyle veya böyle, az veya çok tutulmuştur. Dinci faşizmin baskısı altına giren toplumlarda öne çıkarılan ‘kader’ kavramı bu illeti, iyice büyütür. Dinci sadistlerin sürekli ‘kader’e veya ‘fıtrat’a atıf yapmaları sebepsiz değildir.
Mazoşist sapıklığın toplumsal türü, modern psikolojide geniş anlamda ilk kez, Erich Fromm (ölm. 1980) tarafından tahlil edildi. Bendeniz, Fromm’u da Kur’an’ı da iyi incelemiş bir düşünce adamı olarak şunu söylemek hak ve cesaretini kendimde buluyorum: ‘Mazoşist sapıklık’ kavramını insanlığın önüne ilk koyan kitap Kur’an’dır. ‘Kötülük Toplumu’ ile ‘Özgürlük ve İsyan’ adlı eserlerimde ayrıntılayacağım.
Kur’an’a göre, Firavunları üretenler, zalimlere uşaklık edenlerdir: “Firavun, toplumunu böyle horladı/aşağıladı, küçümsedi/ezdi; onlar ise ona itaat ettiler. Onlar, sapmış bir topluluktu. Bu itaatleriyle bizi taciz edip öfkelendirdiler; onlardan öç aldık da onları suya gömüverdik. Onları sonra gelecekler için bir selef ve bir örnek yaptık.” (Zühruf, 54-56)
Dikkat edilirse, sadist (firavun) ve mazoşist (toplum) tarafların ikisi için de psikolojik yapıda kelimeler kullanılmıştır: ‘İstihfaf’ (küçümseme, horlama, aşağılama, ezme) ve ‘itaat’ (içinden gelerek boyun eğme). Burada firavun-sadist yöneticinin karşısına, ona itaatten zevk alan mazoşist kitle konmuştur. Vurgulanmak istenen, açıktır:
Bütün firavun benlikler raiyye (sürü) kitleler ister. Çünkü firavun benlik sadisttir; sadist benliğin tatmini için mazoşist yığınlar lazımdır. Raiyye-firavun, firavun-raiyye çarkı, Fromm’un da söylediği gibi, ‘sadomazoşist’ bir çarktır. Sadece mazoşistler sadistlere muhtaç değildir, sadistler de mazoşistlere muhtaçtır. Bu ikisi daima birbirine bağımlıdır. Ve bu bağımlılık yüzünden her ikisi de bireysellik ve özgürlükten yoksundur.
Sadist-firavun benlik, yönettiği kitlenin iki şey olmasını asla istemez: 1. Tümden yok olmak, 2. Şuurlu-özgür benlik olmak.
Raiyye benlikler, sadist-firavun güdücülerce sevilir, acınır, korunur. Çünkü sadist-firavun kadrolar, emmare nefslerini (firavunlaşmış benliklerini) tatmin için, horlayıp acıyacakları birilerine ihtiyaç duyarlar. Mazoşist sürüngen kitle nasıl sadist-firavunlara akıl almaz bir iştahla arzu duyarsa, firavun-sadist despotlar da aynı iştahla mazoşist sürüngen kitleye bağımlılık duyarlar. Sadomazoşist çark, böyle bir çarktır. Gelecek yazıda göreceğiz.
‘Sadomazoşist’ çark nasıl işler?
Krallık-padişahlık sistemlerindeki sözde ‘halk sevgisi’ ‘sadomazoşist’ bir ilişkinin dışavurumudur. Firavun-sadistler muhtaç-sürüngenlere duyulan tatmin hissine, ‘halka şefkat ve merhamet’ yaftası yapıştırırlar. Bu sözde şefkate, Fransız yazar Balzac tarafından yakıştırılan ‘sevecen sadizm’ sıfatı, psikoloji tarafından da kabul görmüştür. Sevecen sadistlere, “Halkın, kendi kaderine sahip özgür bir halk olmasına izin verin” dediğinizde sizi fitnecilikle suçlarlar.
Ne ilginç bir varoluş paradoksudur ki, sadist-firavunun hegemonyası altına giren kişiler ve kitleler sadist ezicilerini tapasıya severler. Kur’an’ın ‘Allah’ı üzüp öfkelendirerek intikam almaya sevk eden sapıklık’ olarak gördüğü bu kitlesel hastalığa modern psikoloji ‘mazoşist sapıklık’ diyor. (bk. Erich Fromm, Fear of Freedom, 125-129)
Firavun-sadist ruhlu zorbalara göre, kitle, raiyye olmalı, bir hayvan sürüsü gibi güdülebilmelidir; bu da yetmez, kitle, güdülmekten zevk alabilmelidir. Dahası: Kitle, güdenleri takdis edebilecek kıvama getirilmelidir. Sadist-firavunların bu işte en büyük destkçisi, Hâman kotarımına verilmiş, sahte dindir. Hâman kotarımındaki dinin uleması fetva verecek, sadist firavun ve ekibi kitleyi, ‘Allah adına’ yönetecektir.
Hâman kotarımındaki ulema lakaplı ‘şeytan evliyası’ (tabir Kur’an’ındır), zulmün bir numaralı düşmanı olması gereken dini, zulmün bir numaralı destekçisi ve yardakçısı yapmanın garantör kadrosudur. Sadist-firavun kadro, bu garantörleri, gizli veya açık ihsanlarıyla besler. Çünkü tağutî kadronun sadizmini, kitlenin kurtuluş reçetesi gibi öne çıkarmak, bu kadroyu kutsallaştırmakla mümkün olabilir. Bu kutsallaştırma sayesindedir ki, tağutizmin en büyük melanetleri bile meziyet olarak algılanır hale gelir.
Bakın Osmanlı düzenine: ‘Şirk şaibeli zulümler’ düzeni olan bu düzen, raiyyeleştirip süründürerek uygar dünyanın iki yüz yıl gerisinde bıraktığı kitlelere kendisini ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ olarak takdis ettirmiştir.
Bırakın koyu raiyyelik dönemlerini, Osmanlı’nın Meşrutiyet dönemi anayasasında (1876 anayasası) bile padişahın sorgulanamazlığını ifade eden tabirler, Kur’an’ın Allah için kullandığı tabirlerin kelimesi kelimesine aynıdır. Allah nasıl ‘la yüs’el’ (sorgulama ve sorumluluk üstü) ise padişah da öyledir. Neden olmasın? Padişah, ‘yeryüzünde Allah’ın gölgesi’ değil mi?
Bugünün Ortadoğu’suna bakın!
İcraatı akla ve Kur’an’a tamamen aykırı despotik kadrolar, yönettikleri kitle tarafından ‘Allah’ın vekili, gölgesi’ ilan ediliyor. Bu tağutî kadrolar, Maun harcamalarıyla kurulmuş zulüm ve israf saraylarında oturtuluyor, onlara din adına sürekli destek verenlerse papaların, kardinallerin rüyada bile göremeyeceği imkânlarla taltif ediliyor. Ve bu Maun israfının finansını alın terleriyle yapan halk, kendisine bunları reva görenleri sürekli ödüllendirip taçlandırıyor.
Lütfen, söyleyin: Allah, böyle bir kitleye rahmetiyle muamele eder mi?
Dikta yönetimlerinin Fravunluk psikozu
Yakında çıkacak olan ‘Firavun’ adlı kitabımın en hayatî bölümlerinden biri de ‘Firavunluk Piskozu’ bölümüdür. Bu bölümün çok kısa bir özetini bu köşeye aktarmak istiyorum. Psikoz tabiri, kişiliğin bütünlük ve tutarlılığını tahrip eden ruhsal bozukluklar için kullanılır. Psikozlar genellikle toplumsal sarsıntıların ürünü olarak vücut bulur.
Firavunluk psikozu nedir?
Kur’an, firavunluk psikozunu yaratan ‘toplumsal sarsıntı’nın, zulme teslimiyet ve zalimlere itaat olduğunu söylüyor. Firavunluk psikozunun Ortadoğu’yu istila etmesinin arka planında da bu var. “Gelen ağam, giden paşam” veya “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” yaklaşımıyla zalimlere itaati meziyet, hatta kutsal meziyet gibi gösteren zümreler, toplumları kasıp kavuran firavunluk psikozunun temel besleyicisi olmuşlardır.
Firavunluk psikozunun belirtileri
Dini Politik Araç Olarak Kullanmak:
Kur’an’da Firavun’un adı din baronu Hâman’la daima birlikte anılıyor. Hâman (Aman, Amen, Amon, Ammon, Amun, Hammon), firavunlar Mısırındaki Amon rahiplerinin liderlik makamına unvan olarak kullanılan bir sözcüktür.
Firavun, en yakın paraleli olan Hâman’da sembolleşen başrahipliği (din reisliğini, din baronluğunu) babadan oğula geçen bir mevki haline getirerek, dinden aldığı desteği sürekli hale getirmiştir.
Politik Araç Yapılan Din Dışında Bir İnanca İzin Vermemek:
Firavunlar Mısır’ı dinsiz değildir; tam aksine, dinin birinci dereceden rol oynadığı bir ülkedir. Firavun da dinsiz değildir; Musa’nın dinine karşı konan ve savunulan bir dine sahiptir. Ancak o bir şirk dinidir ve bunun için Musa’nın tevhidinden rahatsız olmaktadır. Kur’an bu gerçeği kendine özgü kelam güzelliğiyle vermektedir. Firavun’un seçkin danışmanları ona Musa ile ilgili olarak şöyle diyorlar:
“Musa'yı ve halkını, yeryüzünü fesada verip seni ve ilahlarını terk etsinler diye mi serbest bırakıyorsun?" (A’raf, 127)
Kur’an bu dinin adını, Yusuf suresinin 76. ayetinde deşifre etmiştir: ‘Dinü’l-melik’ (kralın, sultanın dini) Bütün firavun egemenler, ya yeni bir ‘sultan dini’ oluştururlar yahut da mevcut dini tahrif ederek Hâman kadrolar vasıtasıyla ondan bir saltanat dini yaratırlar. Tektanrıcı dinlerin coğrafyalarında firavunlar zamanından beri yapılan, bu ikincisidir.
Günümüz Türkiye’sinde yapılan da bu ikincisidir.
Firavunluk psikozunun temel belirtileri (1)
Hakkın Güçte Olduğuna İnanmak:
Hakkın güçte olduğuna inanmak, firavun despotların temel özelliklerindendir. Kur’an bu gerçeğe dikkat çekerken hakkı güçte görmenin sembolü Firavun’u konuşturuyor:
“Firavun, toplumu içinde haykırıp şöyle dedi: ‘Ey toplumum! Mısır'ın mülk ve yönetimi benim değil mi? İşte şu nehirler benim altımdan akıyor. Görmüyor musunuz? Yoksa ben şu zavallı, şu meramını anlatamayacak Musa’dan hayırlı değil miyim? Ona altın bilezikler atılmalı, yanında-hizmetinde melekler bulunmalı değil miydi?’ İşte, toplumunu böyle horladı/aşağıladı, küçümsedi/ezdi; onlar ise ona itaat ettiler. Onlar, sapmış bir topluluktu.” (Zühruf, 51-54)
Bütün firavun saltanatlar, o arada saltanat dincileri, gücü hakkın göstergesi saydıklarından, servet ve paraya sahip olmayı ilahlaştırırlar. Ellerine geçen imkânları her şeyden önce para sahibi olmak için kullanırlar. Allah ile para yan yana geldiğinde parayı tercih ederler. Çünkü Allah, gücün hakta olmasını ister; oysaki para, hakkın kendisi olduğunu iddia eder.
Firavun psikozuna tutulanlar, ülkelerinin malî durumu ne olursa olsun, iman babaları firavunun yukarıdaki sözlerini tekrarlamak için güç gösterisinde kullanacakları mülklere, köşklere, saraylara sahip olmak ihtiyacını derinden hissederler. Bu gösteri metaına sahip olmayanları küçümser, onlarla alay ederler.
Ekonominin Kontrolünü Elde Tutmak:
Şöyle diyordu Firavun: “Ey toplumum! Mısır'ın mülk ve yönetimi benim değil mi? İşte şu nehirler benim altımdan akıyor. Görmüyor musunuz?" (Zühruf, 51)
Firavun’un şu sözünün altına herhangi bir Osmanlı padişahının imzasını atsanız, ne tarih yadırgar ne de Osmanlı düzenini tanıyan bir araştırıcı.
Ekonominin egemen güç tarafından kontrolü eski Mısır’da nasıl idiyse Osmanlı’da da aynıydı. Orada da bütün ülke toprakları ‘memâlik-i şahane’ yani padişahın mülküydü.
Halkı Fırkalara Bölmek veya Ayrıştırıcılık:
“Gerçek şu: Firavun o yerde egemenlik kurmuş ve ora halkını fırkalara ayırmıştı. Onlardan bir topluluğu horlayıp eziyordu. O, gerçekten fesadı yayanlardandı.” (Kasas suresi, 4)
Eleştirenleri Fitne ve Fesatla Suçlamak:
Bu işte firavunun yakın çevresi, özellikle Hâman kotarımındaki din temsilcileri öncülük eder:
“Firavun’un yakın çevresi ona şöyle dedi: ‘Musa'yı ve toplumunu, yeryüzünü fesada verip seni ve ilahlarını terk etsinler diye mi serbest bırakıyorsun?" (A’raf, 127)
Firavunluk psikozunun temel belirtileri (2)
Başkalarının Malından Azgınca Harcama Yapmak:
Bunun Kur’an dilindeki adı israftır. Bu azgın harcamayı yapana müsrif denir. Kur’an, bütün zalim yöneticilerin aynı zamanda birer müsrif (yani başkalarının alın terinden kudurmuşçasına harcama yapan kişi) olduğunu bildiriyor.
“Firavun, o toprakta gerçekten çok üstündü ve gerçekten onun bunun malından savurganlık yapan tam azgınlardan biriydi.” (Yunus, 83)
Vehimleri Zulüm Gerekçesi Yapmak:
Rüyaları, kehanetleri, ihbarları, hatta dedikoduları takip, baskı ve zulüm gerekçesi yapmak firavun ruhlu diktatörlerin belirgin niteliklerinden biridir. Kur’an bu gerçeğin tarihsel-kozmik belgelerini de bize vermektedir.
İsrailoğulları’nın bütün erkek çocuklarının katledilmesinin gerekçesi, kâhinlerin o çocuklar içinden birinin Firavun’a darbe yapacağını söylemesi idi. Binlerce çocuk işte bu kâhin dedikodusuna dayanılarak katledildi. Firavun bir ruha göre, doğmamış çocuklar bile ‘darbeci’ sayılabilir.
Dayatmacılık:
Firavunluk psikozunun belirgin niteliği, dayatmacılıktır. Bu psikozu, insanlık tarihindeki baş temsilcisi firavunu izleyerek tanıyalım.
Musa’nın tanrısı ile Firavun’un belirleyici farkı, birincisinin teklif götürdüğü insana seçme özgürlüğü vermesi, ikincinin ise vermemesidir. Firavunluk psikozu kendi görüş ve anlayışını dayatır, seçme ve tercih şansı tanımaz. Bununla da yetinmiyor firavun psikozu: Musa’yı yani karşı fikrin temsilcisini öldürmek, yok etmek istiyor:
“Firavun dedi: ‘Bırakın beni, şu Musa'yı öldüreyim de Rabbine yalvarsın. Çünkü onun, dininizi değiştirmesinden yahut yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum." (Ğâfir, 26)
Bu beyyinede, firavunluk psikozunun dehşet verici bir zihniyet kodu daha deşifre edilmektedir: Öldürülmek istenen Musa, toplumda bozgun çıkarmak ve toplumun dinini değiştirmek gibi ağır ithamlarla suçlanmaktadır. Yani firavun psikozunun mümessili olan despot, hesabına uymayan fikirler öne çıkaranları ihtilalcilik, bozgunculuk, darbecilik, fitnecilik, dini bozmak gibi, aldatılmış kitleleri kudurtan suçlamalarla itham etmektedir.
Günümüz dünyasında, kol kola girerek protesto yürüyüşü yapmaktan başka eylemleri olmayan özgürlük direnişçilerini ‘darbecilik, hükümeti yıkmak’ gibi ithamlarla bastırıp ölüm ve yaralamalara maruz bırakan dikta yönetimlerinin sergiledikleri psikoz bu firavunluk psikozunun çağdaş bir görünümüdür.
Firavun zulmünden de beter!
Firavun; zulmün, dehşetin, hakları çiğnemenin, gücü hakkın göstergesi bilmenin sembolüdür. Ama zaman göstermiştir ki, insanlık tarihinde firavun zulmünden daha beter bir zulüm süreci de olabilir. Nasıl mı?
Kur’an bize, o mucize kelam güzelliğiyle bildiriyor ki, Firavun’un sarayında hakkı ve adaleti dile getiren hiç değilse bir tane mümin adam vardı. Kur’an bunu bize niçin bildiriyor? Adını kayda geçirmediği o adamı övmek için değil elbette. Mesaj şudur:
Eğer bir firavun türü zalimin saltanat çevresinde bir tane uyarıcı bile çıkmıyorsa o zulüm dönemi, firavununkinden, o zalim de firavundan daha kötü, daha şerir ve zararlıdır:
“Firavun dedi ki, ‘Bırakın beni, şu Musa'yı öldüreyim de Rabbine yalvarsın. Çünkü onun, dininizi değiştirmesinden yahut yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum.’ Firavun’un, seçkinlerden oluşan yakın çevresinden imanını gizleyen bir adam şöyle konuştu: ‘Rabbim Allah'tır’ dediği için bir adamı öldürecek misiniz? Üstelik size, Rabbinizden açık seçik deliller de getirdi. Allah, zulme saparak onun bunun hakkından savurganlık yapan yalancıları doğruya ulaştırmaz."
"Ey toplumum! Bugün bu toprakta, birbirine destek veren insanlar olarak mülk ve yönetim sizin. Peki, karşımıza dikildiği zaman Allah'ın azabından bizi kim kurtaracak?’ Firavun şöyle dedi: ‘Ben size kendi fikrimden başkasını göstermem. Ve ben, sizi, doğruluk yolundan başkasına da kılavuzlamam."
“İman etmiş olan adam dedi: ‘Ey toplumum, sizin üzerinize, diğer topluluklarınki gibi bir günün gelmesinden korkuyorum. Ey toplumum! Sizin adınıza, o bağırıp çağrışma gününden korkuyorum. Bir gündür ki o, sırtınızı dönerek kaçmaya çalışırsınız fakat Allah'a karşı sizi koruyacak kimse olmaz." (Mümin, 26-33)
Firavunlara itaat edenler Allah düşmanıdır
Yukarıdaki beyyineler, iktidar ve saltanatını kendisinin ilahlığına kanıt gibi öne çıkaran firavuna bütün bu yaptıklarına rağmen itaat edenleri Allah’ın intikam almasına sebep oluşturan bir büyük kötülüğün failleri olarak gösteriyor ve onlardan intikam alınacağını bildiriyor.
Firavunluk psikozuna yakalanmış tağut takımını hizaya getirmek üzere onlara karşı çıkmak, en azından onları uyarmak yerine onların icraatını onaylar bir tavırla onlara itaat eden kitleler ve ekipler, Allah’ın düşmanı durumuna düşmektedirler. Allah’ın onlardan intikam alacağını söylemesinin anlamı budur. Çünkü Allah, sadece düşmanlarından intikam alır, sürçmeleri olan günahkârlardan değil.
Temiz vicdanlar böyle görüyor
Balıkesir’den İsa Can yazıyor: “Son günlerde bir yandan Maun Sarayı’nın icraatı ile Diyanet denen kurumun Maun harcamalarını izlerken bir yandan da ‘Ebuzer’ adlı kitabınızı okuyorum. Bu bir tesadüf mü yoksa ilahî bir piyeste kıyametin gelişinin haberini mi izliyoruz?”
“Bir ‘Molla Kasım müceddit’ tüm karalamalara, tüm sıkıntılara, tüm kulak tıkamalara rağmen Kur'an dininin tüm hakikatlerini kurda, kuşa, dağa, taşa duyuracak şekilde her imkânı kullanarak haykırmakta.”
“Yalanı, hurafeyi, efendi denen sümüklülerin söylediklerini din zanneden bir çevrede büyümüştüm. Son birkaç yıldır sizin tüm yazdıklarınızı defalarca okudum. Ekranlardaki konuşmalarınızdan konferanslarınıza, gazete makalelerinizden dergilerdeki röportajlarınıza kadar, aldığınız her nefesi takip eder gibi takip ettim/ediyorum. Beni Kur'an ile Kur'an’ın dini ile tanıştırdınız. Önceden öcü zannettiğim dini ve onun Allah’ını bana sevdirdiniz.”
“Allah’ı bulutların ardında, göklerde bir yerde duran celalli bir dede, bizi gözetleyen, melek denen kanatlılarla namaz ve oruçların çetelesini tutturan, başka bir şeyle de ilgilenmeyen yarı put zannederken, Allah’ın aşkın ve içkin, bize bizden daha yakın olduğunu, hayatın bizzat kendisi, hatta sürecin bizzat kendisi olduğunu sayenizde öğrendim, belledim, yaşıyorum. O’nun mesajı olan Kur’an’ın hazzını duymamı siz sağladınız.”
“Tüm hayatımı, defalarca okuduğum Kur’an şekillendiriyor sayende. Bundan doğan bütün hayırların tüm karşılığını senin hanene bizzat Allah yazsın! Mücadeleni mücadelem bildim. Kur'a’nın tanıtılıp yaşanılması misyonum oldu artık.”
“Toplumun ‘İslam’ adı altında şirki yaşadığını, Allah’a iman adı altında şeytana taptığını, peygamber vekili görüp kutsadığı birçok adamın da Ebucehil olduğunu benim gibilere gösterdin. Allah senden gani gani razı olsun!”
Çetin Akar yazıyor: “Bir imam hatip okulu mezunu ve bütün ömrünce çözemediği pek çok dinî meseleyi, sizin kitaplarınızla tanıştıktan sonra çözebilen bir kişi olarak minnet ve şükranlarımı sunuyorum. Allah sizi Türk Milleti’nin başından eksik etmesin.”
“Bugüne kadar tasavvufla ilgili olarak okuduğum ancak anlamaya bir türlü muktedir olamadığım pek çok kitabın anlaşılmasına bir anahtar teşkil eden ‘Kur’an Verileri Işığında Tasavvuf ve Tarikatlar’ isimli kitabınızı büyük bir keyifle okudum. Artık Mevlana’yı, İbn Arabî’yi, İkbal’i, Nietzche’yi… sayenizde daha rahat anlayabileceğimi düşünüyorum. Sizin kitabınızı okuduktan sonra daha evvel okuyup yeterince anlayamadığım kitapları tekrar okumaya başladım. Allah sizden razı olsun!”
Firavunlukta beterin beteri
Kur’an bize gösterdi ki, bilinen firavunlardan daha kötü ve şerir firavunlar da olabilir. Bu ikinciler, çevrelerinde bir tane olsun uyarıcı barındırmayan, yaşatmayan firavunlardır.
Tarih ve zaman da bize gösterdi ki, bu ikincilerden de şerir firavunlar çıkacaktır. Biz bunlara ‘beterin beteri firavunlar’ veya ‘firavunlukta beterin beteri azmışlar’ diyoruz. Bunların belirgin niteliklerini tarihin ve zamanın verilerine bakarak şöyle sıralayabiliriz:
1. Yalancılık: Kadim firavunlar, en şerir zulümleri de dâhil, yaptıklarını raiyyelerine açıkça söyleyerek yaparlar; yalan söylemezler, yani zulümleri içinde bir ‘mert’ yanları vardır. O halde hem eski firavunların zulümlerini işleyen hem de raiyyesine yalan söyleme zilletine tenezzül eden bir zalim, sadece firavun olmakla kalmaz, firavundan da şerir olur.
2. Talancılık: Kadim firavunlarda hırsızlık ve talancılık yoktur. Beterin beteri firavunların bir alameti ve karakteristiği de aynı zamanda talancı olmalarıdır. Bunlar, halkı soyan talancılarla işbirliği yapmak, onları bu talanlarında koruyup gözetmek, bu vesileyle Karun takımının mal-mülk vurgunlarından, para havuzlarından aslan payı almak gibi düşüklüklere de tenezzül ederler. Yani bunlar firavunluk kulvarının kendi içinde de ayrı bir düşüşü temsil ederler.
3. Musaları Konuşturmamak: Firavun, aynı zamanda din gücünü ve kurumunu temsil eden sihirbazlarını Musa’ya karşı halkı aldatmaları için seferber ederken, Musa’ya da halkın önünde onlarla tartışma imkânı veriyordu. ‘Beterin beteri firavun takımı’, işte bu noktada da kadim firavunları geride bırakan tağutluklar sergilemekteler. Bu ikinciler, kendi sihirbazlarını yani (halkı aldatma ekiplerini) bütün imkânlarla teçhiz ederek ortaya sürerken Musa fikriyatının sözcülerine konuşma ve kendilerini ifade etme şansı asla vermezler.
Ferşat Bektaş yazıyor: “Bilgiye aç biriyim. Sizi her zaman takip etmeye çalışıyorum her defasında sizden yeni bir şeyler öğreniyorum. Çok şey öğrendik sizden ve öğrenmeye devam ediyoruz. Şimdi belki istediğiniz kitleye hitap edemiyor, yeterince anlaşılamıyorsunuz ama inanıyorum, gelecekte ışığınızdan faydalanan bir nesil ortaya çıkacak ve Türkiye’yi bu bataktan çıkarıp hak ettiği noktaya taşıyacak. Bunlar bizim çocuklarımız olacak. Ve onlar, sizin gösterdiğiniz aydınlık yolda yürüyecekler. O çekirdek nesil biziz; sakın umutsuzluğa kapılmayın. Siz hep anlatırsınız ya, İmamı Âzam çok acı çekti, çok zulme uğradı ve işte böylece ‘En Büyük İmam’ olarak tarihe geçti diye. Çağımızın İmamı Âzam’ı olarak siz varsınız. Çabanızla bunu hak ettiğinizi düşünüyoruz. Allah size uzun ömürler versin.”
Öznur Kocaalp yazıyor: “Ebu Zer adlı anıt eserinizi okudum. Ellerinize sağlık. O, ‘uzun boylu, gür saçlı, esmer tenli’ adamın hayat felsefesini, azmini, düşüncesini ve iman önderliğini ne güzel yansıtmışsınız! Tarihe bir nefes, bir yudum su vermişsiniz. Allah sizden razı olsun!”
Havin Gökkaya yazıyor: “Sizin sayenizde gerçek İslamı, Kur’an’ı öğrendik. Allah sizden razı olsun. Ne kadar teşekkür etsek az gelir. Siz, yaşayan Atatürk’sünüz.”
Firavunluk psikozu üstüne müthiş mektuplar
Odhan Yüksel yazıyor: “Son günlerde özellikle üstünde durduğunuz ‘firavun’ kavramında vurguladığınız sosyolojik bağlantılar (Firavun-Karun-Haman ilişkisi gibi) ufuk açan, muhteşem analizler. Kur’an'da Hz. Musa’nın hayatının bu kadar derinlemesine işlenmesinin en önemli sebebi, kanımca onun hayatındaki büyük olayların ve mucizelerin birer sosyolojik fenomen olmasıdır.”
“Halkın önünde büyücülerle yarışması da böyle sosyal bir gerçeğe işaret. Firavun'un adamları olan büyücüler halkın önünde Musa’yı küçük düşürmek için bir algı operasyonu yürütürler. Bu algı operasyonunu gerçeklere, bilgiye değil, illüzyona dayanır! Bu olay, tıpkı günümüzde hükümet medyası ve satılık kalemlerle gerçekleştirilen Cumhuriyet ve Atatürk'ü karalama operasyonuna benzer. Olay Kur’an'da da söylendiği gibi ‘halkın gözleri önünde’ yapılmaktadır; sosyolojik analizi gerekir.”
“A’raf 116. ayet bu illüzyonların gücünü vurgular. Sizin mealinizde: ‘Halkın gözlerini boyadılar, onları dehşete düşürdüler/korkutup terörize ettiler/tehdit ettiler’ diyor. Hakkın temsilcisi Hz. Musa'nın özelliği bu ilüzyona son vermesidir. Hz. Musa bir sihirbaz değildir. Onun asası (isyanı) , bâtılı yutmuş, halka hakkı göstermiştir.”
“Kur’an'daki bu sembolik ifadeler, günümüzde küresel ve yerel illüzyonların firavunî kökenini ve işleyiş tarzını açıklıyor. Sermayedarların medyası ortaya sürekli nifak yılanları atmakta, Musa'ları sahneye dahi davet etmemektedir. Bu açıdan firavun daha insaflıdır bence!”
“Firavuna itaatin bir diğer sebebi de, bizzat itaatin kendisi değil, firavunun illüzyonlarıyla aldanmaktır. Bu aldanmış kitlelerin Musavari şahsiyetleri sevmesi ve onlara değer vermesi beklenemez. ‘Firavun’ adlı kitabınızı büyük bir sabırsızlıkla beklemekteyiz.”
Mustafa Yıldırım yazıyor: “Ebu Zer isimli kitabınızı okuyorum. ‘Darbeler ve Darplar’ bölümünde, özellikle 97'nci sayfadaki tespitleriniz beni gerçekten çok etkiledi. Bu güne kadar düşünce ve din felsefesi bağlamında okuduğum bilgilerin en etkileyeni oldu. Aynı sayfalardaki anlatış ve kavrayışa baktıkça da sizin ne denli bir can alıcı vuruşa sahip olduğunuzu gördüm.”
“Bizlerin de bu farkındalığa ilgi göstermemiz umarım toplum kesimlerinde yatay bir genişleme ile yaygınlaşır. Daha doğrusu, ‘darb-ı halk’ (halkın vuruşu) bilincine sahip bir topluluk haline gelebilmek lazım. Şu anda, ‘Allah, bu milleti ıslah eylesin!’ gibi bir temenniden başka yapacak bir şey yok gibi görünüyor. Tarihin diyalektiği bakalım bizlere neler gösterecek!”
MEKTUPLARLA İLGİLİ BİRKAÇ SÖZ
Bu mektuplar beni iki bakımdan çok mutlu etti: 1. Benim eserlerimi ciddi biçimde okuyan insanlarca yazılmış olmaları, 2. Kur’an mesajını hazmetmiş aydınların idrakini sergilemeleri. Bizler ve dünya, işte Kur’an’ı böyle okuyan aydınlara, nesillere muhtaç. Bu nesiller sahneye çıkıp kaderimize el atmadıkça dinciliğin maskeli şirkiyle dinsizliğin açık inkârından kurtuluşumuz mümkün olamaz.
‘Ayetlerden süngü yapmak’
Bir okuyucumun ifadesinden aldım bugünkü başlığı. Çok sevdim bu ifadeyi. Benim mücadelemin hem yöntemini hem de biricik silahını tam isabet tanıtıyor. Bu tabiri kullanma basiretini gösteren iletinin tamamını okuyalım.
Lütfiye Bahar Karakuş New York’tan yazıyor: “Sizi tarif edecek kelime bulamıyorum. Bana göre, Atatürk’ten sonra Türkiye’ye Allah’ın lütfu sizsiniz. Işığınızla aydınlanıyoruz.”
“Uzun zamandır New York’ta yaşıyorum. Kur’an’ı, doğru namaz kılmayı sizin sayenizde öğrendim. Kitaplarınızı alıyorum; okuyorum ve okutuyorum. Söylediğiniz bütün ilim adamlarını da okuyorum. O akıcı, şiirsel kelimelerinizle yazdıklarınız beni coşturuyor. Ayetlerden âdeta süngü yapıp zalimlerin bağrına saplıyorsunuz. Bize hep örnek oluyorsunuz. Karanlık yollarımızı aydınlatıyorsunuz. Kendine özgü hitabınızla bütün gönülleri fethediyorsunuz. Ellerinizden ben de öpüyorum. Size çifte kavrulmuş sevgilerimi, saygılarımı gönderiyorum. Allah seni başımızdan eksik etmesin!”
Almanya’dan Bora D. yazıyor: “Türklüğümü Mustafa Kemal Atatürk’e, Müslümanlığımı da Yaşar Nuri Öztürk’e borçluyum. Sizin bütün videolarınızı defalarca izledim. 4 tane kitabınızı okudum, çok yakında 5.ye başlayacağım. Sayenizde İslam dinini çok iyi anladım; güzel, hoşgörülü, tertemiz ve rahat bir din olduğuna inandım. Bütün soru işaretlerimi giderdim. Şu an karşımda kim olursa olsun konuşuyorum ve anlatabiliyorum. Kanı bozuklar benim karşımda sizin sayenizde zorlanıyor. Allah sizden razı olsun!”
Öznur Kocaalp yazıyor: “Kur’an'ın, aklın, bilimin ışığında kaleme aldığınız eserlerinizi düşündüm ve şu sonuca vardım: ‘Hz. Fâtıma, İmamı Âzam, Hallâc-ı Mansûr, Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’ adlı eserleriniz, yansıttıkları dönemin açık, net, belgelere dayalı tarihleridir. Parçaları birleştirdiğinizde sahabe ve tâbiûn dönemi ve sonrasına ilişkin bilimsel araştırmaya dayalı dönemsel bir tarih çıkıyor. Gerçek tarihi sizin gibi çok az sayıda bilim adamı yazıyor. Allah razı olsun.”
Sinan İlgar yazıyor: “Her sözünüz tarihe altın harflerle yazılması gerekir. Kendini ‘İslam âlimi’ sayan birçok kişinin sakladığı gerçekleri söylemek yürek ister, hatta Ebu Zer yüreği ister. Bu yürek sadece sizde var. Allah’ım benim ömrümden alıp size versin, güzel yürekli insan!”
Murat Başaran yazıyor: “Bu milletin size ihtiyacı var ama bunu görmemekte niye bu kadar ısrarcı, anlamış değilim. Doğruları görmediği için belasını buluyor ve bulmaya devam edecek.”
Bu idraki veren Tanrı’ya şükürler olsun!
Kendisine sıkıntı vereceklerinden kaygılandığı için soyadını gizlememi isteyen genç okuyucum Yiğit D. yazıyor: “Ortaokul yıllarında, babaannesinin rahlesine sizin Kur’an çevirinizi koyup okuyan ve anlamaya çalışan bir çocuktum. 15 sene boyunca Allah’ın bir nimeti olarak Kur’an’ın ve sizin öğrenciniz oldum. Sizin bizleri, uyandırmanızla, başöğretmenim Kur’an’ın Rabbi olan Allah oldu. Bunun için önce Rabbim’e, sonra da size minnettarım.”
“Cenabı Hak, ‘Dileyen Rabbine doğru bir yol edinir’ buyurmaktadır. İşte o yolu bana siz gösterdiniz. Eğer siz olmasaydınız iki şey olurdu: Ben ya dinci yobazlardan ya da dinsiz yobazlardan olurdum. Her iki hâlde de Allah’ın düşmanı olur, cascavlak ortada kalırdım. Siz Allah’ın bu ülkeye lütfu ve hediyesisiniz. Kur’an’ı hayatıma sokan Allah’ın izniyle sizsiniz. Sizin hakkınızı ne yapsam ödeyemem. Sizi en çok mutlu edecek şeyin Kur’an ilminin ışığında yürüyen benlikler olacağını biliyorum. Siz, Ebu Zer’in, İmamı Âzam’ın, Hallâc’ın, ‘Allah ile aldatmaya karşı çıkalım’ diyen o büyük misyonun çağımızdaki temsilcisisiniz. Bunda şüphe yoktur.”
“Firavunları, Hâmanları, Karunları zelil kılmak ve ezilenlere bağışta bulunup onları önderler yapmak Allah’a mahsustur. O, kudretinin bir eseri olarak nice Musa’lar gönderir de halkı kandırıp kırbaçlayanlar, dün zevk sürdükleri her şeyin bir gün hasretini çeker halde ortada kalırlar. Allah, önüne geçilebilecek bir kudret değildir.”
“Kimliğinde ‘İslam’ yazanların birçoğu Allah’ın emirlerini uygulamayı bırakıp Allah’a muhalefet edercesine din yaşamaya kalktılar. Servet hırsı gözlerini bürüdü de, suçlulardan gelecek çıkarı Allah’tan alacakları karşılığa tercih ettiler. Karunlaştılar, Hâmanlaştılar. Allah yolunda mücadele edeceklerine, şeytanın ardı sıra gittiler.”
“Tarih boyunca, gayesi Allah olanlarla, Allah’ın dinini servet ve güç için araç edinenlerin savaşını izledik. Allah’ın dinini araç edinen gafiller, Allah taraftarlarına yaptıkları bin bir türlü eziyeti Allah yolunda bir hayat gaye edinilmesin diye yaptılar.”
“Allah’ı hayatının gayesi edinen bizler Rabbimiz’in hükmünü bekleyip sabrediyoruz. Kur’an ilminde derinleşme ve Allah’ın mesajını hayatımıza nakşetme dönemidir. Bizler, onların Allah’tan umamayacakları şeyleri umabiliriz. Arş’ın Sultanı olan Allah dilerse O’nun için mutlaka ayağa kalkacağız. Bu uğurda bizi derin uykulardan uyandıran, gaflet uykusuna dalmamızı engelleyen sizsiniz.”
“Büyük Atatürk’ün davasını da üstlenen siz, bir başka mucizenin daha tecellisi oldunuz: Allah, müminleri bir araya getireceğini ilan etmiştir. Görüyorum ki, size e-posta ve mektupla ulaşan Allah taraftarları var. Önderliğinizle gelişen bu iletişim şekli Kur’an müminlerinin bir araya gelme umudunu yeşertmiştir. Müminler bu yolla birbirleriyle görüş alışverişinde bulunmaktalar. Bu hakikatin şahitlerinden olduk. Allah ile aldatanların hüsranına da şahitlik edeceğiz.”
“Maun ihlaliyle kamu hakkı talanı yapan Allah düşmanlarına ve imanımızı hor görüp, Allah’ı unutturmak isteyen dinsiz yobazlara karşı bize Allah yeter.”
Che’nin çantasından Nutuk çıkmadı mı?
22 Ocak 2014 tarihli Halk Arenası programında Soner Yalçın’ın sorusu üzerine ve 23 Ocak tarihinde +1 TV’de katıldığım Hilal Ergenekon’un programında Hilal’in sorusu üzerine Arjantin asıllı Küba vatandaşı büyük devrimci Che Guevara’yı değerlendirdim. Dahası: Çıkmak üzere olan ‘Özgürlük ve İsyan’ adlı önemli kitabımı Che’nin adına ithaf ettiğimi de açıkladım.
‘Ateist’ olarak bilinen Che, 39 yaşında Bolivya dağlarında CIA ajanlarınca öldürüldüğünde (1967) çantasından çıkan eşya arasında Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’unun da bulunduğunu aynı zamanda bir bilim adamı olan ünlü diplomat Prof. Dr. Bilal Şimşir yazmıştı. Bilal Şimşir şunu da yazdı: Fidel Castro, 1961 yılında Küba’da görevli olduğu sırada kendisinden Atatürk’ün Nutuk’unun İngilizce veya İspanyolcasını istemiş. Şimşir, Nutuk’un İngilizcesini Türkiye’den getirip Castro’ya vermiş. Castro bu çeviriyi okuduktan sonra Che’ye vermiş diye düşünülüyor.
Che’nin çantasından bazı kitaplar yanında bir de ‘okunması gereken’ veya ‘okunan’ kitaplar listesi çıkmıştır. Olabilir ki Nutuk o listede vardı.
Çantadan Nutuk çıktı veya çıkmadı; tartışılsın. Atatürk-Che ilişkisinde belirleyici olan esas nokta, bu kitap işi değil, şudur:
Che ve başta Fidel Castro olmak üzere bütün devrimci arkadaşları birer Atatürk hayranı idiler. Onu, özgürlük ve bağımsızlık öncülerinin en büyüklerinden biri biliyorlardı. Che’nin kader arkadaşı Castro’nun, özellikle Che’nin bir tür akıl hocası sayılan ve radikal bir Atatürk hayranı olan Jose Carlos Mariategu’nun tanıklığı bunun tartışılmaz belgesidir. Hal bu iken, “Che ve arkadaşlarının esin kaynakları arasında Mustafa Kemal yok” iddiasında bulunup bunu ‘çantadan çıkmayan’ Nutuk’a bağlamak tam Türkçesiyle bir dangalaklıktır. Bu dangalaklık, Che’nin çantasından Nazım Hikmet’in bir kitabının çıktığını rahatlıkla kabul ediyor da Nutuk’un çıkmasını ‘minel acayip’ buluyor. Şu kafaya bakın!
Che-Nutuk ilişkisiyle ilgili değerlendirmeler üzerine, ‘şecaat arz ederken sirkatin söyleyen’ bazıları da çıktı. Bir yığın ‘Atatürkçü’ veya ‘dinci’ adam, “Böyle şey nasıl olur” diye sataşma perdesinden hayretlerini ifade ettiler. Neymiş efendim; “Nutuk Che Guevara’nın çantasından nasıl çıkarmış! Che 1967’de öldürüldü, Nutuk ise yabancı dillere 2000’li yıllarda tercüme edilmişmiş…”
Bilgiye bak, bilgiye! Bu ‘tercüme’ işini ve Che meselesinin öteki kısımlarını irdeleyeceğiz.
Murat Başaran yazıyor: “Size şükranlarımı ve sevgilerimi sunuyorum. Yaşım 21. Ben, sizin, Mustafa Kemal Atatürk hakkındaki bilgilerinize aşıkım.”
Nutuk, Che doğduğu yıl tercüme edildi
“Atatürk’ün Nutuk’u Che Guevara’nın çantasından nasıl çıkar, o sırada Nutuk’un herhangi bir dile çevrisi yapılmamıştı ki!” diye ahkâm kesen bir yığın dinci ve rozet Atatürkçüsü, Arena programındaki Che söylemimle ilgili eleştiriler getirdiler.
Bakın, kardeşim, önce öğrenin! Nutuk daha Atatürk yaşarken ve Che henüz bir yaşındayken üç Batı diline ve Rusça’ya tercüme edilip basıldı. Fransızca, İngilizce tercüme 1929 yılında, mütercim adı belirtilmeden yapıldı. Hemen arkasından, Fransızca metin esas alınarak Paul Roth ve Kurt Koehler tarafından Almanca’ya tercüme edildi.
Rusça çeviri dört cilttir ve ‘Yeni Türkiye’nin Yolu’ adıyla yayınlanmıştır. Yayın, 1929 yılında başladı, 1934 yılında tamamlandı.
Şunu da bilelim: Che, Fransızcası çok kuvvetli bir aydındı. Nutuk’un İngilizce veya İspanyolcasını aramak gibi bir sıkıntısı olamazdı. Bunu ifade etmek yerine, ‘Che, Nutuk’un İspanyolca tercümesini aratmıştır” falan gibi tırlak laflar etmenin anlamı yok. Bir aratmadan söz edilecekse, mevcut olan Fransızca çeviriyi ‘aratmak’ yerine olmayan İspanyolca çeviriyi aratmak ne demek!
Çeviriler içinde Arapça yok. Nutuk’a en çok muhtaç olanlar Araplar ama Nutuk’un Arapça’ya çevirisi yok. Yok, ama bunda şaşılacak bir şey de yok. Bakın Arapça’nın egemen olduğu coğrafyalara. Hepsi belasını bulmuş ve buldukları belayı irdelediğinizde arka planda Atatürk’ün sembolize ettiği akılcılık, bağımsızlık, özgürlük ve aydınlanmadan yoksunluğu bulursunuz. Eh, öyle tencereye öyle kapak! Ne yazık ki, bizi de o tencerelerin yanına oturtmak için çırpınan namussuzlar Türkiye’de dörtnala at koşturuyor.
Gamze Temiz yazıyor: “Son günlerdeki konuşmalarınızda hep sizi susturduklarını söylüyorsunuz. Haklısınız ama çok büyük bir avantajı var bana göre bu durumunuzun. Bu durum, Kitaptan Aydınlığa programını en kaliteli ‘Kur'an Okulu’na dönüştürüyor.”
“Hilal Ergenekon'la programınızı internetten izledim. Diyorsunuz ki, ‘Ben karşımdakinde samimiyet ve bilgiye bakarım. Bunlardan herhangi biri yoksa canını çıkarırım.’ Bu sözünüzle kendinizi mükemmel ifade ettiniz. En önemlisi de sizin ‘uyarıcı’ olduğunuzu belgeleyen sözler bunlar. Sizin düşünce dünyanızı kimse hiçbir yere hapsedemez. Artık televizyondan çok, internet kullanıcılığı yaygınlaştı. Özellikle genç nesil olarak bizler bilgi çağını derinlemesine yaşıyoruz. Siz yeter ki bizi aydınlatmaya devam edin.”
Mehmet Tradera yazıyor: “Bilgilerinize çok güvenen biri olarak rica ediyorum: Türkmen Aleviliğinde gördüğünüz yanlışlıkları belirtirseniz seviniriz. Allah sizden razı olsun! Yezitlere korku, müminlere ışık oluyorsunuz.”
İşte, bize bu gençlik lazım!
Evet, bize, aşağıya mektuplarını örnek olarak aldığım şu feraset ve idrak timsali gençlik lazım. Hz. Muhammed’i Arabın fistan ve sarığına hapseden Arapçı yobazlar ve Gazi Mustafa Kemal’i İngiliz’in papyonuna hapsedip cumhuriyet kadını olmayı mini etek giymeye uyarlayan uçuklarla, hüsran vadisinden başka bir yere gidemeyiz. Yepyeni bir idrak ve aydınlık kuşağına muhtacız. O kuşağı inşa etmez isek ne Tanrı bizi affeder ne de tarih.
Ne demek istediğimi daha iyi anlamanız için o örnek seçtiğim şu üç mektubu okuyun.
Önder Eren yazıyor: “Emevîlerin Müslümanların yönetimine el koymalarıyla birlikte tevhit yozlaştırılmış ve tevhit adı altında mülhitlik yapılmıştır. Bunun halkın beynine oturmasını sağlayanlar ise sözde aydın ama esasında çıkarı uğruna her şeyi satabilen, kralın kalemliğini yapan, kraldan çok kralcı dalkavuklardı. Bunlar öyle pisliklerdir ki, İkbal'in deyimiyle ‘Cehennemi bile kirletirler.”
“Din, bitmek tükenmek bilmeyen bir sömürü kaynağıdır. İslam, bu sömürüyü yapan mülhitlerin yozlaştırmaları yüzünden, bugün, afyon işlevi görüyor. Bugün, Kur’an’la alakası olmayan bir İslam oluşturulmuştur. Bir yere, bu mülhit takımın hesabına ters düşen bir ayet yazıp altına sure adını yazmasak ve kendi sözümüzmüş gibi tanıtsak, sözde % 99 buçuğu Müslüman olan Türkiye'de afyonlanmış insanların birçoğu bizi hemen dinsizlikle itham ederler. Bunların çoğunun, Kur’an'ın o ayetlerinden haberleri bile yoktur. Buna tarihin diyalektiği mi, cahillik mi ne desek bilmiyorum ama eskiden beri böyle geldi ve böyle gideceğe benziyor. Burada yapılacak tek şey, bir melâmet tavrı içinde elimizden geldiği kadarıyla Kur’an mesajını insanlara ulaştırmaktır. Bunu en iyi yapanlardan birisi sizsiniz. Allah sizin yolunuzu açık etsin!”
Dr. Hasan Baştürk yazıyor: “Sizi ilk kez 1986 yılında, TRT-1’in (Cuma günü yayınlanan) programında gördüm ve o zamandan beri takip ediyorum. Halen Ebu Zer, İmam Âzam adlı eserlerinizi ve Kur’an Meal’inizi okumaktayım. Büyük bir din bilgini ve çağımızın en büyük İslam filozofu olduğunuzu düşünüyorum. Engin bilginiz, detaylı araştırmalarınız ve analitik düşünceden geçen ifadeleriniz ve bunlarla yüklü eserleriniz ortada. Şükür ki üretmeye de devam ediyorsunuz. Sizi şu an bir sebeple okuyup izlemeyenlerin ve hatta size kızanların torunlarının bir gün eserlerinizi bir bir okuyacağını çok iyi görebiliyorum.”
Gülşen Aygün yazıyor: “Sizin; kendim için, ülkem için ve tüm dünya için çok büyük bir kazanç olduğunuzu düşünenlerdenim. 1990 yılında liseye giderken TRT aracılığı ile tanıştım sizinle ve her şeyi sorgula-maya başladığım o dönemlerde bir yol gösterici oldunuz bana. O günden bugüne sizden öğrendiğim düşünce sistemiyle anlamaya çalıştım dinimizi. Kısacası, beni de uçurumun kıyısından döndürdünüz! Allah sizden razı olsun!”
Kadın haklarını ele alacağız!
Ertan Arın yazıyor: “Bilgi okyanusunuza hayranım. Son zamanda bir türban modası var. ‘Saçın bir teli görünürse cehennemi boylarsın’ modeli. Bazen bu kardeşlerimizle tartışıyoruz, savunmaları şu oluyor: ‘Başımızı, Kur’an emrettiği için örtüyoruz.’ Bu savunma geçerli mi?”
Zeynep Gençosmanoğlu yazıyor: “Sayenizde ben de Kur’an müminlerinden biri olmaktan gurur duyar hale geldim. Dinci mezalimi deşifre etmeniz beni İslam'ın ne demek istediğini düşünmeye sevk etti.”
“Kur'an, erkeği kadından üstün tutan ayetleri var gibi duruyor. Bu ayetlerde her ne kadar kadına annelik vasfından dolayı pozitif ayrımcılık yapıldığını anlasam da bu durumun yine kadın aleyhinde kullanılmasını nasıl karşılamak ve yorumlamak gerekir? Kur'anın ilkeleriyle medeni hukuk çatışıyor mu?”
“Bir konuşmanızda İslam fıkhının oluşmasını sağlayan ahkâm ayetlerinin zamana göre yorumlanmasının Kur'an'ın bizzat talebi olduğunu belirtmiştiniz. Bu düşüncenizi Kur'an'ın hangi ilkesinden hareketle söylediniz?”
“Kavramların yozlaşmış hallerinden İslam’ı ve ilkelerini nasıl kurtarabiliriz? Şahsî olarak ruhumun bu açmazdan dolayı kapana kısıldığını hissediyorum. Bilginiz ve ferasetinizle bizim gibileri daha da aydınlatırsanız çok minnettar kalacağız.”
Erdinç Şahin yazıyor: “Sizi 80'li yıllardan beri takip ediyorum. Bana göre siz yürüyen bir Alak suresisiniz. Sizin sayenizde Kur'an’ı ve dinimi tanıdım. Kur'an’la Allah arasındaki çizgiyi kirleten birçok şeyi siz yıktınız, siz temizlediniz.”
‘Kadın Hakları’ ve ‘Tecdit’ kitaplarımı bekleyin!
Bu yoğun soruların genel kısmı, hayatımın temel eserlerinden biri olan ‘Tecdit’ kitabımda, kadınlarla ilgili kısımları ise ‘Kadın ve Hakları’ adlı kitabımda genişçe verilecektir.
Kadın ve kadın haklar meselesi ülkemizin en hararetli gündeminde en sıcak yeri tutuyor denebilir. Kur’an verilerini ve Kur’ansal mesajı anlatmayı temel uğraş bilen bir âlim sıfatıyla ben de, kadın ve kadın hakları konusunu yıllardan beri uğraşlarım arasına koymuş bulunuyorum.
‘Kadın ve Hakları’ adlı dosya, öyle sanıyorum ki, önümüzdeki bir yıl içinde kitaplaşacaktır. O kitap yayınlanıncaya kadar kadın ve kadın hakları konusunda bana soruları olanlara, ‘İslam Nasıl Yozlaştırıldı’ adlı eserimin ‘Kadın’ maddesini okumalarını önermekle yetineceğim.
Doğum günü mektupları
Elif Tuna yazıyor: “İyi ki doğdun Şems! Senin ışığınla bizler de defalarca doğduk, aydınlandık. Bu ışığı göremeyen körlere acıyorum.”
“Ey Şems! Türk milleti seni hakkıyla, layıkıyla bilemedi; bilseydi bu durumlara düşmezdi. Her şeye rağmen sabırla üretmeye devam ettiğin için sana çok minnettarız. İyi ki doğdun, iyi ki varsın! Allah sana uzun ömürler versin de biz aydınlanmaya devam edelim.”
“Hayat, din, inanç perspektiflerimi sana borçluyum. Daha nice yıllar aramızda olman dileğiyle doğum gününü tüm yüreğimle kutluyorum.”
Zerrin Mercan yazıyor: “Doğum gününüz kutlu olsun! Allah size uzun uzun ömürler versin! Benim ömrümden alsın size versin! Mutlu, huzurlu, sağlıklı, gönlünüzce güzel bir yıl diliyorum. Allah'ım sizi Türk toplumunun başından eksik etmesin!”
Canan Şimşek yazıyor: “Sağlıklı, huzurlu ve mutlu nice yıllar diliyorum. Bu dünyaya gelmenize neden olan anne ve babanızın mekânı cennet olsun! Allah sizi başımızdan eksik etmesin! Bilene en büyük nimet sizsiniz. Doğum gününüzü katlamak ve tekrar şükranlarımı bildirmek istedim.”
Özden Yılmaz yazıyor: “O kadar zor ki size hitap ederek yazmak!”
“Yeni yaşınız size mutluluk, sağlık getirsin! İyi ki doğmuşsunuz, iyi ki sizi tanımışız. Sizin fikirlerinize o kadar inanıyorum ki, her konuşmanızda yüreğime dokunuyorsunuz!”
“Anadolu'da bir yerlerde hayatta kalmaya çalışan bir anne, bir savaşçıyım. Savaşıyorum, çünkü etraf şeytanın çocuklarıyla dolu, zalimlerle dolu. Sizin kitaplarınızı, karşımdaymışsınız gibi okuyorum.”
Şadan Ersoy yazıyor: “Cumhuriyetimiz döneminde Türk toplumunun bu gününe kadar bu kapsamda görmediği aydınlık yolun; sayıları yetmişe varan ışık kaynağı kitapların yaratıcı gücü, saygıdeğer Hocam! Diğer okurlarınız gibi ben de varlığınızın devamı için duacıyım.”
“Doğum gününüzde hayat basamaklarında bir sonrakine yükselişinizi, bu gününüze kadar edinmiş olduğunuz kültürel ve bilimsel değerdeki yüce kazanımlarınızla; dünya, toplum ve insan gerçeklerini bir basamak daha yüksekten algılama ve yaşama olgusu olarak görüyorum. Zatı üstadânelerini sağlık ve mutluluk dileği ile kutluyorum.”
Para mı, Tanrı mı?
Bir insanın Allah’a imanının varlığında şaşmaz ve tek gösterge şudur: Para ile Allah yan yana geldiğinde bunların hangisi seçiliyor. Hangisi seçiliyorsa seçimi yapanın gerçek Tanrısı odur.
Hz. Peygamber, “Her ümmetin bir bozgun sebebi vardır; benim ümmetimin bozgun sebebi ise mal fitnesidir” buyuruyor.
Bu mucize ihbar, tarih tarafından harfiyen doğrulanmıştır. Bırakın Peygamberimizden sonrayı, daha o yaşarken, hatta doğrudan ona karşı sergilenen ‘mal putu’ tutkularına tanık olmaktayız. Biz, daha Resulü Ekrem döneminde zehirli dişlerini gösteren bu puta ‘dincilik putu’ diyoruz.
Para putuna kul olanlar (tabir Peygamberimizindir), dini ne tamamen bırakırlar ne de onu hakem yaparlar. Yani onlar, dini istismar etmek için ona yakın dururlar ama Allah ile para yan yana geldiğinde daima parayı tercih ederler. Tarih boyunca hep böyle yaptılar, bugün de böyle yapıyorlar.
Vicdan kulaklarınıza küpe olsun diye, suyun ta başından bir örnek vereceğim. Dikkat ve ibretle izleyin. Ve ‘Maun Suresi Gerçeği’ni bu ışıkla bir kez daha düşünün:
Hz. Peygamber’e at satan bir sahabi, parasını almak üzere Peygamber’in evine gidiyordu. Peygamber, hızlı yürüdü; adam biraz geri kalmıştı. Adamın yanına sokulan bazı sahabîler (!) ata daha fazla para vereceklerini söyleyerek adamın kafasını çeldiler. Fazla parayı gören adam atı bunlara satmak istediğini Hz. Peygamber’e bildirdi.
Hz. Peygamber: “Biz seninle anlaştık, atı bana sattın, artık o at benim” deyince adam anlaşmayı inkâr etti. Allah adına yemin de ederek “Ben atı sana satmadım” dedi. Çevredeki sahabîlerse (!) kenarda saklanarak tartışmayı duymazlıktan geliyorlardı.
Çekişme epeyce sürdü. Hz. Peygamber “Sen atı bana sattın” diye ısrar edince adam, akıl almaz bir utanmazlıkla Cenabı Peygamber’e şunu söyleyebildi: “Sözünün doğruluğunu tanık getirerek ispatla.” Bunun üzerine Peygamber, Huzeyme adlı birini tanık göstererek atı satın aldığını ispatladı. (Ebu Davud, akzıye 20: 3/308; Nesaî, büyû’ 81: 7/265-266)
Geleneksel Emevî dinciliğine göre, Hak Elçisi’ne karşı şu hayâsızlığı yapan adamlar ‘sahabî’ unvanı taşıdıkları için sonraki zamanlarda gelecek tüm Müslümanlardan hayırlıdırlar. İstedikleri kadar parayı Allah’a ve Peygamber’e tercih etsinler!
Hak Elçisi’ne böyle bir davranışı layık görenle bu davranışı kenara çekilip seyredenler nasıl olur da Peygamber’i görmemiş Müslümanların tümünden daha üstün olur?! Böyle bir iddia akla, dine ve Peygamber’e hakaret değil midir?
Dinciliğin mal putu karşısındaki tavrı hep bu olmuştur. Görüldüğü gibi, onun imansızlık ve hayâsızlığının ‘sahabe’ patentli dayanakları da vardır. Onlar dayanak mı, iflas belgesi mi diye sorulmamıştır.
Nejat Oke yazıyor: “İyi ki varsınız. Eserleriniz, yazılarınız, programlarınız evlatlarıma bırakacağım servetimdir. Size çok şey borçluyuz. Öğrettikleriniz, yolumuza tuttuğunuz ışık, gök kubbeye bıraktıklarınız, hazinelerin en büyüğü. Hakkınızı helal edin!”
‘Umutların devrimi’ olmak ne büyük mutluluk!
Burak Tuncel Almanya’dan yazıyor: “Erich Fromm’un eserlerini okuduğunuzu biliyor ve çok mutlu oluyorum. Ben Almanya´da yaşayan bir gurbetçi ailenin çocuğuyum ve tiyatro sanatçısıyım. Erich Fromm, Nietzsche ve Goethe’nin yanında Almanya’nın en büyük 3 düşünüründen biridir. Sizin eserlerinizi okudukça Erich Fromm´un o ölümsüz ruhunu hissediyorum.”
“Fromm’a göre, ‘Din, putlara hayatın içinde ‘Hayır’ demektir’ ve ‘sevgiden geçen bir yoldur.’ Onun büyük sosyalist, hümanist ve ‘Yaratıcı Çılgın’ ruhunun sizde bir yansımasını görüyorum! Benim için, çağımızın Erich Fromm´u sizsiniz. Ve onun eşsiz deyimiyle, siz bizim ‘Umutlarımızın Devrimi’siniz."
“Şu an sizin ‘Kur´an Verileri Işığında Tasavvuf ve Tarikatlar’ kitabınızı okuyorum ve sonra ‘Mevlana Rumi’ kitabınızı okuyacağım. Heildelberg’e geldiğinizde sizi tiyatromuzda onur konuğu olarak ağırlamak isteriz.”
Hakan Koray yazıyor: “Yine nöbetteyim ve elimde her gece olduğu gibi yine eseriniz. Heyecanla okuyorum eserlerinizi. Yeni kitabınızı da hemen tedarik edeceğim. İnanın, eserinizi alabilmek için cebimdeki çok az kalmış paramın neredeyse tamamını verdiğim zamanlar da oldu. Ben sizinle dinimi öğrendim; bütün haklarım size helal olsun!”
Erdal Turan yazıyor: “Dün Ebu Zer kitabınızı okudum. Öyle şeyler var ki içinde bir heyet oluşturup üzerinde ayrıca değerlendirme yapmak gerek. Bu kitap, ‘Kur’an’da Lanetlenen Soy’ ve ‘İmamı Âzam’ kitapları aynı düşünce zeminin de eserler. Siz bunun hakkını veriyorsunuz.”
“Ebu Zer kitabınızı bitirince haddim olmayarak, acaba patrona Halil isyanından önce Anadolu’da Celali isyanlarını da bu esere dâhil edebilir mi diye düşündüm. Fikrimce Ebu Zer ruhuyla buluşan bir isyandır ve kimi kaynaklar yüz bin Anadolu insanın katledildiğini yazar. Ölenlerin çoğu çarpışmada değil rastgele yakalanıp, tutsak edildikten sonra katledilmiştir. Yirmi bin insan kafasından oluşan tepelerin vezir Kuyucu Murat Paşa’nın çadırı önünde kümelendiğini bildiren kaynaklar var. Bu meseleye de bir el atın lütfen!”
Melikşah Ak yazıyor: “20 yaşındayım, üniversiteye hazırlanıyorum. Bir gün bu ülkenin devlet başkanı olursam örnek alacağım iki Türk var: Biri Atatürk, diğeri sen. Varsa ömrüm, Rabbim benden alıp sana versin; çünkü sen Türk ve İslam âleminin kurtarıcılarındansın. Senin fikirlerini toprak olana dek kalbimde yaşatacağım.”
Kur’an’daki İslam, renkler, yobaz ve siyah
Bir filozof mektubunu andıran aşağıdaki iletiden aldım başlığı. Okuyun da bakın, ‘özgürlük nesli’ni nerelere taşımışız. Şükürler olsun Tanrı’ya!
İzmir’den yazan Yıldırım Atıl, ‘filozof mektubu’na ‘Giysileriniz ve Yobazlık’ başlığını koymuş. Kısmen özetleyerek vereceğim: “Öğrenciniz olmayı hak etmeye çalışan ve Fransız edebiyatını çok iyi bilen birisi olarak, yobazlık kavramını bir de ben irdelemek istedim. Allah’ın büyüklüğünün ne kadar farkında olursak, yobazı da o ölçüde tanırız. Yobaz, Allah’ın en büyük düşmanıdır.”
“Tüm Allah adamları, inananların, yobazın çekim alanına girmesini engellemek için, onu tanımlama gayreti içinde olmuşlardır. Bendeniz de işte bu evrensel faaliyete, sizin açtığınız pencereden sızan Kur’an ışıklarını, kırık bir ayna ile yansıtarak katkıda bulunmaya çalıştım. Esin kaynağım, televizyon kanallarındaki programlarda giydiğiniz kıyafetler oldu. Sanki doğanın tüm renklerini kullanmak ve yansıtmak istiyorsunuz. Farklı renklerin birbiriyle nasıl uyuşabileceğini, nasıl yeni bir ahenk yaratabileceğini gösteriyorsunuz.”
“Siz, bu renklerle, yıllardır vermekte olduğunuz Kur’an’a dönüş mücadelesi nedeniyle, dinci çıkar odaklarından, onların arkasında sürüklenen raiyyeleşmiş kitlelerden, inkârcı yobazlardan çektiğiniz çilelere, ihanetlere, yalnızlığa rağmen, çıplak uyarıcı görevini yerine getirmiş olmanın, din adına uydurulmuş tabuları paramparça etmiş olmanın verdiği yaşama sevincinizi yansıtıyorsunuz.”
“Renkler, aynı zamanda hayatın tüm güzelliklerinin de sembolüdür. Güzel sanatlar, spor, müzik, okumak, düşünmek, yazmak… Bu soyut anlamlardan bir kaçıdır. Şöyle de diyebilir: Hayat, en göz kamaştırıcı renkleri bünyesinde toplayan, üreten, bir renkler armonisi, renkler uzayıdır. Siz tüm bunları hayatına sokarak dolu dolu yaşayan, deyimin tam anlamıyla, renkli bir kişiliğe sahipsiniz.”
“Şimdi bir size bakalım, bir de yobazın siyaha olan tutkusuna! Bilindiği gibi siyah, bir renk değildir. Siyah, tüm renkleri yalayıp yutan bir canavar, bir dipsiz kuyu, bir kara deliktir. Siyah, hayatsızlıktır. Birbirine tamamen zıt bu iki tablodan hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bir dinin aslı, ne kadar renk renk güzellik ise o dini çarpıtanlar da o ölçüde siyah ve karanlıktır.”
“ Konuya İslam bağlamında baktığımızda, söz konusu olan, ‘Kur’an’daki İslam’ ve ‘Kur’an dışı İslam’ yani renkler ve siyahtır. Dünya belki de, renklerle siyahın bir mücadele alanıdır. Ya renklerden yana olup hayatı ve sonsuzluğu yakalayacağız ya da siyahın girdabı içinde dünya ve ahiretimizi karartacağız.”
Ruhlarınızı şeytandan geri alın!
Antalya’dan yazan bir okuyucumun mektubundan aldım bugünkü başlığı.
Dinci tasallut, insanımızı Kur’an’dan uzaklaştırarak şeytana teslim etti. Kur’an bunu söylüyor: “Kim Rahman'ın Zikri'ni/Kur’an’ı görmezlikten gelip ondan uzaklaşırsa biz ona bir şey-tanı musallat ederiz de o ona can yoldaşı olur. Bunlar, onları yoldan tamamen saptırırlar. Onlarsa kendilerinin hâlâ hidayet üzere olduklarını sanırlar. Sonunda bize geldiğinde, şeytan, yoldaşına şöyle der: ‘Keşke aramızda iki doğu arası kadar uzaklık olsaydı! Ne kötü yoldaşmışsın sen!" (Zühruf, 36-38)
Gerisini gönüldaşımızın mektubundan izleyelim. Alev Özsoy yazıyor:
“Size teşekkürler. Kitaplarınızdan öğrendiklerimden dolayı ve benden önce doğmuş olup beni aydınlattığınız için! Allah'ı sevmeyi, kolaylıklar dininin mensubu olduğumu, âdetli iken ibadet edebileceğimi, Emevî-Arap faşizminin dehşetini, ibadetlerimde istisnaî durumlarda bazı kolaylıklara sahip olduğumu, Kur'an’da bahsedilen gerçek namazı, kadının Kur'an’daki yerini, Kur’an’ı anlayarak okumanın namazdan daha kıymetli bir ibadet olduğunu ve daha nicelerini öğrettiniz bana.”
“Umuyorum, günahkâr geçmişimi temizleme yolunda adımlar attığım bu süreçte ben de çanağımın içini yıkamayı başaranlar arasına girerim. Kitaplarınızı öylesine bilimsel yazmışsınız ki referanslarınız sayesinde yeni bilgilere ulaştım, yeni insanlar tanıdım.”
“Kullandığınız güzel ve akıcı Türkçe ile bana Türkçe’yi de sevdirdiniz. Objektif üslûbunuz ve diğer bilginler hakkında yazdıklarınız yüzünden size saygım daha da arttı. Sizi okurken ‘Biz niye bunu düşünüp bu şekilde sorgulamadık?’ sorusunu hep sordum.”
“Beyinlerimiz ve ruhlarımız şeytana satılmıştı. Sizin aracılığınızla geri alıyoruz. Bu da bizim Cahiliyemizin sonu olur inşallah! Sorumluluk almamız gerek!”
“Bizler için olan niyetinizin milyon katını Tanrı size, ailenize versin! Babanızın ve sizin mekânlarınız tüm âlemlerde cennet olsun ve komşularınız peygamberler olsun! Rabbimiz sizleri nuru ile yüceltsin. Rahmeti bol Rabbim, üzerinize âfiyetler yağdırsın!”
Bahar Lütfiye Karakuş New York’tan yazıyor: “Sizi ifade edecek cümle kurmakta zorlanıyorum. Siz misyonunuz, bilginiz ve edebiyatınızla bir ekolsünüz. Atatürk’ün fikir arkadaşısınız. Naçizane ben de burada sizin fikir arkadaşınızım. Oğlum buraya 5 yaşında geldi. Şimdi 32 yaşında. Bildiği ünlü isimler Atatürk ve sizsiniz. Bizim için dualarınızı eksik etmeyin!”
Dinin başına da bela oldular
Bugünkü yazımda size, dinci riyakârların, Maun talancısı maskeli müşriklerin, lanetli namaz tüccarlarının vicdanlarda açtıkları yaralardan birini tanıtacağım. Bunlar, kasalarını akıl almaz paralarla doldurdular ama bunu Allahlarını, ahiretlerini, vicdan ve imanlarını şeytana satma pahasına yaptılar. Paralel zulüm güçleri halinde hep böyle yaptılar. Sonra da çıkar çatışmaları yüzünden gırtlak gırtlağa birbirine girdiler.
Sadece ezip horladıkları, soyup perişan ettikleri Müslüman halkların değil, bütün insanlık camiasının elleri bunların yakalarındadır. Bunlar, fiilleriyle dini inkâr etmekle kalmadılar, başkalarının inkâr etmesine de sebep oldular. Bunlar, ‘dini yalancı çıkardılar.’ İşte bu yüzden, bunları lanetleyen Maun suresi daha birinci ayetinde şöyle diyor: “Gördün mü o, dini inkâr edeni/dini inkâr ettireni/dini yalancı çıkaranı?”
Ne diyeyim; hepsi Allah’ından bulsun!
Gülseren Altınel yazıyor: “Gelinlerimizden biri Alman. Gelinimizle erkek kardeşlerinden biri yanımızda 3 ay gibi bir süre kalarak hem Türkçe öğrenmeye çalıştılar hem de gönüllerince tatil yaptılar. Yaz tatilinde bizdeydiler. Akşam yemeği sonrası, ‘Biz Müslüman olmaya karar verdik. Hangi resmî makama müracaat edelim?’ diye başlayıp neredeyse sabahlara kadar süren sohbeti açtılar. Reklamını yapmadan da Müslüman oldular. Gelinimiz Suzan, kardeşi de Cem ismini aldı.”
“Sonraki yıllarda, AKP iktidarı bol cami ve İmam Hatip açmaya başladı. Yolsuzluk söylentilerinin hafiften hafiften ortalığa döküldüğü dönemlerde Cem bize gelmeyi kesti. Bir gün gelinimiz ‘Anneciğim, biliyorum sen çok üzüleceksin ama bu iktidarın yaptıkları yüzünden, Cem Müslümanlıktan çıktı. Çünkü bizim Almanya’da bize yolsuzluklardan alayla bahsederek ‘Sizin İslam nasılmış ama!!’ diyorlar hep. Cem bu alaylı konuşmalara dayanamadı’ dedi. Çok üzüldüm. Daha sonra Cem Almanya’yı terk edip Singapur’a yerleşti.”
“Geçenlerde Cem telefon etti. Uzun uzun konuştuk. Yaz tatilini bizde geçirme sözü verdi ve ekledi: ‘Ben yine Müslüman oldum. Tanır mısınız, Yaşar Nuri Öztürk diye bir profesör var. Onun kitaplarının Almanca tercümelerini alıp okudum; huzuru buldum. Bu iktidar yok oluncaya kadar Almanya’ya dönemem. Mahşerde onların yakalarına ben de yapışacağım’ dedi.”
“Yaşça benden küçüksünüz ama binlerce defa teşekkür ediyor, minnetle saygılar sunuyorum. Allah sizden razı olsun!”
Ferşat Bektaş yazıyor: “Halk Arenası’nda siz, cesaretle, bulunduğumuz durumun tespitini yaparken birileri hâlâ nutuk peşindeler. İstiyorlar ki, birileri hazır halde sunsun bunlara iktidarı. Kafayı duvara daha çok vuracaklar bu gidişle. Türkiye’nin bu çıkmazı içler acısıdır. En büyük siyasal toplulukların biri olan partinin en iyi yaptığı iş, gündemi takip edip nutuk atmak. Aydınların da nutuk atanları, hayal satanları konuşturuluyor; çözüm üreten yok. Arena gecesini tamamlayacak sözü, bilge-Kral Aliya İzzet Begoviç söylemiş yıllar önce: ‘Dünyayı değiştirecek olan dua değil eylemdir.”
Kırk yıl bu sesi bekledim
Evet, kırk yıl bu sesi bekledim. Büyük çileler çekerek, büyük zulümlere uğrayarak ama ümidimi, vakarımı ve azmimi asla yitirmeden bekledim. Allah da beklediğimi verdi. Bir başıma, muhteşem bir idrak, bilgi ve fikir kitlesi yarattım. İşte size, örnek olarak o kitlenin büyük yürekli müminlerinden ikisinin sesi.
Mete Gezer yazıyor: “Kitaplarınızı ve TV programlarınız yakından takip ediyorum. Allah enerjinizi eksik etmesin! Takdir edersiniz ki, sizin kitaplarınızı roman okur gibi okuyamıyoruz. Düşünerek, sindirerek, arada Kur'an mealine bakarak okumak gerekiyor. Ancak böyle okuyunca ana mesajları kavrayabiliyoruz. Yanlış bildiğimiz temellerin yerine oturduğunu fark ediyorum.”
"İnsanın Prospektüsü’ dediğiniz Kur'an, gerçek anlamıyla hayatımıza sizin çabalarınızla girdi. Öncesinde, algımız şuydu: ‘İslam’ın 5 şartı var. Bunları yerine getirdiğimizde Müslüman oluyoruz. Bu iş tamam. Kur'an ise ya namazda ya da ölüler için okunur. Onu zaten biz anlamayız, onu okumak âlimlerin işi.’ Hayatımın büyük kısmı bu zihniyetle geçti. Ta gerçek mesajları sizin vesilenizle öğreninceye kadar.”
“Kur'an’dan ve sizin tespitlerinizden algıladığım şu: İslam’ın tevhide imandan sonraki birinci şartı, kul hakkı çiğnememek ve mal sevdasına düşmemek. İman, insanda bir cevher gibidir. Samimi ibadetlerle bu cevheri parlatıp cilalarız, yüceltiriz. Kul hakkı ihlali ve para sevdası oluştuğu anda bu cevher parçalanıp gider, ibadetlerle yücelteceğimiz bir şey kalmaz. İkincisi, (özellikle Maun Suresi kitabınızdan aldığımız mesaj) insanda iman ve para bir şekilde vardır. Önemli olan bunların nerede muhafaza edildiğidir.”
“İman kalpte, para cepte bulunduğunda ve para iman için harcandığında insan yücelir, toplum huzurlu ve kenetlenmiş olur. Eğer tam tersi olur da para kalpte, iman cepte olur, iman para için pazara indirilirse-ki riyadan bunu anlıyorum-o zaman yıkım başlar. Toplum, hak tanımaz bir kimliğe bürünür.”
“Bir TV programında Paul Tillich felsefesinden bahsetmiştiniz, ‘Ultimate Reality’ yani insanın içindeki ‘belirleyici gerçek’ kavramını tanıtmıştınız. Belirleyici gerçeği para olanın Allah’ı da paradır. Kur'an, tabir caizse, bağıra bağıra bunu söylüyor ama okumazsak nasıl duyacağız? Sizin çok güzel bir özet cümleniz var. ‘Kur'an’ın sayfaları baş üstüne, hükümleri ayaklar altına alınmıştır.’ Artık sayenizde yavaş yavaş okumaya, anlamaya, düşünmeye ve hayatımıza kılavuz yapmaya başladığımızı, en azından yeni neslin bu şekilde geldiğini düşünüyorum.
Fikret Çelebi Manisa’dan yazıyor: “Kitaplarınızın 42 tanesini temin ettim. Sayenizde, Allah’ı, Kur’an’ı, Muhammed’i kazandım. Zaten inanıyordum ama konuşamıyordum, anlatamıyordum. Şimdi artık sizden öğrendiklerimi insanlara aktarmaya çalışıyorum. Allah sizden binlerce kez razı olsun! Öğrendiklerimi uygulayarak yaşıyorum.”
“Bugünkü ortam, kitleleri deizme götürüyor.”
Evet, babam öyle bir ruhtu
O benim hem babamdı hem de en büyük hocam. Öyle bir hafızdı ki altmış yıl Kur’an’ı eline almadan okudu. Her ay iki hatim duası yapardı. Derlerdi ki onun için, “Kur’an, hâşâ, kaybolsa bu zat onu bir harfini atlamadan yazıya geçirebilir.”
Şehit çocuğuydu. Dedem Mahmut, Sarıkamış harekâtında kardeşi Mecit ile birlikte şehit oldu. Bir evden iki delikanlı. Yetim büyümüş babam.
Kur’an’ı bana o öğretti: Üç yaşımda iken. Kur’an’ı bana o ezberletti. Dokuz yaşımda iken, hem kurra idi hem âlim. Ama rızkını hep ticaretten kazandı. Tıpkı, onu yetiştiren dedelerim gibi…
İlk Arapça, Farsça derslerimi ondan aldım. İslam fıkhının genel kaynaklarını ondan okudum. Hanefî fıkhında çok bilgiliydi. ‘Mülteka’ adlı fıkıh kitabını bizlere ezbere takrir ederdi.
Tasavvuf-tekke terbiyesinden geldiği için edebiyata aşinaydı. Nakşî-Melamî meşrep bir sûfî idi. Ama Kur’an kontrolünden çıkmış tarikatçılığın sonunda tefrika ve sapıklığa çıkacağını söylerdi. Ona göre, ‘ince yol’ olan tasavvufu hakkıyla temsil edecek kimse kalmamıştı. Tek çare, Kur’an’a sarılmaktı. Mensubu ve öğrencisi olan Şeyh Hasan Dede’ye (babamın amcası) bile Kur’an’a dayanarak bazı eleştiriler getirdiğini söylerdi yakın dostları. Çünkü o, bir ‘hak adamı’ idi.
Yunus’u, Fuzuli’yi, Kuddusi’yi Niyazi Mısrı’yı ezbere okurdu. Ben o şiir ustalarının mısralarını ondan dinleye dinleye ezberledim. Fuzuli’nin ‘Hadîkatüs Süada’sını kendindeki özgün nüshadan bana o okuttu. Kenarlara kendi eliyle yazdığı notlardan bugün de yararlanıyorum. İkinci büyük üstadım olan Cansızoğlu Mustafa Efendi’ye de beni o götürdü.
Şimdi bu babamla ilgili bazı anekdotları, büyük ihtimalle, hakkımda Alman üniversitelerinde yapılıp yayınlanan doktora tezlerinden alan tiyatro sanatçısı genç bir okuyucumdan izleyelim. Burak Tuncel Heidelberg’den yazıyor:
“O büyük ruhlu babanızın sizinle ilgili bazı öngörülerini paylaşmak istiyorum. O sizi, ‘çift beyinli’ olarak görüyor ve ‘çift beyinli oğlum’ diye çağırıyordu. Sizin hayatınızın bütün yolculuklarını, hangi yollardan ve maceralardan geçeceğinizi öngörmüştü! Ve bu öngörülerinin bir rüyada size de gösterileceğini söylemişti. Ve gelelim, en önemli öngörüsüne. Demişti ki size, ‘Sen oğlum, Ali meşrep olacaksın. Haksızlıklara karşı isyancı ve dobra. Bunun için de çok sıkıntı çekeceksin hakikate giden yolda. Ve senin kaderinde körler çarşısında ayna satmak da olacak. Sen hep kalabalıklar içinde olursun ama yalnız yaşar, yalnız ölürsün. Sakın küsüp ürkme, sen sana düşeni yap!’ Size derdi ki, ‘Karşındaki insan düşmanın da dostun olsa ona doğruyu söyle. Düşmanın sana güvenmediği için dediğini yapmaz, cezasını bulur ama sen dürüstlükten ayrılmamış olursun. Dostunsa senin değini yapar, tavsiyenden yararlanır; bu da seni mesut eder.”
“Işıklar içinde uyusun güzel babanız!”
Deizm, maskeli şirkten kaçışın yoludur
Göker Önen yazıyor: “Etrafımda pek çok deist insan var. Bir yaratıcının olması gerektiğini, evrenin durduk yere oluşamayacağını onlar da kabul ediyorlar. Fakat aradıkları cevabı ortalarda dolaştırılan dinde bulamadıkları için dinlerden uzaklaşıyorlar. Ama bu insanlar bildiğim çoğu dindardan daha dürüst, fedakâr, çalışkan. Bu insanları görünce ‘Bunları yakmak isteyecek bir yaratıcı kudret nasıl olabilir!’ diyorum.”
Cevap vereyim: Yaratıcı Kudret derken Kur’an’ın tanıttığı Allah’ı kast ediyorsanız, emin olun ki, o Allah, kendisine inanan ahlaklı hiçbir insanı yakmayacaktır. Böylesi insanlar, dincilerin dayattıkları ahlaksızlık ve talan dinini yaşamasalar bile kurtulacaklardır. Hatta belki de öncelikle o yüzden kurtulacaklardır. Dincilerin anlattığı dini yaşamaz iseniz en kötü ihtimalle günahkâr olursunuz; eğer o dini yaşarsanız müşrik yani Allah düşmanı olursunuz. Tercih sizin.
Çetinkaya rumuzlu okuyucum Almanya’dan yazıyor: “Yurtdışında büyümüş biri olarak sizi 10 yıl önce keşfettim. Türkçe ve Almanca tüm kitaplarınızı aldım ve okudum. Eğer sizi tanımamış ve sayenizde Kur’an’ı okumamış olsaydım, İslam dinini hayatımdan çoktan silip atmış olurdum. Size yapılan haksızlıkları burada dehşetle izliyorum ve şunu söylemek istiyorum: Çok sevdiğim yurdum Türkiye’den, içindeki riyakâr, müşrik, hak ve adalet bilmez, çıkarlarından başka bir şey düşünmez sözde Müslümanlar yüzünden soğudum.”
“Hakkın ve adaletin sahibi Yüce Allah yardımcınız olsun! Bu dünyada, özellikle Türkiye’de sizin mesainiz gereken değeri asla bulmayacak. Umudum yok. Rabbimin sizi bu dünyadan daha üstün âlemlerde ödüllendireceğine olan inancımı Kur’an’dan alıyorum.”
Deniz Dilege yazıyor: “Programlarınızı ilgi ile takip ediyorum. 19 yaşındayım. İki dile de gerçekten çok iyi hâkim olmanızdan dolayı mealiniz çok anlaşılır ve akıcı. Kur'an’ı sizin mealinizden düşüne düşüne, anlaya anlaya okumaya başladım ve son üç yıldır okuyorum. Allah sizden razı olsun.”
Nevzat Sarıaslan yazıyor: “Kur’an mealinizi altını çizerek okuyorum. Okudukça, bugünkü dinin Kur’an’la alakasının olmadığını gördüm. Bunlar imam-hatip mezunu olduklarına göre, Kur’an’ı okumuş olmalılar. Kamu mallarına nasıl musallat olurlar! Ahirete ve hesaba çekileceğine inanmayana Müslüman denemez. Bunlar halkı, sizin dediğiniz gibi, Allah ile aldatıyorlar. İyi ki varsınız. Kur’an’ı raflardan indirmemize sebep oldunuz. Allah razı olsun!
Küreselleşme ama hangisi?
Küreselleşmeden neyin amaçlandığı bilinmelidir. İnsanlığın bütünleşmesi, uygarlıkların kaynaşması, halkların kucaklaşması mı yoksa süper güçlerin sömürü aracı markalarının, hayat tarzlarının, dillerinin dayatılması mı?
Küreselleşme, dünya halklarının ve kültürlerinin kucaklaşması mı, yoksa bir ‘postmodern sömürgecilik’ mi?
Bu ikinci anlamda bir küreselleşmeye akıllı ve onurlu hiçbir insan destek veremez. Böyle bir destek eşyanın tabiatına, insan gerçeğine aykırıdır.
ABD, küreselleşmeyi hukuk tanımaz bir sömürü aracı olarak kullanmakta kararlı görünüyor. Bunun içindir ki, Irak işgali münasebetiyle Birleşmiş Milletler’i de etkisiz kılmıştır. Bu saldırganlık savaşının ‘küreselleşme afyonu’ ile takviyesi için yeni bir ‘Kapitalist Enternasyonal'in sinyalleri verilmektedir:
Ama unutmayalım ki, bütün Batı birçok bakımdan ciddi biçimde hastadır. Hastalık, Kapitalizm Firavunu’nun canını yakın zamanda alabilir mi, alamaz mı? Bunu bilmiyoruz.
Ama o Firavun canın bir gün mutlaka çıkacağını biliyoruz. Hem de çok uzaklarda olmayan bir gün. İnsanlığın ve doğanın dengelerinin canına okuyan o Firavun’un, elbette ki, tarih bir gün canına okuyacaktır.
ABD yönetiminin oluşturduğu ve İngiltere'nin desteklediği yeni bir kapitalist sömürü oluşumu daha telaffuz ediliyor: ‘Yeni Muhafazakârlar Koalisyonu’ veya ‘Yeni Muhafazakârlar İttifakı.’
KÜRESELLEŞME KİME YARIYOR?
Batı, küreselleşmeyi kullanarak, öncelikle zayıf ülkelerin tarımını, yani tek sığınak alanlarını tahrip ediyor.
Kıt-kanaat geçinen ülkelerin tek imkânları olan tarım da vurulunca onlar, kapitalist hegemonyanın tutsağı haline geliyorlar. Bırakın ihracatı, bu ülkelerin geçimlik tarımsal üretimleri de yok edilmektedir. Çünkü egemenlerin teknolojik üstünlükleriyle elde ettikleri genleri bozulmuş ürünler çok ucuz fiyatlarla bu ülkelerin önüne çıkarılmakta ve onlar bu ucuzculuğa aldanarak ekip biçmek yerine ithalat yoluna gitmekteler.
Türkiye de tarım ve hayvancılıkta, küreselleşmenin dayattığı yol ve yöntemi seçti. Tohumlarımız yok edildi. İthal tohumların patentleri büyük egemen şirketlerin elindedir. Tüm tohumlar bu şirketlerce kontrol ediliyor.
Dünya Ticaret Örgütü, tarımı, süper ülkeler lehine denetim altında tutuyor. IMF ve Dünya Bankası gibi öncü kuruluşlar, süperlerin yolunu açarken, zayıf ülkelere “Tarımda sübvansiyon ve destekleme yoluna gitmeyeceksiniz!” diye emir veriyorlar, öbür yandan, bağlı oldukları ülkelerin tarım ürünlerine verilen destek günden güne artırılıyor.
ABD, AB ve Japonya üçlüsünün tarım ürünleri için sağladığı desteğin bir günlük miktarı bir milyar dolardır. (Herald Tribune, 1 Ocak 2004) Bu bir milyar dolar, üç ülkede toplam 45 milyon çiftçiye dağıtılmaktadır.
ULUS DEVLETLERDEN NEDEN RAHATSIZLAR?
IMF ve Dünya Bankası'nın küreselleşmeyi süperler hesabına işletmek için ulus devletleri yozlaştırıp piyon pazarlara çevirdiğini de unutmamak lazım.
Küreselleşmeyi sömürü aracı yapanların en çok rahatsız oldukları şey, güçlü devlet ve merkezî otoritedir.
İslam ülkelerinde, o arada Türkiye'de saltanat dinicisi siyasetleri iş başına getirmek için çırpınmalarının sebebi, bunların merkezî otoriteden, devletten rahatsız olduğunu bilmeleri ve onu, ortak hasımlarını etkisiz kılmada kullanma şanslarının bulunmasıdır.
Ulus devleti sürekli şovenist, ırkçı, baskıcı, faşist devlet imajıyla resimleyerek insanı ve çağı ürkütüyorlar. Oysaki bugün ulus devlet, ülke nimetlerinin, dışarıdan gelen ve halkı güdenler için değil, ülkenin içindeki sahipler ve sakinler için kullanımını öne çıkaran devlet demektir. Bu sahip ve sakinlerin ırkı, rengi, dili, dini, deseni hiç önemli değildir.
Batı, ulusdevletin bu yeni anlamını kendisi için sonuna kadar işletmekte ama sömürmek istediği ülkeler söz konusu olduğunda ulusdevleti derhal faşizm ve şovenizmle suçlamaktadır.
Doğal kaynakların yağmalanmasını planlayan ve 1985 ‘Washington Konsensüsü’ denen manifesto ile yasallaştırılan ‘neoliberal küreselleşme’nin temsilcileri, kendi reklamlarını yapmak için her yıl yaklaşık 1 trilyon dolar harcamaktadır.
Küreselleşme adı altında faaliyet yürüten global kapitalizmin, keyifli yaşamak için kurduğu düzen ve işlettiği sistem, işte budur. Bu sistemin tüm giderleri zayıf ülkelerin sırtından alınmakta, tüm nimet ve bereketleri emperyalist süperlere akıtılmaktadır.
Biz, işte böyle bir küreselleşmeye insan onuru adına karşı çıkmaktayız.
'Güçlü Devlet' özleminin yeniden canlanması: Fukuyama gerçeği ve Türk aydınları
Devleti küçültme (bunun Batı stratejilerindeki anlamı devleti tahrip etmektir) istek ve tezi, 11 Eylül öncesi dünyanın hemen hemen bir numaralı talebi ve söylemi idi. Bu tezin babası ise ünlü Amerikalı yazar Francis Fukuyama idi.
Fukuyama adı ve onun ‘devleti küçültme’yi öne çıkaran tezi, 11 Eylül öncesi dünyada bir kıyamet fırtınası gibi esmiş, Fukuyama ismi, kısa sürede ilahlaştırılmıştı.
Çağdaş sömürüyü küreselleşme adı altında meşrulaştıran Batılı birçok ülke ve aydın, Fukuyama’nın bu tezini yirmi dört saat kitlelerin beynine pompalamaktaydı.
Türkiye’deki ‘küreselci ve devletten rahatsız aydınlar’ ise Fukuyama’yı ilah, onun tezini de ‘vahyin son verileri’ gibi algılamış ve tezi âdeta dinleştirmişlerdi. Sonra ne oldu? Sonra, 11 Eylül dehşeti yaşandı.
ABD, 11 Eylül’den sonra, dünyanın beynine şırınga etmeye çalıştığı Fukuyama tezinin tam aksi yönde uygulamalara girdi. Birleşmiş Milletler’i, bu yeni uygulamalar yönünde yeniden şekillendirdi. Yaptığı şuydu: Terörle başa çıkmak için devleti, geleneksel kabullerin de ötesinde bir güce ulaştırmak ve ona her türlü müdahale hakkını peşinen vermek. ABD, bu yeni ihtiyacını karşılamak için Birleşmiş Milletler’i bile devre dışı tutmaya başladı. Daha açık konuşalım:
ABD, hukuku kuvvetin emrine verme sürecini yeniden açtı. Irak işgali, bu yeni devrenin ölçülerine göre gerçekleştirilmiştir. “Devleti küçültün” şarkıları söyleyen Fukuyama, elbette ki bu olup bitenleri yakından izliyordu. Ve ABD’nin açtığı yeni sürece uygun yeni bir tez geliştirmenin vaktiydi. Ve Fukuyama, eski tezinin tam tersini söyleyen yeni bir tezle ortaya çıktı: “Devleti küçültme süreci derhal durdurulmalı, devlet güçlendirilmelidir.”
YENİ FUKUYAMA VE BİZDEKİ SÖZDE AYDINLAR
Yeni dönemde durum şu: Sadece Türkiye gibi netameli bir coğrafyada, onlarca sıkıntıyla boğuşmak durumunda olan devletler değil, bu sıkıntılardan azade devletler bile, güçlü devletin çöküşe götürülmesinden şikâyete başlamışlardır.
Tahrip edilen merkezî otoritenin yarattığı sayısız boşluk, bu otoriteden kurtulmayı özgürlük ve mutluluk sanan kitleleri büyük bunalımlara itmiş, insanlık bünyesinde ciddî acılar yaratmıştır. İbret ve hayret anıtı gibi önümüzde duran Francis Fukuyama bu yeni dönemde şöyle düşünüyor:
“Terörizmden AIDS belasına, uyuşturucudan mülteci problemine, ahlaksal çöküntüden cezaların caydırıcılığını yitirmiş olmasına kadar birçok çağdaş sıkıntının temelinde devletin güçsüzleşmesi yatmaktadır. Bu problemlerin çözümü için atılacak ilk adım, devleti güçlendirmektir.”
İbret ve hayret tablosunu özetleyelim: Daha önceleri, ‘devletin ‘küçültülmesi’ni savunan ve bu teziyle ünlü olan Fukuyama, 11 Eylül’ü yaşadıktan sonra kaleme aldığı eseri ‘State-Building’te, ilk tezinin çok yanlış olduğunu, o fikrinden döndüğünü itiraf etmiş ve ‘güçlü devleti geri istediğini’ dünyaya yana yakıla duyurmuştur. (Fukuyama, State-Building, Governance and World Order in the 21st Century, Cornell University Press, New York, 2004)
Çok ilginçtir, Fukuyama’nın ‘devleti küçültme tezi’ni Türkiye’de destanlaştıracak şekilde övüp duyuranlar, onun bu fikrinden döndüğünü ilan eden eserinin adını bile anmamışlardır.
Anlı şanlı birçok yazar-çizer, Fukuyama’yı, hâlâ, o çöpe attığı ilk teziyle tanımaya ve tanıtmaya devam etmekte. Gözlerini kapatarak, vicdanlarını bastırarak.
İnsan, sormadan edemiyor: Türkiye, güzel yarınları bu ‘aydınlar’la nasıl kuracaktır?
Kısacası, devletin güçsüzleşmesi gerektiği yolundaki tezin tahribatı, bizzat tezin sahibi Fukuyama’nın itirafıyla, insanlığa ağır faturalar ödetecek bir noktaya ulaşmış bulunuyor.
Fukuyama, “Güçlü devleti geri getirmeliyiz; aksi takdirde bunun yıkım faturasının altından hiç kimse kalkamaz. Bu tezi sürdürmekten vazgeçmez isek ne ahlak kalır ne ekonomi ne huzur ne de barış” diye feryat etmektedir.
Bu feryat, dünyada elbette ki yankılanıyor. Tek istisna, Türkiye, Türk aydınları. Türkiye’de bu sese kulak veren kimse yok.
11 Eylül'ün birçok konuda evrensel uyarılar getirdiği inkâr edilmiyor. Biz, bu uyarıların başında, ‘güçlü devlete dönmenin önemi’ konusundaki uyarının geldiğine inanmaktayız.
Güdümlü kültür
‘Güdümlü kültür’ veya ‘gemlenmiş kültür.’ Deyim, personalist Fransız filozofu Emmanuel Mounier’nin, ‘culture dirigée’ deyiminin karşılığı…
Mounier (ölm. 1950), bu deyimi, bireyin yaratıcılığına hayat hakkı tanımayan rejimlerin, özellikle komünist ve faşist sistemlerin kültür, sanat, hukuk, düşünce ve eğitim anlayışlarını ifade için kullanmıştır. Böyle bir anlayış, Mounier'e göre, toplumun en kemirici musibetlerinden biridir.
Ne ilginçtir ki, Mounier, hür toplum idealini bizzat kendisi zedeler. Ona göre, ideal toplumda tek ve resmî din, Katoliklik’tir. Bundan daha ilginç bir nokta da, şudur:
Ateşli bir Katolik olan Mounier, felsefesine ters düşme pahasına tek din saymakta ısrar ettiği Katoliklik'in kilisesi tarafından ‘Katoliklik'e ters düşmek’le itham edilmiş ve aforoza uğramıştır. Neden? Şundan: Mounier, Katolisizmin, hayatın yeni ihtiyaç ve şartlarına göre gözden geçirilmesini öneriyordu. Görüyorsunuz; dincilik, kendisine tam teslimiyet olmadan hiç kimseyi hoş görmez. Hele bir de engizisyon dinciliği olursa. Arapçı Emevî ve Abbasî dinciliği İmamı Âzam gibi eşsiz bir dehayı bile affetmedi; katletti.
Fikir ve kültür hayatının güdüme alınmasından doğan rahatsızlığın tahribi; yaratıcı faaliyetin merkezi olan bireyin robotlaştırılmasından, iğdişleştirilmesinden, uşaklaştırılmasından kaynaklanıyor. Böyle fertlerden oluşan bir toplumda riya, sahtekârlık, güvensizlik, tutarsızlık, cücelik egemen olur. Bunların egemenliği ise karmaşa, bunalım ve nihayet kavga ve yıkımı kaçınılmaz kılar.
HUKUKUN GÜDÜME ALINMASI
Güdümlü kültürlerde her şeyden önce hukuk güdümdedir.
İnsanlık, çok uzun didinmelerden sonra, bu güdümü kırmak için, kuvvetler ayrılığı ilkesine ulaşmıştır. Ne var ki, bu ilkeyi sözde, kâğıt üzerinde tekrarlamak hukukun güdümden kurtulduğu anlamına gelmiyor. Musolini'ye, devlet anlayışı ve yönetim programı sorulduğunda, şu cevabı veriyordu:
“İtalya'yı yönetmek istiyoruz, hepsi bu.”
Nasıl yönettiğini bütün dünya gördü. Aynı zihniyeti taşıyan Adolf Hitler’in de Almanya’yı nasıl yönettiğini gördü.
Modern toplumlarda bu anlayış belki bu kadar net ve sert ifade edilmiyor ama aynı zihniyeti egemen kılmak için bin türlü oyunla hukuku güdüme alan liderler ve yönetimler, az değildir. Emeğe ihanet, bilimsel özerkliğin örselenmesi, yargıçların siyasal iktidarın kontrolüne verilmesi, din istismarı, gelir dağılımının adaletsizliği, inançlara baskı… hukukun güdüme alınışının kılık değiştirmiş görünümlerinden başka şeyler değildir.
‘Güdümlü hukuk’, eğer laik bir yönetimde sergileniyorsa, laiklik ve dinin, dinci bir yönetimde sergileniyorsa laiklik ve aklın güdüme alınması kaçınılmazdır. Bunun sonuçlarının en kötüsü, ‘devlete bağlı din’ veya ‘dine bağlı devlet’ tercihlerinden birine teslim olmak mecburiyetidir. Bunların ikisi de insan gerçeğiyle çelişip çatışır, ikisi de hayatı cehenneme çevirir.
Bugünkü Türkiye, dine bağlı devlet anlayışının egemenliğine doğru hızla yol alıyor.
Bir yandan ‘tarikatlar konfederasyonu’na dönüşmüş TBMM, öte yandan dünyada, bir eşi görülmemiş şekilde, iki katrilyonluk bir bütçe ile finanse edilen Diyanet İşleri bunun şaşmaz kanıtları olarak ortadadır.
Her güdüm, karşıt uçlardan yeni güdümlere imkân ve gerekçe hazırlar:
Laikliği güdüme alırsanız, dini güdüme alanlar başınıza bela olur; dini güdüme alırsanız, laikliği güdüme alanlar gırtlağınıza yapışır. Çünkü insan gerçeğini tahrip etmişsiniz. Dengeyi, güveni yıkmışsınız. Kimsenin kimseye saygısı, sevgisi kalmamıştır. Böyle bir sürece giren toplum, huzuru ancak rüyalarda görür. Türkiye bu kahırlı süreci yaşayan ülkeler arasındadır.
Bir fikir ve ilim adamı olarak bize gelince, biz ne dini sömüren saltanat dincilerine ne de laikliği dinsizlik halinde sunmak isteyen inkâr yobazlarına dostuz.
Bir kez daha söyleyelim:
Laikliğin din düşmanlığına, din özgürlüğünün de Arapçılık, Arapçacılık ve haçlı emperyalizm hizmetkârlığına paravan yapılmasına engel olucu aydınlığı ortaya koymak, bizim ilim ve vicdan borcumuzdur.
Sıkıntı riski ne denli yüksek olursa olsun, kliklerin ve yivi-seti yalama yapmış politika simsarlarının onaylarını değil, ilmin ve hukukun evrensel ilkeleriyle, ülkemizin ihtiyaçlarını esas almaktayız.
Biz, işte böyle yapıyoruz. Böyle yapmaya devam edeceğiz.
Okuyorum, o halde varım!
Her gün okuyorum, çünkü okumadığım günler, ‘hüsrana uğramışlık’ duygusuna kapılıyorum. Şöyle inanıyorum: Düşünmeyi sürdürmenin yani insan olarak kalmanın ‘hücre yenileyici’ gıdası, okumaktır.
Fransız filozofu Descartes (Ölm.1650), “Düşünüyorum, o halde varım!” (Je pense donc je suis) demiş ve bu söylem felsefe tarihinde bir devrim sayılmıştı. Descartes’ın söylediğinin kısa anlamı şuydu:
İnsanım diyorsan düşüneceksin, düşünmüyorsan insanım demeyeceksin!
Ben, Descartes’ın söylediğine altyapı oluşturan bir söyleme dikkat çekmek istiyorum: Kur’an’ın ilk sözü ve ilk buyruğu olan “Oku!” emri. “Oku!” emri hem düşünmeyi hem de okumayı gerektirir. Yani okumak düşünmekten daha geniştir.
Her okumak düşünmeyi mutlaka içerir ama her düşünmek okumayı içermeyebilir. Şöyle de diyebiliriz: Her okumak aynı zamanda düşünmektir ama her düşünmek aynı zamanda okumak değildir. Kur’an, teoriyle pratiği birleştirmek, üst düzeylerle alt düzeyleri aynı anda düşünmeye itmek için esrarlı bir yöntem getirmiştir: Okumak...
Ve Kur’an, okumayı en büyük ve temel ibadet saymıştır. Öteki ibadetlerin tümü daha sonradır. Temel ibadet olarak namazı birinci sıraya oturtmak, Kur’an’a açıkça iftiradır. Temel ibadet, okumaktır. Neyin okunacağı söylenmemiştir. Kur’ansal hermenötik açısından bunun anlamı şudur:
Her şeyi okuyacaksın! Kur’an, kendi parçalarını birer okunacak ayet saydığı gibi, fosilleri, yıldızları, yosunları, dilleri, gözyaşını, geceyi, renkleri ve desenleri de okunacak ayetler olarak görür.
Evren de bir kitap, o da okunmalı!
KUR’AN’A göre, Firavun’un mumyası bile okunması gereken bir ayettir. Esasen, Kur’an, insan ve evreni de kendisi gibi kitap kabul ettiği için onun “Oku!” emri, tüm varlığın okunmasını isteyen bir buyruk olarak alınmalıdır. Kısacası, Kur’an’ın yöntemi geneli, herkesi bir biçimde düşünmeye sevk ettiği için daha kucaklayıcı, daha
insancıl, rahmeti daha geniş bir yöntemdir...
Ben, üç yaşımdan beri okuyorum. İmkân alanıma giriş sırasıyla Türkçe, Osmanlıca, Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce okuyorum. Bu dillerin hepsini iyi konuşamıyorum ama bunun için vahlanmıyorum... Yine de şunu sık sık söylüyorum: “Keşke, Almanca bilsem de Nietzsche'yi, Rusça bilsem de Dostoyevski'yi orijinalinden okuyabilsem!..”
Ne yazık ki böyle bir şansım yok!.. Bendeniz, otuz küsur yıllık öğreticiyim. Akıl işi saymayabilirsiniz ama ben her zaman öğrencilerimden birkaç kat fazla okudum. Ve aynı şekilde okumaya devam ediyorum.
Okumasam düşünemem, sadece ezberlediklerimi tekrar ederim. Daha kötüsü, bu tekrarı, düşünmek sayabilirim. Allah korusun, bir de başkalarının tekrarlarını tekrarlamayı düşünce saymaya başlamak gibi bir felaketle de yüz yüze gelebilirim.
Evet, tüm yoğunluğumla okuyorum ve tabii yazıyorum. Okuduklarımın omuzlarıma bindirdiği düşünme yükü zihnimi zorladıkça da gerçek aydının, kalabalık tarafından fark edilmeyen bir ‘emanet taşıyıcı’ olduğunu daha iyi anlıyorum.
İşte bu noktada, ‘ahvâl-i âlem’ ile o çileli taşıyıcılığı birlikte düşününce şunu sormak ihtiyacını duyuyorum: “Acaba ben, körler çarşısında ayna mı satıyorum?" Bu soruyu sorunca ürperiyorum. Çünkü ‘ince yolun sırları’nı öğrendiğim babam bana şunu da söylemişti: “En dikenli kader, körler çarşısında ayna satmaktır. Senin, bu kaderden nasibin olacak, oğlum.”
Şöyle veya böyle, ben okumaya devam ediyorum. Yani, var olmak, insanca yaşamak istiyorum... Ve Yaratan’a, elimden geldiğince şükürler ediyorum!..
Dinin güdüme alınması
Dinin güdüme alınması, eğer dine önem veren bir toplumdan söz ediyorsak hayatın cehenneme döndürülmesiyle eşanlamlıdır.
Dinin güdüme alınmasıyla kastettiğimiz, dinin devlet veya yönetimce kontrol edilmesi değildir. Böyle bir kontrol varsa orada ‘dinin güdüme alınması’ değil, ‘dinle devletin kavgası’ söz konusu olur.
Güdüme almak tabiri, dinin savunuculuğunu ve avukatlığını yapanlar için geçerli ve uygundur. Bir güdümden söz etmek için güdülenlerin bundan şikâyetçi olmamaları gerekir. Şikâyet varsa güdümden değil, kavgadan söz etmeliyiz. Güdümün yürümesi için baskı yetmez, Allah ile aldatma mekanizmalarının işletilmesi gerekir. Bunu da ancak din simsarları yapar.
Türkiye’de din güdümdedir ve dini güdüme alanlar dinin avukatlığını yapan dincilerdir. (Lütfen, bir zahmet edin de bu hayatî konunun ayrıntılarını ‘Dincilik’ adlı kitabımızdan okuyun).
Son yıllardaki gelişmeler, özellikle son zamanlardaki Deniz Feneri ve benzeri dinci soygun olayları göstermiştir ki, Türkiye’de dini güdüme alanlar, din üzerinden dünyalık ve saltanat devşirenlerdir.
Dine, Tanrı’nın rızasını kazanmak için sarılanlar yani dindarlar, dini güdüme almayı akıllarından bile geçirmezler. Çünkü dini güdüme almak, her şeyden önce dine ihanettir. Dindar, dinine ihanet etmez ama dinci bu ihaneti her zaman yapar.
DİNCİLİĞİN DİNDARLARA İHANETİ
Dinin güdüme alınmasından en büyük zararı dindarlar görür. Çünkü güdüm, bir ikrah kurumudur ve dinde ikrah (baskı, zorlama), Allah’ın iradesine aykırıdır, yasaklanmıştır. (Bakara, 256) Bu yasak çiğnendiğinde zararı elbette ki dine bağlı olan dindar görecektir, dini sömüren dinci değil.
Dinin güdüme alınışı, karakteristik iki görünüm arz eder: 1. Dinin, kaynağından uzaklaştırılıp geleneksel yorumlara bağlanması, 2. Dinin politik-ticarî istismarlara âlet edilmesi.
Dini sömürü aracı olarak tutmanın, tarihin çok iyi tanıdığı iki yolu vardır: 1. Kitlenin gerçek dini öğrenmesini engellemek (mesela, dinin kaynağı olan kitabın tercümesinin okunamayacağını, o tercüme ile namaz kılınamayacağını iddia etmek), 2. Gerçek dini öğretenleri slogan veya tabularla karalayarak etkilerini yok etmek veya azaltmak.
Aforoz dinciliğinin kullandığı tehdit hep şu olmuştur: “Dini, bizim güdümümüzde öğreneceksiniz. Bizim gösterdiğimiz şekilde inanmazsanız aforoz edilirsiniz; dindarların hoşlanmadığı ne kadar yafta varsa, açtığımız iftira kampanyalarıyla hepsini üstünüze atarız.”
Böyle bir gidiş, laiklik ve hür düşünceyi koruyan kavram ve kurumların şemsiyesi de delinirse, hiç tereddüt etmeyelim, engizisyonla noktalanır.
Kur'an'ın baş düşmanlarından biri olan engizisyon ve aforoz, örtülü-gizli bir biçimde, birçok Muhammedî düşünüre, asırlardır ve ne yazık ki, İslam'ı savunduğunu söyleyenlerce uygulanmaktadır. Bu uygulama; bazen cehaletin, bazen siyasal çıkarların, bazen kıskançlık kompleksinin, bazen de bunların tümünün eseri olmaktadır.
İMAMI ÂZAM’I DİNCİLİK KATLETTİ
Müslüman tarihin en büyük hukuk dehası olan İmamı Âzam Ebu Hanîfe (ölm. 150/767), ‘Din tahripçisi kâfir’ ilan edilip 25 yıl Emevî ve Abbasî zindanlarında süründürüldükten sonra zehirlenip öldürülmedi mi?
Osmanlı İmparatorluğu’nda yetişmiş en büyük düşünce adamlarından biri olan Molla Lütfi (ölm. 1494) gibi bir değerin idamına fetva veren Hatipzâde isimli şerefsiz yobaz, infazdan sonra, sadist bir zevkle şunu söylüyordu:
“Şükürler olsun; yakında çıkacak olan kitabım, Lütfi'nin tenkidine uğramaktan kurtuldu.”
Yavuz Sultan Selim, sonraki yıllarda, Şeyhülislam İbn Kemal ile sarayda yemek yediği bir sırada, Molla Lütfi’nin haksız yere idam edildiğini iğneli bir ifadeyle ima ettiğinde İbn Kemal (ölm. 1533) şu anlamlı cevabı vermiştir:
“Molla Lütfi, hased-i akrana (meslekdaşlarının hasedine) kurban gitmiştir, Sultanım!”
Çağın en büyük İslam düşünürü ve İslam’ın en büyük vicdanlarından biri olan Muhammed İkbal hakkında, hurafeci yobazlar, ‘kâfir’ fetvası çıkarmışlardı.
İbret almak için bu kadarı yetmez mi?
Hüseyin Atay ile sohbet