Atatürk: Asıl kurtuluşa ulaşmak, mücadeleyi tatil etmekle değil, ilelebet devam ettirmekle mümkün olacaktır! Mevlana: Sende; nerede o akıl ve fikir ki, ey bilgi düşmanı, tutup da şarap içeceksin! Mademki şarap içmiyorsun; sen evinde otur da, tarhana çorbası iç!

GERÇEK DİN?!

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ten: Şimdi Aydınlık zamanı!
Aydınlık gazetesinin aydınlık okuyucularını selamlıyorum! Yerel basında yazdıklarımı bir kenara koyar, yazı hayatımı ulusal basında, Babıali’de yazmaya başladığım günü esas alarak tarihlendirirsem tam kırk küsur yıldır aralıksız yazıyorum.Bu yarım asırlık koşunun Cağaloğlu’nda başlayan serüveni çok kısa olarak şöyle: 1971-72 Son Havadis, 1972-1980 Tercüman, 1980-2000 Hürriyet, 2000-2007 Star, 2007-2009 Habertürk, son 4 yıl boyunca Yurt gazetesi. Ve şu andan başlayarak Aydınlık... Artık Aydınlık vaktidir. 
ÜÇÜNCÜ YOL 
Yazdıklarım ülkeye ne getirdi, insanımıza neler kazandırdım? Bunların tartışılmaz cevaplarını elbette tarih verecektir. Ama bugün, yaptıklarım ve yazdıklarımla ilgili Türkiye’de ve dünyada söylenenleri, yazılanları, özellikle üniversite düzeyinde yapılan araştırmaları, doktora tezlerini dikkate alarak konuşursak şu noktaların altını şimdiden çizebilmekteyiz: 1. Genelde İslam dünyasına, özel olarak da Türk halkına, yaşadığı dinin Kur’an’dan onay alamayacak bir duruma getirildiğini söyledik. Ve bu söylem, sahte dini sömürmeyi meslek haline getirenler dışında herkes tarafından kabul edildi. 2. Türk insanına, Kur’an’ı kendi dilinde okuyup anlamanın kaçınılmazlığını ve bunun aksini sürdürmenin din adına bir felaket olduğunu söyledik; geniş halk kitleleri nezdinde bu da kabul gördü. Temsil ettiğimiz düşünceye katılanlar kadar katılmayanlar da itiraf etmekteler ki, bugün Türk insanı evinde, işyerinde, kışlığında, yazlığında Türkçe Kur’an meali bulunduruyor, okuyorsa bunun arkasında bizim gayret ve çilemiz vardır. 3. Berlin Duvarı’nın yıkılışı ardından, dine sırt dönmekle din adına hurafeye, karanlığa ve sömürüye teslim olmak arasında bir tercihe zorlanan ve bu yüzden derin bir bunalıma düşen Türk halkı, bizim ortaya koyduğumuz “Kur’andaki İslam” perspektifiyle bir “Üçüncü Yol” keşfetmiş, böylece hem dinine bağlı kalmak hem de çağla barışık yaşamak şansını yakalamıştır. İşte bu olgu yüzündendir ki bendeniz, milyonların şükranlarını aralıksız dinlemek gibi eşsiz bir mutluluğu yaşamaktayım. 
AKILCI VE KUR’ANCI İSLAM 
İnsana hizmeti unutarak dini siyaset, yalan, talan, menfaat ve fesat aracı haline getiren “kutsalsömürücüler”e yönelik uyarımız devam edecektir. Onlardan beklediğimiz, Allah ile aldatma zulmüne son vermeleridir. Kur’an da onlardan bunu istemektedir. Er geç bizi anlayarak, sonsuzluk değerlerini geçici hesapların üstüne çıkaracaklarını umuyoruz. Bu yolda halk, önemli bir mesafe almıştır. Siyasetçilerle aydınların bu işin ciddiyetini kavrayıp aymazlığı ve “kenarda durma” tutkusunu terk etmeleri halinde amaca tam anlamıyla ulaşılacak ve insanlık tarihinin en mükemmel dini olan İslam, hayatımıza bir tahrip ve kaos aracı olarak değil, bir mutluluk ve ahenk unsuru olarak girecektir. Aydınlık bu niyet ve gayrette pay sahibi olmak isteğini ortaya koyarak, sayfalarını “akılcı ve Kur’ancıİslam” düşüncesine açtı. Aydınlığın bu hamlesini, Türk basın ve düşünce tarihinin en hayırlı ve bilinçli gelişmelerinden biri olarak görüyorum. Aydınlığa ve Aydınlık’tan merhaba, aziz okuyucularım... Güzel ve aydınlık yarınlara gönül gönüle, el ele!..
Ahlâk, din ve dürüstlük
Dinin de ahlakın da esası dürüstlüktür. Yani olduğun gibi görünmek veya göründüğün gibi olmak... Akıl, Kur’an ve Peygamber bize şunu söylüyor: Müslümanlık namazsız olur ama ahlaksız olmaz. Türkiye’de dayatılan Arap-Emevî yapımı din, bunun aksini iddia ediyor. Ona göre, Müslümanlık namazsız olmaz ama ahlaksız olur. Meseleye Kur’an penceresinden baktığınızda şunu görüyorsunuz: Zaafların bulunması insanı ahlaksız yapmaz, hatalı yapar, günahkâr yapar. Hatalar tamir edilir, günahlar ise tanrısal rahmet tarafından affedilir. Hatalı olmak bir zaaftır, sürçmedir. Ahlaksızlık ise kötü niyet ürünüdür, bir temel çürümedir. Türkiye’deki akıl almaz çarpıklıkların başında din-ahlak ilişkisindeki çelişki gelmektedir. Türkiye, görülmedik bir hızla dincileşirken, görülmedik bir hızla da ahlaksızlaşmaktadır. Yalancılık, dolandırıcılık, yolsuzluk, düzenbazlık gibi temel bozukluklar listesinde her gün biraz daha yukarılara çıkışımız, dünyanın izlediği ve bizim de önümüze koyduğu bir gerçektir. Ne yazık ki Türkiye, yalandan hırsızlığa, kamu kaynaklarını talandan mafya zulümlerine kadar her türlü suç ve rezilliğin, her türlü ahlaksızlık ve düşüklüğün doruğa tırmandığı bir ülke haline gelmiş bulunuyor. Bundan daha korkutucu ve ürkütücü olanı ise şu: Türkiye’deki özellikle son yarım asrın tarih kayıtlarına geçmiş, afişlere çıkmış diri diri adam yakma, yalan, talan, iftira, hırsızlık, soygun, vurgun, kamu hakkı ihlali, cinayet, kadına şiddet, çocuk katli cürümlerinin tümünün arkasında dincilik saltanatının öncüleri vardır. Mercümek talanından, Sivas Neronik katliamına, Deniz Feneri soygunlarından 17-25 Aralık Maun talanlarına kadar bütün bu insanlık suçları, dincilerin eseridir. 
DİNCİ DİNSİZLİK’ 
Dikkat edilsin, bu suçlar, öyle, din dilinde ‘günah’ denen ve Allah ile insan arasında kalması gereken, ibadet eksikliğinden kaynaklanan sürçmeler değildir. Bunlar, Kur’an’ın genel çerçevede ‘zulüm’, hukuksal çerçevede ise ‘cürüm’ dediği, temel insanlık suçlarıdır. Dinciler bu büyük cürümleri hep kendileri işledikleri için bunlardan hiç söz etmezler, namaz kılanların bu cürümlerden zarar görmeyeceğini söylemek gibi bir imansızlık ve namussuzluğa da tevessül ederler. Son on küsur yılda bunun sayısız örneğiyle karşılaştık. Öte yandan aynı dinciler, Kur’an’ın insan müdahalesine izin vermediği, Tanrı ile kulu arasında tuttuğu basit günahları büyüterek birer dinsizlik kanıtı gibi öne çıkarır, namazı, orucu eksik olan insanları din dışı ilan ederler. Dinciliğin bu tavrı, sadece vahim bir imansızlık değil, aynı zamanda vahim bir namussuzluktur. Ve dincilik bu imansızlık ve namussuzluğu, bir tür ‘din’ gibi lanse etmekte ve kitleleri bu aldatmayla, ‘dinci dinsizliğin’ girdabına yuvarlamaktadır. Sadece Türkiye’nin değil, tüm insanlığın en büyük tehdidi ve sıkıntısı budur. İnsanlık bu tehdidi aşıp etkisiz kılmadıkça, huzur yüzü göremez. Bir şey daha: Bu suçların tümü, dinciliğin hiç utanmadan ‘Allah’ın evi’ diye yaftaladığı camiden kotarılmıştır. O camiler ki, Kur’an onlara ‘insanlara zarar veren tefrika camileri’ diyor. Ve yine Kur’an, bu camilerde kılınan namazların lanetten başka bir şey getirmeyeceğini haykırıyor.
Dinci dinsizliği tanıyalım!
Kur’an, Maun Suresi’nde, fiilî dinsizliği deşifre ediyor. Teorik dinsizlik zaten sahibi tarafından ilan edilmektedir. Onu tanımak için sıkıntıya düşmeye gerek yok. Ama teoride dine inanmış görünüp fiiliyatta din dışı olanların, deşifre edilmesini bırakın, fark edilmesi bile çok zordur. Kur’an işte bu zor işi halledip bizim önümüze net bir çözüm koymaktadır. Ne ilginçtir ki, tarih boyunca fiilî dinsizliğin en zorlu temsilcileri daima dinciler içinden çıkmıştır, inkârcılar içinden değil. Maun Suresi bize en zalim dinsizlik türünün dinci dinsizlik olduğunu göstermek gibi, insan aklının asla keşfedemeyeceği bir yardımda bulunuyor. Kur’an bize gösteriyor ki, dincilik, esası itibariyle kılık değiştirmiş bir dinsizlik türüdür. Dinci dinsizlik yani dincilik, kurduğu aforoz ve tekfir mekanizmalarını işleterek dinin hurafe ve saptırmalardan arınmış gerçek yapısını hayata geçirmek isteyenleri ‘zındık, reformcu, sapık, sosyete hocası’ vs. ithamlarıyla etkisiz kılmakta, böylece dinin, bu insanlardan öğrenilebilecek gerçeğinin yaşanmasını engellemektedir. Dincilik dinsizliği, dini Allah’ın iradesine uygun olarak yaşamak isteyenlere rahat yüzü göstermemekte, onların dinin mensubu olduğunu kabul etmemekte, onları dindışı ilan ederek kararsızlık ve perişanlığa itmektedir: Dini, dinciliğin istediği gibi yaşasalar akılları, vicdanları isyan ediyor, gerçeğine uygun yaşasalar dinciliğin ithamlarından kurtulamıyorlar. Böyle zalim bir tezgâhı, hiçbir ateizm veya zulüm ideolojisiyle kıyaslamak mümkün değildir. Bu bela, bu kahır, bu alçaklık sadece ve sadece dinci dinsizlik tarafından üretilmektedir. ‘Maun Suresi Böyle Buyurdu’ adlı kitabımda, ‘dinci dinsizlik’ yerine ‘maskeli dinsizlik’ tabirini kullandım. İsteyen o tabiri de kullanabilir. ‘Dinci dinsizlik’ kavramına, benim bildiğim kadarıyla, yer veren tek kitap Kur’an’dır. Ve yine bana göre, böyle bir kavramın kullanılması, insanlık tarihinin, özellikle dinler tarihinin en büyük devrimidir. Dahası var: Kur’an, dinci dinsizliği tanıtırken, o kendine özgü gerçekçilik, samimiyet, tutarlılık ve insana saygıya bağlı kalarak kendisinin mensup olduğunu iddia eden yalancı kahpeleri örnek veriyor. Hiçbir korumacılık,tarafçılık, ikiyüzlülük yapmadan.Dinci dinsizlik kavramının kullanıldığı sure Maun Suresi’dir. Kur’an burada, muntazam namaz kılan yani görüntü ve resmiyet itibariyle ‘mükemmel’ sayılan bazı insanların bazı kötülükleri yüzünden dinsiz-imansız inkârcılar olduğunu, bu örtülü dinsizlerin namazlarıyla bile lanetlendiklerini bildirmektedir. Maun Suresi’nin insanlık dünyasına tanıttığı dinci dinsizliğin temel göstergeleri de sarsıcı birer ibret dersi taşımaktadır ve şunlardır: 1. Yetimi yoksulu itip kakmak, yoksulların toplumsal servetten pay almalarını özendirmemek yani paylaşımı engelleyerek kitlelerin sefaletine sebep olmak. Bugünkü dile çevirirsek, sosyal devleti yok etmek veya işlemez hale getirmek. 2. Bütün bu kötülükleri yaparken bir yandan da muntazam namaz kılmak, 3. Riyakârlık yani ikiyüzlülük yapmak, 4. Kamu hak ve imkânlarının gitmeleri gereken yere ulaşmalarına bir biçimde engel olmak. Bu engel olma o imkânları çalıp çırpmak şeklinde olabileceği gibi, çalıp çırpanlara seyirci kalmak şeklinde de olabilir. Maun Suresi bu iki şeklin her ikisini de lanetliyor. Kur’an, ‘dinci dinsiz’ tiplere, Müslüman muamelesi değil, müşrik muamelesi yapıyor. Çünkü dinci dinsiz tip, mümin sıfatını kaybetmekle kalmamış, şirkin en namert şekli olan riya şirkine batmıştır. Böyle birisi, kâfir olma şansına da sahip değildir. Çünkü o, inanç kimliklerinin en kötüsünü taşıyan müraî (riyakârlığı din diye pazarlayan) tiptir. Günümüz Türkiyesinin su başları bu tiplerle doludur. Ve Türkiye’nin en büyük felaketi de budur.
Dinci dinsizliğin üç saltanat dönemi
Dinci dinsizliğin dinler tarihi boyunca üç büyük saltanat dönemine tanık olmaktayız: 1. Emevî dinci dinsizliğinin saltanatı, 2. Engizisyon dinci dinsizliğinin saltanatı, 3. Anadolu dinci dinsizliğinin saltanatı. Bir tarih terimi olarak engizisyon, din adına saltanat kurmuş birilerinin güdümündeki mahkemeleri ve bunları kotaran çıkarcı Allahsızların zulümlerini ifade etmek için kullanılır. Bu dincilik zulmünün Batı’daki ana vatanı İspanya, kotarıcıları ise dinci dinsiz kilise babalarıdır. Engizisyonun kelime anlamı ‘soruşturma’ demektir. O halde din adına soruşturmanın bulunduğu her yerde engizisyon var demektir. Soruşturmanın, engizisyon mahkemelerinde yapılmaması işin esasını değiştirmez. Engizisyon ortaçağda, Katoliklerde kilisenin dayattığı inançlara karşı gelenleri cezalandırmak için kurulan Katolik kilisesi mahkemelerinin adıdır. Meseleye dinci dinsizliğin insanlığa, özellikle gerçek dindarlara yaptığı zulümlerden bakarsak, engizisyonun tarihi Batı’dakinden çok önceye gider. Anavatanı da Emevî halifelerinin egemen oldukları Müslüman coğrafyalardır. Başka bir deyişle, meleye kavramsal ve işlevsel zeminde bakarsak, engizisyonun öncüleri Emevîlerdir. Bu demektir ki, esas engizisyon, Batı’dakinden yaklaşık 7 asır önce Arap-Emevîzorbalarınca Müslüman dindarlara uygulanmıştır. Bu Emevî engizisyonundan en büyük kahrı çekense İslam düşüncesinin aşılmamış hukuk dehası ve Müslüman tarihte akılcılığın öncüsü olan İmamı Âzam Ebu Hanîfe’dir. Şöyle veya böyle, tüm engizisyonlarda, din ekipleriyle siyaset ve yönetim ekiplerinin el ele vermesi kaçınılmazdır. Birinden biri yan çizerse engizisyon uygulanamaz. Zulmün en kanlı kurumu olan engizisyonun her kanadında soruşturma daima kutsala vekâleten yapılır. Zulüm omurgası da işte bu ‘kutsala vekâlet’ kavramıdır. Hıristiyan engizisyonu bunu Tanrı’ya vekâlet, Emevî engizisyonu ise Peygamber’e vekâlet (halifelik) olarak yürüttü. ‘Peygamber’e vekâlet’ kurumu kabul edilen hilafet, engizisyonun Emevî sistemindeki dayanağıdır.  
ENGİZİSYONDA İHBAR SİSTEMİ 
Engizisyon mahkemelerinin tüm delilleri, çalıştırdıkları ihbarcıların söz ve iddialarıydı. İhbarcılar, bir kişinin bu günahlardan birini işlediğini yetkililere bildirirlerse günahkâr kişi hemen yakalanıp içeri tıkılırdı. Davalı, mahkemede kendisini kimin ihbar ettiğini asla öğrenemezdi. Bu sistem, 2000’li yıllarda Türkiye’yi kasıp kavuran dinci Emevîfaşizminin insanları zindanlara tıkamak için kullandığı sistemin aynısıdır. Hıristiyan Batı’da ortaçağ engizisyonunun başlangıcı 1184 episcopal dönem veya 1230 Papalık dönemi olarak bilinir. Bu da gösterir ki, ilk ve kurucu halifesi Hicrî 60, Miladî 679’da ölen Emevî dönemi engizisyonu, Batı-Haçlı engizisyonundan asırlar öncedir. İsim meselesine takılmazsak Emevî hilafeti, insanlık tarihinde dinci dehşet ve terörün yaratıcısı, sistemleştiricisi ve prototipidir. Bu prototip engizisyonun ilk büyük mağdur ve mazlumları ise Peygamber’in seçkin arkadaşları ve ailesidir.  
DİNCİ DİNSİZLİĞİN ÜÇÜNCÜ DÖNEMİ 
Dinci dinsizliğin üçüncü saltanat dönemi 2000’li yılların Türkiyesi’nde Batı emperyalizminin desteğiyle yönetime gelen dincilik kadrolarının egemen olduğu dönemdir. Bunların insanlık suçları, hem Emevî engizisyonundan hem de Batı engizisyonundan çok daha ağır oldu. Hukuk hayatı katledilerek onun yerine iftiraya dayalı bir engizisyoncu itham ve cezalandırma sistemi geçirilmiş, dincilik dinsizi kadroların çıkarları dışında hiçbir değere hayat hakkı tanınmamıştır. Eski engizisyonlardan farklı olarak, Türkiye engizisyonu, âlet ve araç yaptığı dinle, hatta Tanrı ile alay etmekten bile çekinmeyecek kadar pervasızlaşmış, bu haliyle tarihte eşi görülmemiş bir dinci dinsizlik hegemonyasını kitlenin kaderi haline getirmiştir. Türkiye şu anda bu kaderi yaşamaya devam ediyor.
Dinci dinsizlikle savaşalım!
Kur’an kriterleriyle baktığımızda dincilik şöyle tanımlanabilir: Dinde, Allah’ın irade ve isteğinin yerine kısmen veya tamamen insanın irade ve isteğini geçirmek. Bu yer değiştirmenin gerekçesi değişik olabilir: Çıkar, siyaset, cehalet, egoizm, hatta sadizm... Dinciliğin kaynak kurumu olan Yahudilikte tanrısal iradeyi dışlama gerekçelerinin tümü vardır. Hz. Peygamber’in, sahabe neslini Ehlikitaplaşma (Yahudi ve Hristiyanların izledikleri yolu izleme) konusunda ısrarla uyarması sebepsiz değildir. Dincinin tek amacı vardır: Dini kullanarak kinleri tatmin etmek, menfaat ve itibar sağlamak. Dincilik sömürü ve aldatma aracı yapacağı sahte din yaşasın diye, gerçek dinin hayata girmesini, insanları kucaklamasını sürekli engeller. Bunun içindir ki dincinin, din adına verdiği mücadelenin sonucu, gerçek dini hayatın dışına itmek olmaktadır. Dincilik, dinin tüm değerlerinin birer maskesinin kullanıldığı şeytanî bir sanayi ve siyaset koludur. Dinciliğin bu imansız ve idraksiz sefaletini en doyurucu ve etkili biçimde tanıtan beyanlar da Kur’an’ındır. İşte bu beyanlardan bazıları: “İnsanlara çalım satarak, gösteriş yaparak yurtlarından çıkanlar ve Allah yolundan usandırarak vazgeçirenler/ insanları Allah yoluna karşı konuma getirenler/insanları, su yolunu kesmiş zehirli yılanlar gibi ürkütenler türünden olmayın.” (Enfâl, 47)“İnsanlar içinde öylesi vardır ki, Allah konusunda ilimsiz, kılavuzsuz ve aydınlık getiren bir kitaba sahip olmaksızın mücadele edip durur. Yanını eğip bükerek uğraşır ki, Allah yolundan saptırıversin. Böyle kişiye dünyada bir yüz karası öngörülmüştür. Ve kıyamet günü biz ona, o kasıp kavuran yangının azabını tattıracağız.” (Hac, 8-9)Kur’an, özellikle Maun Suresi bize öğretiyor ki, din, din adı altında da dışlanabilir, etkisiz kılınabilir. Namaz-niyaz, dini bu şekilde dışlamanın maskesi ve aracı yapılabilir.  
DİNDAR VE DİNCİ  
Dindarların en zararlı düşmanı dincilerdir. Tabiî ki, dincinin en tehlikeli düşmanı da dindarlardır. Çünkü dinci, dindarın en yüce, en kıymetli sermayesini kirleten, çalan, istismar eden bir namerttir. Dinci, dindarın hayatı pahasına koruduğu ve yaşama sebebi bildiği yücelikleri birer maske gibi kullanarak hesaplarını denk getirmeyi esas alan hayasız bir hırsızdır, gaspçıdır. Dincilik; dini, çıkar, koltuk, baskı, egemenlik aracı yapan bir sanayi koludur. İşin esası bakımından ne dini vardır ne de imanı. Dinciler arasında işin farkında olmadan aldatılıp kullanılan bir miktar dindarın bulunması bu gerçeği değiştirmez. Hüküm çoğunluğa göre verilir, istisnalara göre değil.Dincinin dini-imanı, Tanrısı, ibadeti hep çıkarı ve hesabıdır. Dincilik, tarihin en verimli ama en namussuz iş koludur. Dinci ise bu sanayi kolunu meslek edinmiş olanların adı-unvanıdır. Bu sanayi kolu, şimdilerde tüm dünyanın nefesini kesiyor, uykularını kaçırıyor; o arada Türkiye’nin de gırtlağını sıkıyor. Ne yazık ki, tek kutuplu dünyanın süper zalimleri, sömürülerine destekçi bulmak için, dinci sektörün her türüyle işbirliği içine giriyorlar. Özellikle, kendilerine ‘İslam dünyası’ diyen aldatılmış kitlelerin aymazlarıyla... İtham ve iftira, dincinin temel ibadeti, var oluş nedenidir. İftira ve itham, dincinin hayatında maruz kaldığı haysiyetsizlik düşüşüne başka hiçbir zihniyette kazanamaz. Çünkü dinci, itham ve iftirayı ‘fî sebîlillah’ (Allah yolunda) yaptığını söyleyerek, alçaklığı akıl almaz bir iblislikle kutsallaştırır. Bu alçak sanayi koluyla bütün bu gerçekleri unutmadan mücadele etmeliyiz.
Dinciliğin temel sermayesi: Riyakârlık
Dinciliğin bütün zamanlarda ve bütün toplumlarda hem temel göstergesi hem de temel sermayesi riyakârlıktır. Dinci, olduğu gibi görünmeyen ve göründüğü gibi olmayan bir varlıktır. İşi gücü insanları aldatmak, uğraşı sürekli gömlek değiştirmektir. Bunun içindir ki bütün dincilerin akıbetleri, er veya geç, dünya ve ahirette rezil olmaktır. 
Dincinin temel karakteri riyakârlık olduğu için dinciyi dost edinenlerin sonu hüsran olur. Çünkü dincinin yıldızlar kadar uzak olduğu birinci gerçek, vefadır. Dinciliğin hareket noktasında Peygamber’in evladını katletme ihaneti bulunduğu için bütün dinciler derece derece birer haindir.  
Dinciliğin temel göstergesi olan riya, Kur’an açısından bakıldığında en zararlı düşman sayılan şirkin en zehirli şeklidir. Riya, Mevlana Celaleddin’in deyimiyle, ‘olduğu gibi görünmemek veya göründüğü gibi olmamak’tır. Riya, Maun Suresi’nin açık beyanına göre, örtülü bir din inkârı yani dinsizliktir. Ve en kötü dinsizliktir. Çünkü riya, sinsi ve kahpe bir tahripçidir. Bu yüzden riya, son Peygamber tarafından gizli şirk olarak adlandırılmıştır.  
Allah’a giden yola en amansız pusuyu kuran ve dini içinden çürüterek insanlığı bunalıma ve onursuzluğa mahkûm eden bir numaralı illet, riyakârlıktır. Bütün erdirici ve yaratıcı atılımların belini kıran ve insanoğlunu hiçliğe esir ederek ömür sermayesini boşa harcatan kahredici bir beladır riyakârlık. Bu belaya çarpılmış birey ve toplumlar kalıcı, huzur ve mutluluk getirici hiçbir değer üretemiyorlar. Çünkü riya, güzeli ve iyiyi öldürmekle kalmaz, güzele ve iyiye yönelik ümitleri de mahveder. 
Kur’an’ın ve Son Peygamber’in hayatının incelenmesi bizi şu sonuca götürüyor: Riyakârlıkla icra edilen en ideal ibadetlerden, samimiyet içinde işlenen en büyük günahlar bile yeğdir. Çünkü birinci halde, ibadetin karşılığı olmadığı gibi, ümit ve bekleyiş de silinir. İkinci halde ise ümit ve bekleyiş vardır. Çünkü eksiğini, günahını bilen kul, Allah önünde boyun büker ki, en emin kurtuluş yolu budur. 
Rahatlıkla diyebiliriz ki, Allah’a kulluk ve sonsuz kurtuluş konusunda “Hiçbir şey yapamadım” itirafı, “Her şeyi yaptım” iddiasından çok daha üstün ve çok daha erdiricidir. Çünkü birincide riya söz konusu değildir. Bu yüzdendir ki, gerçek dindarlar, Allah karşısında ibadetleri değil, boyun büktüren eksikliği tercih etmişlerdir. Kur’an’ın önerdiği ahlakın en ideal şekli kabul edilen melâmet de budur. Melâmet gerçeği bize göstermektedir ki, tamlık kapısından Allah’a gitmek, hemen hemen hayal ve muhaldir; insana yakışan, eksik ve boyun büküklük kapısından Hakk’a sığınmaktır. Çünkü bu ikinci kapı, gizli şirk olan riyaya asla geçit vermez. Ve gizli şirkin giremediği bir gönül, sonsuz kurtuluşa mutlaka erer. 
RİYANIN BİR NUMARALI MALZEMESİ: NAMAZ 
Hem Kur’an hem de Hz. Muhammed, riya konusunu örneklendirmede namazı seçmektedir. Bilindiği gibi, namaz, Müslümanın hayatında en sık ve yoğun biçimde yer alan bir ibadettir. Böyle olunca vitrinlenmeihtiyacı duyan riyakâr ruhun en verimli istismar metaı namaz olacaktır. Dincilerin en düşkün oldukları şov da namaz şovudur. Durmadan namaz şovu yaparlar. Vakitli vakitsiz, abdestli abdestsiz, yerli yersiz. Maun Suresi, riya bulaşan namazları kılanları lanetleyerek dinciliğin bu temel istismar metaını yerle bir etmiştir. Bu ölümsüz mesajda şöyle deniyor: “Lanet olsun o namaz kılanlara ki namazlarından gaflet içindedirler. Riyaya sapandır onlar/gösteriş yaparlar.” (Maun, 4-6) Yakasını riyaya kaptırmış kitlelerin din adına durmadan cami duvarı dikmelerinin sırrı da budur. Bu insanlar hep cami yaparlar ama o camilerin insan yaptığını göremezsiniz. Ne ilginçtir ki, Hz. Muhammed, mabet sayısını artırmayı, mabetleri görkemli yapmayı, süslemeyi ümmetler için çöküş alâmeti olarak gösteriyor. Bunun sebebi, işte şurada izaha çalıştığımız gerçekte saklıdır. Kur’an’dan çıkarılabilecek en hayatî ilkelerden biri de şudur: Günahtan korkma, şirkten ve onun en kahpe şekli olan ikiyüzlülükten kork. Çünkü Allah, günahını itiraf edip boyun bükenleri affedecektir. Ama şirke bulaşanları asla affetmeyeceğini açıkça bildirmiştir.
Makbul görünümlü melunlar
Maun Suresi bize gösteriyor ki, insanlar arasında makbul görünümlü melunlar olabilir, vardır. Mevlana Celaleddin’in oğlu Sultan Veled (ölm. 712/1312), makbul görünümlü melunlar tabiriyle aynı anlamı ifade etmek üzere, ‘İdris suretinde iblisler’ tabirini de kullanıyor. (Sultan Veled, Maarif, 334) Sultan Veled, bu tabiri kullanırken dayandığı gerçeği de açıklamıştır. Diyor ki Sultan Veled, “Eğer engel Tanrı ise onu hangi lahavle uzaklaştırabilir?!” (Maarif, 12)  
Tüm aldanış ve aldatışların yıkımını bertaraf etmek için sığınılacak son dayanağın bizzat kendisinin yıkım aracına dönüştürülmesi halinde insan ne yapacaktır? Düşünmek bile ürpertiyor. Sultan Veled, bu bitmez-tükenmez aldatış ve aldanış serüveninin en kahırlısına dikkat çekmiştir. Bu, bizzat Tanrı’nın aldatma ve engelleme aracı yapılmasından doğan kahırdır. Tüm kahırların içinden sıyrılmak için sığınacağımız son gücün de kahır aracı haline getirilmesi, ümidin bitişi demektir. Sultan Veled, bu zamanüstü saptamayı yaparken, Kur’an’ın, hayatî mesajlarından birine dayanmaktadır.  
Kur’an’a göre, tüm aldanışlardan sıyrılmak için sığınacağımız en güvenli dayanak olan Allah bile, aldatıcıların oyunlarıyla aldatma aracı haline getirilebilir. İşte bunu, makbul görünümlü melunlar veya İdris suretindeki iblisler yapar. İşte bütün bu sebeplerden ötürü, insanı Allah’tan uzaklaştıran bela olarak dincilik, dinsizlikten daha tehlikelidir.  
Unutmayalım ki, makbul görünümlü melunlar dinsizliğin değil, dinciliğin ürünüdür. Dinsizlik, en kötü ihtimalle, makbul görünümlü melunlar değil, melun görünümlü melunlar üretir. Hatta bazen melun görünümlü makbuller bile üretir dinsizlik.  
Haram yemeyen, dürüst, insan haklarına saygılı, büyük değerler üretici nice dinsizler gördük. Tabii ki, aynı haklara saygılı çok dindara da rastladık. Ama insan haklarına, insana saygılı bir tek dinciye rastlayamadık. Kur’an, Maun Suresi’nde, bu paradoksu çözüyor.  
Makbul görünümlü melunlar dincilik ürünü ise insan haklarına saygılı namuslu adamların dincilikle mücadeleleri, dinsizlikle mücadeleden önce gelmelidir.  
EN BÜYÜK TEHDİT DİNCİLİKTİR 
Tarihi dikkatle ve tarafsız bir bakışla okuduğumuzda şunu apaçık görmekteyiz: Allahsızlığa fatura edilen zulümler, Allah’ı aldatma aracı yapan zulümlerin yanında çok hafif kalmaktadır. İnsanoğlu, Allahsızlığa fatura edilen zulümleri teşhis ve bertaraf etmede, Allah ile aldatanların zulümlerine karşı mücadeleden daha başarılı olmaktadır. Sebep açık: İnkâr zulümleri kutsalı paravan yapmadıklarından insanın iç dünyasına sokulamıyorlar. Böyle olunca da başarı şansları ve ömürleri fazla olmuyor. Kutsalı maske yapan, yani Allah ile aldatmaya dayanan zulümler ise insanı ta can evinden yakalamakta, gönlünü, vicdanını prangalamakta ve zulmü fark edemez hale getirmektedir. O halde, Kur’an’ı bir kez daha dinleyelim: “Dikkat edin; aldatan, sizi Allah ile aldatmasın!” 
Biz burada insanlığın vicdan ve idrak kulağına şunu bir kez daha ulaştırmak isteriz: Hiçbir devirde ve hiçbir ülkede, hiçbir bela Allah ile aldatma belasından daha kötü, daha yıkıcı olamaz. Bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda en yakın ve en tehditkâr düşman daima dinciliktir. Tüm milletler ve tüm dinler için böyledir. Çünkü her dinde dindar vardır ve o, rahmettir. Ve her dinde dinci vardır ve o, musibettir. Allah ile aldatmanın yıkımını ifade ederken gericilik denen uydurma tabiri değil, Kur’an menşeli ‘Allah ile aldatmak’ veya ‘dincilik’ tabirini kullanmamız lazım. Öteki düşmanlar ve tehditler dinciliğin ardından sıralanmalıdır. Kur’an’ın riyakârlığa bir numaralı düşman gözüyle bakması sebepsiz değildir. Çünkü şirkin en namerti olan riya, melunu makbul, iblisi İdris göstermeyi meslek edinmiş alçakların maskesi, aracı ve sığınağıdır. Tanrı’nın riyaya duyduğu öfke, kendisini inkâr da dahil, bütün olumsuzluklara duyduğu öfkeden daha büyüktür.
Gulûl suçunu tanıyalım!
Gulûl en yaşamsal Kur’ansal terimlerden biri. Dinciler, özellikle hırsız takımı ondan hiç bahsetmez. Kur’an, gulûl sözcüğünü fiil halinde üç kez kullandığı ayetinde şöyle diyor: “Her kim hıyanet edip kamu malından bir şey aşırırsa, aşırdığını kıyamet günü yüklenip getirir. Sonra her benliğe; kazandığı tam olarak ödenir. Hiçbirine zulmedilmez.” (Âli İmran, 161)  
Toplumların üstüne lanet yağmasına sebep olan gulûl suçunu çok iyi tanımalıyız. Bu suçu tanımamakta ısrar edersek Allah düşmanlarını Allah’ın dostları zannederiz ve farkında olmadan biz de ‘Allah düşmanı’ oluruz. Böyle olunca da gulûl hırsızlarının gasp ettikleri topraklar üstüne gulûl domuzlarının haram paralarıyla kurulan camilerin sayısı, değil yüz bin, iki yüz bin de olsa Allah yakamızı bırakmaz; sürünmek kaderimiz olmaya devam eder.  
Gulûl suçlularının akıbetlerini anlatan eserlerde, İslam Peygamberi’nin, bütün vicdanlara, özellikle yaşadığımız günlerin İslam dünyasında anahtar olması gereken şu sözü de var: “Eğer ümmetim kamu malından çalma günahını işlemese karşılarına ebediyen düşman dikilemez.”  
Halkın, devletin malını çalıp çalıp yiyen, kitleleri Allah ile aldatıp sömüren, dini ve Kur’an’ı bir pazar yeri metaına çeviren hükmî domuzlar yani firavun takımı, toplumun omurgasını kırıp onu kötülüklere karşı koyamaz duruma getirmektedir. Böyle olunca da sömürü ve istilayı hayat tarzı bilen emperyalist sırtlanlar, omurgası kırılmış böyle bir toplumun tepesine üşüşerek onu yiyip bitiriyorlar. Hz. Peygamber, işte bu büyük belaya dikkat çekiyor. O, ümmetinin yumuşak karnının burası olduğunu biliyordu. Ümmetinin bu yumuşak karından çürümeye başlayarak çökeceğine defalarca dikkat çekmiştir. Bizim eserlerimizi okuyanlar, bu dikkat çekişin, sarsıcı örneklerini bol bol göreceklerdir.  
GULÛLÜN HUKUKSAL FIKIHSAL YAPISI 
Bir fıkıh terimi olarak gulûl, kamu mal ve imkânlarının zimmetlendiği görevlilerin bu zimmet görevine ihanet ederek devlet mallarını çalıp çırpmalarıdır. Yani gulûl, devlet malına ilişkin zimmete bir biçimde hıyanet etmektir. (bk. Fahri Demir, İslam Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, 232-233)  
Bu hıyanet çalıp çırpıp bizzat yemek olabileceği gibi, çalıp çırpanlara göz yummak şeklinde de olabilir. Günümüzdeki kamu mallarının ‘özelleştirme’ adı altında yurt içi veya yabancı kodamanların talanına açılması da fıkıh açısından bir gulûl suçudur. Böyle baktığımızda, iki binli yılların Türkiye’sindeki dinci talan iktidarının, örneği görülmemiş bir gulûl suçlusu olduğunu ve üstüne lanet yağdığını anlamakta gecikmeyiz. Gulûlün en kötüsü kamunun topraklarına el koymak veya el koydurmaktır. Bu, Hz. Peygamber’in tespitidir. Bir yerde şöyle diyor: “Allah katında en kötü gulûl, bir karışlık da olsa toprak gulûlüdür.” (İbnHanbel,Taberânî, AbdülhalimMahmud, Ebu Zer, 32) Tekrar edelim: Maun suresi, gulûl suçu işleyenleri dinsizlik ve melunlukla itham etmektedir.  
ÇOK HAYATÎ BİR SORU 
Siz hiç, Kur’an’da gulûl diye bir suçun bulunduğunu, bu suçu işleyenlerin, ibadetleri ne kadar fazla olursa olsun, cehenneme gideceklerini anlatan bir vaiz, bir din temsilcisi dinlediniz mi? Okullarda ‘zorunlu’ olarak okutulan din derslerinde, öncelikle öğretilen namaz sureleri içinde yer alan Maun Suresi’nin mesajıyla ilgili bir tek cümlenin çocuklarınıza öğretildiğine bugüne değin tanık olabildiniz mi? Ve mesela, Türkiye Cumhuriyeti’nin üç katrilyonluk bütçeyle kotarılan Diyanet İşleri kurumunun bu konuda bir bildirisine, bir demecine, bir hutbesine rastladınız mı? Ben, camide ve tekkede büyüyen bir insanım. Maun suresi mesajıyla ilgili tek cümle, kendi araştırmalarımla tespit ettiğim güne kadar ne gördüm ne de duydum. Tanrı ve tarih şahittir ki, ben bir Kur’an mümini olarak görevimi çok erkenden ve çok onurlu bir biçimde yaptım. ‘Maun Suresi mesajı’ tabirini Türk literatürüne, Türkiye’nin basın lügatine, hatta siyaset lügatine sokan, bu satırların yazarıdır. Halk, siyaset ve aydınlar bu bilgilendirmenin gereğini yapmamışlarsa bu onların sorunudur.
Kamu malı talancılarının cenaze namazları kılınmaz!
Fıkhî ifadesiyle ‘gulûl suçluları’nın cenaze namazları kılınmaz. Çünkü Hz. Peygamber kılmamıştır. Bir yandan ‘Hz. Peygamber’in sünneti’ diye yeri göğü inleteceksiniz, öte yandan o peygamberin insan hayatına, adalet, düzen, mutluluk getirecek en hayatî uygulamalarını görmezlikten gelecek, yok sayacaksınız. Ve bütün bunlardan sonra, birkaç rekât Maun namazı kılıyorsunuz diye size ‘birinci sınıf Müslüman’ muamelesi yapmamızı bekleyeceksiniz. 
Bu tavır, sadece vahim bir imansızlık olmakla kalmaz, aynı zamanda vahim bir namussuzluk olarak da vicdanları titretir.  
Şimdi size, halkımızın aydınlık, akılcı, helal lokmacı zümrelerinin bana verdiği ‘Milletimizin Öğretmeni’ unvanının bir gereği olarak hayatî bazı bilgiler ve belgeler sunacağım. Bunları Lokman Hekim reçetesi gibi kullanmaya mecbursunuz. Aksi halde, ağır ihmal faturalarının ağır cezalarını çocuklarınız ve torunlarınız öder. 
Hadis ve fıkıh alanının en büyük isimlerinden biri olan İbn Hemmam (ölm. 211/826), eseri el-Musannef’te bize bildiriyor ki, Hz. Peygamber, kamu malından birkaç kuruşluk bir miktarı çalan Eşca’lı sahabîsinin cenaze namazını kılmamıştır. (el-Mu-sannef, 5/244)  
Hadis ve fıkıh alanının önemli isimlerinden bir diğeri olan İbnül Kayyım el-Cevziyye(ölm.751/1350 ) ise İslam düşüncesinin zirve kaynaklarından biri olan Zâdü’l-Meâd adlı eserinde şunu bildiriyor: 
Hz. Peygamber, kamu malı çalmış, kamu hakkına tasallutta bulunmuş olanların cenaze namazlarını kılmamıştır. (Zâdü’l-Meâd, Beyrut 1981 baskısı, 1/515, 3/107-108)  
Olayı, İbnül Kayyım’ın eserinden verelim:  
“Bir harp sonrasında Peygamber’e: ‘Filanca, filanca, falanca şehit oldu’ diye tekmil verdiler. O, bunlardan birisi için şöyle dedi: ‘Hayır! İşte o dediğiniz kişi şehit olmamıştır. Ben onu cehennemin içinde görüyorum. Sebebi de, kamu mallarından çaldığı bir giysidir.’ Peygamber bunun ardından Hattap oğlu Ömer’i çağırarak şu talimatı verdi: ‘Git, ey Hattaboğlu, git de insanlara şunu duyur: Cennete yalnız ve yalnız müminler gidecektir.” (Zâdü’l-Meâd, 1/515, 3/107/108; ayrıca bk. Müslim, iman bahsi; İbn Hanbel, Müsned, 1/30, 47) 
Peygamberimizin Hz. Ömer’e söylediği söz, kamu malı hırsızlarının mümin niteliğini yitirdiklerine bir kanıttır. Maun Suresi’nin söylediği de budur. Peygamberimizin Ömer’e söyledikleri, anılan surenin Peygamber diliyle bir tefsiridir. 
Gerçek şu ki, İslam din ve imanının, insan hayatına ışık ve ufuk verecek en ciddî mesajları, İslam’ı temsil ve savunma iddiasıyla ortalığı kasıp kavuranlar tarafından saklanmakta, savsaklanmakta veya saptırılmaktadır. Bu hayatî mesajlar yerine kitlelere, avutucu, uyutucu bir takım ‘dinleştirilmiş uydurmalar ve yapay kutsallar’ ‘İslam’ diye dayatılmaktadır. 
Halk bu yutturma ve dayatmalarla avunurken gulûl suçluları, Müslümanları ülkenin içinde ve dışında soyup soğana çevirmekte, edindikleri muazzam servetleri de aydınlığın ve çağdaşlığın yok edilmesi için şerir bir güç olarak kullanmaktalar. ‘Yüzde doksan dokuz buçuğu Müslüman’ (!) Türkiye halkları bu olup bitenleri sessiz sedasız izlemektedir.  
Anlaşılan o ki, Maun suresi, İslam dünyasını, o arada Türkiye’yi çok daha ağır tokatlarla sarsmaya devam edecektir. 
AKP DİNCİLİĞİNİN FIKIH AÇISINDAN DURUMU 
Şuraya kadar sıraladığımız Kur’ansal ve Muhammedî gerçeklere imanı olan herkes, eğer bu imanının korumak istiyorsa şunu itiraf etmek zorundadır: 
On küsur yıllık icraatı gulûl suçlarıyla dolu olan AKP iktidarının bu gulûl siyasetlerini kotaran kodaman kadrolarının hiçbirinin cenaze namazı ‘Müslüman’ sıfatıyla kılınmaz. Hatta onların katıldığı saflarda, girdikleri camilerde namaz kılınamaz.  
İslam’ın çekirdek nesli sahabîler, bu noktada tarihin en muhteşem ve en sarsıcı örneğini önümüze koymuştur. Üstü örtülen bu ürpertici ama hayat verici gerçeği de açıklayacağız.
Sahabe neslinin gulûl suçlarına karşı tavrı
Gulûl suçlarına yani devlet ve millet malının talan edilmesine karşı ilk radikal tavrı koyan kuşak, Muhammedî sünnetin Kâbesi sayılan Medine’nin sahabe neslidir. Sahabe kuşağı, Müslümanların üçüncü halifesi seçilen Osman bin Affân’a karşı koyarak, kamu malı talanına bula-şanların aflarının söz konusu olamayacağını göstermiştir. Yani Hz. Peygamber’in bu konudaki sünnetinin gereğini bihakkın yerine getirmiştir.  
Emevîci saltanat dinciliği, tarihin bu sarsıcı gerçeğini Müslümanlardan saklamış, gulûl suçu yüzünden Müslüman mezarlığına defnedilmesine bile izin verilmemiş bir yöneticiyi, sırf Emevî kodamanlarının hatırı için bu suçla hiç ilgisi olmayan biri gibi göstermiştir.  
Şimdi biz, Emevî hanedanına yüz yıllık saltanat yolunu açan üçüncü halife Osman’ın, sahabe nesli tarafından ağır biçimde cezalandırılan gulûl suçu serüvenini kısaca verelim: 
OSMAN’IN GULÛLCÜ İCRAATI VE BUNUN YOL AÇTIĞI FELAKET 
Tarih, imkânları ve mevkii Halife Osman kadar sömürülen devlet adamına çok az tanık olmuştur. Emevî zihniyeti, Osman’ın önce dirisinden yararlanmak için onu korkunç yanlışlara sürüklemiş, sonra da onun ölüsünü iktidar aracı olarak sömürmüştür. 
Halife Osman’ın tüm halifelik dönemi, özellikle döneminin ikinci yarısı, tarihin enyük gulûl ihlalleriyle doludur. Osman, Müslüman hazinesini ve devlet mallarını akrabasıEmevîlerle yandaşlarına hiç sınır ve kural tanımadan talan ettirdi.  
Osman, Irak’ın en verimli yerleri olan ve öncelikle oraları fetheden gazilerin hakkı olması gereken toprakları “Sevad-ı Irak Kureyş’in bahçesidir” diyerek yandaşlarına ikram etti.  
Osman, akrabası Emevîleri, her türlü melanetlerine rağmen devletin en iyi yerlerine getirdi. Özellikle maliyeyi onlara teslim etti. Ve maliye, Emevî kodamanları tarafından fütursuzca yağmalandı.  
Muhammedî sünnete sahip çıkma mevkiinde olan sahabe nesli, Halife Osman’ı, gulûl suçları yüzünden dinden çıkmış sayıyor, ona Müslüman muamelesi yapılmasına izin vermiyordu.  
MÜSLÜMAN MEZARLIĞINA GÖMDÜRMEDİLER 
Osman’ın, halifeliği boyunca, özellikle halifelik döneminin ikinci yarısında akrabası, yandaşları hesabına talan ettirdiği devlet hazinesi Müslümanlara yardım ve yarar üreten bir hazine olmaktan çıkmış, Emevîlerin özel ‘talan havuzu’na dönüşmüştü. Bunun adı, Maun suresi ihlali veya gulûl suçu idi. Ve Maun suresi ihlali, insanı dinden çıkarıp lanetlik hale getirirdi. Bu suçu işleyenlerin cenaze namazları Hz. peygamber tarafından kılınmamıştır.  
Halife Osman, İslam dışına çıkmış kabul edilen gidişini düzeltmesi için, Müslüman toplumun aydın ve bilge kişileri tarafından çok ısrarlı biçimde uyarıldı ama bu uyarılar hiçbir işe yaramadı. Tam tersine, Osman, kendisini uyaranları kendisine darbe yapmakla suçluyor, onları olabilecek en ağır cezalarla, hatta işkencelerle cezalandırıyordu. Bunun en ürpertici örneği, büyük sahabî Ebu Zer’dir. 
GULÛL SUÇLULARI MÜSLÜMAN MEZARLIĞINA DEFNEDİLEMEZ! 
Osman, nihayet, maruz kaldığı bir halk hareketiyle makamından indirildi ve halka çektirdiklerinin cezasını hayatıyla ödedi. Ama iş bununla bitmedi: Sahabe nesli, Osman’ın yaptığı kötülüklerin sadece başını vermekle ödenemeyeceği kanısındaydı. Osman’ın cenazesinin bir Müslüman cenazesi olarak Müslüman mezarlığına defnedilmesine izin vermedi.  
Osman’ın cenazesine Osman’ın üç kölesi, bir kızı ve bir de Mervan bin Hakem katılmıştır. (Taberî, Tarih, 35. yıl olayları; İbnül Esîr, el-Kâmil, 3/76; Askerî, Âişe, 1/172-173)  
Daha da ilginci, Medine halkı, özellikle Medine’nin esas yerlileri olan Ensâr, Osman’ın, Müslümanların gömülü bulunduğu Bakî’ mezarlığına defnedilmesine izin vermemiştir. Bakî’in bitişiğinde ve Bakî’den bir duvarla ayrılan Haşşukevkeb adlı bir Yahudi mezarlığı vardı; Osman oraya defnedildi. Daha sonraki zamanda, Haşşukevkeb’le Bakî’ arasındaki duvar, Muaviye tarafından yıkılıp Osman’ın da gömülü bulunduğu Yahudi kabristanıyla Müslümanların mezarlığı olan Bakî’ birleştirildi. Ve o günden sonra “Osman Bakî’ mezarlığına defnedilmiştir” sözü yaygınlaştırılarak defnin yarattığı utanç tablosu örtüldü.
Güneş ve katran
Başlığımızın esin kaynağı olan peygamber sözü şudur: “Allah’a yemin olsun ki, sizi, güneş gibi aydınlık bir din üzerinde bıraktım. Bir din ki, aydınlıkta gecesi de gündüz gibidir.” (İbn Mâce, es-Sünen, 1/4) 
Böyle bir din bıraktı Hz. Muhammed. Aradan 1400 küsur yıl geçmiş bulunuyor.  
Daha Peygamberimizin son nefesini verdiği anda başlayan yozlaşmalar, bir süre sonra Emevî Arabizmi’nin müşrik karşı devrimiyle köşe taşlarını örseledi ve buna bağlı olarak büyüyen yozlaşma ve sömürü ‘güneş ve ışık’ dini, bir ‘saltanatçı Arap katranı’ ile örttü. 
Bugün dünyanın hemen her yerinde ‘Müslüman ve Müslümanlık’ dendiğinde insanlar şöyle bir ürperiyor ve içlerinden âdeta “İyi ki ben bunlardan değilim” diyor. Çünkü ‘Müslümanlık’ geriliğin, kirliliğin, sahteliğin, sürünmenin, sahtekârlığın, şiddet ve dehşetin alâmeti farikası haline getirilmiş. 
Müslüman dünyanın bugün kendisine Allah rızası kazandıracak bir tek ibadeti olabilir: Hz. Muhammed’in bıraktığı ışık-aydınlık dine bulaştırdıkları kir ve karanlığı bu dinin bünyesinden temizlemek.  
Bunun için yapılacak ilk şey, son beş yüzyılın en büyük Müslüman düşünürü olarak gördüğümüz Muhammed İkbal’in 1920’lerde söylediğidir: 
“Bizim İslam’a yapacağımız en büyük iyilik, dünyaya, bizim Müslüman olmadığımızı ilan etmektir.” 
Ne yazık ki, bunun tam tersi yapılıyor. Örnek olarak, İslam dünyasının en önde ve din açısından da en iyi durumda olan ülkesi Türkiye’yi seçiyorum.  
İKBAL’İN PENCERESİNDEN TÜRKİYE 
İkbal söyleminin araladığı pencereden Türkiye’ye bir göz atalım.  
Son yıllarda din adına ortalığa fırlayarak Allah’ın avukatı gibi onu bunu hesaba çeken, ağzını açana, “Bizden onay aldın mı da dinden söz ediyorsun?” diyecek kadar pervasızlaşan maskeli müşrik din bezirgânlarına bakalım. Dinin insan hayatından kovmak istediği ne kadar ahlaksızlık varsa bunlarda. 
Kanıt bulmak için yorulmanıza gerek yok. İki binli yılların dinci siyasal iktidarının icraatına bakın. Ve mesela, ‘Avrupa tarihinin en büyük dinci soygunu’na imza atan Deniz Feneri hırsızlarına bakın. 
Son yıllarda bunların yalnız ekranlara yansıyan rezillikleri bile dini ağızlarına almamaları için yeterli gerekçedir. Ama nerede o vicdan, o insanlık! 
Hâlâ onu bunu kâfir ilan etmeye, hâlâ kendilerinden başkasını Müslüman görmemeye devam etmekteler. Yani din çapulculuğunu, namı diğer, dinci dinsizliği bütün hızıyla sürdürmekteler. 
DİN ÇAPUCULUĞU AŞILMADIKÇA... 
Türkiye örneği bize gösteriyor ki, din çapulculuğu aşılmadıkça Müslümanların iflah etmesi mümkün olamaz. Kur’an, zulümden arındırılmamış bir dinin mutluluk getirmeyeceğini, böyle bir dinin dinsizlikten daha beter olduğunu bildirmektedir.  
Işık-aydınlık dine inkârcılardan hiçbir zarar gelmez. Onların zararları, ışığa karşı olmaları yüzünden, kendilerinedir. Ama dini, nefislerinin menfaat, koltuk ve kinlerine paravan yapanların sergiledikleri karanlıklar, bütün dünyayı İslam’a karşı tavır almaya itiyor. 
Işık ve aydınlık din, yüzyıllardan beri, mezhep ve tarikat tahribiyle katranlaşmıştı. Monarşik-teokratik despotizmler döneminde, Kur’an’ın dinini, mezhep ve tarikat yobazlığı perişan ediyordu. Cumhuriyet döneminde bunlara parti, cemaat ve şirket sömürüsü eklendi.  
“Din, benim tarikatim, benim mezhebimdir” söylemindeki Kur’an dışı dayatma, günümüzde, “Dini ve İslam’ı benim partim, benim şirketim, benim cemaatim temsil eder’ söylemiyle birleşmiş bulunuyor. Yani bela çift çatallı hale gelmiştir. 
Ne diyelim, Allah âdildir; herkes, o arada Türkiye halkı da müstahak olduğunu buluyor. 
Allah, Anadolu halklarını, sadece imanı bozuklara teslim etmekle yetinmemiş, vicdanı ve kanı da bozuk olanlara teslim etmiştir.
Mustafa Kemal’e kahpelik!
“Komünizm geliyor” yaygarasıyla Türkiye’yi ürkütüp yarattığı Yeşil Kuşak İslamı ile bizi Demir Perde’ye karşı bedava şövalye olarak kullanan Haçlı Batı, şimdi aynı şeyi ‘Ilımlı İslam’ slogan ve projesiyle yapıyor. Tek fark, Türkiye’nin bu kez, gayri Müslimlere karşı değil, doğrudan doğruya İslam âlemine karşı kullanılmasıdır. 
Yeşil Kuşak oyunundan çok daha zor bir iştir bu. Çünkü artık “Allahsız komünizme karşı dine inananlar birleşmeli” edebiyatı yeterli olmuyor. O edebiyatın ne kadar namussuz bir emperyalist edebiyat olduğu, asıl Allahsızların o edebiyatı üretenler olduğu anlaşılmış bulunuyor.  
Ucuz şövalyeyi cepheye sürmek için belli ki yine ‘İslam’ kullanılacak, ama bu sefer İslam’ı İslam’a karşı kullanmak söz konusu olduğundan Haçlı iblisler çare bulmakta zorlanıyor. Nasıl yapacaklar bunu? 
Önce, bir numaralı direnç noktası olabilecek değerleri yıkmak, Türkiye’nin omurgasını kırmak lazım. Omurga, Türkiye’yi farklı kılan Kemalist mirastır. Onu işe yaramaz hale sokmak gerekiyor. Onun petrolden daha güçlü olduğu anlaşılmıştır. Petrolün işini bitirdiler ama Kemalist mirasın işini bitiremiyorlar. Bu onları çıldırtıyor. 
Çare şöyle bulundu: “Sizi model yapacağız” diyerek Türkiye’yi model olmaktan çıkarmak.  
İlk iş, Kemalizm’in teorik koruyucu güçlerini, yani akılcı aydınları etkisizleştirmek, ikincisi, Cumhuriyet ordusunu saf dışı etmektir. İki binli yılların başından itibaren subaşlarına oturttukları imanı ve kanı bozukları kullanarak bu projelerinde büyük mesafe aldılar. Bir yandan bunu yapıyorlar, bir yandan da bize “Size İslam dünyasına model yapacağız” diyorlar. Ve bu halk sormuyor:  
“Bizi İslam dünyasına model yapacaksanız bu modelin kaynağı olan mirasın yaratıcısına neden savaş açmış durumdasınız? Neden Atatürk’ten ve laiklikten vazgeçin diye avazınız çıktığı kadar bağırıyorsunuz?” 
İngiliz yazar Andrew Mango oyunun belini kıran şu sözleri söylüyor: 
“İslam coğrafyasındaki ülkeler tabii ki laik ve demokratik Türkiye’den ders alabilirler. Ama bugünkü Türkiye yerine 1930’ların Türkiye’sine bakarlarsa ve o Türkiye’nin bu hale nasıl geldiğini incelerlerse. Bunu yaparlarsa kendilerini düzeltecek daha birçok şey öğrenebilirler.” 
Atatürk’ü niçin sevmediklerini anlamanıza yardımcı olsun diye bir olayı anımsayalım: 
DAVET EDERLERSE KATILIRIZ’ 
Yıl 1932. Birleşmiş Milletler’in nüvesi veya ilk şekli olan Milletler Cemiyeti (veya Cemiyeti Akvam) kurulmaktadır. Dünyanın bu en büyük uluslar topluluğuna katılmamız için Atatürk’e çevresi telkinde bulunuyor. Cevabı şu oluyor Atatürk’ün: 
“Başvurmayı düşünmüyoruz, ama davet ederlerse katılırız.” 
Ve topluluk, 43 üyenin oybirliğiyle Türkiye’yi katılıma davet kararı aldı. Ve Türkiye, işte bu davet üzerine o topluluğa katıldı.  
Atatürk Türkiye’sinde o idik; bugün ABD ve AB önünde ne olduğumuz belli. Oradan buraya nasıl gelindiğini anlamak için Atatürk’ün şu sözü bize yardımcı oluyor: 
“Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvela biz, kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün iş ve hareketlerimizle göstermeliyiz!” 
Atatürk mirasının bütün nimetlerini nankörce, melunca, patlayasıya-çatlayasıya yiyen kanı bozuk, beyni uyuşuk dinci hainler bu gerçekleri bilmiyorlar mı? Bilmiyorlarsa yazıklar olsun onlara. Bilip de gereğini yapmıyorlarsa lanet olsun onlara! 
Haçlı Batı, Türk halkının Atatürk mirasından yararlanmasına seyirci kalır mı? Sen gel de bunu anlat emperyalizmle işbirliğini ‘en büyük keramet’ sayan bilcümle dinci alçaklara. Analarının bacılarının yatak odalarına giren Yunan işgalcileri çoktan unuttular; Atatürk’ün içtiği rakıların kadeh çetelesini tutmaya devam ediyorlar. İman ve namus kıratları işte bu!  
Haçlılar; Atatürk’ün yıkılması için Kâbe’nin yıkılmasını şart koşsalar, İslam dünyasında, bu imansız ve namussuz şartı zevkle kabul edecek çok sayıda alçak bulabilirler.
‘Değerlerin hastalanması’
Değerlerin hastalanması, değerlerin hastalığı veya hastalanan değerler... Deyim; Amerikalı yazar Henry Clausen’in ‘Alelâdenin Ötesi’ (Beyond the Ordinary) adlı eserinde, çağımızın bunalım sebeplerinden biri olarak gösterdiği ‘Value Sickness’in karşılığı.
Değer yargılarının altüst olmasıyla ortaya çıkan rahatsızlık, gelecek doğuşların habercisi olduğu kadar eşiğinde bulunduğumuz çöküşlerin de habercisidir. Esasen, hayatın kanunlarından biri de, ölüş ve oluşların sürekli birbirini izlemesidir. 
Çağımızın büyük beyinlerinden biri olan Toynbee, 1940’lı yıllarda, Batı uygarlığını sanık sandalyesine oturttuğu eseri ‘Civilization on Trial’ (Medeniyet Yargılanıyor)da şu tespiti yazıya geçirirken, zaman üstü bir gerçeği dile getiriyordu: 
“Medeniyetlerin ölümüne yol açan yaralar, esasında maddesel yaralar değildir.” 
Gerçekle dost olanlar bilirler ki, insanı acıların kucağına atan ve medeniyetleri çökertip kavram ve kurumları yozlaştıran, insanın insanı horlaması, insanın insana ihanetidir. İnsanın korunan onuru her türlü eksiğe ve acıya göğüs gerebilirken, aynı onurun ayak altına alınması, maddesel ihtişamların yaşama şansını yok etmektedir. 
İnsanı kahreden en zehirli bela, onun, hemcinslerinin ihanet ve sömürüsüne maruz kalmasıdır. 
İnsanın insanı horlaması, yalanı egemen kılmayı zorunlu hale getiriyor. 
Bizim ülkemizin de içinde bulunduğu koca bir ‘İslam dünyası’, yalanı iyi söyleyen ve iyi kullanan kadroların pençesinden kurtulamıyor. Yaratıcılık ve erdem gibi değerler açısından son derece yetersiz olan bu kadrolar, büyük kitleleri kandırmakta, hatta kendilerini onlara ‘alternatifi olmayan adamlar’ diye kabul ettirebilmekteler. 
Tespitleri ideolojik olmaktan çok bilimsel ve nesnel veriler sunan bir dizi düşünür (Toynbee, Sorokin, Ortega Y Gasset, Guénon, Garaudy, From vs.) çağımızı ‘bunalım çağı’ ilan ederken, daha çok, değerlerin yozlaştırılmasına dikkat çekmektedirler.
Değerlerin hastalanmasını önleyen, hastalanan değerlerin tedavisini sağlayan temel disiplin felsefedir. 

TÜRKİYE’DE FELSEFE NEDEN KATLEDİLİYOR?
Bir toplumda, hastalanan değerlerin ölümcül bir noktayı gösterip göstermediğini anlamak isterseniz, orada felsefeye itibar edilip edilmediğine bakın. 
Felsefeye itibar zayıfsa, hele hele felsefeden nefret varsa değerler ağır biçimde hastalanmıştır ve bu hastalığın sonu büyük ihtimalle felç veya ölümdür. 
Türkiye’de değerlerin ağır biçimde hastalandığını çok iyi bilenlerden biriyim. Allah ile aldatmanın saltanat dönemini temsil eden iktidarların Millî Eğitim’i kotaran adamları, okullarda bir zerrecik kalmış felsefe derslerini katletmek üzere, yoz bir ‘tarikat dalaveresi’ ile bu dersin de üstüne gittiler. Felsefeyi sağlam bir din anlayışının güdümüne vermenin bile yanlış olacağı bilinen bir gerçek iken, bunlar tuttu, kendi sakat din anlayışlarını felsefe derslerinin denetçisi ve yönlendiricisi yapacak düzenlemelere gittiler. Aslında, şaşılacak bir yanı yok bunun. 
Allah ile aldatanların bir numaralı düşmanı ‘düşünen adam’dır. Bundan yaklaşık bin iki yüz yıl önce ölmüş bulunan anıt İslam filozofu el-Kindî (ölm. 252/866), alameti farikası akıl düşmanlığı olan dinciliği eleştirirken şunu söylüyor:
“Felsefe düşmanlığı yapanların ne Allah’ı olabilir ne de dini!”
Düşünen adamı inşa eden disiplin felsefedir. Böyle olduğu içindir ki, Allah ile aldatanlar, bir yandan günlük hayatı ilkelleştirirken, bir yandan da düşünebilecek insanlara ufuk açması söz konusu olan felsefe derslerini ağır bir insanlık suçu işleyerek katlediyorlar. 
Düşünen insandan nefret, Allah ile aldatanların şiarıdır. Ben bu şiarın, saltanat dincileri tarafından işlevsel kılınmasına hayret etmiyorum; benim hayret ve nefret ettiğim, ‘düşünen adam’ sayılan birtakım kalem erbabının, bu ‘felsefe katilleri’ne, ABD ve AB’nin talepleri (ve buyrukları) istikametinde ve üstelik, hiç utanıp arlanmadan, ‘demokrasi’ diye diye yıllardan beri destek verme gafletleridir.
Son sözüm, giydiği elbisenin parasını etmeyen sözde aydınlaradır ve şudur:
Yazıklar olsun size! Ve size, ‘düşünen adam’ muamelesi yapanlara!
Kur’an devrimcilik şirk muhafazakârlık ister
Kur’an, mensuplarının hanîf yani devrimci olmasını, eski kabullere, ecdat tabularına karşı çıkmasını istiyor. Hanîflerin mücadele etmesi gereken temel belaların başında, geleneğin dinleştirilmesi yani ecdatperestlik veya ‘muhafazakârlık’ gelmektedir. Böylece hanîflik, eskiyi ilahlaştırmayı, yeniye göz açtırmamayı egemenliğinin olmazsa olmazı gören dinciliğe karşı çıkışın yolunu açan idrakin metafizik temelidir. 
Ecdatperestliğin, yani muhafazakârlığın esasını değişmeye tahammülsüzlük oluşturduğuna göre, hanîfliğin esasını da sürekli değişme, sürekli yeninin peşinde koşma oluşturacaktır. Hepimiz biliriz ki aydınlanmanın esası da budur. 
Türk siyasal hayatına saltanat dincisi siyasetlerin bir sloganı olarak Yahudi teorisyenlerin tavsiyesiyle vurulan ‘muhafazakârlık’ damgası, dinci siyasetlerin kuramcılarından birinin kalemiyle (ve tabiî ki dincilik adına) şöyle tanımlanmıştır:
“Muhafazakârlık, rasyonalist siyaseti sınırlamayı ve toplumu devrimci dönüşüm projelerinden korumayı amaçlayan yazar, düşünür ve siyasetçilerin eleştirilerinin biçimlendirdiği bir siyasal ideolojiyi ifade etmektedir.” (Koç, 85)
Batı’da, aydınlanmanın önemli filozoflarından biri sayılan Hegel (ölm. 1831), Doğu’nun kör-topal kalmasının sebeplerinden birinin de muhafazakârlık diye anılan yeniye karşı çıkış, yeniye hayat hakkı tanımamak olduğunun altını çizmekte ve bu yaptığıyla âdeta onlarca Kur’an ayetini tefsir etmektedir. Kur’an; muhafazakârlığı, ecdat kabullerini dokunulmaz kılmayı, şirkin temel belirtilerinden biri saymakta ve müminlerini ‘hanîf’ olmaya, yani, muhafazakârlık prangalarını parçalamaya, sürekli yenilenmeye, bizzat onun tabiriyle ‘her an yeni bir iş ve oluşta olmaya’ (Rahman, 29) çağırmaktadır. 
O halde, hanîf olmak veya muhafazakâr olmamak, ‘töresel ve alışılmış olanı ilkeleştirmemek’tir. Bizzat Hegel bu tanımı kullanmakta ve buradan hareketle, Doğu’yu, âdeta devrimci bir Kur’an mümini gibi (örneğin bir Muhammed İkbal gibi), şu yolda eleştirmektedir. 
“Asya’da ilke, töresel olandır. Töresellik bireyin içine işlemiştir. Ve töresellik zamanla bireyin özgür iradesi gibi algılanır olmuştur. Töresellik henüz ahlaklılık düzeyine çıkmamıştır.” (Kula, 117)

İKİ TEZ, İKİ KANIT
Kur’an, peygamberlerle onların karşısına dikilen şirk zümreleri arasında tarih boyunca sürüp giden kavganın esasını, ecdatperestlikle akıl ve bilginin mücadelesi olarak tescil etmektedir. 
Temelde iki tez söz konusudur: 
1. Şirkin tezi: 
Güvenilir, dokunulmaz ve kutsal olan, atalardan bize devredilen gelenek ve kabullerdir. İyinin, doğrunun ve güzelin ölçütü bu geleneksel değerlerdir. Bunların muhafaza edilmesi ise dinin ta kendisidir.
2. Tevhidin tezi: 
Güvenilir, dokunulmaz ve kutsal olan, aklın ve bilimin verileridir. İyinin, doğrunun ve güzelin ölçütü bu verilerdir. 
Bu iki tezin kavgası çok zorludur. Birinci tezin temel söylemi şudur:
“Ayetlerimiz, karşılarında açık seçik kanıtlar halinde okunduğunda, delilleri sadece şöyle demek olmuştur: ‘Doğru sözlüler iseniz atalarımızdan kanıt getirin.” (Dühan, 36; 45/25)
İkinci tez, yani peygamberler tezi ise şu söylemi öne çıkarmaktadır:
“Eğer doğru sözlü kişiler iseniz bundan önceki bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı getirin bana!” (Ahkaf, 4)
“Eğer doğru sözlü iseniz bana ilimle haber verin.” (En’am, 143)
Kur’an, gelenekçiliğin yani ecdatperestliğin karşısına akılcılık ve bilimciliği koymaktadır. Temel karşıt kavramlar bizzat Kur’an tarafından belirlenmiştir: Akıl ve ilim. Kur’an bu noktada, âdeta felsefî tanımlamalar getirmektedir. Sarsıcı eleştirilerden bazıları şunlardır:
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ dendiğinde: ‘Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ derler. Peki, ataları bir şeyi akıl yoluyla kavrayamıyor, doğruya ve güzele ulaşamıyor idiyseler?!” (Bakara, 170)
“Onlara, Allah’ın indirdiğine ve resule gelin dendiğinde şöyle derler: ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter.’ Peki, ataları hiçbir şey bilmiyor, doğru yolu bulamıyor idiyseler de mi?” (Mâide, 104)
Müşrik mantık, ecdadı izlemeyle Allah’ı yani evrensel yasaları izlemenin aynı anlamı ifade ettiğinde ısrarlıdır.
Muhafazakârlık şirkinin iki rahatsızlığı
Şirkin veya ecdatperestliğin tevhit dininden ve peygamberlerden iki büyük rahatsızlığı var: 
1. Ataların dokunulmazlığına karşı çıkılması, 
2. Mal ve servetlerle ilgili statükoya karşı çıkılması.

Şirkle tevhidin bütün kavgası budur. Peygamberlerle şirkin kavgasının esası, teolojik cedel değil, şirkin yaşamasını sağlayan panteon statükoculuğuna karşı çıkılmasıdır. İlk peygamberden sonuncusuna kadar dava hep budur. Kur’an’ı okuyan bunu hemen görür. Hiçbir şeyi göremese de bunu görür. Eğer bunu da göremiyorsa Kur’an’ı okumasın. 
Peygamberler ve tevhit devrimi, şirkin ‘dokunulmaz’ ilan ettiği iki şeye ‘dokunuyor’, hem de çok sarsıcı biçimde dokunuyor: Ecdat kabulleri, mal ve servet. 
İslam adına iddiası olan bir söylem ve siyasette bu dokunma yoksa onda tevhidin imanı yok demektir. Böyle bir söylem, bu iki şeye dokunmak yerine bir de onları ‘daha da dokunulmaz’ kılmaya âlet oluyorsa onun imanı ve dini olmadığı gibi, namusu da yoktur. Çünkü inanmamakla kalmıyor imanı paravan yaparak kitleleri aldatıyor. Bu ikincisi namussuzluktur. Kısacası, bu tür söylemlerle din avukatlığı yapanlar, Maun Suresi mücrimi melun alçaklardır.
Şimdi, şirkin ikinci büyük rahatsızlığına vurgu yapan ayeti görelim: 
“Dediler ki, ‘Ey Şuayb! Namazın/duan mı emrediyor sana, atalarımızın tapar olduğunu terk etmemizi yahut mallarımızda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi?” (Hûd, 87)
Karşı çıkışın gerekçesi şirkin en beyinsiz söylemi halinde önümüze konmuştur:
“Biz, eski atalarımız arasında böyle bir şey duymadık.” (Mü’minûn, 24; 28/36)

ALLAHSIZLIĞIN TEMEL GÖSTERGESİ PAYLAŞIMA KARŞI ÇIKMAKTIR
Gelenek ve ecdat şirkinin istediği, Allah’ın tamamen terki değildir; ataların ve geleneklerin terk edilmemesi, bir de mala mülke yani mal ve servet konusunda oluşturulmuş despotizme dokunulmaması. 
Ataların kutsallığı ve servetler korunmak şartıyla Allah’a, ibadete, mabede yer verilmesi, muhafazakârlık şirkini rahatsız etmemektedir. Tam aksine (Emevîlerin Cahiliye’yi öne çıkaran hilafetleriyle küresel kapitalizm hizmetkârı Ilımlı İslamcı siyasetlerin icraatında da gördüğümüz gibi), bu anlamda bir uzlaşı, gelenekçilik şirkinin sevdiği ve ustalıkla uyguladığı bir yöntemdir. Tevhidin asla kabul edemeyeceği bir numaralı uzlaşı ise işte bu uzlaşıdır. 
Gelenekçi-muhafazakâr putçuluğun bütün derdi, atalarından görüp öğrenmediklerini, yani yeniyi tepelemektir. Çünkü yeni onlara ‘atalarının ve kendilerinin bilmedikleri bazı şeyleri öğretiyor.’ (bk. 6/91) Eşyanın, atalarının koymadığı isimlerle anılmasına bile tahammülleri yoktur. (bk. 7/71; 12/40; 53/23) 
Atalarından miras almadığı şeylerin onun hayatına girmesi şirk zihniyetini kudurtuyor. Kur’an bu noktaya parmak basarken şöyle diyor:
“Ayetlerimiz size okunuyordu da siz ökçeleriniz üzerine gerisin geri dönüyordunuz. Büyüklük taslayarak, gece boyunca hezeyanlar savuruyordunuz. Sözü gereğince düşünmediler de ondan mı, yoksa kendilerine, ilk atalarına gelmeyen bir şey geldi diye mi? Yoksa resullerini tanımadılar da bu yüzden mi onu inkâr ediyorlar? Yoksa ‘Onda bir cinnet mi var’ diyorlar! Hayır, o kendilerine hakkı getirdi ama onların çoğu haktan tiksinen kişilerdir.” (Mü’minûn, 66-70)
Şirkin paylaşım isteğine ve yedek tanrıların kabul edilmemesine isyanı çok zorludur. Şu ayetler, bu isyan ve panik halinin volkanik kükreyişini önümüze koyuyor:
“Kendi içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldi diye şaşıp kaldılar. Ve şöyle dedi bu nankörler: ‘Bu adam yalanlar düzen bir büyücü. İlahları bir tek tanrı mı yapmış? Bu, gerçekten hayret edilecek bir şey!’ İçlerinden kodaman bir grup öne çıktı: ‘Haydi, yürüyün! İlahlarınıza sahip çıkmada kararlı davranın! Gerçek şu ki, istenip beklenen şey budur. Öteki millette işitmedik böyle bir şey. Bu bir uydurmadan başka şey değildir.” (Sâd, 4-8)
Beslenmenin kişilik yapısına etkileri
Önce, konunun uzmanı bir hekimin mektubunu okuyacağız. Dr. Odhan Yüksel yazıyor:
“Tasavvuf ve Tarikatlar isimli eserinizi neredeyse her cümlesinin üstünde düşünerek, notlar alarak okumuştum. Kitabın birinci cildinde, beslenmenin ruhsal etkileriyle ilgili bölümü de aynı titizlikle okudum.”
“Son zamanlarda epigenetik dediğimiz bir alan hızla gelişmektedir. Epigenetik, mevcut genetik yapının dış çevresel etkilerle yeniden düzenlenmesini sağlayan, bir tür gen regülasyonu yapan genom bölgelerinin bulunmasıyla popülerlik kazandı.”
“Bugün okuduğum bir yabancı makalede, son olarak mevcut epigenetik kontrolün davranışlarla da yakından ilgili olduğu, kişinin yediği içtiği her şeye bu epigenetik alanların tepki verdiği ve gen regülasyonu ile davranışa yansıttığı gösterilmiş.”
“Kuran’ın beslenme ile insanın kişiliği arasında ilişki kuran beyanları bugün epigenetik başlığıyla bilim çevreleri tarafından insanlığa sıkça duyurulur hale gelmiştir. Bu bilgileri ve bilimi gerçeğe kılavuz yapan Kuran’ı, en güzel şekilde biz gençlerin okuma ve araştırma dünyasına soktuğunuz için size sonsuz teşekkür ederim.”
KUR’AN’IN BESLENME KONUSUNA YAKLAŞIMI
Kur’an, gıdalarla insanın düşünce ve davranışlarının kalitesi arasında ilişki kurmaktadır. Bu ilişki sadece Son Peygamber’in ümmeti için öngörülmemiş, bir hayat kanunu olarak tüm zamanlar için geçerli gösterilmiştir. Temel ilke, tüm peygamberlere hitaben şöyle verilmiştir:
“Ey resuller! Güzel/hoş/taze/leziz/temiz şeylerden yiyin ve barışa/hayra yönelik iş yapın!” (Müminûn, 51)
Bu ayetin cümle yapısı, şöyle tercüme edilmesine de uygundur: 
“Ey resuller! Temiz yiyeceklerden yiyin ki, barış ve iyiliğe yönelik işler yapasınız.”
Evrensel-kozmik gerekçe nedir? “Her ruhun kendine özgü bir cevheri vardır. Ve evrensel ruh her ruhta, o ruhun kendisine has kapasitesiyle belirginleşir.” (Dehlevî, Eltaf, 65) Başka bir deyişle, kozmik benliğin sınırlı benlikteki tecellisi, sınırlı benliğin kapasitesiyle, beden şartlarıyla bağlantılıdır. Gıdalar sınırlı benliğin oluşmasında, kalitesinde rol oynamaktadır. 
Mistikler, gıdaları değerlendirmede tıbbın verileriyle yetinmemişlerdir. Tıbbın çok değer verdiği gıdalar, insan bünyesinden daha başka şeyler bekleyen mistisizm için hiç değer taşımayabiliyor, hatta zararlı sayılabiliyor. 
Gıda konusunda tıpla dinin ayrıldıkları noktalardan biri de dinin, besinleri, insanın ruhsal yapısına etkileri bakımından da bir ayrıma tâbi tutmuş olmasıdır. O halde, öncelikle şunu bilmek gerekir: Dinin haram-helal ayrımında tıbbî gerekçelerin yokluğu emir ve yasağın lüzumsuzluğu anlamında yorumlanamaz. Dinin maksat ve gayesi farklıdır. Örneğin, domuz eti yasağında böyle bir durumla karşı karşıyayız.
Gıdaları, manyetik gücü artırmaları veya tahrip etmeleri açısından sınıflamak son derece bilimsel olduğu halde tıbbî noktadan bir değer taşımaz. Çünkü bu ayrımın bilimselliği parapsikoloji açısından söz konusudur, tıp açısından değil. Demek oluyor ki, tıbbın kabul edemediği her izah, gıdalar ve gıdalanma konusunda redde mahkûm değildir. 
ALEXİS CARREL’İN DİKKAT ÇEKİŞİ
Yirminci yüzyılın önemli bilgin düşünürlerinden biri olan, Nobel sahibi Fransız Alexis Carrel (ölm. 1944), bu konuyu eşsiz bir vukufla ele alan ilk hekim-düşünürdür. Ona göre, mevcut bilgilerimiz henüz gıdaların zihinsel ve fizyolojik yapımız üzerindeki kimyasal etkilerini tam olarak açıklığa kavuşturmaktan uzaktır. Bilinen bir şey varsa, aldığımız gıdaların zihin yapımız ve karakterimiz üzerinde, tıbbın tespitlerinin ötesinde etkiler yaptığıdır. (Carrel, l’Homme C’est Inconnu, 100 vd. 369 vd.)
Besinler ve manyetik enerji
Manyetik enerji veya ‘hayatî enerji’ (magnetisme animal), Alman fizikçi Franz Anton Mesmer (ölm. 1815) tarafından keşfedilip adlandırılan bir doğal enerji türüdür ki, insan vücudunun ürettiği ve başkalarına aktarabildiği ciddi bir güçtür. Hipnotizmanın büyük ustası James Braid, 1842’de manyetik enerjiyi hipnotizma alanına aktardı ve hipnotizmanın esas gelişimi de bundan sonra oldu.
Mesmer bu enerjiyi, sadece insandan insana aktarmakla kalmamış, bizzat kendisinin sahip bulunduğu yüksek manyetik enerjiyi bazı madenlere yükleyerek o madenlere dokunanların da bu enerjiden etkilenmesinin yolunu açmıştır. Mesmer, kendisinden manyetik enerji takviyesi veya manyetik enerjiyle tedavi isteyen ‘hastalarına’, enerji yüklediği demir çivileri veriyor ve onların bu çivilere bir süre dokunarak gerekli enerji takviyesini almalarını öneriyordu.
 
YAPICI VE YIKICI BESİNLER
Mesmerism akımının popülarite kazanmasından sonra yapılan araştırmalar göstermiştir ki, bazı besinler, besleyici özelliklerine rağmen, insan şahsiyetine canlılık ve çekicilik veren manyetik gücü tahrip edebilmekte, bazı besinlerse aksine, besleyici güçleri az olduğu halde sözü geçen gücü kuvvetlendirmektedir. Toksinli besinler, baharatlar, ekşiler, yaşlı hayvanların etleri manyetik enerjiyi tahrip etmektedir. Buna karşın meyveler, hafif tatlılar, körpe etler, süt bu enerjiyi güçlendirmektedir.
Hz. Peygamber’in besinler karşısındaki tavrı incelendiğinde görülüyor ki, onun sevdiği besin maddeleri, insandaki manyetik gücü artırıcı besinlerdir.
En yıkıcı gıda, başkalarının emeğinin ürünü olan ve haksız yollarla elde edilen ‘haram’ gıdadır. Kur’an, insan kişiliğinin insanlık değerlerine kaynaklık etmesi için yenen gıdaların kişinin bizzat kendi emeğinin ürünü olmasını ısrarla istemektedir.
Başkalarının emeğinin ürünlerini bir biçimde aşırarak yiyenler, domuz eti yemiş ve domuzlaşmış kabul edilirler. Mevlana Celaleddin Rumî (ölm. 1273), bu tür gıdalarla beslenenleri domuz etiyle beslenen ve domuzlaşan yaratıklar olarak görmektedir. Mevlana’nın bağlılarından biri olan Eflakî, helal lokma gerçeğini şu satırlarda çok güzel anlatmıştır:
“İnsanın nurunu ve kemâlini artıran lokma, helal kazanılmış lokmadır. Eğer bir lokmanın içinde hile ve kıskançlık görürsen ve ondan cehalet ve gaflet doğarsa, o lokmanın haram olduğunu bil! İlim, hikmet, aşk ve incelik helal lokmadan doğar.”
“Lokma bir tohumdur, meyvesi düşüncelerdir. Lokma bir denizdir, cevheri düşüncelerdir.” (Eflakî, Menâkıb, 1/231)
 
GÖBEK SALDIRMAYAN YİYECEKLER
Göbek salma, İslam Peygamberi tarafından, ‘ümmet adına en korkutucu’ gelişmelerden biri olarak gösterilmiştir. Bir toplumda iri göbekler gafletin, haram yemenin, geri zekâlılığın, vurdumduymazlığın, tembelliğin, estetik zevkten yoksunluğun sembolü sayılmıştır. Müslüman mistikler, iri göbek musibetine imkân hazırlamayacak besinleri seçmekte çok ısrarlıdırlar. Günümüz ‘uygar’ toplumlarının, özellikle bir zulüm imparatorluğu olan ABD’nin en korkutucu musibetinin obezite (şişmanlık) olduğunu bilmeyen yoktur. Obezite israf, haram ve sömürünün âdeta göstergesi olan bir beladır. Aşırı beslenme zihin ve ahlak yapısı üzerinde kötü etkiler yapmaktadır. İnsanlık tarihinin en büyük tarih felsefecisi ve bu disiplinin kurucusu olan İbn Haldûn (ölm. 808/1405) bu etkilere şöyle temas ediyor:
“Çok besin almak vücutta pis kokan bozuk artıklar, safra, kan, balgam vs. meydana getirir. Bunun bir sonucu olarak renkler bozulur, şekil ve suretler çirkinleşir. Zihinler ve fikirler körleşir. Açlık, çöl hayvanlarının şekil ve suretlerini güzelleştirmiştir. İnsanların hali de böyledir. Verimli iklimlerin, ekinleri, hayvanları, katık ve meyveleri bol olan ülkelerin ahalisi ekseriyetle zihinleri ve fikirleri zayıf insanlardır. Açlık yıllarında ölenleri açlık öldürmez; onları, alışmış oldukları tokluk öldürür.” (İbn Haldûn, Mukaddime, 209, 212)
Sürüleşmiş kitlelerin kurtarıcı bekleme hastalığı
Firavun yönetimlerin ezip horlamasından âdeta zevk alan mazoşist ruh hali, kitlesel tezahürlerinde daha çok bir kurtarıcı beklentisine bürünür. Kurtarıcı bekleyen kitle psikolojisi, tarihin en uzun ve en yoğun mazoşizmini sergilemiştir. Erich Fromm’u dinleyelim:
“Bireysel benliğin yok edilmesi ve böylece dayanılmaz yalnızlık ve güçsüzlük duygularının yenilmesi çabası, mazoşist çabaların yalnızca bir yönüdür. Öteki yönü, kişinin kendisi dışında daha büyük ve güçlü bir bütünün parçası olma, bunun içinde erime ve buna katılma çabasıdır. Bu bütün bir kişi, bir kurum, tanrı, ulus ya da ruhsal bir zorlanım olabilir. Sarsılmaz derecede güçlü, yıkılmaz ve görkemli olduğu düşünülen bir bütünün parçası olarak kişi bunun gücüne ve görkemine katılmış olur. Kendi benliğini bütüne adar ve benliğine ilişkin bütün güç ve gururdan vazgeçer, birey olarak bütünlüğünü yitirir ve özgürlüğünden de vazgeçer.”
 
BÜYÜLÜ YARDIMCI BEKLEMEK
“Mazoşist kişi, benliğinin yazgısının sorumluluğundan ve böylece de hangi kararları alması gerektiği kuşkusundan kurtulmuştur. Ayrıca hayatın anlamı ya da kim olduğu gibi kuşkulardan da kurtulmuştur. Bu soruların yanıtını, kendisini bağladığı güçle ilişkisinde bulur. Hayatının anlamı ve benliğinin kimliği, benliğin içinde eridiği büyük bütün tarafından belirlenir.” (Fromm, Özgürlük Korkusu, 135-137)
Kurtarıcı beklemeye Fromm’un verdiği bir diğer ad, ‘büyülü yardımcı beklemek’ olmuştur. ‘Büyülü yardımcı’ (magic helper) beklemenin insan hayatındaki şaşmaz sonucu hayal kırıklığı ve hüsrandır. Akıl ve mücadelenin yerine ‘kurtarıcı beklemeyi koyan toplumların tarihi bunun en şaşmaz kanıtı ve tanığıdır.
Dahası var: Ezilip horlanarak sömürülen kitle, hayal ettiği ‘kurtarıcı’yı bulamayınca, kendisini sömüren efendilerini bir tür kurtarıcı gibi algılamaya başlar. Sadomazoşizmin kahırlı tecellilerinden biri de budur.
“Sömürülen grubun gücü, durumunu değiştirmeye yetmediğinden ya da herhangi bir değişiklik fikrine sahip olmadığından bu grup, efendilerine, ‘yaşamlarını sağlayan kimseler’ olarak bakma eğilimini gösterecektir. Kölenin efendisinden elde ettiği ne kadar az olursa olsun, o, kendi çabasıyla bunu bile elde edemeyeceğini düşünmektedir.” (Fromm, Kendini Savunan İnsan, 84)
 
DİNCİ İKTİDARLARIN İSTEDİKLERİ
Erich Fromm (ölm. 1980) eserlerinden birinin adını ‘On Disobedience’ (İtaatsizlik Üstüne) koymuştur. Bu eserin küçük adı, onun mesajının da özetidir: ‘Why Freedom Means Saying No to Power’ (Özgürlük Neden Otoriteye Hayır Demek Anlamındadır?) Fromm bu isimlendirmesiyle, âdeta, Kur’an’ın Zühruf Suresi 54-56. ayetlerinin mesajını özetlemiştir.
Emevî ve Osmanlı tağutizmlerinin genetiğini tevarüs eden günümüz dinci iktidarlarının zorbaları, eskiye nispetle çok değişik unvanlar taşımaktalar. İş adamları, din baronları, kan içen mafya efeleri, parti ve tarikat şefleri bu çağdaş zorbaların başta gelenleridir. Özgür birey olmayacak, raiyyenin değişik gruplarını egemen buyruğa göre güdecek ve baş tağut padişah, sultan veya başkanla uyum içinde olacak bir ‘alt firavunlar ordusu’ sahnede devamlı hareket edecek. Günümüzde bu hayalin ifadesi, daha çok ‘başkanlık sistemi’ isteğidir. Oradaki ‘başkanlık’, etrafı kandırmak için kullanılan morfin türünden bir söylemdir. İstedikleri, yukarıdan beri anlattığımız ‘zorbalar düzeni’ni yerleştirmektir.
Bugünün Ortadoğu’suna, o arada Türkiye’sine bakın!
İcraatı akla ve Kur’an’a tamamen aykırı despotik kadrolar, yönettikleri kitle tarafından ‘Allah’ın vekili, gölgesi’ ilan ediliyor. Bu tağutî kadrolar, Maun harcamalarıyla kurulmuş zulüm ve israf saraylarında oturtuluyor, onlara din adına sürekli destek veren din baronları, havuz medyası Nemrutları, havuz talancısı Karun çeteleri her türlü imkânla taltif ediliyor. Ve bu Maun israfının finansını alın terleriyle yapan halk, kendisine bunları reva görenleri sürekli ödüllendirip taçlandırıyor. Lütfen, söyleyin: Tanrı ve tarih, böyle bir kitleye rahmetiyle muamele eder mi?
Evlerin mescit edinilmesi neden isteniyor?
Firavun saltanatlarına özgürlükçü karşı çıkışın icaplarından ve göstergelerinden biri de firavun yönetiminin denetim ve kotarımındaki mabetlerde ibadet edilmemesidir. Çünkü Firavunî toplumun mabedinde ibadetin iki şekli söz konusu olabilir:
1. Allah’ın iradesine uygun ibadet: Bu ibadeti yapmaya kalkarsanız canınızı alırlar, en azından canınızı yakarlar.
2. Firavun’un iradesine uygun ibadet: Bu ibadeti yaparsanız Allah’a isyan etmiş olursunuz.
Yani Firavun yönetiminin kotardığı Maun mabedinde ibadet etmeniz durumunda ya Firavun’a düşman hale gelerek belaya uğrarsınız yahut da Allah’a düşman hale gelerek mahvolursunuz. Kur’an, bu muhteşem nükteye, kendine has üslup ihtişamıyla şöyle değinmektedir:
“Hiç kuşkusuz, mescitler/secdeler Allah içindir. O halde, Allah ile birlikte bir başkasına yakarmayın /Allah’ın yanında bir başkası için çağrıda bulunmayın. Allah’ın kulu kalkmış ona yakarır, onun için çağrıda bulunurken/Allah’ın kulu kalkıp ona dua ettiği, onun adına çağrıda bulunduğu için, onun üzerine keçeleşir gibi üşüşüyorlardı.” (Cin, 18-19)
Firavun mabedinden uzak kalarak ruhu selamete çıkarmanın yolu gösterilmiştir: Herkesin kendi evini, barınağını mescit ve kıble edinmesi. Beyyine şöyledir:
“Evlerinizi kıble yapın/karşılıklı yapın ve namazı/duayı orada yerine getirin! İnananlara müjde ver.” (Yunus, 87)
Kur’an, burada evlerin mescit edinilmesini, özgün tabiriyle ‘evlerin kıble edinilmesini’ istemektedir. Bu, ilk bakışta, Firavun yönetiminin müminlerin ibadetlerine musallat olmaları yüzünden ibadetlerin evlerde gizlice yapılması şeklinde değerlendirilir. Oysa ki durum hiç de öyle değildir.
 
KUR’AN’IN İBADETLERİ DİNCİLİĞİN KOTARDIĞI MABETLERDE YAPILAMAZ!
‘Evleri kıble edinin’ mesajının amacı çok başkadır. Bu beyyine, Firavun saltanatının kotarımındaki mabetlere devam ederek, oralarda görünerek firavun despotizmine dolaylı biçimde destek vermekten uzaklaştırma amacına yöneliktir. Emevî despotizmi sırasında, sahabe bunu bizzat uygulamış, Emevîlerin kotarımındaki camilere gitmemiş, namazlarını evlerinde kılmışlardır. Onlar, elbette ki şurada bahis konusu yaptığımız ayeti biliyorlardı.
O halde, gerçek bir Kur’an mümini, her biri birer ‘zarar mescidi’ne dönüşmüş, şirk ve bid’at unsurlarıyla kirlenmiş bugünkü camilere abone olarak veya oralara devam ederek Allah’ı memnun edemez, sadece dinci çıkar hesaplarına destek ve dinciliğe güç vermiş olur. Bu durumda bu camilerde kıldığı namazlar, dinci aldatma ve talana verdiği desteğin yarattığı ağır suç faturasının bedeline ödemeye yetmez.
Tek çare, Kur’an’ın önerisine uyarak ibadetleri, namazları evlerde yerine getirmek, böylece Maun suresinin tanıttığı dinci dinsizliğe destek vermiş olma konumundan uzak kalmaktır. Aksi halde, kılınan namazlar, Maun suresinin lanetlediği ‘talancı ve yalancı namazlar’ listesine girerek kılanların lanetlenmesine yol açar.
Bugünkü Türkiye’de olan da galiba budur. Aksi olsaydı, yüz bini aşan caminin yer aldığı bir ülke cennete dönerdi.
Atatürk joker mi, tez mi?
Atatürk, bugüne kadar, bir tez olmaktan çok, istismarcıları tarafından bir joker olarak kullanıldı. Onu sevip saydığını söyleyenlerce kendilerini yüceltmek için, ona karşı olanlarca eksiklerini kapatmada bahane bulmak için jokerleştirildi Atatürk.
Tarih yaratan bir adam joker olabilir mi? Jokerlik tarih yaratmaya yetmez.
Tarih yaratan adam baştan başa tez olan adamdır.
Tez olmak, mevcuda karşı yeni bir cihanın temellerini, dayanaklarını, ilkelerini ortaya koymak demektir. Tez olmak, egemen bütün güçlere karşı özgür yaratıcı bir ben olarak ortaya çıkmak ve bu çıkışın gereğini yapmaktır.
Atatürk, özgür yaratıcı bir benlik olarak altı hayatî noktada tezdir:
1. Zulüm ve sömürüye karşı çıkış,
2. Emevîci saltanat dinciliğine karşı çıkış,
3. Emperyalizme karşı çıkış,
4. İslam’la laikliğin birbirini tamamladığının ispatlanması,
5. İslam’la modern hayatın bağdaştığını ispat,
6. Müslümanların asırlardır Allah ile aldatıldıklarının gösterilmesi.
Atatürk, bu mesajların tümünde İslam’ın teze dönüşmesini ifade ediyor. Ve Batılı strateji Neronları bunu çok iyi biliyor. Bilmeyenler Müslüman kitleler. Batı, Atatürk’e karşı olan dinci unsurları yanına alarak, Müslümanlar adına öne çıkarılması gereken önderi etkisiz kılıyor. Dincilik, işte bu ‘etkisizleştirme’de haçlılarla işbirliği yapmanın tarihî vebalinin tam ortasında oturmaktadır. Bilmiyorum; tarih, dincilerin en azından bir kısmının vicdan derinliklerinde bu gerçeği bir gün anlayıp tövbe ederek sadede gelmelerini sağlayacak bir nüve saklıyor mu? Allah’tan ümit kesilmez, belki de o nüve henüz çürümemiştir ve bir gün filizlenecektir.
 
BUGÜNKÜ İSLAM DÜNYASINDA YARATICI İSYAN
Bugünkü İslam dünyasında, Atatürk’ün öncülük ettiği yaratıcı isyan haykırışları tamamen yok olmamışsa da çok azalmıştır. Haçlı Batı, haykırışların işe yarar olabileceklerinin yankılanmasına asla izin vermemektedir. Bilmektedir ki, bu haykırışların başarılı olması halinde Müslüman dünya üzerinde kurduğu gütme ve sömürme siyasetlerinin beli kırılacaktır. Batı’nın Mustafa Kemal düşmanlığının sebebi budur.
Bu yüzyılın zulme, emperyalizme karşı çıkan, hatta onları dize getiren özgürlük haykırışlarının en etkilisi Atatürk haykırışı olduğu için haçlı Batı ile onun güdümündeki ‘Müslüman’ yaftalı dinci ekiplerin en amansız savaşları Atatürk mirasına yönelik olarak yürümektedir.
 
EN BÜYÜK SAVAŞ ALANI TÜRKİYE
İşte bunun içindir ki, İslam dünyasının günümüzdeki ‘en büyük savaş alanı’ öyle sanıldığı gibi Afganistan, Irak, Libya, Suriye falan değildir; Türkiye’dir. Geleceğe yönelik en büyük etkiler Türkiye’de verilen savaşın sonuçlarıyla belirlenecektir.
Türkiye’de son yıllarda verilen Atatürk’le saltanat dinciliği, Cumhuriyet mirasıyla geleneksel Emevî şirk mirası arasında Batı’nın destek ve kontrolünde sürüp giden büyük savaş, Arap Baharı denen lanetli güdümün yarattığı savaşlardan da Suriye ve Irak’taki savaştan da çok daha büyüktür, çok daha anlamlıdır.
Özgür yaratıcı benlik haykırışlarının yaşadığımız günlerdeki en güçlülerinin yankılandığı coğrafya da Türkiye’dir. İslam düşüncesi açısından baktığımızda bu yankılanmaların en güçlüsünün, bu satırların yazarı olduğunda hemen hemen ittifak vardır. Batı üniversitelerinin bizimle ilgili on küsur doktora tezine imkân vermesinin ve Time Dergisi anketinde Batı kamuoyunca ‘Yüzyılımıza etki etmiş en büyük 100 adam’ listesinde 9. sıraya konmamızın anlamı üzerinde bu açıdan da durmak gerekiyor. Türkiye, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da bir ‘fark ediş tembelliği’ içinde olabilir ama Batı, durumun farkındadır.
Batı çapulculuğu Atatürk ve Doğu maneviyatı
ABD dış politikalarının filozofu, rota çizicisi ve CIA’nın beyin adamlarından biri olan Samuel Huntington, medeniyetleri çatıştırmaya ve Doğu’nun Batı uygarlığından yararlanmasını engellemeye me- mur edilmiş bir istihbaratçı -bilgindir. Huntington’a göre, Batı’nın bugün temsil ettiği değerler sadece Batı’nındır; dünyanın ortak malı değildir. Batı bu değerleri üretmede tek olduğu gibi, bunlardan yaralanmada da tek hak sahibidir. Bu değerlerden yararlanan ötekiler, bunun faturasını ödemek zorundadırlar. Bu değerlerden Batı’ya fatura ödemeksizin yararlanmak kimsenin hakkı ve haddi değildir.
İslam dünyası, Haçlı Batı’ya tüm servet kaynaklarını verse de (ki büyük ölçüde vermiştir) bu olgu değişmez.
Batı’nın tüm diplomasi kodamanlarının ortak kanaati olan bu sav, bu egoizm, teoride Muhammed İkbal, uygulamada ise Atatürk tarafından kırılmıştır. Büyük Atatürk şunu göstermiştir:
Evrensel bilim ve fikir değerlerinin esas sahipleri Doğululardır.
Atatürk bu değerlere ‘maneviyat’ diyor ve ‘Doğu maneviyatı’ tâbirini gündeme getiriyor.
Atatürk’e göre, biz esasında Doğu maneviyatına bağlıyız.
Atatürk’ün Pakistan’daki fikirdaşı, Müslüman düşünür Muhammed İkbal (Atatürk’le aynı yılda öldü), bu noktanın altını çizerken şu yolda konuşuyor:
Batı’nın bugün sahip bulunduğu ilim ve akıl değerlerini biz ondan almaya kalktığımızda yaptığımız iş, o değerlerin esas sahipleri olan Müslüman ecdadımızın malını, mirasını geri almaktır. Bu yüzden biz, Batı’daki evrensel değerleri alırken aşağılık kompleksine düşmeyelim.
Ne yazık ki, Müslüman atalarımızın yarattığı ve asıl sahibi oldukları bu değerler bugün Batı’nın kontrolüne girmiş ve Batı bunlar üzerinde hegemonya kurmuştur. Bu hegemonya, emperyalist Batı zulmünün besleyicisi olarak insanlığın aleyhine kullanılıyor.
 
ATATÜRK DEHASININ FARK EDİŞİ
Bu değerler Batı’dan geri alınmalı ve ardından da Batı’nın zulüm ve hegemonyasını yıkmak için kullanılmalıdır.
Atatürk bunun teorisini yapmakla kalmamış, uygulamasını da göstermiş ve tam başarıyla uygulamıştır. Bugün bu işi, bir ölçüde Çin yapmaktadır. Atatürk’ün Çin’de yıllardan beri ders gibi okutulması boşuna değildir. Çin dehası, reçeteyi tam göbekten yakalamıştır. Yakalamış ve getirisini elde etmiştir.
Çin, esas değerler sahibinin Doğu olduğunu ispatlama noktasına gelerek, Atlantik İmparatorluğu’nu bunalıma sokmuştur. Atatürk, işte bu oluşumların ilk ve unutulmaz öncüsüdür.
Attila İlhan, bu noktaya parmak basarken şöyle diyor:
“Türklerde, kurtuluşu Doğu’da gören ilk ihtilalci Mustafa Kemal idi.”
Atatürk’ün Batı’yı çıldırtan yanı işte budur. Batı, Atatürk’ü işte bunun için asla hazmedemiyor, asla hoş göremiyor.
Batı, şu hedefi öne çıkarmıştır: Atatürk’ün hayallerimize indirdiği darbe, Batı emperyalizminin canına okumadan, onu ölümsüzleştiren Türk Kurtuluş Savaşı karartılmalı, kirletilmelidir.
Hedef, Ortadoğu coğrafyasında, İsrail’den daha büyük devlet bırakmamaktır. BOP, işte budur. ‘Yeni Osmanlı düzeni, halifeli bir İslam’ gibi mel’un fısıltılarla siyasal İslamcı güdüklerin ağzına bal çalmaları sebepsiz değildir.
Kısacası, Batı biliyor ki, Mustafa Kemal, Müslüman kitleler tarafından bir öncü ve kurtarıcı olarak algılandığı sürece, İslam dünyasına yönelik işgalci-sömürgeci politikaların başarıya ulaşması mümkün değildir. Bu politikaların rahat yürümesi, Türk Kurtuluş Savaşı’nın kirletilmesiyle sağlanabilir.
Akıl ve işletilen akıl
Akıl sözcüğü malum. Kur’an, akıl sözcüğünden türetilen takkul fiilini defalarca kullanır ve insanoğlunu, taakkule çağırır.
Takkul, aklı işletmek, akletmek, akıl yoluyla bilip anlamak, aklın verilerini esas almak gibi anlamlar taşıyor.
Ne ilginçtir, Kur’an taakkul tâbirini defalarca kullandığı halde akıl kelimesini hiç kullanmaz.
Bu demektir ki, Kur’an, cevher olarak aklın varlığını yeterli görmüyor; o hepimizde var. Kur’an’ın istediği, aklın işlevsel olması veya işlevsel akıl.
Kur’an, aklın çıplak mülkiyetini yeterli görmüyor, aklın intifa (kullanım) hakkını esas alıyor.
Aklın çıplak mülkiyetine sahip olmanız ‘akıllı adam’ olmanız için yeterli değildir. Önemli olan şu:
Sahip olduğunuz akıl, işletilen akıl mı, bloke edilmiş, üstüne oturulmuş, şunun bunun vesayetine terk edilmiş akıl mı? Bunu soruyor ve nihayet şunu ilkeleştiriyor Kur’an:
“Allah, aklını işletmeyenler üzerine pislik atar.” (Yunus suresi, 100)
Taakkul yoksa insan, görüntüyle insan, hakikatte hayvandır. (Furkan, 44)
Peygamberliğin bitişinin bir anlamı da artık aklın sınırsız kullanım döneminin açıldığıdır.
Kur’an, aklın işletilmesine, kullanımına hiçbir sınır koymamıştır.
GAZALÎ’NİN VURDUĞU DARBE
İslam’ın mistik düşünce sistemlerine, özellikle ‘tasavvufun bir yozlaştırılması olan tarikatlar’ bünyesine Ebu Hâmid el-Gazalî (ölm. 505/1111) tarafından sokulan, “Akıl, vahiy ve aşkla sınırlıdır” yolundaki kabul Kur’an’la asla bağdaşmaz.
Gazalî, felsefeyi dine mahkûm hale getirerek, İslam düşüncesinin kaderini kararttı;  İslam’a da insanlığa da büyük kötülük etti. Fransız filozofu Descartes (ölm. 1650) ise felsefeyi dinin uydusu olmaktan çıkararak, başka bir deyişle aklı kilisenin ‘vahiy adına’ (!) vurduğu prangadan kurtararak insanlığın yükselişi yolunda müthiş bir adım attı.
Ne yazık ki, İslam dünyası hâlâ Gazalî rotasında gidiyor. Bu yanlış rota, büyük Atatürk tarafından gerçek yönüne çevrildi ama İslam dünyası Atatürk’e sırt dönerek rotadan yararlanma imkânını kendi eliyle yok etti.
Kur’an’a göre, vahyin ilk görünümü, ilk ürünü akıldır. İlk ve esas peygamber de akıldır.
Kur’an dilinin aşılmamış ustası Isfahanlı Râgıb (ölm. 502/1108) diyor ki,  “ilk peygamber, içsel peygamber akıldır. Önce o devreye sokulmalıdır ki, dışsal peygamberler, bizim bildiğimiz peygamberler işe yarasın. Akıl komutan olmalıdır ki, vahyin diğer ürünleri sonuç versin.”
İSLAM DÜNYASININ BAŞ DÜŞMANI
Akla bakışı bu olan Kur’ansal fikir mirasından şu önümüzde duran İslam dünyasının yeterince nasipli bulunduğunu söylemek mümkün mü? Asla! O halde, İslam dünyasının en büyük belası, ondaki akıl düşmanlığı değil de ne?
İslam dünyası denen âlemin en büyük düşmanı bizzat kendisi...
Akıl düşmanı dinci söylem tarafından şeytanî bir morfin gibi tekrarlanan, “Aklın din ve sünnetle sınırlanması esastır” sloganı veya bugünlerde bazı hurafe hamallarının icat ettikleri ‘İslamcı akıl’ deyimi Kur’an dışı bir bühtandır. Emperyalizmin has ajanı oryantalistlerin siyaset dincisi çevrelere yutturdukları bir haçlı zehridir.
Aklın gayri İslamîsi de mi var, behey sersem! Allah’ın elinden gayri İslamî şey çıkar mı?
İşletilen aklın meyvesi: Bilim
Emperyalizm morfiniyle uyuşturulanlar aklı mahkûm ettikten sonra, bilimin katline giriştiler.
Şimdilerde, ABD ve AB’de bir yığın sözde ‘İslamcı akademisyen’, daha doğrusu ‘oryantalist beslemesi aydın’ ‘bilimin İslamîleştirilmesi’ söylemini yaygınlaştırmaktalar.
Şu aldanışa, şu zavallılığa bakın! Birileri bilim üretecek, bunlar da onu ‘İslamîleştirecek’...
Bu emperyalizm hizmetkârları‚ İslamî akıl’dan da dem vuruyorlar. Aklı işleten başkaları,  İslamî akıldan söz eden bunlar...
Evrensel aklın içi boşmuş; akıl İslamî akıl olmalıymış... Peki, neden bu içi boş aklı kullanmayı size öneren emperyalist kodamanlar bunu kendileri kullanmıyor?
Sizi kendilerinden çok mu düşünüyorlar dersiniz?
Kur’an’da, Peygamber öğretisinde, akıl ve bilimin İslamî ve gayri İslamî türlerinden bahis var mı ? Böyle bir ayrım var mı ?
Bırakın böyle bir ayrımı, böyle bir ima var mı? Hayır ! Ama akılla bir türlü barışamamış olan hurafe hamalları, bir yolunu bulup aklı kötürümleştiriyorlar…
Son geveledikleri hezeyan, işte, bu İslamî akıl  bühtanı…
Hal bu iken, İslam dünyasında uyanış koca bir hayal olmaz da ne olur?
AKIL PRANGALANINCA…
Özetleyelim: İslam dünyasında akıl sekiz yüzyıldan beri prangalandı.
Bunun sonucu bilimin çöküşü oldu. Akıl işletilmediği için bilimsel üretim durdu. Bilimin onur burcuna, tarikatçılığın ‘keramet’ safsataları oturtuldu. Sonuç elbette ki, sadece hezimet olabilirdi. Ve aynen öyle oldu. Daha doğrusu Kur’an’ın dediği gibi oldu:
“İlimden nasipsizlerin kalpleri üzerine Allah işte böyle mühür basıyor.” (Rum suresi, 59)
Hal böyle olunca, ‘ilhamî bilgi’ veya ‘kalp gözüyle elde edilen bilgi’ nasıl ve nereden elde edilecektir. Mühürlenmiş kalbin ilham ve irfan üretmesi mümkün müdür.
İLİMSİZ DİN HİÇBİR İŞE YARAMAZ
Kur’an’ın mucize devrimlerinden biri de şudur: Kur’an, ilim ve tabiat üstü bir gerçek olan vahyi bile, özellikle yeryüzüne indiği andan itibaren ‘ilim’ diye nitelemekte ve böylece, vahyin yeryüzüne inişinden itibaren ondan yararlanmak isteyenlerin bunu ancak ilim saye-sinde gerçekleştirebileceklerine dikkat çekmektedir. Kur’an o esrarlı üslûbuyla bu gerçeği şöyle ifadeye koyuyor:
“Eğer sen, ilimden nasibin sana geldikten sonra onların boş ve iğreti arzularına uyarsan, işte o zaman, kesinlikle zalimlerden olursun.” (Bakara, 145. Ayrıca bk. Âli İmran, 19, 61; Ra’d, 37)
 
Peygamberlik aynı zamanda ‘ilimde genişlik ve üstünlük’ anlamı taşır. (Bakara, 247)
Peygamberler vasıtasıyla gelen ayetleri anlamak da ilimde derinleşmiş olanların nasibidir. Kur’an’ın yüzde doksanı aşan kısmını oluşturan müteşâbih (çok anlamlı, çok boyutlu) ayetleri anlamak, Allah ile ilimde derinleşmiş olanların hakkı ve yetkisi içindedir. İnsanlar arası ilişki ve çekişmelerde de iki tanık güvenilir kılınmıştır: Tanrı, ilim sahipleri:
“Kitabı sana indiren O'dur. Onun ayetlerinden bir kısmı muhkemlerdir ki; onlar kitabın anasıdır. Diğer ayetlerse müteşâbihlerdir. Şu var ki, kalplerinde bir eğrilik bulunanlar, fitne aramak, onun teviline öncelik tanımak için kitabın sadece müteşâbih kısmının ardına düşerler. Onun tevilini ise bir Allah bilir, bir de ilimde derinleşmiş olanlar. Bunlar, ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ derler. Gönül ve akıl sahiplerinden başkası gereğince düşünemez.” (Âli İmran, 7)
Dokunulmazlara dokunmadıkça olmaz!
Kur’an, İslam‘dan nasibin oranını, bilgiden nasibin belirlediğini ifade etmektedir. Buna dayanarak diyebiliriz ki, bugün Müslüman olmayan ama bilgiden nasibi daha çok olan toplumların Kur’an’dan yararlanma oranları Müslümanlardan çok fazladır.
Bunda şaşacak bir yan da yoktur. Kur’an tüm insanlığa hitap ediyor. Nüfus kağıdına Müslüman yazanlara veya kendilerine‚ Müslüman diyenlere değil...
Kendini sürekli eleştiren benliğe yemin eden bir Tanrı’nın kulları, “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin” diyen bir Peygamber’in ümmeti kendini değil, dünya âlemi hesabı çekmenin peşinde. Perişan haline şöyle bir bakmak yerine cennete ve cehenneme kimlerin gideceğini listelemenin derdinde. Yazık ki ne yazık! Varlık, var oluş, insan ve evrenle ilgili binlerce soru soran ve sorduran bir kitabın müminleri olduklarını söyleyenlerin yüzlerce yıldan beri bir gün olsun, “Biz ne yapıyoruz, ne yapmalıyız? Acaba şu perişanlığa düşmemizde bizim de bir hatamız olmuş olabilir mi?” diye asla sormuyorlar. 
İslam dünyası, hayatı, evreni, varlığı, olayları, kültürleri, geçmişi sorgulamayı bırakalı yaklaşık bin yıl oldu. Bu bırakmışlığın temelinde‚ benliğin kendi kendini sorgulamayı bırakması, Kur’an’ın deyimiyle melâmetin (özeleştirinin) terk edilmesi vardır. O melâmet ki, Kur’an ahlakının ve yaratıcı disiplinin ruhudur. Emevî İslam’ı, Muhammedî İslam’daki melâmetin yerine riyakârlığı koydu ve dinleştirdi. Yani Kur’an’ın temel düşmanı olan şirk, Kur’an’ın dini adına egemen kılındı. Türkiye’de din adına egemen olan da işte o. Şimdi, bu bin yıl sürüp giden yıkımı, akıl ve Kur’an denetiminde durduracak mıyız, durdurmayacak mıyız?
Olmak, ya da olmamak sorusu budur. Gerisi hikâye... İnsan, bir anlamıyla da sorgulayan varlıktır. Sorgulamasız her şey olunur ama insan olunamaz. İslam dünyası hem sorgulamayı terk etmiş hem de ‘Mükemmel insan’ olma iddiasıyla kasılıyor.
MUSTAFA KEMAL’DEN ÖZÜR DİLENMEDİKÇE OLMAZ!
ÖNCE şu anda elimizde olanı sorgulayacağız, sonra da mirası sorgulayacağız. Bize, “Alın yaşayın!” diye dayattıkları ne varsa sorgulayacağız. Kur’ansal ilke açıktır: “Atalarımız hangi hal üzere idiyseler biz onu izleriz...” diyen putperestliğe isyan etmek zorundayız. Bugüne kadar putperestliğe ters düşmeyi değil, bunun tam aksini ilkeleştirerek, bize dayatılan ve tabulaştırılan ne varsa kutsadık. İşte belanın esası bu şirk takıntısıdır.
Mustafa Kemal mirası bu sorgulamayı yaptığı için, Allah ile aldatma saltanatının şeytanî simsarlarınca din dışı gösteriliyor. Elbette ki meseleleri din değil, din üzerinden sağlanan saltanat ve rant. Mustafa Kemal işte o rant tezgâhını yıktı. Gerçek dini güçlendirdi ama onu yıktı. Dinci saltanat odaklarının, haçlı emperyalizmle işbirliği halinde bir asra yakın zamandır yürüttükleri ‘Mustafa Kemal’i İslam dışı gösterme operasyonu’, tarihin en namert nankörlüklerinden birdir. İşte bu nankörlük durdurulup Müdafaai Hukuk Başbuğu’ndan özür dilenmedikçe iflah olası değil.
Tarihin diyalektiği, o nankörlüğün faturasını İslam dünyasına ve Türkiye’ye ödetecektir. Ya ödeyeceksiniz ya da tövbe edip özür dileyeceksiniz. Başka bir yolun olmadığını Batı da onun hizmetkârlığına soyunan siyaset dinciliği de görecektir. Bu, Allah’ın vaadidir. ABD’nin olabildiğince insan yürekli başkan’ı Bill Clinton 1999 Kasım’ında yani Berlin Duvarı’nın yıkılışının onuncu yıldönümü münasebetiyle Georgetown Üniversitesi’nde verdiği bir konferansta Türkiye ile ilgili bir tespitte bulunarak şunu söylemişti:
“İnanıyorum ki, önümüzdeki yüzyıl büyük ölçüde, Türkiye’nin geleceğine, Türkiye’nin bugünkü ve yarınki rolünü nasıl tanımlayacağına bağlı olarak şekillenecektir...”
Clinton’ın söylemek istediği, 21. yüzyılda Türkiye’nin misyonunun Hıristiyan Batı veya Müslüman Doğu’da hiç kimse tarafından oynanamayacak bir misyon olduğudur. Bu misyon, İslam dünyasının öteki ülkelerince üstlenilemez, çünkü onlarda Atatürk ve laiklik yok. Bu misyon, Hıristiyan Batı ülkelerince de üstlenilemez; çünkü onlarda da İslam yok. Türkiye, İslam ile akılcılığın, bir başka deyişle, İslam ile laiklik kucaklaşmasının mümkün ve mutlu bir tablosu olarak, bir başkası tarafından oynanamayacak bir rol oynamaktadır. Bu rolü layıkıyla oynayıp misyonunu tamamlarsa insanlık bundan büyük yararlar sağlayacaktır. Aksi olur, Türkiye diğer Müslüman ülkelerin oturduğu kefeye oturtulursa (ki bugün ABD-AB-saltanat dinciliği ittifakıyla yapılmak istenen budur) bunun sonuçları hem İslam dünyası için hem de Batı için çok kahırlı olacaktır.
Atatürk’ü niçin seviyorum , O’nunla neden meşgulüm?
Son otuz yıllık çalışmalarımın önemli bir kısmını Türk Kurtuluş ve Aydınlanma Savaşı ile o savaşın başbuğu Mustafa Kemal’e ayırdım. Neden?
Gazi ile ilgili araştırmaların hayatımı vakfettiğim Kur’an araştırmalarının bir parçası olduğunu açıkça gördüğümden.
Benim Atatürk’le meşguliyetimin sebebi, bazı eblehlerin (ve bazı namussuzların) iddia ettikleri gibi ‘ulusalcılık takıntısı’ falan değildir. Ben hayatımın hiçbir döneminde kendimi ulusalcı olarak tanımlamadım, tanımlamam. Toplamı otuz bin sayfayı aşan eserlerimin hiçbir yerinde kendimi ulusalcı olarak tanımladığımı gösteren tek cümle yoktur. Çünkü benim, ulusalcılık diye bir meselem yoktur. Benim şahsiyet, iman, ideal dayanaklarım son  derece açık ve şu iki kelimeyle özetlenmiştir: Akılcılık, Kur’ancılık. 
Bir fikir, eylem, anlayış, siyaset ve şahıs bu iki ana değerden birini veya her ikisini taşıyorsa o benim otomatik olarak meşgale alanıma girer. Mustafa Kemal Atatürk, bu iki değerin ikisini de taşıyor ve bu yüzden, benim meşgale alanıma girmektedir. 
Gazi Mustafa Kemal, birçok boyutu olan bir liderdir. Egemen boyutu hangisidir, tartışılır. Tartışmasız olan gerçek şu: Atatürk, aynı zamanda teolojik bir fenomendir ve bu yanıyla bir ilahiyatçı olan Yaşar Nuri’nin doğrudan doğruya çalışma alanı içindedir. Aynen bunun gibi, Atatürk’ün zafere ulaştırdığı Türk Kurtuluş ve Aydınlanma Savaşı da aynı zamanda bir teolojik fenomendir. Ve bunun böyle olduğu, benim bir yorumum veya iddiam değildir, çağın en büyük tefsir bilginleri (ki büyük çoğunluğu Araptır) tarafından da tescil ve ifade edilmiştir. O halde, Türk Kurtuluş Savaşı ve onun muzaffer kumandanı, akılcı ve Kur’ancı ilahiyat bilginlerinin meşgale alanı içindedir. Mesela ben, ‘Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’na Bir Bakış’ı yazarken, bir ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’yu, bir ‘Allah İle Aldatma’yı, bir ‘İmamı Âzam’ kitabımı yazmak gibi bir iş yaptım. Çünkü bu konuların tümü, Kur’an penceresinden baktığımda Kur’an’ın bana “Gör ve değerlendir” emrini verdiği konulardır. Biri neyse öteki de odur.
VAROLUŞSAL GAYEMİZ AYNI
Atatürk’ün, kendi varoluşsal amacını ifadeye koyan cümleleri, benim ve akılcı-Kur’ancı birçok selefimin varoluşsal amacının da aynen ifadesidir. Burada sadece üç sözünü verebileceğim:
“Bu milletin şimdiye kadar Arapların, Acemlerin din maskeli iğfalleriyle aldatılmış olduğunu ispat etmek isteyen bir adamım.” 
“Kur’an’la uyarmak istiyorum!”
Dini yozlaştırıp yalan ve hurafeyi din diye pazarlayarak halkı perişan edenlerle mücadelenin gereğinden söz ederken de şöyle diyor:
“Tek başıma kalsam yine de gider onları tepelerim.” 
Elli yılını Kur’an’ı anlayıp anlatmaya adamış bu satırların yazarının varoluşsal amacı bu sözlerde ifade bulan idealden başka nedir ki?! Atatürk, imanı ve eylemleri bakımından benim, aynen İmamı Âzam gibi, Kadı Abdülcebbar gibi, Necmuddin Tûfî, İzzüddin bin Abdüsselam gibi akılcı seleflerimden biridir. Dahası, Atatürk, akılcı din bilginlerinin hasret ve ideallerini hayata geçirmede başarılı olmuş tek selefimdir. Benim selefim, öncekilerin halefi. Öyleyse, ben, benim tarih yaratmış böyle bir selefimi nasıl göz ardı ederim?! Atatürk’ü anlayıp anlatmak benim hem imanıma hem de akılcı ve Kur’ancı teolog seleflerime saygımın bir gereğidir.
Benim Kur’an’a iman ve hizmetimin varlığını kabul eden herkes, benim Atatürk’ü anlamak ve anlatmak gibi bir görevimin olduğunu da kabul etmek zorundadır. Bu görevi bana Kur’an yüklüyor. Yalnız ve sadece Kur’an…
Atatürk, bir teolojik fenomen olarak benim selefimdir. Böyle olunca, tarih yaratmış bir lider sıfatıyla benim önderimdir. Ulusalcı olduğu için değil, teolojik bir fenomen olduğu için. Atatürk, elbette ki, birçok insanın meşgale alanına ulusalcılık, askerlik, siyaset yanlarıyla girmektedir. O meşgaleler de önemlidir ve saygındır ama ben onlarla meşgul değilim. Ben, teolojik fenomen olan Atatürk’le meşgulüm. Yani ben kendi işimi yapıyorum. 
Son bir söz: Bu yazımı, “Tutturmuşsun bir Atatürk, bırak şu işi” diyen iyi niyetli zavallılarla kötü niyetli namussuzlara ithaf ediyorum. Umarım beni artık anlarlar.
HALA AN­LAŞILMADI MI?
Ba­tı'nın en bü­yük ta­rih fel­se­fe­ci­si ola­rak ka­bul edi­len İn­gi­liz düşünürü Ar­nold Toynbee (ölm.1975), 1940'lı yıllar­da dün­ya­ya şu­nu söy­lü­yor­du: Ya­kın­da in­san­lık, mut­lu bir gelece­ği din­le­rin mi­ra­sı içinden çıkar­ma gay­re­ti içi­ne gi­re­cek­tir. İde­o­lo­ji­ler dev­ri bitmiştir...
Toyn­bee'nin kırk­lı yıl­lar­da gör­dü­ğü­nü, ay­dın­la­rı­mız, Ber­lin Duvarı yıkıl­dı­ğın­da ya­ni elli yıl  ka­dar son­ra görebil­di. Ve do­ğal olarak, Batı’yı ve çağı yanlış okumamız, sırtımıza el­li yıl­lık bir gecikme­nin ağır fa­tu­ra­sı­nı yük­le­yi­ver­di.
Toyn­bee, özel­lik­le, Ba­tı'nın ya­rın­la­rı­nı ko­ta­ra­cak olan­la­rın dik­ka­ti­ne sun­du­ğu uyarısında bir şe­yin da­ha al­tı­nı çiz­miş­tir: ‘Ye­ni­den Din­ler Dev­ri’nde, en bü­yük şans İslam'ın olacaktır. Hı­ris­ti­yan­lık, ta­rih önünde­ki sı­na­vın­da ba­şa­rı­sız ol­muş ve in­san­lı­ğı ko­mü­niz­me tes­lim et­miş­tir.
Toyn­bee'nin bu öngörüsünün ta­kip­çi­si idik. Böyle olduğumuz içindir ki Ber­lin Duvarı yı­kıl­dı­ğı gün­den be­ri bağıra ba­ğı­ra şu­nu söy­le­dik: İde­o­lo­ji­ler sahneyi boşalttı. Din­ler yeni­den başkö­şe­ye otur­du. Şim­di iki te­mel soru var:
1. İn­san­lık, en­gi­zis­yon de­ne­yim­le­rin­den ders al­mış ola­rak di­nin, Allah ile aldatanlar tara­fın­dan sö­mü­rü ara­cı ya­pıl­ma­sı­na gi­den yol­la­rı tıkama ve din­den bir ba­rış ve mutluluk reçetesi çıkarma ba­şa­rı­sı­nı gös­te­re­bi­le­cek mi? Yok­sa kit­le­ler; açık ve­ya maske­li en­gi­zis­yon­la­rın ye­ni­den sah­ne­yi dol­dur­ma­sı üze­ri­ne, es­ki­sin­den güç­lü bir dinsizlik ide­o­lo­ji­si­ne da­ve­ti­ye mi çı­ka­ra­cak­lar?
2. İs­lam, es­ki en­gi­zis­yo­nun to­run­la­rı ta­ra­fın­dan, in­san­lık­la kucaklaşsın di­ye ra­hat bırakı­la­cak mı­dır, yok­sa yirmi ­bi­rin­ci yüz­yı­lı pe­şi­ne tak­ma­sı­nı ön­le­mek üze­re bir­ta­kım siyasal oyun­lar­la sah­ne­den uzak­laş­tı­rıl­ma­sı mı de­ne­ne­cek­tir?
 
Za­man, ne ya­zık ki, bu so­ru­la­rın iki­si­ne de mut­suz­luk ve umut­suz­luk ser­gi­le­yen cevaplar ver­mek­te­dir. Baş­ta ABD ol­mak üze­re, çağın egemen kuvvetleri, sah­ne antiemperyalist İs­lam'a kal­ma­sın di­ye büyük bir seferberlik içi­ne gir­miş bulunuyor. Temel he­def, en­gi­zis­yo­n ve emperyalizmin bir nu­ma­ra­lı düş­ma­nı olan Kur'an di­ni­ni, emperyalizm yamağı bir ideolojiye dönüştürmek ve Müslüman kitleleri gardiyansız hapishaneler haline getirilen camilerdeuyuşturup etkisizleştirmek. Atatürk devrimciliği işte buna engel olduğu içindir ki, ilk yüklendikleri kale Atatürk aydınlığı olmaktadır.
ANA HEDEF CUMHURİYET TÜRKİYESİ
Sa­ğa so­la hiç çek­me­den ve büyük bir üzüntü duyarak söy­le­ye­lim ki, Müs­lü­man dün­ya, ken­di­si­ne ku­ru­lan emperyalist tu­za­ğa düş­müş­tür. Cum­hu­ri­yet sa­ye­sin­de bir is­tis­na gi­bi du­ran Tür­ki­ye de ayak­la­rı­nı ve kanatlarını tu­za­ğa kap­tır­mak üze­re­dir.
1950’lerden sonra oynanan, Yeşil Kuşak İslamı, Afganistan'daki Taliban oyu­nu, şimdilerde yine bizim üzerimizden oynanan Ilımlı İslam oyunu bü­yük haçlı senaryonun muhtelif perdeleridir.
İs­lam bir ‘il­kel­lik ve deh­şet sis­te­mi’ ola­rak lan­se edi­le­bil­miş­tir. Ki­ni­ni din, kan dökmeyi iba­det, oyuna gelmeyi za­fer sa­nan akıl ve aydınlık düşmanı birta­kım dinci çe­te­ler aracılı­ğı ile...
Son ve ke­sin za­fer, Tür­ki­ye'nin dü­şü­rül­me­siy­le el­de edi­le­cek­tir. Ana hedeflerden birincisi Türkiye’dir. Ön hazır­lık­lar, Cum­hu­ri­yet düş­ma­nı hu­ra­fe ve sö­mü­rü din­ci­li­ği­ne za­ten yap­tı­rıl­mış bu­lu­nu­yor.
Yaşadığımız günler, hazırlık döneminde ekilen fidanların meyvelerinin devşirilmekte olduğu günlerdir. Ancak karanlığın kesin zafer göstergesi, Anıtkabir’in dümdüz edilmesidir. Emperyalizm ve yamakları, olanca gayretleriyle bunu sağlamanın peşindeler. Televizyon ekranlarını taradıkça içimden hep şu ses yükseliyor:
“Acaba Türk televizyonları, özel olarak Atatürk’e ve Millî Mücadele’ye sövmek için mi kuruldu?! Ve, Halâskâr Gazi’nin milleti bu kadar nasıl düşebildi?!”
Şimdi, şu anda bu topraklarda ‘olmak ya da olmamak’ kaygısıyla ilgili soru şudur:
Tarihin diyalektiği, emperyalizm ve işbirlikçilerine Anıtkabir’i dümdüz etme şansını verecek mi?
İbadet kavramını doğru öğrenelim!
Yaratanla yaratılanın diyalogu, yukarıdan aşağı, yani Allah'tan insana doğru olan şekliyle vahiydir. Diyalogu aşağıdan yukarı, bir başka deyimle insandan Allah'a doğru düşündüğümüzde, karşımıza ibadet veya dua diye andığımız faaliyet çıkıyor. Nereden bakarsanız bakın, ibadet edenle ibadet edilen (âbidle mâbud), bir daire üzerinde, bir noktada kucaklaşacaktır. Esas olan da bu kucaklaşmadır. Bu nokta, Japon profesör Toshihiko İzutsu tarafından, ‘Kur'an'da Allah ve İnsan’ adlı eserde çok güzel incelenmiştir.

Kur’an’ın ibadet anlayışı meselesinde düzeltilmesi gereken çok ciddi ve tarihsel bir hata vardır. Kur’an’daki ibadet, ubûdiyet (kulluk), âbid (ibadet eden), abd (kul) kelimelerini geleneksel kabule uygun olarak ‘kulluk’ eksenli sözcüklerle Türkçeleştirmeyi sürdürmekteyiz. Bu tümden yanlış değildir ama işin yarısıdır.  Gerçeğin bir diğer yarısı, ibadet sözcüğünün etimolojisinde saklıdır.

İbadet sözcüğünün semitik menşei İbranice'deki ‘aboda’ dır. Aboda iş yapmak, değer üretmek, birisi adına çalışmak demektir. Bu durumda Kur’an’daki ibadetin esas anlamı, iş yapmak, değer üretmek olur. Abd veya âbid bu işi yapan kişidir.

İbadetin bu anlamı Kur’an’daki amel (iş yapmak, değer üretmek) kavramıyla birlikte düşünüldüğünde iyice yerine oturmaktadır. İnsan, sürekli amele yani iş ve üretime çağrılmakta, ölümsüzlüğün temel şartı olarak amel gösterilmektedir. Dahası, Kur’an, mensuplarına “Allah’ın yardımcısı olun” (Saff, 14) emrini vermekte ve “Allah, kendisine yardım edene elbette yardım edecektir” (Hac, 40) demektedir. Tüm bunlar üst üste konduğunda Allah’a kul olmak sürekli amel yani sürekli iş ve üretim olarak karşımıza çıkar.

Şimdi, insanların ve cinlerin yaratılma amaçlarını gösteren temel ayete bir göz atalım: “Ben cinleri ve insanları bana ibadet etmeleri dışında bir şey için yaratmadım.” (Zâriyât, 56 )

Arapça karşılıkla, ibadet sözcüğünün esas kaynağındaki aboda karşılığını birleştirirsek bu ayetin bizim için sonuç anlamı şu olur: “Ben, cinleri ve insanları bana ibadet etmeleri/benim için iş yapıp değer üretmeleri dışında bir şey için yaratmadım.”

Kur’an’daki ibadet ve ubûdiyet öyle sanıldığı gibi basit bir kölelik ve köleleşme değildir; hür ve atılgan bir benliğin Yaratıcı ile bütünleşerek varlık ve oluş bünyesinde faal bir rol almasının ifadeye konuluşudur. Böyle olunca, ibadet belirli bir mekâna hapsolup tespih çekmek veya irade ve düşünceyi tabularla prangalayıp uyuşmak değil, tüm yeryüzünü bir mabede dönüştürerek insanlığın hayrına ve hayatın tekâmülüne hizmet amacıyla sürekli değer üretmektir. Bunun Kur’ansal ve ilkesel sonucu şudur:

Tüm yeryüzü mabet, tüm meşru fiiller ibadettir. İbadetin Kur’ansal ruhu, ölümsüzlüğü yakalamak için sürekli iş yapıp değer üretmenin kutsallaştırılmasıdır.

İBADETLERİ ŞİRKE DÖNÜŞTÜREN BELA: RİYA

Müfessirler (Kur’an’ı yorumlayan bilginler), ibadetin üç derecesinden söz ederler: Bu derecelerin en basitinde bile riya, yani Tanrı’dan başkalarına ibadet ettiğini gösterme düşüncesi olmamalıdır. Aksi takdirde, şekliyle ibadet adını alan davranış, hakikati bakımından şirk yani Allah'a ortak koşmak olacak ve Mâûn suresinin açık beyanıyla, yapanın lanetlenmesinden başka bir işe yaramayacaktır. İş buraya geldiğinde dehşet verici bir tablo ile karşılaşıyoruz:

Şunu asla unutamayız, unutturamayız: Namaz kılmayanları lanetlemeyen Kur’an, namazında Tanrı rızası dışında bir şey bekleyenleri veya namazı birtakım çıkarlara araç yapanları lanetlemekte, hatta dini inkârla itham etmektedir.

Kıldıkları namazlar sadece lanet vesilesi olanların kimlikleri ve belirtileri hakkında ayrıntılar için bizim ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’ adlı eserimiz okunmalıdır.
Rızıkta eşitlik yoksa iman da yoktur!
Temel ilke, Nahl suresi 71. ayette konulmuştur:
“Allah, rızıkta kiminizi kiminize üstün kılmıştır. Kendilerine fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere aktarıp da hepsi onda eşit hale gelmiyor. Allah'ın nimetini mi inkâr ediyor bunlar?”

Bu ayete göre, servet sahipleri mallarından, emrinde çalışanlara, her iki taraf rızıkta eşit oluncaya kadar vermelidir. Bunun yapıl­maması Allah'ın nimetlerine nankörlüktür, küfürdür:

Eşitliğin her konuda değil, rızıkta istendiğine dikkat edelim. Demek ki Kur’an, insan haklarının bir uzantısı olarak, bütün insanların insan sağlık ve onuruna yakışır bir gıdalanma imkânına eşit olarak sahip bulunmalarını istemektedir. Bu eşitliği, genelde evrensel liderler ve ya-salar, özel olarak da toplumsal liderler ve yasalar sağlamalıdır.

Kur'an'ın bu yaklaşımına bakarak bazı Müslüman düşünürler Marksizm’le İs­lam arasında benzerliği de aşan bir yakınlık görebilmişlerdir. Muhammed İkbal bunların başında gelir. Onun bu konuda Hallâc ve Karmatî felsefeyle örtüşen düşünceleri, ‘Hallâc-ı Mansûr’ adlı eserimizin ‘Hallâc’ın Etkileri’ bölümünde tahlil edilmiştir. 

Servet, en iyi paylaşımın varlığı halinde bile kin ve hırsı tahrik eder. Alman filozofu Nietzsche bu gerçeğe işaret ederken şöyle demiştir: “Nerede bir vaha varsa orada bir put vardır.” Vahadaki nimet, put ve­ya putlar tarafından tekele alınıp aç mideler nefretle kabardığında vahanın altı üstüne gelir. Tarihin her devrinde ve dün­yanın her yerinde terör ve dehşetin altında bu nefret vardır.

Terör; mahrum bırakılmış, sözü dinlenmeyen benliklerin dilidir. Yıkıcı bir dildir ama nihayet bir dildir. Mevlanâ Rumî, asırlar önce bu gerçeğe işaret ederken Konyalı servet babala­rına şöyle sesleniyordu:

“Kendi rızasıyla yok­sullara vermeyenlerden, eli topuzlular gelip zorla alır.”

İslam tarihinde bu Kur’ansal anlayış, Emevîler işe ilk el koydukları sırada sahabî Ebu Zer el-Gıfârî (ölm. 32/652) tarafından, Abbasîler döneminde Hallâc-ı Mansûr (ölm. 309/921) ve mensubu bulunduğu Karmatî devrimciler tarafından, modern zamanlarda da Ebu Zer-Hallâc ruhunun bir devamı olan çağdaş İslam düşünürü Muhammed İkbal (ölm. 1938)  tarafından temsil edilmiştir. Ve ne yazık ki hiçbirisi başarılı olamamıştır. İlk ikisi devrim mesajlarının faturasını başlarıyla ödemiş, üçüncüsünün nasibi de unutturulmak olmuştur.

İSLAM TARİHİNİN ÇİĞNEDİĞİ ÜÇ TEMEL YASA

Ebu Zer-Hallâc-İkbal üçlüsündeki yaklaşımın bugünkü dille ifadesi şu üç ilke-yasadır:

1. Toprakta sınırsız özel mülkiyet yoktur, 2. Yer altı kaynakları (başta su olmak üzere), kamunun ortak malıdır, 3. Sınırsız kazanç ve serbest kâr anlayışı tartışmasız zulümdür.

İkbal, bu anlayışı, eserlerinde değişik vesilelerle defalarca dile getirmiş, sa­vunmuştur. Ve bu anlayışının bir uzantısı olarak, Kur'an verilerinin dün­yaya ilanı açısından övgüye layık bul-muş, Karl Marx’ın mesaisi­ni ve eserini takdirle karşılamıştır. Bu konuda bütün rahat­sızlığı, Marks'ın Kur’an adına değil de ateizm adına konuşmuş olması idi. Marx’ı, savunduğu ekonomik anlayış yüzünden değil, bu anlayışı, esas öncüleri olan peygamberlere ve Kur’an’a değil de materyalizme monte ederek öne çıkarması yüzünden eleştirmiştir. 

İkbal, en vurucu fikirlerinden bir kısmını, Marks'a söyletmekten asla çekinmemiştir. Bâl-i Cibril adlı eserindeki ‘Lenin ve Allah’ şiirinde, felsefesinin en önemli ideallerinden birini, Allah'tan Lenin'e bir emir olarak verdirişi ise gerçekten sarsıcıdır. Allah, devrimci lider Lenin’e, kapitalizme bir Kur’an tokadı gibi inen şu emri veriyor:

"Ben bü­tün bu mermer ibadethanelerden usandım; git, bana ibadet için basit bir kerpiç kulübe yap!"
 
Şirke bulaşmış dinin götüreceği yer
Basiret ve bilgi yüklü mektuplar alıyorum. Ve çok mutlu oluyorum. Çünkü hemen hepsi, benim aydınlatma hizmetlerimin açtığı yoldan yürüyerek gelmişler buralara. İşte, adı bizde mahfuz bir kişinin yazdıkları:

“Önce Allah'ın, sonra sizin sayenizde Kur'an bağımlısı olmuş insanlardan biriyim. 10 seneyi aşkındır sizi okuyorum. Ve namaz da kılıyorum. Sayenizde uyananlar çoktan uyandı hocam.”

“Sizin bu toplumun uyarıcısı olduğunuzu birçok kişi biliyor. Peygamber gelmeyeceğine göre, uyarıcılar gelecektir. Tüm Kur'an âşıkları biliyorlar ki, Allah'ın kızdığı her şey bu toplumda mevcuttur. Hûd suresinin tümü gibi. Ama en kötüsü ‘Allah'la aldatmak’ ve şirk. Sırf bu günah yüzünden helâk olabiliriz. Eğer kitaba ve peygamberimizin ahlakına sahip çıkılsaydı, Kur’an Türkçe okutulup anlaşılmasına kapı açılsaydı kimse dinci müşriklere inanmazdı. Emperyalizm ve siyonizm bu uydurma dine eklenince bugünkü vahim tablo ortaya çıktı.”

“Ben Kemalistim ve sosyalist İslam’a tarafım. Yani Kur'an sosyalizminden yanayım. İslam’ı arıyorum ama bulamıyorum. Bu yüzden de birçok insan gibi kitaba, namaza sarıldım; sabrediyorum. Haram lokma yemedim.”

“Size katılıyorum, büyük bir sınavdayız, ya karanlık ya aydınlık. Benim ümidim var. Sanki Mustafa Kemal yine şaha kalkıyor, Atatürk yine şaşırtacak. İmamı Âzam'ı okuyorum. Mücadele aynı. Hep hortluyorlar sonra devrilip gidiyorlar. Haram yeme doruk noktada.  Hak ve hukuk yok, kendini dindar gösterip haçlılara ve siyonistlere kul köle olmak, dini değiştirip başka din yaratmak, ölçüde tartıda hile zirvede. Irak'ta, Filistin'de, Libya'da, Mısır'da çocuklara ve kadınlara yapılanları saymıyorum. Böyle bir camia helâk olur, Hocam. Sadece Allah'ın yanındakiler  ayakta kalacaktır. Bunların gemisine binen batar. Bu gemi şeytanın gemisidir.”

YIKICI İMANI TANIMALIYIZ

Okuyucumun söylediklerine aynen katılıyorum. Ve küçük bir ilave, kısa da bir yorum yapmak istiyorum.

Yaşadığımız toplum, yıllar ve yıllardır kendisini ‘yüzde doksan dokuzu Müslüman’ toplum olarak tanıtır. Hem de, haşa, Allah’ın oğluymuş gibi kasıla kasıla söyler bunu. Söyler ama her geçen gün, bunun aksini ortaya koyar. Ahlaksızlık, yolsuzluk, hırsızlık ve bozuklukta en önde gidenlerinden biri de bu toplumdur. Son günlerde yapılan bir istatistiğe göre, Türkiye, yardımseverlik konusunda 146 ülke arasında 137. sırada. Organ bağışında Avrupa ülkeleri Müslüman ülkelerin 10 kat önünde. Yani, ‘yüzde doksan dokuzu Müslüman’ ülkemizin sakız gibi ağzında tuttuğu lafa göre ‘gâvur ülkeler’ önde.

İstatistiğe bakınca kimin gâvur olduğunu sormamak vicdan ve akla ihanet olur.
Bu gerçekleri insana yakışır bir samimiyetle değerlendirdiğimizde şunu söylemek borcundayız: Yüzde doksan dokuzu Müslüman ( !) ülkemizin imanı, Kur’anî bir iman olmaktan uzaktır. Kur’an, imanın yıkıcı, kötülük emredici bir kuvvete de dönüşebileceğini bildirmektedir. (Bakara, 93; Secde, 29-30) Yani, imanın da yapıcısı ve yıkıcısı var. Anadolu Kurtuluş Savaşı’nda olup bitenler bu iki imanın savaşını da gündeme getirdi. Yıkıcı imanın en tipik örneklerine o savaşta tanık olduk ve gördük ki, yıkıcı iman aynı zamanda hain ve namerttir. Siyaset dinciliği veya dinci siyaset, yıkıcı imanın en tipik örneğidir...

İslam dünyasındaki iman yıkıcı tür kulvarına girdiği içindir ki felaketten başka şey getirmiyor. Fesat dinciliği ekipleri bundan kurtulmak için “İsa gelecek, insanlık kurtulacak” demeye başladılar. Aklı ve bilimi egemen kılmak yerine birilerinin gelmesini bekliyorlar. Sonuçta İsa elbette ki gelmiyor ama ona vekâleten olacak, ABD ve AB geliyor. Geliyor ama bize yarar hiçbir şey vermiyor; kendine yarar ne varsa alıp götürüyor.

Türkiye’de, yüz bin camiye rağmen Tanrı’nın dininden eser bulunmamasının sebebi, Kur’an’dan nasipli olanlar için belli: İmanın yıkıcı türden oluşu. İman bu hale nasıl geliyor? Tevhit patenti altında şirk yaşandığında. Bu ne demek? Lütfen, yeni çıkan, ‘Din Maskeli Allah Düşmanlığı: Şirk’ adlı kitabımı  okuyun.
‘Ulema çoğunluğu’ gerçeğin ölçüsü mü?
Kur’an bize gösteriyor ki; tevhit kişileri değil, ilkeleri şirk ise ilkeleri değil, kişileri esas alır. Bunun içindir ki, tevhit kanıttan söz ederken ilme ve kitaba, şirk kanıttan söz ederken atalara, ecdada yollama yapar.

Müslüman tarihin her döneminde, egemen gücün güdümüne alınmış ‘konuşan ulema’yı gerçeğin ölçüsü yapmak ‘şirk omurgalı Emevî dinciliği’nin belirgin niteliği olmuştur. İlginçtir, Kur’an, şirk dinciliğinin bu niteliğine, ilkelere yollama yaparak karşı çıkmaktadır. İşte ana ilkeler:

“Yeryüzündeki insanların çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Sadece sanıya uyarlar onlar ve sadece saçmalarlar.” (En’am, 116)

“De ki, ‘Pisin çokluğu seni hayrete düşürse de pisle temiz bir olmaz!" (Mâide, 100)

“Onların çoğu sanıdan başka bir şeyin ardınca gitmiyor. Doğrusu şu ki, sanı, haktan hiçbir şey ifade etmez.” (Yunus, 36)

Bu beyyineler şu gerçekleri açıkça gösteriyor:

1. İnsanlığın çoğunluğu daima karanlıktadır; bu çoğunluğa uyan da karanlığa saplanır, 2. İnsanlığın çoğunluğu kendi zanlarına ve nefislerinin dürtülerine uyar, 3. Zan, hakikat adına hiçbir anlam ifade etmez, 4. Hidayet ve hakkın kaynağı Yaratıcı kudret olan Allah’tır, çoğunluk değil, 5. Çoğunluk, daima cazibe ve ilgi yaratır ama çoğunluk daima pisi temsil eder, 6. Sanının yerine ilim geçirilmelidir, sanıyı saf dışı etmenin ilimden başka bir çaresi yoktur.

Emevîler sonrası Müslüman tarih, Kur’an’ın çoğunluğu değil, gerçeği esas alan bu tevhit ilkelerinin tersine bir gidişi dinleştirmiştir. Müslüman tarihin özellikle fıkıh alanında öne çıkardığı icma (ulemanın fikir birliği), cumhuri ulema (ulema çoğunluğu) gibi kavramlar bunun göstergeleridir.

EGEMEN GÜCÜN GÖRÜŞÜ VE İCMA DENEN SAPTIRMA

Egemen gelenek, ilmin yerine çoğunluğu koymuş, bununla da yetinmemiş, icmaı dinsel delillerden biri olarak tescil edip inanç manifestosuna geçirmiştir. İcma bu yer değiştirmeyi dinleştirmenin kurumsal göstergesidir. Egemen gücün güdümündeki ulema çoğunluğunun dediği din olunca hakikati söyleyen azınlıktakiler dışlanmış, hatta zaman zaman bir yolu bulunup mürtet ilan edilerek katledilmişlerdir. Bu mazlumlar kervanının başında, akılcılığın öncüsü İmamı Âzam gelmektedir. Kervanın son halkası, mesajı ve mücadelesi üzerinde ileride duracağımız, Sudanlı müceddit düşünür Mahmut Muhammed Taha’dır. Cafer Numeyrî denen şeriatçı firavun tarafından mürtet ilan edilip asılan Mahmud Muhammed Taha (idamı, 1985) Kur’anî düşüncenin bu yüzyıldaki anıt önderlerinden biridir.  

Sadece Hanefîliğin değil, İslam fıkhının kurucusu sayılan şehit dahi İmamı Âzam, bırakın icmaı edille-i şer’iye (dinsel deliller) arasında göstermeyi, icma diye bir kavram ve yöntemden söz bile etmez. İcma, İmamı Âzam düşüncesi açısından olsa olsa içtihat çerçevesi içinde ele alınabilir.

Gerçek şu ki, İmamı Âzam, ulema çoğunluğunun dediğini ‘şerî delil’ saymak şöyle dursun, sahabe neslinin icmaını bile tartışmasız delil saymamaktadır. Sahabenin icmaı bile sadece bir içtihattır. O şekliyle kabul edilebilir veya eleştirilebilir. İmamı Âzam, sahabeyi izleyen kuşağın yani Tâbiûn neslinin icmaını ise içtihat olarak bile bağlayıcı saymamaktadır. Bu noktadaki sözü bir devrim sözdür. Şöyle diyor: “Onlar adamsa biz de adamız; kendi içtihadımızı kendimiz yaparız.” (Konunun ayrıntıları ve İmamı Âzam’ın mücadelesi için, ‘Akılcılığın Öncüsü İmamı Âzam’ adlı eserimiz okunmalıdır).
Ulema çoğunluğu veya icmaın arkaplanı
Günümüz Türkçesinde icma anlamında daha çok Batı’dan alınan konsensus sözcüğü kullanılmaktadır.

Fıkıh usulü dediğimiz metodolojinin bir terimi olarak icma’, “Hz. Muhammed’den sonraki herhangi bir yüzyılda Müslüman müçtehitlerin bir meseleye ilişkin dinsel bir hükümde birleşmeleri” olarak tanımlanır. 

Tanımın akla ilk getirdiği şudur: İcma, yapıldığı yüzyıl değişince, yeni olaylar ve mesele-ler için yeniden işletilecek demokratik bir mekanizmadır.  Fakat ne yazık ki bu tanımı koyan düşüncenin mirasçısı olduğunu söyleyen zihniyet, birçok yüzyıl geçtiği halde icma edilmiş konuların hiçbirine dokunmamış, tam aksine, onlara dokunmamayı dinleştir-miştir. İcma, tanımının aksine, ‘Müslümanların herhangi bir yüzyılda üzerinde ittifak ettikleri bir meselenin bir daha tartışmaya ve değerlendirmeye alınmaması’ şeklinde tanımlanması gereken bir mekanizma oluvermiştir.

İkinci nokta, icmaın, bir asırdaki İslam bilginlerinin tümünün görüşü olduğunu iddia etmek eşyanın ve insanın tabiatına aykırı olduğu gibi, tarihsel gerçeklere, akla ve Kur’an’a da aykırı-dır. İcma konusu olan meselede her zaman en az birkaç âlim dışta kalır ki sadece bu bile icmaın tanımını tutarsız kılmaya yeter. Dışta kalanların görüşlerinin en isabetli görüş olmadığını iddia etmemiz aklen ve naklen mümkün değildir.

Kur’an, müminleri, sözleri dinleyip de en iyisine uyanlar olarak tanıtıyor (Zümer, 18); daha çok sayıda kafadan çıkan sözü dinleyenler olarak tanıtmıyor. Bunun içindir ki, Şâtıbî gibi bazı büyük metodolojistler icmaın aklen ve naklen mümkün olmadığı kanaatine varmış-lardır. İmamı Şâfiî de bu görüştedir.

Gazalî gibi tutucu bir düşünüre göre bile, icmaı değişmez kılmak, ümmetin tüm ilim sahip-lerini taklitçi-güdük durumuna düşürmektir. Oysaki bir âlimin bir başka âlimin görüşünü taklit edeceğine ilişkin bir kanıt yoktur. Kanıt yoksa iddia da geçersizdir. (Gazalî; el-Menhûl, 476-480)

AKILCI EKOLÜN KARŞI ÇIKIŞI 

Akılcı ekol Mutezile’nin büyük imamlarından en-Nazzâm (ölm. 231/845) şöyle düşünmek-tedir: “Bırakın ulema çoğunluğunu, tüm ümmetin icmaı bile kanıt değildir. Çünkü üm-metin icmaı da hatadan arınmış olamaz. Ümmet, hata, günah, hatta irtidat üzerine de icma yapabilir.” Defalarca yapmıştır ve yapmaya devam etmektedir. Öyle olunca da fikre katılanların sayısının çokluğu, işin mahiyetini değiştirmez. Tek başına hataya düşenler toplu halde de hataya düşerler. (Serahsî; Usûl, 1/295; İbn Ebil-Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belâğa, 20/28)

Dikkat edilirse Nazzâm, kilise babalarının konsil ittifaklarını dinde kanıt sayan anlayışa vahyin hücumunu bir başka biçimde ifadeye koymuştur. Din bir uzlaşma ve parmak sayısı kurumu değildir. Din, demokrasi işletilerek yaşanır ama oluşturulamaz. Din, teslimiyet kurumudur ve teslimiyet sadece ve sadece Allah’adır. İlimde bu teslimiyet ilkelere olacak-tır ki o da Allah’a teslimiyetin bir başka şeklidir. Çünkü ilkelerin kaynağı da Tanrı’dır. O halde ilimde de icma ve çoğunluk görüşü  işlemez. İcma, teslimiyetin sadece Allah’a ve ilkelere olması gerektiği yolundaki temel tevhit ilkesini, müşrik ve hristiyanî bir konsil mantığıyla parçalamaktadır.

İşte, gelenekçi ve taklitçi fıkıh odaklarının “Dokunduğu konuda bir daha içtihat yapıla-maz!” diye tanrısallaştırdıkları icmaın esası budur. Tanrısallaştırmak sözü bile az kalır! Tanrı-sal kitap kendini yoruma açmakta ve bilim sahiplerini yorum yapmaya özendirmektedir. Yani, İslam adına, Kur’an ayetleri üzerinde sürekli bilimsel faaliyet (içtihat) serbesttir ama ulema-nın ‘bir asırdaki ittifakı’ (!) denen icmaın belirlediği ‘konsil kararları’nda içtihat yasaktır!

Geleneksel-saltanatçı din anlayışı, ilmi, Tanrı’nın tanıklığıyla eşitleyen Kur’an’ın dini adına, ‘şerî deliller’ içine ilmi koymamıştır ama Kur’an’ın şirk olarak nitelediği ‘çoğunluk görüşü’nü koymuştur. Çünkü ilmin güdüme alınamayacağını ama çoğunluğun alınabileceğini bilmiştir. Ve böylece kendi felaketini kendi eliyle hazırlamıştır.
Susturulan insanların icmaı
Şunu bilmeliyiz: Üzerinde icma var dedikleri konuların büyük kısmında bilim ve fikir adamları konuşmamış, konuşamamış, bir kısmı da konuşturulmamıştır. Bu gerçeğin yaratacağı engeli yok etmek için bulunan yol da ürpertici bir zulümdür: Denmiştir ki, “İcma ille de bir konuda konuşup ittifak etmekle doğmaz; bilginler, susarak da icma’a katılabilirler.” Konuşarak katılırlarsa bu açık icma olurmuş, susarak katılırlarsa bu da sükûtî icma yani susarak oy verme şeklinde olurmuş. Doğrusu, bu kurnazlığa engizisyon papazları bile şapka çıkarır. Çağdaş Arap fakîh Hallâf, bu oyuna değinirken şöyle yazıyor:

“Susan kimsenin fikri yoktur. Ona, herhangi bir konuda ‘Katıldı!’ veya ‘Katılmadı!’ şeklinde bir fikir isnat edilemez. İcma adı verilenlerin çoğu, işte bu şekilde, susma yoluyla doğmuştur.” (Hallâf, 232)

Sözün özü şu: Geleneksel egemen güç, konuşmasını istemediklerini susturmuş, sonra da onların susmalarını ‘sükûtî icma’ adıyla kullanmıştır. Şeytana taş çıkartan bir iblisliktir bu...

Eserinde bu gerçekleri dile getiren çağdaş Arap fakîh el-Hallâf, şunu da ekliyor: “Herhangi bir asırda herhangi bir icma olmuş mudur? Bu soruya verilecek cevap ‘Hayır’ olacaktır.” (Hallâf, 230) Hallâf’a göre, ulemanın icmaı denen şey, meselenin tartışıldığı sırada hükmü verecek olanın danıştığı birkaç kişinin kabul ettiği görüştür. O beldenin dışındaki İslam ulemasının bundan haberi bile yoktur. (aynı eser, 231)

Gerçek şu ki, icma, geleneksel dinciliğin maskeli kavram ve kurumlarından biridir. İcma gerçek bir demokratik yöntem olarak uygulansaydı bilim ve düşünce hayatına hayırlı katkılar sağlayabilirdi ama ne yazık ki icma bir ‘Allah ile aldatma yöntemi’ olarak sahnelenmiştir. Ve bugün, Müslüman düşünürlerin başına dert, beyinlerine pranga olmaktadır.

Dikkat edilsin, Kur’an yüzlerce kez ilim dediği halde ilim denmemiştir ama bir kere olsun icma demediği halde sürekli icma denmiştir. Çünkü ilimde kaypaklık ve manipülasyon işletemezsiniz ama icmada işletirsiniz. Geleneksel Emevî dinciliği için, ilkeleri ve kavramları yozlaştırıp istismara açık bir otorite yaratmak gerekiyordu; yaratılmıştır. Eğer, icma konsil değil, bilim otoritesidir deniyorsa o zaman “İcma ile belirlenen hususlarda bir daha içtihat yapılamaz!” dayatmasının olmaması gerekir.

İCMA MI, BİLİME TASALLUT MU?

Meselenin dikkat çeken yanlarından biri de şudur: İslam tarihi boyunca, icma yapılan konular sadece dinsel konular olmakla kalmamış, yaratılış, eşyanın tabiatı, varlık kanunları vs. gibi tamamen akıl, bilim ve deney alanına giren konularda da icmalar icat edilmiştir.

İslam dünyasında, bilimsel icat ve keşifler yapmak yerine, icmalar yaratılmıştır.  Oysaki bu alanlar, varlık kanunlarının işlediği alanlardır. Bu kanunlar, çoğunluk görüşüyle değil, varlığın bilimsel yöntemlerle incelenmesi sonucu keşfedilir. Bilimde parmak hesabı olmaz. Bilimsel kanunlar, oylamalarla değil, araştırmalarla bulunur. Bilimde demokrasi olmaz, din koymada ise hiç olmaz. Bilim, sünnetullaha (varlık yasalarına), din ise hükmullaha (Allah’ın hükmüne) dayanır. Bilimin kanunları ile dinin buyruklarını icma ile koymaya kalkmak aklen bühtan, naklen şirktir.

Kilise, asırlarca bu suçu işleyerek dine de bilime de kötülük etmiştir. Kilise, bilimin kanunlarıyla dinin buyruklarını konsil kararlarıyla belirlemeye kalktı ve bu yüzden bilim de zarar gördü din de. İcma, örneğin, yöneticiyi seçmede, yerleşim, istihdam, sanayi, ziraat, ticaret alanlarını belirlemede bir demokratik yöntem olarak kullanılabilir. Çünkü bu alanlar zamanüstü ilkelerin alanı değildir. Ama bilimin kanunları, dinin buyrukları evrensel ve zamanüstüdür; bir asrın ulemasının icmaı ile belirlenemez. Böyle bir belirleme eşyanın doğasına, vahyin ruhuna aykırıdır.

Ne yazık ki, geleneksel dincilik, başlangıçta sadece din alanında uygulanacağını söylediği icmaı, bilim alanına da taşımış ve bu aldatma kurumunu bilimi prangalamak için tepe tepe kullanmıştır. Ürpertici örnekleri göreceğiz. 
Kutsal vekil tutkusunun yıkımı
Allah dışındaki güçleri veya kişileri dokunulmaz-kutsal vekil ilan etmek, şirkin belirgin niteliklerinden biridir. Başka bir deyişle, şirk, bir tevkil (birilerini vekil etme) kurumudur, tevkilin dinleşmesidir.

Kur’an, “Yalnız Allah’ı Vekil edin!” buyruğuyla, insan hayatından, özellikle din hayatından yedek ilahların kovulmasını amaçlamaktadır. Allah dışındaki varlıkları vekil etmeme buyruğu, Fâtiha suresinde formüle edilmiştir: ‘Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz!’

Kur’an, şuna da ısrarla vurgu yapmaktadır: “Vekil olarak Allah yeter!” (4/81, 132; 33/ 3, 48) Eğer ‘dokunulmaz, azledilemez vekil’ edinecekseniz, bu sadece ve sadece Allah olmalıdır. (12/67; 39/38)

İnsanlara dokunulmaz vekil olma hak ve yetkisi, bırakın geleneksel dinciliğin öne çıkardığı şeyhleri, efendileri, Hz. Peygamber’e bile verilmemiştir. Şu beyyinelere bakın:

“De ki, ‘Ey insanlar! Şu bir gerçek ki, hak size Rabbinizden gelmiştir! Artık doğruya yönelen kendi benliği için yönelir; sapan da kendi benliği aleyhine sapar. Ben sizin üzerinize vekil değilim.” (Yunus, 108 Ayrıca bk. 25/43; 39/41; 42/6)

Şunu da unutmayalım: Allah, ölümsüz ilkelerin ölümsüz kaynağıdır ve O, insana ilkeleri göndermekle kendisinden bekleneni vermiştir. O’ndan bunun dışında bir şey beklemek O’nun iradesine ters düşmek olur. Ne yazık ki İslam dünyası, ters yola saparak kendisini mahvetmekle kalmamış, insanlığın Kur’an’la tanışmasını engellemek gibi bir cürüm de işlemiştir.

ALLAH’TAN BAŞKASINI VEKİL ETMEMENİN HUKUKSAL ANLAMI

Allah’tan başkasını vekil etmemenin Kur’ansal anlamı sadece metafizik, mistik bir anlam değildir. Bu yaklaşımın belki de birinci dereceden anlamı, yönetme yetkisinin ‘Allah’ın vekili’ sıfatıyla kişilere veya ekiplere verilmemesidir. Vekâlet başkadır, dokunulmaz-kutsal vekil başkadır. Allah adına vekâlet, dokunulmaz-kutsal vekâlettir. Kur’an, hiçbir insanın böyle bir vekâlet kullanmasına izin vermez. İslam dünyası ise asırlardır bu vekâleti kullananlarca yönetiliyor. Allah ile aldatma, din sömürüsü ve nihayet laiklik düşmanlığının arkaplanında bu vardır.

Kur’an, sekülarite (dünyevîleşme) anlamında laikliği istediği gibi, laisite anlamında laikliği de istemektedir. Laisite anlamında laiklik, toplumun Allah’a vekâleten yönetilmesine izin verilmemesini ifade eder. Toplumu yönetenler Allah’ın değil, onlara oy verenlerin vekili olacaklardır. Onlara vekâlet verenler, onları görevden uzaklaştırmak istediklerinde vekâleti geri alabileceklerdir. Oysaki Allah’a vekâleten yönetenlerin görevlerine son verilemez. Siyaset ve saltanat dincileri bunu bildikleri için, yöntemin ‘Allah’a vekâleten’ olmamasını esas alan laikliği bir numaralı düşman ilan etmekteler.

Buradan bakıldığında görülecek olan şudur: Krallık ve sultanlık sistemleri birer zulüm sistemidir. Bu sistemlerin ‘Allah ile aldatma’ ile desteklenmiş şekli olan hilafet sistemi de bir zulüm siste-midir ki, Hz. Peygamber’den otuz yıl sonra ümmete musallat olmuş ve Cumhuriyet’i kuran Müdafaai Hukuk devriminin işe el koyduğu güne kadar şirk ve zulmünü sürdürmüştür.

Son iki yüzyılda bu zulümden en çok yararlananlar haçlı emperyalistler oldu. Haçlı Batı emperyalizmi bugün, Cumhuriyet Türkiyesi’ni o zulüm ve şirk döneminin gayyasına yeniden sokmaya çalışmakta, bunun için de Yeni Osmanlı Dönemi diye bir şirk kulvarı açmak istemektedir. Zaten gırtlağına kadar şirke bulaşmış olan sözde Müslüman kitleler de bu oyuna gelmeyi bir meziyet olarak alkışlamaktalar. Saltanat dincisi engizisyon ekipleriyle onları kullanan haçlı Batı emperyalizminin, Müdafaai Hukuk devrimleriyle bu devrimlerin mimarı Atatürk’ten rahatsızlığının arkasında bu amacın yattığını görmemek için idrak ve basiretten yoksun olmak gerekir. Tabiî ki, Kur’anî imandan da yoksun olmak gerekir. 
Var olmak veya ‘İnsanın Allah’a yardımcı olması’
Başlık Kur’an’dan alınmıştır. Emevî yamağı geleneksel dinciliği kudurtabilir ama Kur’an’dan alınmıştır. Bakın nasıl?

Yirminci yüzyılın, ilahiyat kökenli en büyük filozofu olarak gördüğüm Alman asıllı Amerikalı Protestan bilge Paul Tillich (ölm. 1965) insana yarar biçimde var olmanın anlamını irdelerken şunu söylüyor:

“Olmak, mevcut olmak demektir; fakat eğer ‘mevcut olan’ hayalî-aldatıcı ise varlık, yokluk tarafından fethedilir.” (Tillich, Systematich Theology, 1/193)

Bu tespit, tamamen Kur’ansaldır. Paul Tillich’in diğer birçok önemli tespiti gibi… Ne yazık ki, Tillich, bu Kur’ansal tespitleri bir Protestan bilge olarak yaparken, Kur’an dini adına konuştuğunu söyleyenlerin söz mevkiinde olanları Arap fistanı, takke ve kıl sayesinde cennet elde etmenin hayaliyle şeytanın peşine takılarak Müslüman dünyanın yıllarını heba ettiler.

Ne demek niyetli eylem?

Geleneksel Emevî dinciliğinin sadece ibadet ve ardından da namaz olarak kayıtladığı ve yüzlerce kez kullandığı ‘amel’, niyetli eylemin ta kendisidir. Amel, sözlük anlamıyla, niyetli davranış, hareket, iş, eylem demektir. Kur'an'da, amele yakın bir anlamda kullanılan fiil sözcü­ğü de çok geçer. Ancak Isfahanlı Râgıb’ın da belirttiği gibi, her amel fiil olduğu halde, her fiil amel değildir. Kur'an'dan anlıyoruz ki, geleneksel dinin tekrarladığının aksine, yalnız ibadetler değil, insa­nın niyeti ve şuurlu bütün faaliyetleri ameldir.

Kur'an hemen her yerde, iman kelimesinin ardından amel kelimesini vermekte ve böylece insanı başarı ve mutluluğa götürecek imanın, amelle kucaklaşması gerektiğine dikkat çekmektedir. Hayat bir anlamda ameller yekûnudur. Kur’an’a göre, İnsanın sonsuz kurtuluşunu sağlayan üç temel un­sur var: Allah’a iman, sonsuzluğa iman ve amel.

Müslüman olmanın Kur’ansal anlamı da budur. Nüfus kâğıdına ‘Müslüman’ damgası vurdurmak değil.

Varlık ve oluş düzenin­de işleyen temel ilke şudur:

"Kim bir zerre miktarı hayır işlese onun karşı­lığını ve kim de bir zerre miktarı kötülük işlese onun karşılığını bulur." (Zilzal, 7-8)

“ALLAH’A YARDIMCI OLUN” Kİ BAŞARILI OLASINIZ!

Varlık ve oluş düzeninde ortaya konmuş bir amel asla so­nuçsuz bırakılamaz. Amel, insanoğlu tarafından inkâr edilebilir, örtülebilir, unutturulabilir ama Yaratıcı onu ve ona bağlanacak sonuçları mutlaka ortaya çıkarır:

"Siz amel sergileyin; Allah, onun resulü ve müminler onu göreceklerdir." (Tevbe, 105)

"Şu bir gerçek ki, yapılan iyi veya kötü amel bir hardal tanesi kadar olsa da, bir kayanın bağrında yahut göklerin derinliğinde veya yerkürenin derinliklerinde saklansa Allah onu yine de ortaya çıkarır." (Lukman, 15-16)

İnsan, amel sayesinde yaratıcı faaliyete katılır ve bizzat Yaratıcı’nın yanında yer alır. Kur’an buna ‘insanın Allah’a yardımcı olması’ diyor. Ve ekliyor:

“Ey iman sahipleri! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır.” (Muhammed Suresi, 7)

“Ey iman sahipleri! Allah’ın yardımcıları olun!”  (Saff Suresi, 14)

İnsan, amel ile Yaratıcı Ben’in, küllî oluşun bir parçası haline gelir. Bu demektir ki, insan, amelini, Yaratıcı Ben’in iradesi yönünde şekillendirerek mutlu ve güzel bir dünyanın kurulmasında ‘Tanrı’nın yardımcısı’ olarak rol almaktadır. Kur’an’a göre, ibadetin esas anlamı da budur. Birkaç rekât yatıp kalkmak değil. Hele, birilerini kandırmak için yatıp kalkmak yani Mâûn namazı kılmak hiç değil…
Sonsuzluğu kazandıran eylemin niteliği üstüne
İnsanı ‘Allah’ın yardımcısı’ mevkiine yükselten amel (bilinçli eylem) hangi niteliklere sahip olmalıdır?

Amel, şirkten yani yedek ilahlı bir dine bağımlı olmaktan arınmış insanın eylemi olmalıdır. Kur'an, şirkin, ameli işe yaramaz hale getireceğine ısrarla vurgu yapmıştır.

Amel, özgür benin özgür iradesinin ürünü olmalıdır. Abdi memlûkun (iradesi başkalarına ipotek edilmiş benliğin) eylemleri sonsuzu yakalama imkânı veren amel olamaz. 

Bu Kur’ansal omurga, geleneksel Emevî dinciliği tarafından kırıldığı içindir ki, İslam dünyası bin yılı aşkın bir zamandır yaratıcı olamıyor, sonsuzlaştırıcı eylem sergileyemiyor. Çünkü Emevî İslam’ı, özgürlüğün değil, köleliğin kutsandığı bir dindir. Bu dinde cennet kazanmak  köleleşmeye bağlanmış bulunuyor. Kırılması gereken ilk pranga budur. Ne yazık ki bu prangayı kırmaya kalkmak, sürüleştirilmiş kitlelere ‘dini bozmak’ olarak belletilmiştir. İslam dünyası, Emevî ürünü manifestodaki kaderciliğin yerine Paul Tillich’in şu sözlerini geçirmelidir:

“Din için, özgürlük kavramı akıl kavramı kadar önemlidir. Vahiy, özgürlük kavramı olmadan anlaşılamaz. İnsan, özgürlüğü olduğu için insandır; ancak onun özgürlüğü kaderle bağlantılı bir özgürlüktür.”  (Tillich, Systematich Theology, 1/182)

“Sonlu özgürlüğün (insan özgürlüğünün) yaratılması, tanrısal yaratıcılığın göze aldığı bir risktir. Bu riskin göze alınmış olması, iyinin vücut bulması için kötünün varlığını gerekli bulan anlayışa ulaşmada ilk aşamadır.” (Anılan eser, 1/269)

Tillch, özgürlük ve kader ilişkisine değinirken de o büyük dehasına yakışır tespitler yapmaktadır. Perspektifi yine Kur’ansaldır, yine Emevî dinciliğine inen bir darbedir:
 
“Kader, benim başıma gelecekleri şartlayıp belirleyen acaip bir güç değildir; o, benim tabiat, tarih ve bizzat kendimce oluşturulan bizatihi ‘kendim’dir. Yalnız özgürlüğü olanların kaderi olur. Eşyanın kaderi olmaz, çünkü eşyanın özgürlüğü yoktur. Tanrı’nın da kaderi yoktur, çünkü Tanrı, bizatihi özgürlüktür. Her insanın kendi kaderini kabullenmek veya ona isyan etmek gibi bir imkânı vardır. Sadece bu imkânı olanların kaderinden söz edebiliriz. Özgür olmak böyle bir seçim imkânına sahip olmak demektir.” (Anılan eser, 1/185)

Ölümsüzlüğü getirecek eylem, ihmal ve boşluklarla kesilmeyen eylemdir. İnşirah suresi’nin 7. ayeti şu yaradılış ilkesini getiriyor:

"Bir işi bitirip boşaldığında he­men yeni bir işe koyulup yeni bir yorgunluğu üstlen."
 
SALİH AMEL MESELESİ
Geleneksel Emevî dinciliği, ‘salih amel’i de ibadet, özellikle namaz anlamında
dondurarak da bir saptırma yapmıştır. İş, onun iddia ettiği gibi değildir. Amel, bütün hayatımızı dolduran eylemlerin bütünüdür. Kur'an, imanın hemen ardından devreye soktuğu amelin, salih olmasını istemektedir. Salih kelimesinin kökü olan sulh ve salah, barış, iyilik ve uyum demektir Sulh ve sala­hın karşıtı, fesattır. Kur’an, sa­lih amel işlemeyenlerin, yeryüzünü fesada boğmak isteyeceklerini bildirerek bu karşıtlığa vurgu yapmıştır. Bu verileri dikkate alarak salih ameli, hizmet ve barışa yönelik tüm dü­şünce ve faaliyetler diye ifade edebiliriz.  Salih amel, oluşa (şe’niyete) doğrudan doğruya Yaratıcı Kudret yanında bir katılım, kaderin yaşanması ve yazılmasında Allah ile birlikte rol almaktır.
 
İslam dünyası, Kur’an’ın amele bağladığı yücelik ve mutluluğu ne yazık ki, Kur’an’da yeri olmayan bir kader anlayışıyla elde etmeye çalıştı ve perişan oldu. Alman düşünürü Goethe (ölm. 1832) bu kader-amel ilişkisine, Kur’ansal perspektife tam uygun ifadelerle değinmiştir: 

“Kader, amellerin sonuçlarıyla vücut buluyor. Bütün kuvvetlerden yüksek olana yani her şeye kadir olana, kaderlere gebe olana, amele hürmet edelim!”
Prangaları kırmak veya kendisi olmak
‘Prangaları kırmak’ tabiri Kur’an’ındır. Hz. Muhammed’in peygamberlik misyonunu anlatırken kullanıyor:

“O Pey­gam­ber, ken­di­si­ni iz­le­yen­le­rin... sırt­la­rın­da­ki ağır­lık­la­rı­nı in­di­rir, üzer­le­rin­de­ki pran­ga­la­rı-zin­cir­le­ri, bağ­la­rı sö­küp atar.” (Âraf su­re­si 157)

‘Kendisi olmak’ tabiri ise Protestan ilahiyatçı-filozof Paul Tillich’in. Yüzyılımızın en büyük ilahiyatçı filozofu olarak gördüğümüz Paul Tillich (ölm. 1965), özgür benliği tanıtırken onu ‘kendisi olan insan’ diye niteliyor. Kendisi olan insan, riyakârlık denen çürümüşlükten de uzak kalan insandır, yani gerçek insandır. Şöyle diyor Tillich:

“Kendi veya kendinden deyimi, ego (ben, benlik) deyiminden daha kuşatıcı bir şeydir. İnsan, tam gelişmiş ve kendinde merkezleşen bir ‘kendisi’dir. Kendisi olmak, onun dışındaki diğer tüm ‘kendisi olanlar’dan bir biçimde ayrı olan bir varlık ifade eder. İnsan, mümkün olan tüm varlık çevrelerini aşan bir ‘kendisi olan benlik’ taşımaktadır. İnsan, herhangi bir varlık çevresiyle tamamen kuşatılmanın ötesindedir. O, her hal ve şartta çevreyi, kozmik kural ve ideler yönünde kavrayıp şekillendirmek sûretiyle aşar. İnsan, en sınırlı çevrelerde bile, evreni kuşatıp kucaklar. Onun bağımsız bir dünyası vardır. Bağımsız bir dünyaya sahip olmak, çevreyi aşmak meselesinde, temel ifade unsuru olarak dilin kozmik bir gücü vardır. Kendisi olan benlik o benliktir ki, konuşabilir ve konuşarak önceden belirlenmiş tüm sınırları aşar. Bağımsız bir dünyadan yoksun olan benlik boş, bağımsız benlikten yoksun olan dünya ölüdür… Egzistansiyel felsefenin, insana musallat olan tehditleri aşacak gücü yoktur. Bu tehdidi aşmanın yolu, işi, ‘kendisi olan benlik’ e havale etmektir; yani cesarete.” (Tillich, Systematich Theology, 1/169-171, 189)

Tillich, bu sözleriyle (daha birçok sözüyle yaptığı gibi), Kur’an’ın özgür benlik anlayışının açılımını vermektedir. Gönül isterdi ki bu sözler, İslam ve sünnet avukatlığını kimselere bırakmayan dinci yazar-çizer takımından zuhur etsin. Ne yazık ki onlardan zuhur eden sözler, Paul Tillich gibilere sövmekle Arapçılık meddahlığı yapmanın ötesinde bir şey olmuyor. Yıllar ve yıllardır böyle. Yaptıkları iki şey var: Aklı öne çıkaranlara sövmek, yedek ilah haline getirdikleri Mâûn suresi mücrimi efendilerini övmek.

MEZARLIK KİTABI DEĞİL, PRANGA KIRAN KİTAP

Kur'an, ay­nı za­man­da pran­ga kı­ran, baş­ka­la­rı­nın pran­ga­cı­lık yap­ma­sı­na sa­vaş açan kitap­tır.  Pran­ga kır­mak, ba­zen, pran­ga vur­ma­yı mes­lek edi­nen­le­rin el­le­ri­ni kır­mak şeklinde bir zo­run­lu­luk ha­li­ne ge­le­bil­mek­te­dir. Bu yüz­den Kur'an, in­san onu­ru­nun gerek­li kıl­ma­sı ko­şu­luy­la, sa­va­şı bir insanlık borcu say­mak­ta­dır. İnsan haklarını koruyan ve kurtaran savaş nasıl onursa, bunun aksi için savaş da o kadar onursuzluktur. Meşruiyet koşulları tam oluşmamış bir savaş cinayettir. Siz, bu cinayetin ‘îla-i kelimetillah’ (!) için yapıldığını söyleseniz de o, cinayettir.

Kur’an, prangaları nasıl kırıyor? Her­ şey­den ön­ce, in­sa­nın, ken­di­si dı­şın­da­ki var­lık­lar kar­şı­sın­da pran­ga­sız­lı­ğı sağ­lan­mış­tır. Bu, kula kulluğun dışlanması demektir. Bunun içindir ki, in­sa­nın ka­de­ri­ni ba­ğım­lı­lık al­tı­na alan şirke yani ye­dek ilah­lar sis­te­mi­ne sa­vaş açıl­mış­tır.

Tüm put­lar; is­ter di­ni, is­ter dinsiz­li­ği sem­bo­li­ze et­sin­ler, in­san ka­de­ri­ni pran­ga­la­ma­nın araç­la­rı ol­duk­la­rın­dan, kı­rıl­ma­lı­dır. Al­lah'ın ye­ri­ni al­ma­ya kal­kan Fi­ra­vun'la, Al­lah'ın ya­nı­na ko­nan Lât ve Me­nât ka­dar, Pey­gam­ber'in ye­ri­ne ko­nan ‘mürşit’ mas­ke­li sahtekârlar ve bun­la­rın tür­be­pe­rest sö­mü­rü ide­o­lo­ji­le­ri de put­tur. Çün­kü bun­la­rın tü­mü, in­sa­nın, ya­rın­la­rı­nı ken­di eliy­le oluş­tur­ma imkânını or­ta­dan kaldır­mak­ta, kit­le­le­ri pran­ga mahkûmuna çe­vir­mek­te­dir.

Sü­rü­leş­me­ye kar­şı çı­kıl­mış, in­san, sü­rü­leş­me­ye is­ya­n etmeye çağ­rıl­mış­tır. Ba­ka­ra su­re­si 104. ayet­te ve­rilen ve üstü asırlarca örtülen bu mesaj, Türk insanına ilk kez, bi­zim yaptı­ğı­mız Kur’an çevirisiyle tanıtılmıştır.

Top­lu­mu ra­iy­ye (pa­di­şa­hın, kralın, halifenin ku­lu) ya­pan yö­ne­tim­ler, slo­gan­la­rı ne kadar ‘din­ci’ olur­sa ol­sun, Kur'an'ın gö­zün­de dinsizliktir.
Dünyevileşmeyi isteyen kitap
Üç dört gün içinde vitrinlere ulaşacak olan yeni kitabım ‘Kur’an’ı Tanıyor musunuz?’, 48 bağımsız fasıl içeriyor. Bir ilim ve fikir adamının vakar ve ciddiyetiyle söylüyorum, İslam fikir tarihi açısından her biri birer devrim olan bu fasıllardan biri de yazımızın başlığıdır.
 
Dünyevîleşmek tabiri çok iyi anlatılması ve çok iyi anlaşılması gereken bir tabirdir. Çünkü bir yandan paraya tapan, öte yandan ‘Dünyevîleşme getiriyor’ gerekçesiyle laikliği dinsizlik ilan eden Emevî dinciliği, akıl düşmanlığının zehrini daha çok bu yolla kusmuştur. Ve bu zehirden şikâyetçi olan sözde laik-Atatürkçü birçok zavallı, şu bizim yaptığımızı yapmak yerine, Kemalizm methiyeleri döktürerek kendini aldatmakla yarım asrı aşkın bir zamanı heder etmiştir.
Kur’an, ruh için maddeyi, sonsuzluk (ahiret) için dünyayı feda etmeyi önermez. Tevhit yani hayatın birliği esas olduğu için dünya ile ahiret arasında denge ve uyum esastır. Dünya ve ona bağlı güzellikler görmezlikten gelinerek Tanrı’ya ulaşılamaz. Kur’an’ın bu tezi, bu yüzyılda en güzel ifadelerinden birine, Protestan ilahiyatçı filozof Paul Tillich’in şu sözünde ulaşmış-tır: “Beden-şehvet amaçlı sevgi ile tanrıya yönelik sevgi birleşmedikçe Tanrı sevgisi mümkün olamaz.”
Hayat bir bütündür ve bunun ilk ve esas kısmı dünya kısmıdır. Ahiret, dünyanın bir uzantısı ve dünyada ekilenlerin hasat dönemidir. Dünya berbat edilip cehenneme döndürülmüşse ahirette cennet beklenemez. Bu konunun temel ilkeleri şu beyyinelerde verilmiştir:
“İnsanlardan bazısı şöyle der: ‘Ey Rabbimiz, bize dünyada ver!’ Böylesi için âhirette bir nasip yoktur. Onlardan kimi de şöyle yakarır: ‘Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver! Ve bizi ateş azabından koru!’ İşte böyle diyenlere kazandıklarından bir nasip vardır.” (Bakara, 200-202)
Sadece dünyada güzellik isteyenlere sonsuzluk nasibi yok. Kur’an, sonsuzluk nasibini tehlikeye atmayı istemediği gibi, dünyayı yok saymayı da istemiyor. Dünyevîleşme veya sekülarite denen kavramın âdeta tanımını veren şu beyyineye bakın:
“Allah'ın sana verdikleri içinde âhiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma. Allah'ın sana güzel davrandığı gibi sen de güzel davran/Allah'ın sana lütufta bulunduğu gibi sen de lütufta bulun. Yeryüzünde fesat isteyip durma, çünkü Allah fesat peşinde koşanları sevmez." (Kasas, 77)
Bundan daha güzel ve muhteşem bir sekülarite tanımı bulunamaz. Eskilerin deyimiyle, “Efradını câmi, ağyarını mâni bir tanım”
Dünyevileşme, günlük hayatın sosyal meydanında istenmenin ötesine geçirilmiş, bir tanrısal irade olarak, din ve ibadet hayatının tamamen uhrevî kalması düşünülen kulvarına da taşınmıştır. Şu beyyinelere bakın:
“Ey âdemoğulları! Tüm mescitlerde süslü, güzel giysilerinizi kuşanın. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez. De ki, ‘Allah'ın, kulları için çıkardığı süsü, güzel/taze/leziz/temiz rızıkları kim haram etmiş?!’ De ki, ‘Dünya hayatında onlar, inananlar için de var. Kıyamet gününde ise yalnız inananlar içindir onlar.” Bilgiden nasipli bir topluluk için biz, ayetleri böyle ayrıntılı kılıyoruz/fasıl fasıl anlatıyoruz.” (A’raf, 31-32)
Seküla
Sekülarite, Anglosakson literatürde laikliğin adıdır. Anlaşılan o ki, sekülarite anlamında bir laiklik Kur’an’ın sadece hoş gördüğü bir kavram ve kurum değil, doğrudan doğruya istediği bir kavram ve kurumdur. Bu konunun ayrıntılarını ‘Kur’an Açısından Laiklik’ adlı eserimizde vermiş bulunuyoruz.
Dürüstlüğü cezalandıran toplumlar
Kur’an bu toplumları ‘kötülük toplumu’ olarak niteliyor. Bakın nasıl:
Zalimlerle onlara uşaklık edenlerin ilişkisi daima bir çıkar ilişkisidir; hiçbir iman ve gerçek kaygısına dayanmamıştır. Zalimleri yaratan sürüleşmiş halk yığınları da, büyük zalim zağarların yedikleri haramlardan birer kırıntı kapabiliriz diye onlara destek veren fino köpeklere benzerler. 

Bu finoluğu bir başarı, bir beceri, bir kurnazlık sayarlar. Zavallı finolar, önlerine atılan ufak kırıntılar karşılığında kendilerinin ve çocuklarının yarınlarını mahvettiklerini bir türlü anlamazlar, anlamak istemezler. Anlatmak isteyenlere de düşman kesilirler. Lût kavminin Hz. Lût’a söylediği şu namussuzluk belgesi sözü söylerler: “Çıkarın şunları kentinizden/yurdunuzdan. Bunlar temizlik ve dürüstlükte aşırı derecede titizlik gösteren insanlar.” (A’raf, 82; Neml, 56)

Zalimlerle onlara köpeklik eden sürünün rahatsızlık sebebi, her zaman işte bu ‘temizlik ve dürüstlük’ olmuştur. Başlarına geçecek adamların temiz ve dürüst olması onları verem ediyor. Sürüyü verem eden olguyu da göstermiştir zaman üstü kitap. Enbiya yani peygamberler adlı surede Hz. Lût’un belirgin niteliği anlatılırken şöyle deniyor: 

“Lut’a da hükmetme gücü/yargılama yetisi ve ilim verdik. Onu, pislikler üretip duran bir kentten/bir ülkeden kurtardık. O kentte/ülkede yaşayanlar yoldan çıkmışlardan oluşan bir kötülük toplumuydu.” (Enbiya, 74)
Bu muhteşem beyyine bize şu ölümsüz gerçeklerin altını çizme imkânı veriyor:

1. İnsanoğlu, bazı zamanlarda ve zeminlerde, temizlik ve dürüstlüğüyle seçkinleşen kadrolardan rahatsız olabiliyor, onlara düşman kesilebiliyor, onları sırf bu nitelikleri yüzünden yerlerinden yurtlarından sürüp çıkarabiliyor.

2. Sürüleşmiş kitleye rahatsızlık veren dürüst ve temiz kişilerin temel nitelikleri, adaletle hükmetme yetisi ve ilimdir.

‘KÖTÜLÜK TOPLUMU’NU TANIYALIM!

BASİT çıkarlar karşılığında sürüleştirilmiş bir toplum, öncelikle ilim ve hikmet düşmanı kesilmektedir. Kur’an diyor ki, böyle bir toplumun oluşturduğu ülkeye bir tek ad uygun düşer: ‘Kötülük toplumu.’

Kötülük toplumunun tipik örneği olarak gösterilen Lût kavmi’nin belirgin niteliği, ‘tatahhurdan tiksinme’ olarak kayda geçirilmiştir. ‘Tatahhur’, iç ve dış pisliklerden, kötülüklerden uzak olmakta titizlik anlamındadır. Sözcüğün Arap dilinde kullanıldığı kalıptaki ‘tekellüf’ (titizlik, düşkünlük, ısrar) özelliği dikkate alındığında tercüme şöyle yapılmak gerekir: Temizlik ve dürüstlükte ısrar.

Günümüz toplumlarında, ‘Hz. Lût zihniyeti’ taşıyan omurgalı, ilkeli, imanlı insanlara ‘satın alınamaz tipler’ denmektedir. Satın alınamaz tip, yalan ve talan siyasetleriyle onlardan bir biçimde yemlenen fino köpek takımı için en çekilmez tiptir. Satın alınamaz tip, alışılmış düzenin çarkına ha bire çomak sokup problem yarattığı için, alışılmış gidişten çıkarı olanlarca ‘uyumsuz, paranoyak, marjinal’ tip olarak damgalanmaktadır.
Satın alınamaz tipin söyledikleri, öngörüleri bir süre sonra gerçekleştiğinde yalan ve talan siyasetlerinin kemik yalayıcıları kendilerini şu yolda savunur, daha önce dışladıkları ‘dürüstlük düşkünleri’ni bu kez şöyle suçlarlar: “Kendinizi yeterince anlatamadınız; bu dediklerinizi, vallahi biz aha şimdi duyuyoruz. Eğer bu söylediklerinizi bize ulaştırıp iyice anlatsaydınız sizi izlemez miydik; biz aptal mıyız?”

Kur’an’ın, insanoğlunun ayağını kaydıran temel belalardan biri olarak gösterdiği ‘temizlik ve dürüstlükten şikâyet’, bugünkü Müslüman patentli toplumların temel niteliklerinden biridir. Müslüman patentli toplumların cehennemle tehdit ettikleri ‘gâvur’ milletlerin, dürüstlük ve temizliği bir numaralı meziyet saymalarına karşın, cennet tapusunu cebinde taşıdığını iddia eden sözde ‘Müslüman’ (!) toplumların dürüstlük ve temizliği bir numaralı aptallık göstergesi saydığını asla unutmayalım.
Allah, Müslüman patentli dünyayı, onca servet ve imkâna rağmen, boşuna mı süründürüyor?!
Firavunları kim yarattı?
Firavun sözcüğü, büyük harfle yazıldığında eski Mısır’ın ünlü krallarını, küçük harfle yazıldığında tüm zorbaları, tüm diktatörleri ifade eder. Kur’an, firavun sözcüğünü bu iki anlamda da kullanır. İkinci anlamda ‘tâğut’ sözcüğü de kullanılır ki, o da azmış diktatör, kendini ilahlaştıran zorba demektir. Hz. Peygamber bu anlamda olmak üzere, ‘meliki adûd’ (azmış krallar) tabirini kullanmış ve kendisinden otuz yıl sonra gelmeye başlayacak ‘halife’ unvanlı zorbaları bu tabirle nitelemiştir. Bu demektir ki, Emevî zorbalığının kurucusu olan Muaviye ile başlayıp Müdafaai Hukuk devrimiyle yıkılan halife saltanatları dönemi baştanbaşa bir meliki adûdlar dönemidir. Haçlı emperyalizmle onun dincilik adına uşaklığını yapanların meliki adûdlar saltanatını tarihe gömen Müdafaai Hukuk zihniyetiyle o zihniyetin başbuğu olan Atatürk’e düşmanlığı boşuna değildir.

Kur’an’a göre, firavunları üretenler, zulme, diktatörlüğe tepkisiz kalarak zalimlere uşaklık edenlerdir. Hz. Peygamber, din adamlarının sözlerini dokunulmaz-eleştirilmez kılanların da onları rableştirdiğini yani ilah-kral haline getirdiğini söylemiştir. Buradan bakıldığında, genelde dinler tarihinin, özel olarak da İslam tarihinin bir ‘rableştirilmiş zorbalar tarihi’ olduğu rahatlıkla görülecektir.

İslam tarihinde zulme isyanın öncü isimlerinden biri olan İmamı Âzam (ölm. 150/767) , Müslüman ümmetin firavun yaratan zihniyeti sona erdirmesini, İslam imanının temel icabı olarak görmekteydi. Şehit imama göre, diktacı yönetime isyan yoksa hiçbir ibadet bir anlam taşımayacaktır. Ve hiçbir zalim, kendisine sessiz kalan bir kitlenin dolaylı desteği olmadan yaşayamaz.

Kur’an’dan öğreniyoruz ki, mazlum bildiğimiz birçok halk aslında pasif zalim oldukları için ezilip horlanmıştır. Mazlum gerçek mazlumsa zalimin uzun süre egemen olması söz konu-su değildir. Zulüm, din veya dinsizlik adı altında uzun süre devam ediyorsa bunun sebebi za-limlere uşaklığı hüner sanan bir halkın, en azından bir satılmışlar ekibinin varlığıdır. Bu ekip, ‘pasif zalimler ekibi’dir. Pasif zalimlik; zulme başkaldırması gerekirken, küçük çıkarlar yü-zünden zalimlere karşı sessiz kalan, böylece onlara dolaylı destek veren kişi ve toplumların sıfatıdır. Kur’an’ın bu noktadaki tezi şudur:

Aktif zalimlerin birçoğunu, pasif zalimler, yani zulme bir biçimde uşaklık edenler yaratmıştır.

Kur’an’ın bu anlamda devrim yaratan tespiti Zühruf suresinin 54-56. ayetlerinde verilmiştir. Ne var ki, geleneksel tefsirlerin büyük kısmı, Arabizmin İslam’a ve Müslümanlara egemen olduğu dönemlerde yazıldığı için anılan ayetlerin mesajını bütün açıklığıyla ortaya konamadı. Bu mesajı ortaya koymak, ölüm fermanını imzalamakla eş anlamlıydı. Nitekim fetvalarıyla bu ayetlerin mesajını hayata geçirmeye kalkan İmamı Âzam Ebu Hanîfe, bunun faturasını hayatıyla ödemiştir.

Bu ayetlerin devrim niteliğindeki mesajı üzerinde hakkıyla konuşmak için dinin saltanat aracı olmaktan çıkarılmış olması gerekir. Aksi halde, o mesajı telaffuz eden, o coğrafyadaki yöne-timlere isyan etmiş sayılır. Hem o mesajı açıklamak hem de isyan etmiş sayılmamak ancak laik bir sistemin egemen olduğu ülkede mümkündür. Saltanat dincisi firavun yamakları, bunu bildikleri için, temel uğraşlarının başına, laiklikle mücadeleyi koymuşlardır.

Firavunları yaratan halkların uşaklık psikolojilerini deşifre edip bu psikolojinin Allah’ı nasıl öfkelendirdiğini, pasif zalimlerden intikam alma kararına nasıl vardırdığını ifade eden Zühruf 54-56. ayetler, emperyalizmin hapishanesine dönüştürülmüş ibadethanelere, mescitlere hapsolmayı din sanan bir kitlenin Allah tarafından Allah’ın düşmanı gibi algılandığını gös-termektedir. Unutmayalım, Kur’an, iki tür namazdan söz etmektedir:

1. İnsanı Allah’a yaklaştıran, rahmet vesilesi namaz, 2. İnsanı Allah’ın düşmanı haline getiren lanet vesilesi namaz. (Mâûn suresi, 4-7)

Kur’an’a saygımız varsa bu namazların ikisini de gündem yapmalıyız. Birini sakladığımızda biz de Kur’an’ın lanetine çarpılırız. Çünkü bu iki namazın biri saklandığında namazın gerçek anlamını kavramamız mümkün olmaktan çıkar ve saltanat dincisi firavunlarla onlara uşaklık edenler kitleyi mahveder. İslam tarihi, bu kahırlı kaderin yarattığı tablolarla doludur.
Taksim direnişi, Topçu Kışlası ve ötesi
İstanbul Taksim Meydanı'nda başlayıp giderek bütün kentlere yayılan ve birkaç günden beri Türkiye’yi sarsan halk direniş eylemleri son yılların en altı çizilesi eylemleri oldu. Dış basının eylemlere gösterdiği ilgi ve Başbakan Erdoğan’ı, ‘diktatör’ diye anmaya başlaması da bunun kanıtıdır.

Bu halk eylemlerinin sebebi, çoğumuzun düşündüğü gibi, hükûmetin Taksim'deki yeşil alanı imhaya yönelik girişimi midir? Eylemlerin çapı ve devamlılığı gösteriyor ki, sebep çok başka ve çok derin. Bu çok başka ve çok derin sebep (veya sebeplerle) ilgili çok anlamlı ve düşündürücü değerlendirmeler internette dolaşıyor. İbret alınacak, ürpertici değerlendirmeler bunlar. Şimdilik, bir tanesini, kısmen özetleyerek birlikte okuyalım. İbretle, dehşetle ve derin vicdan sızıları duyarak okuyalım:

“Hükümetin Taksim Topçu Kışlası’nı yeniden inşa etme isteğini sadece AVM inşa ederek bazı yandaşlara rant sağlama çabası, halkın buna tepkisini de sadece yeşili korumak olarak görürsek, yaşananları yanlış değerlendirmiş oluruz.”

“Taksim Kışlası, yakın tarihimizde yaşanmış iki olayın simgesidir. Bunlardan ilki, bir gerici ayaklanması olan 31 Mart İsyanı’nda yobazlar, isyanı bu kışladan çıkarak başlatmışlardır. Yani bu kışla, irticanın simgesidir. İkincisi, bu kışlanın İstanbul’un işgali sırasında Fransızların emrindeki Senegalli askerlerin kışlası olarak kullanılırken aynı zamanda, bağımsızlıktan yana olanlara işkencehane olarak da kullanılmasıdır.”

“Topçu Kışlası’nın yeniden yapımının istenmesini sadece yeşil katliamı olarak görmek büyük bir yanlıştır. Yapılan iş, laik ve demokratik Cumhuriyet’e duyulan düşmanlığın simgeleştirilmesidir.”

“AKP iktidarının ilk gününden beri yapmak istediği, laik Cumhuriyet'in izlerini adım adım silmekti ama halk buna izin vermeyeceğini, ‘Yeter artık’ diyerek ortaya koydu. Yeşil elbette çok önemlidir, onun korunması çağdaş insanın görevidir. AKP iktidarının yeşile düşmanlığı sadece Taksim Gezi Parkı’yla mı sınırlı? Atatürk’ün devlete bağışladığı Atatürk Orman Çiftliği’nde yapılan ‘Saray Yavrusu’ için kesilen ağaçlar da bir katliamdır. Dayanışma haklarından olan ‘çevre hakkı’ üçüncü kuşak insan haklarındandır. Elbette ona sahip çıkacağız.”

GERÇEK MUHALEFETİ HALK YAPIYOR

“İktidarın tavırlarının sebebi, laik Cumhuriyet’e, onun kurucularına, laik Cumhuriyet’in baştan beri sadık destekçisi olan insanlara duyulan düşmanca duygulardır. İktidarın bu fütursuzluğunun sebebi dayatmalarına, zorlamalarına karşı ortaya çıkıp ‘Kendine gel, yanlış yapıyorsun’ diyebilecek güçlü bir muhalefetin olmamasıydı ama milyonlar kendiliğinden sokaklara dökülerek güçlü bir halk muhalefetinin varlığını iktidara da muhalefete de gösterdi.”

“AKP iktidarı bilerek ve isteyerek toplumun dikkatini başka noktalara çekip Cumhuriyet’in temel değerlerini tahrip ederken, bir kısım yandaş yardakçı, gerçeği halkın gözünden saklaya-rak, olayları başka noktalara çekerek AKP iktidarına hizmet etmek için birbirleriyle yarışmakta ve Türkiye’nin ileri demokrasiye geçtiği yalanını söyleyebilmektedir. Türkiye’de demokrasi ileri falan değildir. Gelişmiş, ileri demokrasilerin en önemli göstergeleri, tüm özgürlüklerin teminatı olan, bağımsız yargı ve özgür basındır. Bugün Türkiye’de ne özgür basından ve ne de bağımsız yargıdan söz edebilmek mümkündür.”

“İktidarın tek hedefi vardır; o da laik-demokratik Cumhuriyet’i ortadan kaldırmak, tek adam istibdadını hayata geçirebilmektir. Milyonlar, buna izin vermeyeceğini, Atatürk’ün Bursa Konuşması'nın gereklerini yapmaya başlayarak göstermiştir.”
İnanç, bilinç ve ıstırabın direnişi
Günlerdir süren büyük halk direnişindeki ‘kitlelerin öfkesi’ni görüyorum ama ben bu yazıları öfkeyle yazmıyorum. Çünkü ben bu yazıları bir siyasetçi olarak yazmıyorum, bir ilim ve fikir adamı olarak yazıyorum. Aktif siyasetle işimi bitireli yaklaşık dört yıl oldu. Siyaseti bıraktım ama insanlığın ve ülkemin meseleleriyle ilgilenmeyi asla bırakmadım. Bu ve benzeri yazılarımı, işte bu haysiyeti taşıyan bir ilim ve fikir adamının vakar ve sorumluluğu ile yazıyorum. Herkesin ama herkesin yararlanmasını temenni ederek yazıyorum.

Yakın tarihin en anlamlı, en vakur ve en görkemli halk direnişini izliyoruz. Direnişe, şu an itibariyle, on milyonu aşkın insan katılmıştır. Direnişin omurga mekânı olan Taksim’den yayınlanan görüntülere bakıyorum, direnişçi gençler yerlere çökmüş kitap okuyorlar.

Hareket, Taksim Parkı’ veya ‘polisin şiddet kullanmasına tepki’ ile izah edilemeyecek bir anlam ve çaptadır. Belli ki halkın zihninde, ruhunda çok ama çok büyük bir birikim var, sitem var, öfke var. Direnişçi kitlelere bakın, başı türbanlı hanımlar dikkat çekecek kadar çoktur. İktidarın öncelikle ve ivedilikle bunu görmesi gerekirdi.

MODERN FÜTÜVVET TABLOLARI

Ben bu direnişteki bilinç ve samimiyete hayran oldum. Hem hayran oldum hem bu bilinci görerek içimde coşan ümitlerle âdeta kanatlandım. Kargaşa ve karmaşanın üniversiteleri allak bullak ettiği bir dönemde İstanbul gibi bir kentte, biri Hukuk Fakültesi olmak üzere iki fakülte okumuş bir insan olarak söylüyorum: Ben böyle anlamlı, böyle ruhlu, böyle ufuklu ve böyle imanlı bir direnişe ilk kez tanık oluyorum. Katılımcıların bir kısmı namaz kılıyor, öteki bazıları, namaz kılanların çevresinde duvar oluşturarak onları biber gazına karşı korumaya alıyor. Bu insanların siyasal yelpazedeki yerleri tamamen farklı ama bu direnişteki imanları bir ve aynı. Tasavvufta bu ruha, bu bilince fütüvvet denir. Fütüvvet; mert, yiğit, fedakâr gençlerin paylaşım ve dayanışma ahlakı demek.

Direniş, gösteriye katılmanın ötesinde bir ‘suçu’ olmayan bazı gençlerin ölümleriyle de

tarihselleşmiştir. Direniş sırasında sopa darbeleri altında ölen bir genç, Abdullah Cömert “Bu yolda öleceğiz” diyerek can vermiştir. Sıradan bir işçiydi bu genç. İnançlı bir cumhuriyetçi, samimi bir Atatürk çocuğuydu. Cebinde Atatürk resmi taşıyordu.

Uğruna can verdiği değerlere bakarak Abdullah Cömert’in ‘hükmen şehit’ olduğunu söyleyenler görmekteyim. Tarihin diyalektiği, bu tür söylemlere asla ilgisiz kalmaz.

İnternette milyonların okumakta olduğu şu satırlara, direnişi gerçekleştiren kitlelerin sesi olarak kulak verilmelidir kanısındayım:

“Bu direniş, bu halkın isyanı sadece Gezi Parkı için değil, şunlar içindir: 1. Kutlayamadığımız millî bayramlar için, 2. Hapisteki aydınlarımız, gazetecilerimiz için, 3. Yurdumuzu ‘açılım’ adı altında böldüğünüz için, 4. Laikliği yok ettiğiniz için, 5. Halk açlık sınırında yaşarken, sizlerin milyar dolarlarla dünyanın en zengin listelerinde olduğunuz için, 6. Atatürk’e dil uzattığınız için, 7. Size oy verenlere ‘Müslüman’, vermeyenlere ‘gâvur İzmir’li dediğiniz için, 8. Şehitlerimize ‘kelle’, terörist başına ‘sayın’ dediğiniz için, 9. Komşu Müslüman ülkeleri yok etmek için kâfirlerle el ele olduğunuz için, 10. Irak’ta binlerce Müslüman katledilirken sessiz kaldığınız için, 11. Birkaç torba makarna ve kömürle hayatları satın aldığınız için, 12. Gençlerimizi ‘dindar’ ve ‘kindar’ diye ayırdığınız için, 13. En önemlisi, artık sizin kulunuz olmak istemediğimiz içindir.”

Olup bitenler ve olmaya devam edenler, iktidar için bir siyasal bozgundur. İktidar sarhoşluğuna tutulduğu ortaklaşa ifade edilen hükümet de şu ana kadar muhalefet yerine ‘muvafakat’ partisi gibi çalışan partiler de bu bozgunda paydaştır. Siyaseti ‘parti içi kavga sanatı’ haline getiren CHP de paydaştır, ‘vefalı stepne’ gibi köşede bekleyip her sıkışma noktasında iktidarın imdadına koşan MHP de paydaştır. Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz ama modern fütüvvet tabloları sergileyen direniş kitlesi böyle düşünüyor…
Zorbalara karşı çıkmayanlar mümin olamaz!
Zorbalığa ve zorbalara tepki vermeyerek onlara itaati meşrulaştıran, hele bir de bunu dinleştirenlerin Allah’ın düşmanı olduklarını bize öğreten tek kitap Kur’an’dır. İslam ümmetine ve Anadolu halklarına ilk kez bu satırların yazarı tarafından gösterilen bu gerçeğin ayrıntılarını, yeni çıkan ‘Kur’an’ı Tanıyor musunuz?’ adlı eserimden lütfen okuyun.

Tam bu noktada, insanlığın önünde dev bir meşale yakan Zühruf suresi 54-56. ayetleri görmekteyiz:

“Firavun, toplumunu küçümseyip horladı, onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan sapmış bir toplum idiler. Onlar bizi bu şekilde öfkelendirince, biz de onlardan öç aldık; hepsini suya gömüverdik. Onları, sonra gelecekler için bir selef ve bir örnek yaptık.”

Bu ayetleri, tefsir kurallarını (semantik ve hermenötik incelikleri) dikkate alarak değerlendirdiğimizde şu gerçeklerin altını çizmemiz gerekiyor:

1. Firavunların yani diktatörlerin horlayıp ezmesi ile toplumun ona itaati arasında bağlantı vardır. O itaat olmasaydı bu horlayıp ezme de olmayacaktı.

2. Firavunların horlayıp ezmesine isyan yerine itaatle karşılık verilmesi Tanrı’yı öfkelendirir; Tanrı bunun üzerine o itaatçi kitleden intikam alır.

Bu Kur’ansal gerçekler, zulme ve şirke karşı çıkışın ölümsüz önderlerinden biri olan Mustafa Kemal Atatürk tarafından şöyle ifade edilmiştir:

“Dünyada her millet, icraatına ortak olduğu hükûmetin mesuliyetine ortak sayılır.”

Kur’an, bir kitlenin içinden birileri zalimlerle işbirliği yapmadıkça o kitlenin zulüm ve istilaya yenik düşmeyeceğini bildirmektedir. Kur’an, Zühruf 54. ayette kullandığı sözcüğü kullanarak kendisini tebliğ eden Peygamber’e şu emri vermektedir:

“Gerçeği hakkıyla göremiyor olanlar seni asla küçümsemesin/ezip horlamasın!” (Rum, 60)

HZ. MUHAMMED NEYİN SEMBOLÜ?

Mesele gelip gelip şurada düğümleniyor: Hz. Muhammed, özgürlüklerin ve esaret tanımamamın sembolü müdür yoksa daha çok namaz kılmanın, daha görkemli sarık sarmanın sembolü mü? Kur’an, birinci şıkkı onaylıyor. Hz. Muhammed bu şıkka göre yaşadı ve onu miras bıraktı. Emevî, bu mirası yozlaştırıp ‘özgürlüklerin Peygamberi’ni ‘daha çok namaz kılmanın, daha görkemli Arap sarığı sarmanın sembolü’ haline getirdi.

Bu saptırma ve yozlaştırmaya ilk büyük isyan İmamı Âzam Ebu Hanîfe’den geldi. Arap fistanı ile Arap saltanatlarını dinleştirenler, İmamı Âzam’ı ‘namazsız ve isyancı bir din’ kurmakla, ‘ümmeti kana ve kılıca bulaştırmak’la suçladılar. İmamı Âzam, Hz. Peygamber’i özgürlüklerin ve esaret tanımamanın sembolü olarak öne çıkarmanın faturasını başıyla ödedi. Ve İslam tarihi asırlarca Emevî zihniyetiyle yürüdü hâlâ da o zihniyetle yürümektedir.

Ahzâb 57. ayete göre, “Allah’a ve Peygamber’e eziyet edenler lanetlenmişlerdir.” Pey-gamber’e eziyeti anlamakta zorluk çekilmez ama “Allah’a eziyet nasıl olur?” diye sorulmak-tadır. Zühruf 55. ayet bu sorunun cevabını getiriyor: Zulüm karşısında pasif kalarak zalim-lere dolaylı destek vermek, Allah’a eziyet etmektir. Allah bundan öylesine rahatsız ol-maktadır ki bunu bir intikam sebebi sayıyor.

Despotlara itaat, Allah’ı öfkelendiren tek kötülüktür. Hûd suresi 59. ayet bunu, ‘inatçı zorbaların emrine uymak’ şeklinde tanımlıyor.
Islah ve imha
Kur’an ve onun tebliğcisi Hz. Muhammed, birey, toplum ve evren planında daima ıslahı imhaya tercih eder. İlke şudur: Bir şeyin, yenilik adına, ıslah edilerek korunması, imha edilmesinden her zaman yeğdir. Yaratıcı ve erdirici deha, bu işi, birey ve toplum planında en iyi başarabilen ruhtur. Tahrip de kolaydır, sürekli yenilenmeyi durdurup taklidi ilahlaştırmak da. Hem yürümek hem de birikmiş mirası korumak onurlu ama zorlu bir iştir. Birikmiş mirası yeni oluşların malzemesi yapabilmek, büyük mustariplerin erdirici uğraşlarının eseridir. Fikrin ve aydınlığın devi yapabilir bunu.

İmha yerine ıslah ilkesinin ilk uygulama alanı, bireyin dünyasıdır. İlk görünüm, nefsi öldürmeme olarak karşımıza çıkar. Nefs, öldürülmez, dizginlenir, kontrol altında tutulur yani ıslah edilir. Kur’an, ilan eder ki, insanın iç kuvvetleri içinde bizatihi kötü olan yoktur. Kötülük, kuvvetin kullanımı sırasındaki dengesizliklerin, azgınlıkların ürünü olarak ortaya çıkar.

Kur’an’ın tebettülden (Allah’a varmak için zevklerden uzak kalmaktan) bahseden ayeti (Müzzemil, indiğinde bazı sahabîler karılarıyla bir daha yatmamaya başladılar. Kendilerini iğdiş ettirmeyi düşünenler oldu. Bunu duyan Tanrı Elçisi, derhal müdahale ederek girişimleri durdurdu, tebettülü anlamada kendi hayatının örnek alınması gerektiğini belirtti.

Anlaşılan o ki, İslam düşüncesinde ferdiyetin üniversalde eritilip ortadan kaldırılması değil, ferdiyetle üniversalın diyalogu ve kucaklaşması esastır. Kur’an, bu yaklaşımını verirken şöyle diyor: “Allah’a yardım ederseniz Allah da size yardım eder.” (Muhammed, 7)

Sosyal plana geçtiğimizde, imha yerine ıslah ilkesi çok daha geniş boyutlar kazanır. Kur’an, bu alanda da gerçeği zedelemeyen her şeyi korumuş, hatta övmüştür. Kur’an’ın iniş yeri ve ilk muhataplarının barınağı olan Arap Yarımadası’nın cömertlik, misafirperverlik, ahde vefa, cesaret vs. gibi kavramları korunmuş ancak bunlara yeni hedefler kazandırmak için bir ıslaha gidilmiştir. Mirasın, küçük müdahalelerle insan hayatı lehine değerlendirilmesi yerine, inkâr ve tahribini esas almak, erdirici bir yaklaşım olmayacaktı.

Üzerinde olduğumuz ilkenin evrensel boyutta uygulanışı ise Kur’an’da hayranlık verici bir manzara arz eder. Her şeyden önce, insanlık bir bütün sayılmış, peygamberlik kurumu ilk insanla başlatılarak insanlık mirasında bir sürekliliğin esas olduğu vurgulanmıştır. Dinlerin temelde birliği ilkesi diğer din ve nebileri inkâr etmeyi, hatta tenkidi engellemiştir.

İMHA DEĞİL, ISLAH İNKILÂBI

Kur’an, inkâr ve imha inkılâbı değil, birleştirme ve ıslah inkılâbı getirmiştir. Bu özellik sadece Kur’an’ındır. Hatta Kur’an, Yahudi ve Hıristiyanların kendi peygamberlerine yönelttikleri birçok saygısızlık ve ithamı da düzeltir. Ne Musa ne İsa ne Davut, Kur’an’da ulaştıkları saygınlık burcuna Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta ulaşmıyor. Kur’an, peygamberleri, yalnız inkârcılara karşı değil, onlara inananların yozlaştırma ve lekelemelerine karşı da savunur.

Türk toplumuna bakarsak ne görüyoruz? Türkiye, son yüzyıldaki kültür değişmeleri sırasında, imha edilecek olanla, ıslah edilecek olanı birbirine katmanın ne büyük ıstıraplara sebep olduğuna örneklik eden, belki de, bir numaralı ülkedir. Değişme ve sürekli oluşu yakalama adına hoyrat müdahaleler sergilendi. Kabul ve itiraf ederiz ki, taklit ve geleneği tabulaştırma, insanımızın hayatını donma ve kokuşma noktasına getirmişti. Bir müdahale şarttı. Neşter gerekliydi. Ne var ki, neşter, bünyeyi tedavi için değil, imha etmek için kullanıldı. Kavramlar, kurumlar, duygular bırakacakları boşluğun ortaya çıkaracağı ıstıraplar düşünülmeden yok edildi.

Kaybedilen denge noktasını arayışın acıları içindeyiz. Dileğimiz ve gayretimiz, o noktayı mutlu bir şekilde yakalamak ve insanımızın acısını dindirmektir. Umarım, başarılı oluruz.
“Topçu Kışlası ısrarı neden?"
Bugün, önemli mektuplardan seçmeler yapacağım. Önce Mustafa Acer’in mektubu:    

“Topçu Kışlası 1780 yılında yapılmış, hiçbir mimari özelliği olmayan bir yapı. Bu yapı, çevrenin görüntüsünü bozduğu için 1940 yılında yıkılmış, yerine Taksim Top Sahası yapılmış, daha sonra da gezi parkı olarak düzenlenmiş. Şu ana kadar, düzenli bir park haline getirilmemiş olması İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kusurudur. Gezi Parkı’nı bakımsız bırakma amacının; Topçu Kışlası yapılmasına zemin hazırlamak olduğu anlaşılmaktadır. AKP nazarında Topçu Kışlası'na neden özel bir değer veriliyor?”

“Topçu Kışlası tarihte iki önemli kara leke taşımaktadır:

1. Bu kışladan alaylı bir çavuş önderliğinde, zamanın hükümetine ve padişaha başkaldıran bir grup asi, 31 Mart 1909’da ‘Şeriat isterük’ diyerek isyan çıkarmış, her tarafı yakıp yıkmış, milletvekillerini ve okullu askerleri öldürerek her yeri talan etmişti. Bu isyanı Selanik’ten gelen Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu 10 Nisan’da bastırabilmişti.

2. Bu kışla, İstanbul’un işgal yıllarında (1919-1922), İngiliz birliklerinin karargâhı olarak kullanılmış ve Türk aydınlarına işkence yapılan bir merkez olmuştur.”

“Bu nedenle mi AKP; Topçu Kışlası'nı canlandırıp tarihin kara lekesini ortaya çıkarmak istiyor. Topçu Kışlası'nı Şehir Müzesi yapacağız diye hazırladıkları projeleri anlatmaya çalışıyorlar. Demek ki, AKP bu ülkenin tarihine ihaneti bu müzede sergilemeyi düşünüyor. İstanbul’da Şehir Müzesi yapacak mekân mı kalmadı?”

“Muhalefet, Topçu Kışlası’nı inşa girişiminin bu ülkenin tarihine ihanet olduğunu, Topçu Kışlası'na karşı olduğunu neden açıklamıyor? Muhalefet bu olaylara müdahil olamamış, gençliğin duyarlı itirazına destek vermemiştir.”

“KUR’AN’I OKUYARAK DÜNYAMI DEĞİŞTİRDİM.”

Deyvit Tennınt adlı okuyucum, Kur’an’a verdiğim hizmetlerden mutluluk ve onur duymama katkı sağlayan şu satırları yazıyor:

“Sizin gibi bir dehanın çağında yaşamaktan ve bilgi ve ışığından faydalanıyor olmaktan çok mutluyum. Sizi tanımadan önce tutucu bir ailenin deist  kızıydım. Hurafenin yuttuğu İslam’ı beynimde reddetmiştim. Siz, hurafeleri birer birer yıkıp Kuran’ın ışığını saçtınız. Hayatımdaki çeşitli cehennemlerden ‘Kur’an Meali’nizden aldığım güçle kurtuldum. Allah’ın bizlere gönderdiği mucizeye sizin sayenizde kavuştum.”

“Çok aydın, çok yücesiniz. Mâûn suresi suçlularına, şirke batmışlara karşı net tutumunuza, haklılığınızı cesaretle ifade etmenize hayranım. Bugüne kadar ne söylediyseniz noktasına, virgülüne kadar benimsedim. Siz, yaşadığım çağın kahramanısınız. Allah sizden razı olsun!”
BU SİTEM ÇOK AĞIR!

Muzaffer Demircan, çok ağır sitemlerle dolu bir mektup yazmış;

“Tüm sosyal akışı, tüm dinsel yaşayışı derinlemesine takip ediyorum. Bu toplum tüm değerleri, dini de dibine kadar bir riya bataklığında yaşıyor. Din, nötr olmayan tek olgu. Yani ya yapacak ya yıkacak. Din, bugün, birilerinin elinde negatif kutupta işletiliyor ve kötülük üretiyor.”

“Yaşar Hocam, ben bu toplumun artık bir halt olacağına, toparlanabileceğine, aklını işleteceğine inanmıyorum. Bu toplumun, kredilerini bitirdiğini ve artık çok kötü bir hezimet ve lanet sürecine girdiğini düşünüyorum. Allah’ın, İsrailoğulları’na gazabı bunun yanında çok küçük kalacak.”
Özgürlük direnişinin getirdikleri
Türk tarihinde, vakar ve nezahet bakımından eşi hiç görülmemiş bir halk hareketi  olan Tak-sim Özgürlük Direnişi, neler getirdi? Günlük siyasetin üstüne çıkarak baktığımızda bu özgür-lük direnişinin getirdiklerini, ana başlıklar halinde şöyle sıralayabiliriz:

1. İnsan hakları, insan onuru, özgürlük gibi ölümsüz paydalarda birleşilebileceğini gösterdi. Ve dinli-dinsiz, dinci-dindar ayrımından doğan kırılmayı sona erdirdi. Öyle bir hareket-ti ki bu, namaz kılanların polisin sıktığı biber gazından zarar görmemeleri için namaz kılmayanlar onları korumaya aldı. 
2. Dinci yobazla dinsiz yobaz siyasetlerinin ortaklaşa kotardıkları dindar-laik ayrımının yarattığı kırılmayı sona erdirdi. 
3. Haçlı kodamanların tezgâhlayıp Türkiye’ye soktukları türbanlı-türbansız ayrımının yarattığı kırılmayı sonlandırdı. Başı örtülü hanımlarla başı açık hanımlar omuz omuza yürüdü, balkonlardan aynı anda tencere tava çalarak özgürlük taleplerini dile getirdiler. 
4. Allah ile aldatmanın nasıl bir bela olduğunu ve bu zehirli belanın günümüz dinci siyasetleri tarafından da acımasızca nasıl kullanıldığını göstererek asırlardır Allah ile aldatılan Anadolu halklarının çok hayatî bir konuda uyanışına ciddi bir katkı sağladı. 
5. ‘Zulme karşı birlik bilinci’ eylemle dönüştürülerek kitlenin önüne kondu. Kur’an’ın en hayatî mesajlarından biri olan “Zalimlerden başkasına düşmanlık yapılmayacaktır” (Bakara, 193) buyruğu küresel ilgiye konu olacak çap ve ihtişamda temsil edildi. 
6. Dinin mühür fikir olduğu bir coğrafyada, hiç kimsenin dine kayıtsız kalamayacağını, böyle bir kayıtsızlığın kitle için felaket olacağını canlı örneklerle aydınlara, özellikle dini bir kenara itmeyi meziyet sanan ‘Türk solu’na ayan beyan gösterdi. 
7. Saltanat dinciliğinin temel sermayesinin riyakârlık ve iftira olduğunu halkın açıkça görmesini sağladı.  
8. Niyet ve amaç temiz olduğunda en büyük katılımlarla gerçekleştirilen direniş eylemlerinin bile en küçük bir şiddete başvurmadan gerçekleştirilebileceğini gösterdi. On milyonu aşkın insanın katıldığı direniş, bu yapısıyla da Türk eylemler tarihinde bir ilk olmuştur. Eylemcilerin en küçük bir şiddetine tanık olunmamıştır. Kendilerine acımasızca zehirli gaz sıkan polislere bile şiddet göstermemişlerdir. 
9. Hareket boyunca en küçük bir talan, hırsızlık ve yağma görülmemiştir. Gazeteci Can Ataklı’nın konuşmasını izledim, şöyle diyordu: “Teşvikiye’de polisin saldırısı üzerine can havliyle kaçan direnişçilerin bu kaçışları sırasında lüks bir ayakkabı mağazasının camları kırılmıştı. O mağaza, o gece boyunca o şekilde girilmeye müsait halde durmuş ve hiçbir eylemci içeri girip bir tek mala elini sürmemiştir. Böylesine nezih bir direniş bugüne kadar görülmedi.” İşte bunun içindir ki, biz bu hareketi bir tür ‘fütüvvet hareketi’ olarak gördük. 
10. Direniş, tarihimizde örnekleri olan imece ruhunu yeniden canlandırıp örneklendirdi. Eylemcilerin tüm harcamaları ortak bir kese oluşturularak oradan yapıldı. Katılımcılara hediye edilen kitaplar, sular, poğaçalar vs. hep bu imece ile sağlanan ortak keseden satın alındı.

Yazar  Zeki Sarıhan, Taksim Direniş Hareketi’ni, yakın tarihimizin 7 büyük toplumsal patlamasından biri olarak gösteriyor. Birinci patlama: 1908 Hürriyet Hareketi, ikinci patlama: İstiklal Harbi, üçüncü patlama: DP’nin  Demokrasiye Geçiş Hareketi, dördüncü patlama: 1960 Sonrası Devrimci Ayaklanma, beşinci patlama: Refah Partisi’nin İslamcı Hareketi, altınca patlama: Kürt Hareketi, yedinci patlama: Gezi Parkı Odaklı Özgürlük Hareketi.
Der Spiegel Dergisi'nin gösterdikleri
Dünyanın ve Almanya’nın en etkili basın organlarından biri olan Der Spiegel Dergisi, tarihinde bir ilke imza atarak, bu haftaki kapağında Türkçe başlık kullandı ve bununla da yetinmeyerek 10 sayfalık bir Türkçe ek verdi. Der Spiegel’in dünya önünde yaptığı işin mahiyet ve ihtişamı, kapağa yerleştirdiği şu Türkçe pankartta kristalleşiyor:

“Boyun eğme!”

Pankart, Özgürlük Direnişi’ne katılan bir genç kızın iki eliyle tutup göğsüne dayadığı bir tabela. Yaratılan imajın unsurları çok vurucu: Gençlik, onun boyun eğmeme iradesi ve bu iradenin dünyaya ilan edilmesi…

Der Spiegel’in kapağı, sadece Alman dehasını belgelemiyor, evrensel değerlerin en ölümsüzlerini bir karede özetleyebilmek gibi büyük bir gazetecilik dehasını da belgeliyor.

Şimdi biz, Kur’an mümini aydınlardan bekleyip de göremediğimiz bu isabetin kısa bir tahlilini yapalım; Der Spiegel’in kapak yaptığı fotoğraftaki Kur’ansal kodları okuyalım. Okuyalım da, asırlardır mezarlığa hapsettiğimiz Kur’an’da neler var ve nasıl oluyor da o mesajları, iki yüz metreye bir cami diken ‘Müslümanlar’ (!) değil de ‘gâvur’ nüfus kâğıdı taşıyanlar fark ediyor sorusuna cevap bulalım. Önce, şu “Gâvur kim?” sorusuna bakalım.

ESAS GÂVUR KİM?

“Gâvur kim?” sorusuna asırlardır verdiğimiz cevapların, esas gâvurları saklayıp korumaya yönelik oyunlardan ibaret olduğunu da ben Kur’an’dan öğrendim. Ve öğrendiklerimi insanlıkla paylaşmak için ‘Kur’an’ı Tanıyor musunuz?’ kitabımı yazdım. Binlerce hakaret ve iftiraya, otuz yıllık çileye aldırmadan gece gündüz çalışarak yaptım bunu… Ruhum, vicdanım ve imanım için yaptım. Lütfen, ömürlük bir çalışmayla vücuda getirilmiş o kitabı, o ‘ezberletilmişleri yerle bir eden kitap’ı okuyun ve okutun.

Ülkemizde yaşananlar gösteriyor ki, o kitap ve onun öncüleri olan ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu, Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı, Allah ile Aldatmak, Şirk, İmamı Âzam’ kitapları ciddiyet ve sabırla okunmadan, içine itildiğimiz yıkıcı bunalımı aşmak asla mümkün olmayacaktır. Aksini düşünenlerin hesapları ters çıkmış ve Türkiye bu hesap hatası yüzünden katranlı ve zehirli bir kaderin girdabına yuvarlanmıştır. Özgürlük Direnişi belki de bu gerçeğin fark edilişine verdiği katkıyla tarihselleşecektir.

Mezarlık kitabı yaptığımız Kur’an’ın devrim mesajlarından biri de onun şu buyruğunda saklıdır: Yanlışa, özellikle zulme boyun eğme, aksi halde, abdi memlûk (elden ele dolaşan köle) haline getirilirsin.

“Boyun eğmeyin!” buyruğu, Kur’an’ın devrimler yaratan temel buyruklarından biridir. Zühruf suresi 54-56. ayetlerde gösteriliyor ki, eski Mısır Firavunları da dahil, bütün zorbalar ve diktatörler, kendilerine itaat edenler tarafından yaratılmışlardır. Bu yaratmada dahli olan kitleleri veya ekipleri Kur’an, ‘Allah’ın intikam alacağı düşmanlar’ olarak tanıtıyor. İslam tarihinde zulümle mücadelenin öncüsü olan İmamı Âzam (ölm. 150/676), işte bu Kur’ansal gerçeği dillendirdiği için Arabizmin kahrına uğradı, dinsiz-imansız-hain ilan edildi. 25 yıl Arabizm zindanlarında çile çektirildikten sonra zehirlenerek katledildi. Onu şehit eden zihniyetin takipçileri şimdi ona ‘İmamı Âzam Efendimiz Hazretleri’ diyor. Acaba neden? Onu kullanarak yaşayan imamı âzamları etkisiz hale getirsinler diye. Eğer bunların İmamı Âzam’a gerçekten saygıları olsaydı yaşayan imamı âzamlara kötülük etmezlerdi.

Biz İmamı Âzam bağlıları, ona saygımızın bir ifadesi olarak onun ölümsüz söylemini tekrarlayalım: “Bütün zulüm saltanatları, bütün yalan ve talan siyasetleri ‘Boyun Eğmeyin!’ buyruğunun göz ardı edilmesi yüzünden başarılı olmuştur.”

Ayrıntılar için ‘Kur’an’ı Tanıyor musunuz’ kitabının XXXII. faslını okuyun.
Direnişleri Kur'an'dan bakarak okumak
Kur’an’a göre her şey, her olay Allah’ın ayetidir. Tümü okunmalı ve tümünden ibret alınmalı. İbret almak yerine ayetlere kafa tutmak Allah’ı karşısına almaktır. Ayetleri okumak ve ibret almak için ‘ufkun ötesini görebilen göz’e sahibi olmak gerek. Kur’an şöyle diyor: “Artık ibret alın, ey gözleri olanlar!” (Haşr, 2)

Yakın tarihle ilgili araştırmalarından tanıdığımız Zeki Sarıhan, direnişi, farkında olarak veya olmayarak, Kur’an’ın talepleri yönünde okuyor. Şöyle diyor:

“Halk hareketleri en büyük eğiticidir. Taksim Direnişi, en başta ona katılanlar olmak üzere bütün halka, hatta kısmen dünya halklarına pek değerli dersler vermiş olmalıdır. Bunun içindir ki çoğumuz “Gezi Direnişinden sonraki Türkiye, Gezi Direnişinden önceki Türkiye olmayacaktır” diye yazıp söyledik. Bu olayların bize öğrettiği, büyük bir derstir ve bilinçlerimizde büyük bir sıçrama yaratmıştır.”

“Adına artık Gezi Parkı veya Taksim Direnişi yerine Haziran Devrimi dememiz gereken bu direnişten çıkarılacak ilk ders, yaratıcı gücü harekete geçmiş olan yığınların önünde hiçbir kuvvetin duramayacağıdır. Onlarla zalimlerin hiçbir kuvveti başa çıkamaz. Tarihi yapan biricik güç, bir avuç siyasetçi, bir komutan veya bir para babası değil, halktır. İnsanlık tarihinde en büyük sıçramaları hep halk kitleleri yapmıştır.”

Sarıhan’ın okuyuşu dünyanın okuyuşuyla da örtüşmektedir. Direnişler dışta ve içte böyle okunurken, eylemleri en iyi şekilde değerlendirmesi beklenen Sayın Başbakan, tam tersi bir tavır sergileyerek direnişleri bir tür ‘rakip siyasal hiziplerin posta koyuşu’ olarak görüyor. Böyle gördüğü için o da ‘karşı posta koyuşu’nu sergilemekten çekinmiyor. Bu arada iki milyarı aşkın Müslümanın dinini de posta koyuşuna vasıta yapıyor. Erzurum mitingindeki, Allah ile aldatmada rekor sayılabilecek şu sözlerine bakın: “Erzurum'da yer Allahu Ekber’dir, gök Allahu Ekber’dir, dağ Allahu Ekber’dir. Bu Allahu Ekber’i hiç kimse sarsamaz. Onlar tweetlerle, facebooklarla saldırsınlar… Hepsi bir araya gelsin, üzerimize yürüsünler. Biz ‘Ya Fettah!’ der, bu tezgâhların hepsini altüst ederiz. Millet en başından itibaren bu oyunu gördü.”

Allahu Ekber, insan haklarını bastırma aracı yapıldığında hayra değil, şerre vasıta olur. Hep öyle olmuştur. Unutmayalım, Sivas’ta 38 insanı Neronik bir canavarlıkla diri diri yakanların attıkları naranın esası, ‘Allahu Ekber’ cümlesi idi.

Lütfen, artık insaflı olalım!

ADİL HACIÖMEROĞLU’NUN MEKTUBU
“Türkiye’de Gezi Parkı direnişleri başladıktan birkaç gün sonra Brezilya’da halk sokaklara döküldü. Burada da gösterilerin başrolünde gençler var. Cumhurbaşkanı Dilma Rousseff, gençler haklarını aradıkları için onlarla gurur duyduğunu söylemekte. Rousseff, gösterilerden bir gün sonra şu açıklamayı yapıyor: “Hükümetim, değişim isteyen sesleri duyuyor. Dünkü gösteriler, demokrasimizin ne kadar güçlü olduğunun kanıtıdır.” 
“Gezi Parkı direnişi başladığından beri Tayyip Erdoğan, göstericilere söylenmedik kötü söz bırakmadı. Milyonlar ayakta. Başbakan onları marjinal, illegal gruplar olarak görüyor. ‘Çapulcu, ayyaş, kökü dışarıda, terörist’ nitelemeleri her tümcesinde var. Göstericileri, İslam karşıtı gibi göstermesi ise bir kışkırtma. Baştan itibaren kendi seçmenlerini direnişçilerle çatıştırmanın peşinde. Yandaş medya da kraldan çok kralcı kesilmekte. İftira yarışında, iktidar partisinin önüne geçmiş durumda.”

“Brezilya’daki göstericilerin bazılarının ellerinde Türk bayrakları var. Dillerinde Gezi Parkı direnişiyle simgeleşen sloganlar… Bunları kötüye yorup göstericilere “Kökünüz dışarıda!” diyen bir devlet başkanları yok! Dünyada hak aramak için yapılan tüm direnişlere saygı ve sevgi var.”
Hava ve su, özgürlük ve laiklik
Bu satırların yazarı, ömrünü Kur’an’a hizmete adamış bir Kur’an mümini olarak şunu bütün açıklığıyla görmüş ve o gördüğünü itirafı bir insanlık borcu bilmiştir: İnsanın maddî varlığının devamı için hava ve su neyse, manevî varlığının devamı için de özgürlük ve laiklik odur. Laiklik, özgürlüğü otomatik olarak içerdiğinden, laiklik sözcüğünü kullandığımızda buna özgürlük sözcüğünü eklemek zorunlu değildir.

Bugün artık, özgür bireyin varlığını mutlu ve onurlu bir toplumun olmazsa olmazı bilenler şunu kabul ve itiraf etmişlerdir: Laiklik olmadan ne gerçek anlamıyla dinsel hayat mümkündür ne de demokrasi. Mümkün olacağını iddia edenler ya kendilerini aldatan zavallılar veya halkı Allah ile aldatan dincilik tezgâhtarlarıdır.

Haçlı Batı (ABD ve AB) kodamanları, yıllardan beri, “Laikliksiz bir demokrasi olabilir” yalanıyla Müslüman kitleleri, özellikle Türk halkını aldatıp emperyalist emelleri istikametinde sömürmeyi esas aldılar. Atatürk mirasını çökertme beyinsizliği bu aldanışın ürünüdür. Fa-kat gelinen noktada Batı gördü ki, Müslüman dünyayı bu aldatmayla sömürme siyasetleri, kaşıkla verdiğini kepçe ile geri almaktadır. Laikliğin Müslüman dünyada, özellikle Türkiye ve Mısır’da çöküş sürecine girmesi, Batı’yı ciddi biçimde tedirgin etmiş olacak ki, “Laiklik olmadan da demokrasi olabilir” hezeyanına Batı’da da isyan başlamıştır. Türkiye’deki Taksim Direnişi ile Mısır’daki Tahrir Direnişi biraz da Batı’daki o isyanın rüzgârıyla vücut buldu.

ÜLSEVER'İN MÜTHİŞ YAZISI

Yurt yazarı Cüneyt Ülsever arkadaşımız, ‘Laiklikte ısrarlı olmayan demokrasi teorisi çöktü’ başlıklı yazısında laiklikle demokrasi, huzur ve mutluluk arasındaki kaçınılmaz irtibatı çok güzel anlatmıştır. Ona göre de, “Laiklikte ısrarlı olan demokrasi laiklikte ısrarlı olmayan demokrasiyi kovacaktır.” (Yurt Gazetesi, 2 Temmuz 2013) Ülsever şöyle diyor: “Müstebit, doğası gereği, laiklikte ısrarlı olmamayı giderek laik hayat tarzının mutlak bir reddiyesi, hatta muhafazakâr (Kur’an’a göre müşrik demek. YNÖ) hayat tarzının dayatılması olarak algılamaya başladı. Türkiye’de gençler Gezi Parkı’nda direnişe geçmeselerdi, laik hayat tarzını benimseyenler, mağlubiyetin elzem olduğuna iman etmeye başlayacaklardı. Bugün iki ülkede (Mısır ve Türkiye’de) de halkın önemli bir bölümü ayakta. Laiklikte ısrarlı olmayan demokrasiyi yerle bir etmeye çalışıyorlar. Müslümanların mutlak çoğunlukta olduğu her iki ülke de laikliğin tadına varmış ülkeler. Müstebit Hüsnü Mübarek bile laik hayat tarzını benimseyenleri şerî hükümlerle yönetmeye kalkanlara karşı korumaya çalışmıştı.”

“Bu kitleler laikliğin, esasında özgürlük demek olduğunu, laikliğin, demokrasinin ayrılmaz bir parçası, laiklikten taviz veren demokrasinin ise bir safsata olduğunu, kendilerine ‘laiklikte ısrarlı olmayan demokrasi’ dayatılmadan önce tam fark edememişlerdi. Laikliğin tadına bir kere varanlardan laikliği artık esirgeyemezsin.”

“ABD, Recep Tayyip Erdoğan’ın gerçek yüzünü son bir yılda gördü. Şimdi de gerçek Mürsi ile tanışıyor. Dahası, ABD, laiklikte ısrarlı olmayan demokrasinin bir model olarak hayata geçirilemeyeceğini anladı. Kitleler bu gerçeği ABD’ye kafasına vura vura öğretiyor.” (Yurt Gazetesi, 4 Temmuz 2013)

Şöyle veya böyle, laikliğin çöküşüyle, hatta sulandırılmasıyla doğacak zararın, hiçbir siyasal ve ekonomik çıkarla telafi edilemeyeceğinin Batı tarafından anlaşılması insanlık adına büyük bir kazançtır. Umalım ve dua edelim, Batı bu noktada yeni bir ‘görevimiz tehlike’ oyunu ile Müslüman dünyaya karşı yeni şeytanlıklar tezgâhlıyor olmasın!
Taksim ve Tahrir’in gösterdikleri
“Laiklikte ısrarlı olan demokrasi, laiklikte ısrarlı olmayan demokrasiyi kovacaktır.” Cüneyt Ülsever’in ifadesiyle, Tahrir ve Taksim meydanlarının söylediği budur. (Yurt gazetesi, 2 Temmuz 2013)

Tahrir meydanını yüz binler doldurdu. Müslüman kardeşler merkezi işgal edildi. Ve hemen ardından Mürsi gitti. 24 Mayıs 2012 günü seçilmişti, 2013 Haziran’ında gitti. Yani yönetim ömrü bir yıl sürdü. Mürsi’nin yetkilerini devralan Mısır ordusu, ülkeyi yeniden seçime götürecek. Mürsi’nin ordunun müdahalesine karşı çıkış çağrısı ise halktan sadra şifa bir olumlu yanıt alamadı. Olup bitenler, gazeteci-yazar Merdan Yanardağ’ın şu tespitinde kristalleşiyor: “Mısır’da Mürsi ile birlikte 60 yıllık İhvanul Müslimîn efsanesi de çöktü. Sünnî siyasal İslamcı hareketin işbirlikçi, ilkesiz ve oportünist çizgisi bir şekilde iflas etti.” (Yurt gazetesi, 4 Temmuz 2013) 

Mürsi, iktidardan indirilişi üzerine yaptığı açıklamada bütün dinci siyaset kodamanlarının sergilediği ikiyüzlülüğün yeni bir örneğini veriyor: Kendisinden önceki devlet başkanının koltuğunu kaybetmesinde de dahli olan ordunun kendisine karşı gösterdiği tavrı ‘darbe’ olarak niteliyor. Oysaki aynı ordunun,  Mübarek’in gitmesindeki müdahalesini ‘devrim’ olarak nitelemişti. 

Saltanat dincisi zihniyet, dünyanın her yerinde böyledir. Hukuktan siyasete, demokrasiden dine bütün kavramları kendisi söz konusu olduğunda över, başkaları söz konusu olduğunda ‘Allah’ın egemenliğine müdahale’ sayarak dinsizlik diye damgalar. Bakın, Türkiye dinciliğinin önde gelen siyasetçilerinden bazıları, Mürsi dinci despotizmine karşı ayaklanan Mısır halkını ikiyüzlülükle itham ediyor. (bk. 4 ve 5 Temmuz 2013 tarihli gazeteler) Aynı kitle, Hüsnü Mübarek despotizmine karşı ayaklandığında devrimci ve makbul oluyor, Mürsi despotizmine karşı ayaklandığında ikiyüzlü oluyor.  

Bunların ikisi de devrim, arkadaş, ikisi de! Artık bunları öğrenin. Mürsi, bir ‘demokrasi illüzyonu’yla iktidar olmuştu. Mısır halkının yüzde 51’inin katıldığı bir seçimde çoğunluğun oyunu aldı. Aldığı oyların Mısır halkının tümüne nispetle oranı yüzde 24.78. Bu bir demokrasi illüzyonudur. Bu illüzyonla gelenlerin kitleye hayır getirmesi mümkün değildir. Bilin ki, seçim illüzyonuyla iktidar olmuş bütün despotlar, bugün veya yarın, gidecekler. Ve bu gidişi sağlayan hareket, devrim olacak. Kur’an bu noktada hiçbir şiddet ifade etmeyen ‘inkılap’ kelimesini kullanır ki, devrim sözcüğünün Arapçası olduğu, herkesin malumudur.  ‘Kur’an’ı Tanıyor musunuz?’ adlı eserimden birkaç satır alarak tanıtayım:

“Kur’an, inkılabı, inkılapla aynı kökten isim ve filler kullanarak, zulme ve zalime karşı direnmek ve bu direncin sonucunu almak olarak gösteriyor. İnkılap, Kur’an’ın temel ve biricik düşmanı olan zulme karşı çıkışın hem kurumu hem de yöntemidir. Bu anlamda olmak üzere, Kur’an’ı zalimlere karşı bir inkılaplar ve direnişler kitabı olarak tanımlayabiliriz. Temel beyyine şudur: “Zulmedenler, hangi inkılaba uğrayıp baş aşağı döneceklerini yakında bilecekler.” (Şuara, 227)

O halde, halk istemeden hiçbir despot gitmez, götürülemez. Halkın istediği ve yaptığı ise darbe değil, devrimdir. Gerçek şu: Mürsi, görünüşte demokratik bir yolla geldi ama demokrasiye inanmadığı, demokrasiyi esas amacına ulaşmak için istismar ettiği için çok kısa sürede çöktü, yerle bir oldu. Demek ki, şeklî anlamda bir ‘seçim’in yapılmış olması demokrasi demek değildir. Gerçek bir demokrasiden söz edebilmek için laiklik tam anlamıyla var olmalıdır. Demokrasi, laiklik olmadan yaşayamaz. Mısır’da olamadı, Türkiye’de de olamıyor, olamayacak. Haziran direnişleri (veya devrimi), olamayacağının tartışılmaz belgesidir.
Doymazlığın sefaleti üstüne
Dincilik, Allah ile para yan yana geldiğinde tarih boyunca hep parayı tercih etmiştir. Bunun için, bendeniz, insanlığa ve özellikle bu millete yıllardır şunu söylüyorum: Dinciliğin Allah’ı, Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in tanıttığı Allah değildir. Onun Allah dediği, Prof. Salih Akdemir’in muhteşem tespitiyle, ‘adına Allah dedikleri bir puttur.’ Nitekim Kur’an’ın en kuduz düşmanları olan Mekke müşrikleri de ‘Allah’ı baş ilah saymaktaydılar. Dincilik, çıkar putunun adını neden Allah koymuştur? Aldatmaların en kahpesi olan ‘Allah ile aldatma’ tezgâhını rahat işletebilsin diye.

Kur’an’ın, “Sakın aldatan sizi Allah ile aldatmasın!” buyruğunun erdirici ihtişamı üzerinde şimdi bir kez daha düşünün.

Aldatma aracı yapılan Allah, Kur’an’ın Allah’ı olamaz. Bütün mesele, bu Kur’ansal tespitin sırrına varmak, gereğini yapabilmektir. Ya gereğini yapar kurtulursunuz ya da savsaklamaya gider belanızı bulursunuz. İslam dünyasının bulduğu gibi…

Evet, dincilik parayı hortumlama fırsatını yakaladığında onun ne dini kalır ne imanı, ne namazı kalır ne niyazı. O mucizeler mucizesi Mâûn suresi neden parayı öne çıkaranların kıldıkları namazların lanetten başka bir şey getirmeyeceğini hükme bağlıyor, hiç düşündünüz mü? Ve neden o mucize sure, kamu mal ve imkânlarını hortumlayanları dini inkâr etmekle suçluyor? Bu sorunun cevabı bilinmeden hiçbir coğrafyada huzur bulmak mümkün değildir. Ben, ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’ adlı o kıyametler koparan eserimi bunun mümkün olmadığını göstermek için yazdım.

Ben, Mâûn suresinden ruh ve ilham almış bir insan olarak bunları biliyordum ve dincilik ekiplerinde din, iman, haya, merhamet, hakka saygı gibi insanı insan yapan değerlerin aranamayacağında hiçbir kuşkum yoktu. Nitekim zaman bu düşüncemi doğruladı. Ama Atatürkçülük, laiklik, çağdaşlık, özgürlük adına yıllarca nara atmış, bu naralarla servet kodamanı olmuş medya patronlarıyla bazı Atatürk meddahlarının ömür boyu sığındıkları kaleleri hiç tınmadan ve kendi elleriyle birer birer teslim edeceklerini aklımın ucundan geçirmezdim. Bunların en önde gidenleri, ihaleler ve krediler için hatta haram servetlerinde takip ve tacize maruz kalmamak için dinciliğin hizmetkârı olmakla kalmadılar, eski kredi kaynakları Atatürkçülüğe karşı tavırlar sergilemeye başladılar. Yani usta bir kıvırmayla Atatürk ile aldatma modundan çıkıp Allah ile aldatma moduna girdiler.

Mehmet Akif, bu tipi kendine yakışan bir şiir dehasıyla şöyle tanıtıyor: “Şimdi Allah’a söver, sonra biraz bol para ver, Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder.”

Bir zamanlar mal ve para uğruna bilcümle İslam dışı kişi, akım ve ideolojilere hizmetkârlık eden Karunlar, bir gün geldi, o burun kıvırarak baktıkları İslam’ın en yozlaştırılmış şeklinin ticaretini yapan Mâûn mücrimi riyakârların önünde kulluk arz etmek için sıraya girdiler. Ve sonra, nimetlerini tepe tepe kullandıkları bu ülkenin yarınları için bir şeyler yapmak yerine yeni imkân odaklarının şehvetini okşamak için seferber oldular.

Düşünün, ABD’den yayın yapan CNN International, Taksim Direniş Hareketi’ni canlı yayınla verirken, İstanbul’dan yayın yapan ‘merkez medya’ unvanlı sistemin kanalları penguenlerle ilgili belgeseller, yemek tarifleri ve yaşı geçmişler arasında çöpçatanlık programları yayınlıyorlardı. ‘İnsanlık değerleri’ lügatinde bu tavrın adı nedir?
Mektuplardan seçmeler
Semih Duran yazıyor: “HER yerinden oluk oluk pislik akan bir ülke. Onun dini olan İslam da hezimete uğramış. Bize yaşatılan sözde İslam’ın yalan üzerine kurulduğunu sizin kitaplarınızdan öğrendik. Sizlere ne kadar teşekkür etsek azdır. Alllah sizden binlerce kez razı olsun! Bizi bu gelenek ve hurafe dininden tutup çıkarttınız. Kuran'ın dediği gibi, bizi bu çukurdan akıl ve ilim çıkaracak ama bu millet akıldan uzaklaşıyor, geleneğe batıyor, kurtuluşu bulamıyor, göremiyor. Bana bunu siz gösterdiniz.” 
“Bilmediğimiz İslam’ı bize tekrar öğrettiğiniz için size binlerce kez teşekkür ederiz. Henüz 21 yaşında olan ben, sizin kitaplarınızı okumasaydım belki ömrüm dinden uzak, bomboş bir ha-yat olacaktı. Bu yaşımda bunu fark ettiğim için çok da geç kalmadığımı gördüm. Okudukça okuyorum artık. Artık benim hayatımda akıl komutan. Müthiş bir âlimsiniz. 21. yüzyılın dünyada İslam bilgesi sizsiniz.  Allah sizden razı olsun.”

Mushfiq Shukurov, Anar Muharremov, Vasif Memedov, Tural Muharremov, Ismail Kengerli, Baba Suleymanov, Fuad Memedov, Emil Bedelov Azarbaycan’dan yazıyorlar. Azeri şivesini Anadolu Türkçesi’ne uyarlayarak veriyorum: “Azerbaycan’dan Sumkayit şehrinden bir grup takipçiniz olarak yazıyoruz. Her sözünüzü kalbimize işliyoruz. Azerbaycan’da sizi anlayan insanları gördüğümüzde kardeşlerimizi görmüş gibi oluyoruz. Sizi anlamak bir idrak haline gelmiş bulunuyor. İlahî bilginin izlerini takibe gayret ediyoruz. Daha çok düşünmeye uğraşıyoruz. Sizi bir yıl önce keşfettik. Sözleriniz yolumuza destek oldu. Namazı halka işkenceye dönüştürmüşler. Dini bir zulüm gibi takdim ediliyorlar. Sizin mücadelenizi görüyoruz. Allah razı olsun. Karşınızda baş eğiyoruz. Allah sizi korusun!”

Burak İnce yazıyor: “ŞİRK adlı kitabınızı aldım. Okuduğum en muhteşem kitap. Daha fasıl başlıklarını okur okumaz bile insanın ruhunda kapanmaya yüz tutmuş kapılar etkileyici bir biçimde açılmaya başlıyor. Ben 19 yaşındayım. Sizi iki yıldır takip ediyorum. Siz başka bir şeysiniz. Aklımı hiç bu kadar sorgulayıcı ve aktif bulmamıştım. İki yılda yepyeni bir beyin ve kişilik inşa ettiniz bende. Ne kadar teşekkür etsem azdır.”

Ali Dilaver yazıyor: “Ben 25 yaşında, üniversite öğrenimini yeni tamamlamış biriyim. Bugüne kadar merak ettiğim konularda Kur'an’a baktım. Ne zaman sizi televizyonda görsem veya gazetede yazınızı okusam hep aklıma şu geldi: Bana verilen aklı niye bu kadar az kullanıyorum? Dinin temelini oluşturan asıl şeyi anlamama yardımcı olduğunuz için çok teşekkür ederim.”
“Hiç kimseden korkmayıp doğru bildiğinizi bizimle paylaşma lütfunu gösterdiğiniz için, bazı kesimler tarafından birçok karalamaya maruz kalmanıza rağmen hâlâ dürüst ve onurlu olduğunuz için çok teşekkür ederim. Ben bu vatanın bir genci olarak sizin gibi bir insana sahip olduğumuz için gurur duyuyorum, onur duyuyorum. Belki elinizde diğer siyasetçiler gibi imkânlar yok ama bu onurlu duruşunuzdan dolayı çok teşekkür ediyorum size. Bize sizin gibi güzel örnekler gerekmektedir.”  

Elif Tuna yazıyor: “Sağlığınızla ilgili internette gezen haberlerin yalan olduğunu öğrenince çok mutlu oldum. Sana gelen bana gelsin, ey Şems'im. Bu dünyaya sen lazımsın, ben değil.”
İslam ve urûbe
İslam’ın Araplaştırılması Emevîlerle başladı. Emevîlerin hemen bütün gayretleri, Mevâlî’yi yani Arap olmayan Müslümanları köleleştirmek, sindirmek ve horlamaktan ibaret kalmıştır. Onların, Kur’an’ın anladığı mânâda bir din endişeleri asla olmamıştır. Aksini söyleyenler yalan adına avukatlık yapmış olurlar.

Emevilerin İslam’ı Araplaştırma gayretleri, Kur’an dinini sahneden kovmak isteyen inkâr odaklarına çok güçlü bir oyun ilham etmiştir. O oyun şöyle özetlenebilir: “İslam’ı, Arap dini olarak lanse edelim, onun evrensel unsurlarını mümkün olduğu kadar Arap örfüne boğdurup ‘Bu din, Arapları adam etmek için gelmiş bir kabile dinidir’ iddiasına dayanaklar yaratalım.”

Bu anlayış, oryantalizm (İslam-Doğu araştırmaları) içinde de önemli bir yer tutmuştur. Ne yazık ki bu anlayışın en etkili uzantıları bugün Türkiye’dedir. Bu anlayış, sinsi veya açıktan şu savı yaymaktadır: “Kur’an çöl kitabıdır, Arapların kitabıdır, bize ne bundan; biz bu yüzyılda kalkıp bu kitapla mı yol bulacağız?”

İslam’ın Araplaştırılması veya Arap dini gibi gösterilmesi oyununda bizi daha ciddi bir biçimde rahatsız eden başka bir gelişme oldu: Bu, evrensel Kur’an mesajını Arap dini ilan eden inkârcı faaliyete destek veren ‘din içi Arap örfçülüğü’dür. Bu örfçülük, inkârcıların teorisini yaptıkları “İslam’ı Arap dini olarak gösterme” stratejisinin bir tür uygulamasını yapmaktadır.

Kur’an’ın evrensel-akılcı mesajını kabile dini ilan eden inkârcı faaliyet kendini meşrulaştırmak için din içinden destek aramak gayretine girmiş ve ne yazık ki beklediğinden daha fazlasını elde etmiştir. O desteği, bizim, ‘Hurafe dinciliği veya saltanat dinciliği’ diye andığımız Kur’an dışı dincilik sağlıyor.

ÖRFLER DİNLEŞTİRİLİNCE DİN DE ÖRFLEŞİR

Kur’an’ı sahneden uzak tutmak isteyenlerle saltanat dincileri, çeşitli oyunlar kullanarak vahyin dini ile Arap örflerini birbirine karıştırıyorlar. Ben bu ilk aşamaya ‘Kur’an’dan uzaklaştırma aşaması’ diyorum. Bu aşamada başarılı olunca-ki olmuşlardır-ikinci aşamaya geçip Arap örflerini Kur’an dininin yerine koydurtuyorlar. Ve bakıyorsunuz, bazı mahfiller, dindarlıkla Kur’an düşmanlığını eşitleyen tavırlar sergileyebiliyorlar. Küresel bir sapık çıkıp şunu söyleyebiliyor: “Son zamanlarda Kur’an İslamı diye bir sapıklık çıkmış.”

Küfür gayyasına yuvarlanmanın göstergesi olan bu söylemin sahibine söylenecek olan şudur: “Behey sapık, ‘Kur’an İslamı’ tabirine sapıklık demekten daha büyük sapıklık mı olur? Senin söylemin, başlıbaşına bir küfür ilanıdır. Ne diyecektik, senin söylediğin gibi, İncil veya Tevrat İslamı mı, Vatikan İslamı mı? Beyaz Saray veya CİA İslamı mı?”

Kur’an’a neden açık veya örtülü biçimde savaş açıyorlar? Dini Kur’an’ın denetiminden kaçırarak birtakım yedek ilahların tasarrufuna teslim etmek için. Kur’an’ın söz sahibi olduğu yerde bunu yapamazlar. Çünkü Kur’an, dini Kur’an’ın dışına çekmeyi şirk ilan etmektedir. Dini Kur’an’ın dışına çekenlerin, nüfus kâğıtları ve sloganları ne olursa olsun, Kur’an’la iman dostluğu kurmaları mümkün değildir.

Ne yazık ki, İslam adı altında Arap örfü satan anlayışlar çok iyi sonuçlar almışlardır. İnsanlık, sağdan-soldan: “İslam bu ise biz bunu istemiyoruz, biz bedevîleşmek istemiyoruz” demeye başlamıştır. Tam bu noktada, Kur’an mümini Arap aydınlar başta olmak üzere, Müslümanların şunu haykırması gerekiyor: Saltanat dinciliğinin kutsallaştırdığı örfler yığını, İslam değildir: İslam Kur’an’dadır. İslam, Arap örflerine değil Kur’an’ın evrensel ilkelerine oturur. Allah tarafından indirilen dinle, örfler adına uydurulan dini birbirinden ayırın. Arabizm veya urûbe ile tanrısal dini birbirinden ayırın.

Müslüman olmayı bedevîleşmekle eşitleyenler hem Tanrı’nın öfkesine maruz kalacaklardır hem de insanlığın. Çünkü bunlar, insanlığı vahyin dininden soğutarak din açısından günah, hukuk açısından da insanlık suçu işlemektedirler.
Kur’an’da ekonomik ahlak
Kur'an'dan koordinat alan bir ekonomi henüz ortaya konmuş değildir. Çünkü Batı’da ekonominin enine boyuna tartışılıp bir ilim olarak şekillendiği sırada İslam ülkeleri emperyalizm, sömürgecilik ve kendi içlerindeki despotizmin kahrı altında ölüm kalım savaşı vermekte idiler. Buna, çağlar öncesinin şartlarına göre oluşturulmuş fıkıh kalıplarını tabulaştırarak Kur’an dinamizmini köstekleyen inadı da eklerseniz, Kur’an kaynaklı bir ekonomik anlayışın ortaya konması bakımından, henüz başlangıç devresinde olduğumuz, rahatlıkla söylenebilir.

Kapitalizme hizmetçilik rolünü benimsememiş onurlu aydınlara göre, İslam ekonomisi, soysalist sistemlerle bir yakınlık arz ediyor. Bunun, Kur’an kaynaklı yapısal sebepleri yanında İslam dünyasının kapitalist Batı’dan çektiği zulümlerden kaynaklanan sebepleri de var. Çağın en büyük İslam düşünürü Muhammed İkbal’in, Marks’ın Das Kapitali’ni ‘Cebrailsiz kutsal kitap’ diye anması, İslam Peygamberi’nin en yakın dostlarından biri olan Ebu Zer el-Gıfârî’nin ‘sosyalist zâhid’ diye adlandırılması, üzerinde durulacak noktalardır. Fakat unutmamak gerekir ki, İslam ekonomisi kendine özgü bir ekonomidir. Benzerlikleri, paralellikleri büyüterek İslam ekonomisini şu veya bu başlığın altına sokmak, yanılmaktır.

Kur’an, ekonomiyi değil, insanı gaye edinmektedir. Ekonomik değer, hayatın ve insanın yönünü belirleyen tek unsur değildir, olmamalıdır. Bu da bizi, bir başka sonuca götürür: İnsana verilen değer, sadece ekonomik aktiviteyle ölçülmemelidir. Batı’daki refah, insana saygının bir ürünü değil, kavgaların ve sömürünün bir sonucu oldu. Batı’daki refah, kendi dışındaki dünyanın sefaleti, ezilmesi, zulme uğratılması pahasına elde edilmiş bir refahtır. Tarihsel temelleri, emperyalizm ve sömürgeciliğe dayanmaktadır. Batı için refah ve gelişmişlikte ölçü, kendi dünyası ve kendi insanıdır. Kur’an, insanlığı, ‘Allah’ın iyali’ saydığı için bu iyalin, bu ev halkının tümünün refah ve mutluluğu gerçekleştiğinde bir başarının varlığını öne sürebiliriz.

Kur’an, nimetlerin adaletsiz dağıtımı olan kapitalizmle, sefaletlerin eşit dağıtımı olan komünizme, aynı anda karşıdır. Bunların ortak yanları aşırılık ve sonuç olarak da insana zulümdür. Bireyin topluma, toplumun da bireye ezdirilmemesi amaçlanmıştır. 

Dengenin esası, ‘servetin belli ellerde biriken bir sulta aracı olmaması’dır. (Haşr suresi, 7) Kur’an, bunu sağlamak için çift kutuplu bir tedbir getirmektedir. Biri emir, biri yasak sergileyen bu kutupların emir yanında paylaşım, yasak yanında riba (haksız kazanç) ve israf yasağı yer alır. Bu emir-yasak tedbiri, Kur’an’ın, toplumların çöküşlerinde baş sebep gördüğü ‘servetle azma’nın yıkımını (İsra suresi, 16) önler. Servet ve refahla azmak, servet sahibinin malındaki yoksul hakkının, yani artık değerin sahibine ulaştırılmamasından kaynaklanmaktadır.

Kur’an, mal ve servette yoksulun hakkı olduğunu açıkça ifade etmekte ve bu hakkın yoksula ulaştırılmamasını, toplumu çöküşe götüren bir musibet olarak görmektedir. (Ayrıntılar için bizim, Kur’an’ın Temel Kavramları adlı eserimize bakılmalıdır)

EMEK KAPİTALE BOĞDURULMAMALIDIR

Kur'an ekonomisinin temel ilkelerinden biri de emeğin imtiyazı ilkesidir. Kur’an; ekonominin omurgası olarak sermayeyi değil, emeği görmektedir. Kur’an ekonomisi adına yapılacak ilk iş, sermayenin sahip bulunduğu imtiyazların, emeğe devrini sağlamak olacaktır. Ne yazık ki bugün ortalıkta, bunu yapacak bir İslam dünyası yok.

Emeğin ihanete uğratılması, sürekli bir diyalektik, bir savaş doğurur. Kur’an bu savaşta, Yaratıcı Kudret’in, ezilen tarafta yer aldığını söylemektedir. Bu ezilen taraf, hayat ve oluşun bir tür motor gücü olarak gösterilmektedir. (Kasas, 1-4)

Emeğin imtiyazı ilkesinin zorunlu sonuçlarından biri de şudur: Kur’an, toprakta özel mülkiyet kabul etmez. Toprak, bir imkânlar zeminidir ki, o imkânlara, alın teri toprağa dökülenlerden başkası sahip çıkamaz. İlke gayet açık konmuştur: “Yeryüzü Allah’a aittir.” (A’raf, 128)

Doğal kaynaklarda özel mülkiyetin olmayışını da buraya eklemek gerekir. Petrol başta olmak üzere, tüm yer altı servetleri tüm insanların, hac gelirleri ise tüm Müslümanların hakkıdır.
Allahsızlık ve ateizm üstüne
Ateizm ve Allahsızlık kavramları üstüne birçok felsefî kitap ve makale okuyabilirsiniz. Okuyanlardan biri de benim. Ama itiraf edeyim ki, bu iki kavramı, sadece lügat karşılıklarıyla değil de tüm çağrışımları ile en ideal biçimde anlamlandırıp kullanan, Anadolu halkıdır. Yani Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş’ın, Nasreddin Hoca’nın torunları…

Sözcükler, sadece lügat anlamlarından ibaret değildir. Sözcükleri sadece lügat anlamlarında kullanan insan o dili layıkıyla bilmiyor demektir. Lügate sorarsanız, kalp, gönül ve yürek sözcüklerinin anlamı aynıdır. Ama kelimelerin esas ruhlarını veren çağrışımlar açısından bakarsanız bu kelimeler arasında dağlar kadar fark vardır. Cesur adam anlamında ‘kalpli adam’ diyemeyiz. ‘Kalbi kırık adam’ veya ‘kalp kırmak’ yerine de ‘yüreği kırık adam’ ve ‘yürek kırmak’ diyemeyiz. Eşinizin annesine ‘Canım kayınvalidem’ dediğinizde size “Kayınvalidem diyen dillerini yerim” karşılığını verir. Ama ona “Nasılsın kaynana?” dediğinizde suratını asarak “Ne kaynanalığımı gördün?” diye çıkışacaktır.

Benzeri durum Ateizm ile Allahsızlık kelimelerinde vardır. Lügate bakarsanız Ateizmin Türkçe karşılığı Allahsızlık’tır. Ama Anadolu halkının o espri üreten vicdanı bu sözcüklerin çağrışımları üzerinde durmuştur. Benim büyüdüğüm çevrede, kocasının canını yakan kadınlara, ‘Allahsız’ derlerdi. Aynı sıfat, karısının canını yakan kocalar için de kullanılır. Saltanat dincisi din bezirgânlarını bir kenara koyarsanız, Anadolu halkı, ateistlere ‘Allahsız’ diye hitap etmez; hatta onlar için “O da Allah’ın kulu” der. Ama aynı Anadolu halkı, merhametsiz, hak-hukuk tanımayan, talancı, yalancı, kahpe, kindar ve zalim tiplere, onları sık sık camide-cemaatte görmesine rağmen, ‘Allahsız’ demekten çekinmez. Hatta birçok caminin içinde bu muhteşem fark edişin şu şekilde dillendirildiğini görmüşüzdür:

“Seni gidi Allahsız seni! Yakmadığın can, söndürmediğin ocak, ağlatmadığın yetim kalmadı, bir de gelmiş alnını secdeye koyuyorsun!”

Ah, ne olurdu, bu feraseti güçlü halka, o mucizeler mucizesi Mâûn suresinin mesajı yıllar önceden anlatılmış olsaydı! İşte o zaman din bizim için, bir aldatma ve sömürme aracı olmayacak, bir mutluluk ve huzur kaynağı olacaktı. Ne yazık ki olmadı, olamadı. Çünkü haçlı emperyalizmle içerideki işbirlikçi hizmetkârları buna izin vermediler, vermiyorlar.

MÂÛN SURESİNİ TANIMADIKÇA KURTULAMAYIZ

Dinci zebanilerin haçlı emperyalizmle işbirliği de vahim bir Allahsızlıktır. Bu toprakların halkı, bugün, ateizmin kahrını değil, işte bu Allahsızlığın kahrını çekmektedir. Bendeniz, ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’ adlı o kıyametler koparan kitabımı, işte bu Allahsızlığın Kur’ansal dayanaklarını bu aldatılmış halka göstermek için yazdım. Umarım, kıymeti bilinir.

Köyde, kasabada canını yakmadığı yetim, malına musallat olmadığı fakir bırakmamış tefeci bilmem ne efendi, camide ön saflarda yer almasına rağmen halk ona ‘Allahsız’ lakabını yapıştırmıştır. Ateist değil, Allahsız.

Ateist, bir imanın adamıdır. Sizin gibi inanmaması ayrı bir konudur. Ateistin camide ne işi var? O, inanmadığı bir değerin sembolü olan mekâna gidecek kadar omurgasız ve ilkesiz değildir. Mâûn mücrimi dinci hükmî domuz, riyakâr talancı, bu onura sahip olmadığı için iç dünyasında paraya tapar ama halkı kandırmak için camide ön safı işgal eder. Yani ateist olma ciddiyetini gösteremediği için Allahsız olur. Mâûn suresi, bu tipi, dini inkâr etmekle suçlamakta ve onun namazlarını lanet getiren bir musibet gibi tanıtmaktadır.
Kimler tarafından ne kadar okunuyorum?
Müslüman Doğu’nun büyük şair bilgesi ve Mevlana Celaleddin Rumî’nin öncülerinden biri olan Hakîm Senaî’ye (ölm. 525/1131) diyorlar ki, “Üstat, habire yazıyorsun ama seni sadece bir kişi okuyor.” Cevap veriyor Senaî: “İşte ben, o bir kişi için yazıyorum.”

Buradan baktığımızda, bendeniz çok şanslı sayılmalıyım. Sonsuzluğun bana lütfu gerçekten büyüktür. Beni bir kişi değil, bin kişi değil, bir milyon değil, milyonlar okuyor. Birkaç yıl önce yapılan bir istatistik gösteriyor ki, Türkiye’de Yaşar Nuri’nin kitaplarını okuyan toplam insan sayısı on altı milyonu aşmıştır. Yazısının sonunda beni ‘Narsist’ ilan etme ‘zarafetini’ (!) gösteren şair-yazar Hilmi Yavuz’un da belirttiği gibi, yazdığım her şey, is-tisnasız ‘bestseller’ olmuştur. Altı ayrı tipte basılan Kur’an Mealim’in toplam baskı sayısı 370’i geçti. Bu sayıya, Hürriyet Gazetesi'nin promosyon olarak verdiği 350 bin Meal, dahil değildir. Onu da rutin baskıya dönüştürürsek, Yaşar Nuri Öztürk Kur’an Meali’nin baskı sayısı 500’yü aşmış olur. Cumhuriyet tarihinin rekoru bendenizde.

Sayıları yetmişi aşan (yabancı dillerdekilerle sekseni aşan) eserlerimin her birini yazarken, şöyle düşündüm: “Bu kitabı benden başka kimse okumayabilir.” Eserimi bu varsayımla yazarım. Yani, yazdığım eseri benden başka okuyan biri çıkmasa, asla hayal kırıklığına uğramam, onun ardından gelecek eserimi yazmakta asla tereddüt etmem.

Daha felsefî bir deyişle, eserimi yazar, sonsuzluğa emanet ederim. Sonsuzluk veya ‘tarihin diyalektiği’ onun ileride kimler tarafından okunacağına, nasıl bir etki yapacağına kendisi karar verir. Burada iki dayanağım var: 1. Metafizik koordinatımı veren bir ayet, 2. Felsefî koordinatımı veren aksiyon felsefesinin söylemi. Birincisi şu:

“Yaptığın, bir hardal dânesi ağırlığında olsa, bir kayanın bağrına veya göklere yahut yerin bağrına konsa, Allah onu yine de ortaya getirir." (Lukman suresi, 16)

Felsefî dayanağım ise büyük ölçüde referansım olan ve aksiyon (eylem, hareket) felsefesinin babası sayılan Fransız filozofu Maurice Blondel’in (ölm. 1949) şu sözüdür:

“Aksiyonu varlığın sonsuzluğuna fırlatarak oradan gelecek cevabı beklemek gerekir. Aksiyon, sonsuzluğun bir çağrısı, bir yankısıdır. Oradan gelir, oraya gider.”

Felsefî anlamda her birini başlı başına bir aksiyon olarak gördüğüm eserlerimi işte bu şuurla, bu idrak ve anlayışla yazdım. Ama Yüce Tanrı’nın bir lütfu olarak sonsuzluk bu aksiyonlarıma ben yaşarken cevap verdi. Milyonlar tarafından okundum, değerlendirildim. Dahası: Dünyanın en büyük üniversitelerinde ona yakın doktora tezinin konusu oldum. Ne yazık ki, bu üniversiteler içinde benim ülkemin üniversiteleri yoktur. O da benim değil, ülkemin ve aydınlarının ayıbıdır. Sonsuzluğun bana lütfu bu kadarla da kalmamıştır: Dünyanın en büyük yayın organlarından biri (The Times) tarafından yapılan ‘Yirminci Yüzyıla En Çok Etki Edenler’ anketinde seçilen yüz kişinin ilk onu arasında yer aldım. Yani yaptığım işin önemi, dünya kamuoyunun onayıyla tarihe tescil edildi.

Hayatını düşünceye, kaleme adamış bir fani başka ödül mü bekler?! Yaşadığım ülke beni ‘yeterince’ ödüllendirmemişse onun hesabını tarihe ben değil, ülke versin.

EN ÇOK KİMLER OKUYOR?

Yaşar Nuri’yi okuyanlar listesi, yoğunluk ve çoğunluk sırasıyla şöyle:

1. Sadece özgür düşünceyi öne çıkaranlar: Bunlar, sadece gerçeği bulmak için okuyorlar.

2. Dindarlığı öne çıkaran yani dine samimiyetle, vakarla, fedakârlıkla bağlı olan kitle: Bunlar, dinlerinin gerçeğini tanımak için beni okuyorlar. Bana eleştirileri elbette ki var. Özellikle üslubumun sertliğinden şikâyetleri var. Doğrusu, ondan ben de şikâyetçiyim.

3. Atatürkçü, laik söylemi öne çıkaran ekipler: Kendilerinden bazı gerçeklerin saklandığını, bunun ülkeye büyük zararlar verdiğini fark ettikleri, Atatürk’ü din dışı göstermenin büyük bir yanılgı olduğunu nihayet anladıkları ve bu yanılgının yarattığı büyük yıkımdan ancak benim sayemde kurtulabileceklerini gördükleri için okuyorlar.

4. Dinciliği öne çıkaranlar: Benden perspektif almak, bana daha iyi sövüp saldırmak, tezlerimi çürütme (!) imkânı bulmak için okuyorlar.

5. İnkârcılığı öne çıkaranlar: Dinci ekiplerle aynı amaçlara yönelik olarak okuyorlar.

Şöyle veya böyle, şu veya bu, yirmi milyona yakın kentli, köylü insan bendenizi okumuş. Tanrı’ya şükürler ve halkıma teşekkürler!
Anlatmak ve dayatmak: İslam ve Atatürk serüveni
Kur’an, insanın, kendisine anlatılanı anlayacak donanımla dünyaya gönderildiğini defalarca ifadeye koyar. Bütün peygamberler ‘mübîn’ insanlardır. ‘Mübîn’, apaçık anlatan, ayrıntılarıyla anlatan kişi demektir. Kutsal metinlerin ortak niteliklerinden biri de onların ‘mübîn’ olmasıdır. Yani, tanrısal anlayışa göre, hem anlatan mübîndir hem de anlatma konusu yapılan. Başka bir deyişle, hem peygamber mübîndir hem de getirdiği kutsal metinler.

Yaratıcı kudret şunda ısrarlıdır: Zahmete katlanmayı göze alanlar, anlatmayı er geç başarırlar. Ve bu başarı hayatın ve insanın başarısı olur. Bu başarı mutluluk ve rahatlık getirir.

Dayatmaya gelince; o, hem yapısı hem de amacı bakımından anlatmanın tam tersidir. Dayatmacı, insanın idrakine hitap etmez, insanı anlamadığı ve ısınmadığı şeyi kabule zorlar. Bu bazen baskı, bazen de açık zulüm şeklinde belirir. Esasında, dayatmanın bizzat kendisi bir zulümdür.

Peygamberleri ‘mübîn’, mübelliğ (bir gerçeği insana ileten) ve ‘müzekkir’ (hatırlatan, öğüt veren, aydınlatan) olarak niteleyen Kur’an, onların ‘musaytır’ (despot, baskıcı) olmadıklarını, olmamaları gerektiğini de ısrarla belirtir. Aydınlatıcılar anlatırlar ama baskı ve zorlamaya (ikraha) asla gidemezler. Hayat ve din, sonuç olarak da mutluluk ve başarı, ikrahtan arınmışlık üzerine kuruludur. Yaratıcı irade ve bu iradenin insanlık dünyasına taşıyıcıları olan peygamberler ve kutsal metinler şuna sürekli vurgu yapar:

"Dinde baskı-zorlama-tiksindirme yoktur/olmamalıdır. Doğru bilgiye dayalı eriş, bozuk bilgiye dayalı sapıştan açık bir biçimde ayrılmıştır." (Bakara, 256)

Anlatmak yerine dayatmaya gitmenin sebeplerinden birincisi, konuşanın yetersizliğidir. Anlatamayanlar, anlatacak bir şeyi olmayanlar veya anlatma niyetinden yoksun bulunanlar, dayatırlar. Anlatmanın dayanakları özgüven, iyi niyet, akıl, vicdan, ilim ve nihayet sevgidir. Dayatmanın dayanakları ise kendine güvensizlik, egoizm, baskı, akıldışılık ve nihayet kindir.

İKİ DEĞER ÇATIŞTIRILIYOR

Türkiye’de dinle devlet, İslam’la laiklik, dindarlıkla çağdaşlık barışık değildir. 90. yılını geride bırakan Cumhuriyet’le İslam’ın, Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’le Müslümanların barış ve kucaklaşması gerçekleştirilememiştir. Çünkü İslam ve tebliğcisi ile Cumhuriyet ve kurucusu, halkımıza anlatılmamış, dayatılmıştır. Halkımızın seyretmek zorunda kaldığı tablo, Muhammed ile Mustafa’nın ahenk ve barışını ortaya koyan bir tablo değil, didişme ve çelişme halinde olduklarını göstermeye uyarlanmış bir tablodur.

İyi niyet ve temiz bir vicdanla baktığımızda, uyuşma ve barışmaları aklın ve gerçeğin icabı olan İslam ile Atatürk Cumhuriyet yani Muhammed Mustafa ile Mustafa Kemal mirası arası barış bir türlü kurulamamıştır. Bu barış kurulamadığı içindir ki, Muhammed’den de Mustafa’dan da vazgeçmek istemeyen Türk milleti bir türlü huzur bulamamaktadır. Muhammed’e de Mustafa’ya da muhtaç olduğunu vicdanı ve aklıyla fark eden Türk milleti, bu iki değerin barışına giden yolların dikenlenmesi yüzünden sürekli ıstırap çekmektedir.

Yolları dikenleyenler, İslam’ı ve Atatürk’ü dayatma aracı yapanlardır. Bugün bizler, bir yandan Muhammed’i, öte yandan Mustafa’yı dayatma konusu yapanların yarattıkları kahırlı kıskacın ortasında acı çeken bir halkın feryatlarını dinliyoruz. Bu feryatları Türkiye aleyhine istismar eden haçlı emperyalistler güruhunun oyunlarıyla darmadağın olmuşuz.
İslam'ı ve Atatürk'ü kimler dayattı
İslam ile Atatürk’ü anlatmak yerine kimler dayattı?

İslam’ı; akıl düşmanlığını din yapan Emevî dincileri, Atatürk’ü ise büst ve rozetleri ‘Atatürk’ diye pazarlayan ‘Atatürk bezirgânları’ dayattı. Bunların biri dini anlatmadı, öteki de Atatürk’ü. Biri İslam’ı dayattı, ötekisi Atatürk’ü...
Neden? Çünkü İslam’ı anlatsalardı, dini, Atatürk’ü anlatsalardı Atatürk mirasını sömüremezlerdi. Oysaki o sömürüye ihtiyaçları vardı. Yaratıcı ruhları, sağlam kişilikleri, dünyayı, bölgemizi ve ülkemizi layıkıyla okuyacak bilgi ve birikimleri yoktu; bir şeylere, bir yerlere dayanmaya muhtaç idiler. Dokunulmazlığı da çok seviyorlardı.

Bir şeyleri dayatanlar, bir yerlere dayanarak dokunulmazlık elde etmek peşinde olanlardır. Özgür ve yaratıcı benlikler ne bir yerlere dayanırlar ne de bir şeyleri dayatırlar. Dokunulmazlık elde etmenin en ucuz yolu, değerlere tasallut ve onları dayatma aracı yapmaktır. Bir şeyleri dayatarak dokunulmazlık kazananlar, gerçeği anlatanları aforoz ederler. Başta dinciler olmak üzere, bütün musallat beleşçiler aforozcudur.

Aforoz; değer, kişi veya kurumların gerçeğini temsil edenlerin bunların sömürüsünü yapanlar tarafından bu değerlere karşı olmakla itham edilmesidir. İnsanlık tarihinin en sefil, en hayasız ve en zalim sömürüsü aforozculuktur. Aforozculuğun en namussuz ve şeytanî süreci engizisyon, en alçak temsilcileri de kilise babalarıdır. Batı, kilisenin bu zulmünden kendisini laiklik sayesinde kurtardı ama aforozu tüm dünyadan kovmak için kılını kıpırdatmadı. Tam aksine, onu sevmediği kitlelerin, özellikle Müslümanların hayatına pompaladı.

Bugünkü dünyada aforozculuğun bir numaralı mekânları, laikliği dinsizlik sanan Müslüman coğrafyalardır. Bu demektir ki, değerlerin gerçek temsilcilerinin kahra, sömürücülerin ise nimet ve itibara layık görüldüğü coğrafyalar Müslüman coğrafyalardır. Türkiye, büyük Atatürk sayesinde bu coğrafyaların cehennemî kıskacından çıkar gibi oldu ama içten ve dıştan ortaklaşa kotarılan karşı devrim bu süreci kırdığı için Türkiye tekrar o kıskacın içine itildi. Üstelik dinci aforozun yanına Atatürkçü aforoz da eklenerek ‘aforoz kahrı’ ikiye katlandı.

İSLAM VE ATATÜRK NEREDE?

İslam’a ve Atatürk’e musallat olanlar sık sık aforoza başvurdular. Bu aforozun kurum, kişi ve kavram putlarını oluşturdular. Fesat, soygun, vurgun ve bazen de ihanet sergiledikleri duvarlar arasına ‘Allah’ın evi’ yaftası yapıştıran dinci aforozculara, yeni dönemlerde ‘Atatürk’ün partisi, Atatürk’ün derneği, Atatürk’ün şusu, busu’ aforozları eklendi. Hiç kimse çıkıp da “Atatürk’ün kendisi, fikirleri, çilesi, hasreti, ışık ve aydınlığı nerede?” diye soramadı. Bu sorular, Atatürkçü aforozun öne çıkardığı rozetler, büstler, sloganlar ve tehditler altında boğuldu.

Öyle korkunç bir aforozculuk geliştirildi ki, “İslam nedir, biraz anlatır mısınız!” veya “Atatürk’ü bize tanıtır mısınız!” demek bile aforoza çarpılmak için yeterli oldu. İslam, dincilerin, Atatürk de ‘Atatürkçüler’in dokunulmazlık aracı olarak donduruldu. Yeni nesiller, “Biz İslam’ı veya Atatürk’ü neden sevmeliyiz?” sorusuna yeterli cevabı bulamadılar.

Özetleyelim: Atatürk sonrası dönem, ne yazık ki, iki ölümsüz ve erdirici değerimizin (İslam ile laiklik, Muhammed ile Mustafa) anlatılması yerine dayatılmasıyla belirginleşen bir dönem oldu. Bu ters gidiş, can damarlarımızı parçalamaya devam ediyor. Türkiye’nin ekonomiden sanata, tarihten felsefeye bütün sıkıntılarının temelinde bu terslik ve bu yanlış yatıyor. Bu yanlış düzeltilmeden ne içeride huzur bulmamız mümkündür ne de dışarıdan bindirilen tasallutu aşmamız.
Temel sorun: Dürüst olmamak
Ahlakın esası dürüstlüktür. Yani olduğun gibi görünmek veya göründüğün gibi olmak.
Zaafların bulunması insanı ahlaksız yapmaz, hatalı yapar, günahkâr yapar. Hatalar tamir edilir, günahlar ise tanrısal rahmet tarafından affedilir. Ahlaksızlık yani dürüst olmamak farklı bir şeydir. Hatalı olmak bir zaaftır, sürçmedir. Ahlaksızlık ise bir temel çürümedir, kötü niyet ürünüdür.

Türkiye’deki akıl almaz çarpıklıkların başında din-ahlak ilişkisindeki çelişki gelmektedir. Türkiye, görülmedik bir hızla dincileşirken, görülmedik bir hızla da ahlaksızlaşmaktadır. Yalancılık, dolandırıcılık, yolsuzluk, düzenbazlık... Gibi temel bozukluklar liste-sinde her gün biraz daha yukarılara çıkışımız, dünyanın izlediği ve bizim de önümüze koyduğu bir gerçektir.

Türkiye, yalandan hırsızlığa, kamu kaynaklarını talandan mafya zulümlerine kadar her türlü suç ve rezilliğin, her türlü ahlaksızlık ve düşüklüğün doruğa tırmandığı bir ülke haline gelmiş bulunuyor. 

Bir yanda, temeli ve amacı ahlak olan İslam adına yüz bine ulaşan cami, (sağlık ocaklarının toplam sayısı 7500, okulların toplam sayısı 67 bin),  dinde bid’at olmasına rağmen gökleri tırmalayan yüz binlerce minare, öte yanda zirveye tırmanmış ahlaksızlık. Bundan ilginci, ahlaksızlığın en zehirlisi olan riyakârlık, iftira, kamu kaynaklarının talanı gibi temel çürümeler-de öne çıkmış isimlerin önemli bir kısmı dincilikleriyle de ünlü kişiler. Böyle bir çarpıklık tarihte az görülmüştür. 

Dinselleşme arttıkça ahlaksızlık, vurgunculuk ve ikiyüzlülük de artıyor. Dinin gerçeğinin uygulanmasına bile, ‘ibadette azalma yaratılıyor’ gerekçesiyle karşı çıkan insanların, orman yağmalamasına, kamu mallarının talanına, insan haklarının çiğnenmesine, kadının horlanıp ezilmesine, hatta insanların diri diri yakılmasına karşı çıktıklarına tanık olamıyoruz.

Kısacası, İslam, birileri aracılığıyla âdeta ahlaksızlık, akıldışılık, vahşet ve düzenbazlık üreten bir din halinde algılanır oldu.

Siyaseti çürüten temel olumsuzluk da dürüstlüğün göçürülmesidir. Siyaset, ne yazık ki, büyük çoğunluğu itibariyle, olduğu gibi görünmeyenlerle göründüğü gibi olmayanların kümelendiği bir mesleğe dönüştürüldü. Her gün, her yerde şunu duyabilmekteyiz: “Falanca mı? Yok, canım, o siyaset yapamaz, imkânsız. Çünkü o adam düzgün adam; yalan dolan bilmiyor, haram lokmaya karşı. Başarılı olamaz.”

Siyaset dendimi ilk söylenen bu. Bu zehirli söylem, kamu vicdanı haline getirilmiş. Bunun anlamı acaba şu mu? “Ne yapalım, ülkeyi kirliliğe teslim etmekten gayrı çaremiz yok!” Siyasetimizin duayenlerinden birine yıllar önce, “Efendim, falancanın ahlaksal tarafı çok bozuk çıktı; onu yanımızdan uzaklaştırsak!” dediklerinde cevabı şu olmuştu: “Ben, iyi ahlak derneği kurmadım, parti kurdum; siyaset yapıyorum.”

Siyasete güvensizliğin faturası çok ağır oluyor. Mısır’da, seçime katılma ‘zahmetini’ göstermeyen aymazların seçim günü evlerinden çıkmamaları yüzünden, toplam oyların yüzde % 24’ü ile parlamentoyu ele geçiren dinci iktidarın ülkeyi götürdüğü yeri hepimiz gördük.

Seçim illüzyonu veya ‘kapkaç demokrasisi’ egemen olursa gidilecek yer kaos ve bunalım olacaktır. Bu illüzyonu ‘millet iradesi’ (yüzde 76 ne oluyor?) diye yutturmaya kalkanlar, tarihin diyalektiği tarafından elbette ki duvara toslamak zorunda bırakılır. Birileri bu duvara toslayışa, ‘darbe’ diyebilir ama bu onların ahmaklığından başka bir şeyin kanıtı olmaz.
Mektuplardan seçmeler
Eski milletvekili, Avukat Vecdi Aksakal yazıyor: “Aziz Dostum! Bendeniz sahanızın uzmanı değilim. Sizi eleştirme veya övme haddim yok. Bu idrak içindeyim. Ama ömrüm nice meslektaşınızla birlikte geçti; geçiyor.” “Sizin kadar Kur’an'a bütün olarak bakan, aynı zamanda en uç harfine kadar gören, hem güne ve hem de çağlara göre, korkusuz ve yüksek bir öz güvenle ondan hükümler çıkaran birine rastlamadım. Gücünüze hayranım. En girift konuları en anlaşılır bir belagatla konuşabilen ve yazabilen birisiniz. Bana göre, günümüzde böyle biri daha mevcut değil. En azından ben bilmiyorum.” “Son olarak ‘Kur’an’ı Tanıyor musunuz’ isimli kitabınızı okudum. Kur’an’ı böylesine net ifadelerle niteleyip ortaya koyan birisini de bilmiyorum. En anlaşılmaz konuları nasıl bir berraklık ile anlatıyorsunuz! Meslektaşlarınızın sizin Kur’an'dan anladığınız yere gelmesi için asırlara ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.” “Bu duygularla size tebrikler ve saygılar sunmama izninizi isteyerek selamlarımı iletiyorum. İyi ki Allah sizi yarattı!”

Emekli öğretmen Mehmet Paşakâhyaoğlu Çaycuma’dan yazıyor: “Sizi 36 yaşımdan beri izliyorum. Bir ilkokul öğretmeni olarak. İlk kez Abdullah Aydın denen bir zavallı müftünün Kur’an mealini okudum. Dinimizi çarpıtarak nasıl kullandığını gördüm. Sizin gibi bir dehayı din karşıtı diye nasıl kötülerler diye hep düşündüm. Bu durum çoğu kez ağlattı beni. Sizi Yurt gazetemden özenle okuyorum ve de tavsiye ediyorum dostlara. ‘Atatürk'ün İslam’a Hizmetleri’ adlı kitabı okurken bir kez daha utandım ona dil uzatan zavallı cahiller adına. O kitapta yer alan şu sözler size ait hocam:

"Cumhuriyet'i kuran irade, imparatorluğu içeriden kemirerek yıkan hurafenin tabelalarını devirdikten sonra en güzel dinin esasını kitleye tanıtmanın ilk ve önemli adımını hayranlık verici bir basiret ve dirayetle atmıştır. O adım, Elmalılı Hamdi’ye TBMM’nin karar ve isteğiyle hazırlatılan Kur' an tercüme ve tefsiridir. Atatürk, hep görmezden gelinen ama temel çözümün hareket noktası olan bu icraatında, sadece aklının değil, gönlünün de işin içinde olduğunu vurgulamak için, tefsirin finansmanına para olarak bizzat katkıda bulunmuştur. Türkiye'de İslam konusunun her seviyede en güvenilir, en değerli başvuru kaynağı hâlâ Elmalılı tefsiridir. 50 yılı aşkındır, amansız bir din sömürüsü ile ülkenin anasını ağlatan politikalar ve din ticareti, sövüp durdukları devir ve kişilerin vücuda getirdiği, o dokuz ciltlik eserin, değil yerine, yanına bile koyabileceğimiz bir şey henüz üretememiştir." 

“Sizin eserleriniz, işte bu görevi yerine getirme mücadelesi içindedir. Sağ olunuz. Umarım,  Allah ile aldatma yoluyla iktidar olanlar ülkemizi felakete sürüklemezler. Yaratan, müstahaklarını verecektir elbette! Sizin engin çalışmalarınız sayesinde, gerçek İslam, hedefine ulaşmaktadır.”

Tuncay Baş yazıyor: “Ben Edirne Trakya Üniversitesi tarih bölümü öğrencisiyim. Fırsat buldukça yazılarınızı ve kitaplarınızı takip etmeye çalışıyorum. Allah sizi yanımızdan eksik etmesin! Bizi, bize hiç anlatılmayan bir dünya ile tanıştırdınız. Teşekkürler ederiz. Esen kalın!” 
İki kent üstüne
‘Erdemliler Kenti’ ile ‘Riyakârlık Kenti’nden söz edeceğim.

‘Erdemliler Kenti’ veya ‘Hayırlılar Devleti’, tarihin en büyük sosyalist felsefe ve isyanı Karmatî hareketin kaynağı olan İhvanussafa Risaleleri’nin dile getirdiği site-devletin adıdır.

‘Hayırlılar Devleti’ veya ‘Erdemliler Kenti’, İhvan Risaleleri’nin söylemi ve o felsefenin büyük temsilcisi Hallâc-ı Mansûr’un beyanlarıyla, şöyle bir devlettir:

“Hayırlılar devleti bilgin, filozof, erdemli insanların vücut verdiği bir devlettir. Bu kurucu seçkinler tek görüş, tek mezhep, tek dinde birleşen ve aralarında çatışmamak, birbirlerine yardım etmek üzere anlaşarak, üstlendikleri işleri yerine getirmede, alacakları tüm tedbirleri almada âdeta tek kişiye, tek benliğe dönüşmüş bir gruptur.”

Karmatî-İhvanussafa felsefesine göre, hayır ehlinin yönetimine emanet edilmemiş bir devlet, Hâbil yerine Kabil’e teslim edilmiş bir devlettir. Böyle bir devlet, en kısa zamanda, zulüm ve şerre batmış azgın tâğutların yönetimine teslim olur. Bunun sonu da cehennemdir. İhvanussafa şöyle düşünüyor: Bu cehennemî yönetimin yolu, Ehlibeyt’in başı olan Hz. Ali’nin hilafetine engel olunduğu gün açılmıştır. (Resâilu İhvani’s-Safa, 4/546)

‘Erdemliler kenti’, gerçek bir devlet olarak, İhvanussafa felsefesinin taşıyıcıları tarafından kuruldu. Bir İsmailî-Karmatî devlet olan bu devlet, Fâtımî Devleti olup bizim ‘Hallâc-ı Mansûr’ adlı iki ciltlik eserimizde ayrıntılarıyla incelenmiştir.

VE RİYAKÂRLIK KENTİ

Peki, erdemsizlik, ikiyüzlülük, talan gibi temel kötülüklerle kitleyi aldatıp soyan, köleleştiren ve bunu ‘Allah rızası için’ diye propaganda eden kişilerin vücut verdiği site-devletin (veya toplumun) adı ne olmak gerekir? Gayet açık: Riyakârlık Kenti.

Riyakârlık Kenti’nde her üçyüz metrede bir cami görebilirsiniz ama ahlak ve erdem göremezsiniz. O camiler, ahlaksızlık ve erdemsizliği kamufle etmek için kurulur. Aksi olsaydı bu kadar bol olmazlardı.

Peki, bu siteyi kotaranlar bir de kendilerini Allah ve din maskesiyle gizliyorlarsa buna ne demek lazım? ‘En Sefil Riyakârlık Kenti’ demek lazım. Kur’an’ın Mâûn suresi, din adına pazarlanan bu ‘en sefil riyakârlık kenti’nin aktörlerini tanıtıyor ve onları lanetliyor. Kur’an’a göre, bu kent, en görkemli din maskesini taşıyan bir dinsizlik kentidir. Müslüman kitlelerden bin küsur yıldır saklanan bu gerçeği ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’ adlı eserimizle insanlığın ve halkımızın önüne koymuş bulunuyoruz.

Erdemliler sitesi, felsefî yapısı bakımından neye dayanır? Aydınlanmanın öncü filozoflarından biri olan Kant, bunun için, aynen Kur’an gibi, özgürlük şartını öne çıkarıyor. Özgür irade hayata yön verir duruma gelmedikçe erdemli kişi de doğmaz, erdemli kent de…

Peki, Gazalî (ölm. 1111) denen ‘saray sığıntısı akıl düşmanı’nın yaklaşık bin yıldan beri tarikat hezeyanlarını aklın üstüne bindiren yıkımı sürüp giderken Müslüman Doğu, aydınlanmayı nasıl sağlayacaktır? Tarih, bu ‘olmaz’ görüneni ‘olur’ yapan bir adam gönderdi İslam dünyasına: Mustafa Kemal. O, akıl ve özgürlük adına gerekeni yapıp aydınlanmanın önünü açtı. Ne yazık ki, akıl düşmanı Gazalî’nin ‘şeytan evliyası’ ekipleri Mustafa Kemal’i din dışı ilan ederek etkisiz kıldılar. ‘Allah ile aldatılmış kitle’ de Gazi Mustafa Kemal’i değil, akıl düşmanını tercih etti. Hükmü Kur’an versin:

“Allah, aklını işletmeyenler üzerine pislik atar.” (Yunus, 100)

İslam dünyasının, o arada Türk halkının üstüne pislik atılmış bulunuyor. Hem de haçlı emperyalizm kürekleriyle. Varsın hayrını görsünler!
Bir Cumhuriyet kızının mektubu
Son yıllarda aldığım en anlamlı, en ufuklu ve en samimi mektup bu. Ben bu mektuptan epey şey öğrendim, siz de öğrenin. Ve sakın umutsuz olmayın! Bakın, bu mektubu yazabilecek donanım ve ruhta çocuklarımız var. Bu çocukları bize armağan eden Atatürk ışığına minnet ve şükran borcunuzu sakın unutmayın! O ışığın boğulmasına sakın izin vermeyin. O ışık boğulursa hepimiz mahvoluruz. Ve böyle bir aymazlığın hesabını Allah’a asla veremeyiz. Namazlarımız, oruçlarımız o günahın faturasını ödemeye yetmez. Atatürksüz İslam dünyasının ne hallere düştüğüne iyi bakın!

Şimdi gelin, Neriman Kulak adlı genç mimarımızın mektubunu dikkat ve ibretle okuyalım. Bir kitap çapında değer taşıyan şu iki cümlesinin altını da iyice çizelim:

“Allah neden kendi düzenini kabul etmeyecek mantıkta kullar yaratsın?!”

“Ben bir Yaşar Nuri Öztürk olsam, sapasağlam dahi olsam benim için insanları aydınlatmak Cuma namazımdan önce gelirdi.

Büyük yürekli Neriman’ın mektubunun tümü şöyle:

“Sizi, düşünmekten uzak, tahlil yeteneği olmayan sözde hocalarla bir tutmak kesinlikle istemiyorum. Şu an 20 yaşında bir mimarlık öğrencisiyim, Kur'an’ın ne kadar yanlış anlaşıldığını çok küçük yaşlarımdan beri biliyordum. İnsanların saptırdıkları din, mantığıma asla uymuyordu. Ve düşünüyordum, Allah neden kendi düzenini kabul etmeyecek mantıkta kullar yaratsın? Affedici, merhametli diyoruz da neden her şeyi bu kadar zorlaştırıyoruz, anlaşılmaz kılıyoruz? Günümüze kadar hep, şöyle namaz kılınmaz, böyle kitap okunmaz diyerekten içinde bulunduğumuz dini anlayamaz olduk! 5 kitabınızı okumuş ve şu anda Kur'an Meali’nizi okuyan biri olarak beni bu denli aydınlatan size çok teşekkür etmek istiyorum. Hayatımı nasıl da değiştirdiniz!”

“Her cümlede gerçekten ne demek istediğinizi o kadar iyi görüyorum ki, her birini ayrı ayrı sorgulamak, üzerinde düşünmek ruhumu aydınlatıyor. Şu an Kur'an ı açık bir zihinle, dayatmalardan uzak, bir cümle üzerinde bile dakikalarca düşünüp okuyarak anlamaya çalışıyorum. Böyle okunması gerektiğini sizden öğrendim. Atatürk'ü sizin kadar güzel açıklayan başka bir insana daha rastlamadım.  Allah'ı, Hz. Muhammed'i, Kur'an'ı ve Atatürk'ü birbiriyle sıkı bir bağ içinde tutan bir insan olarak düşüncelerinize ne kadar inandığımı ve değer verdiğimi tahmin edemezsiniz! Allah sizden razı olsun! Bana küçük yaşımda nasıl bir kapı açtığınızı asla unutmayacağım ve sizin için duam hiç eksik olmayacak. Yurt Gazetesi'nden, televizyondan sizi izlemekten mutlu oluyorum. Hatta mimarlığı bırakıp, sizin yolunuzda giden bir yazar olmak bile geçiyor içimden. Hakikati görmeye başladığımı düşünüyorsam susmak olmaz.”

“İnsanlar saçmalıyor. Hani sizin için, ‘Cuma namazını kılmıyor da televizyonda ne işi var!’ diye. O saatlerde orada insanları aydınlatıyor olmanız namazdan daha kıymetlidir. Sizi biraz olsun anlayan, kitaplarınızı da ardı ardına okuyor. Siz Cumanın nedeninin hastalığınız olduğunu söylediniz ama ben bir Yaşar Nuri Öztürk olsam, sapasağlam dahi olsam benim için insanları aydınlatmak Cuma namazımdan önce gelirdi. Bizi aydınlatmanıza, insanlara bir şeyler vermenize ihtiyacımız var. Bu millet ancak o zaman ahlaklanır, düşünmeye başlar. Sonrasında zaten aynen benim gibi namazı da orucu da gelecektir. Allah'ı kalbimizde hissetmeye başlayınca her şeyi pekâlâ gönüllü yapıyoruz.”

“Size minnettarlığım buralara sığacak gibi değil. Daha nice kitaplarınızı bitireceğim. Sizi tanımaktan, anlayabilmekten ötürü en mutlu insanlardan biriyim. Ne kadar kitap okuyorsam o kadar hayatımın içindesiniz.”
Zulme karşı çıkmak mı, camiye hapsolmak mı?
Kur’an, ‘din’ derken birincisini kast ediyor. Siyaset ve menfaat dinciliği ise bunun aksini söylüyor. Dincilikle dindarlığın belirleyici noktası da işte burası. Müdafaai Hukuk ve Kuvayı Milliye kadroları birinci anlayışı savundukları için dindar, Dürrîzade-Damat Ferit ekipleri ikinci anlayışı savundukları için dinci olarak damgalanmalıdır. Kıstas budur. Cumhuriyeti yamuk anlayan ‘sözde laikler’ bu kıstasın yerine ‘gerici-ilerici’ diye saçma bir kıstas koyarak Türkiye’yi karmaşanın kucağına attılar.

Son iki yazımızda Türkiye ve Hindistan örnekleriyle gösterdik ki, siyaset ve menfaat dinciliğinin ‘ulema’ unvanlı simsarlarına göre, zulme karşı çıkmak ve ülkenin bağımsızlığını istemek önemli değildir, hatta din dışıdır. Herkesin namazını serbestçe kılıp kılamadığına bakacaksınız. Ülkenin bağımsızlığını ortadan kaldırıp bütün servetlerine el koyan işgalciler, eğer namaz kılmanıza engel olmuyorlarsa onlara karşı mücadele vermeniz dine aykırı olur. Bu ‘ulema’ unvanlı onursuzlar için İslam’ın “Tek düşman zulümdür, ona karşı savaşmayansa zalimdir” buyruğu hiçbir anlam ifade etmiyor. İmamı Âzam, “Zulme karşı savaşın olmadığı yerde Kur’an’ın istediği imandan eser yoktur” yolunda fetvalar verdiği için zindanlarda süründürülüp sonunda da katledildi.

Zulme-zorbalığa karşı çıkmamayı dinleştiren her coğrafyadan ‘Dürrîzadeler’ Hindistan’da şunu bile yaptılar: İşgalci İngilizleri ‘Müslümanların kurtarıcısı’ ilan ettiler. Onlar bunu yapma şerefsizliğine bulaşırken insan haysiyetinden nasipli bir İngiliz diplomatı, bu ulemanın İslam’ı tahrif ettiğini, İslam’ın bir yabancı gücün işgalini hiçbir biçimde tecviz etmeyeceğini dünyaya ilan ediyordu. Bu diplomat, W. William Hunter idi. Onun çalışması şu adla yayınlandı: ‘The Indian Musulmans: Are Indian Musulmans Bound by Religion to Rebel Against the Qeen: Hint Müslümanları: Hintli Müslümalar Dinen Kraliçe’ye İsyan Etmek Mecburiyetinde midirler?’

“Hunter, bir kısım Müslüman ulemanın Hindistan’da cihadın meşru olmadığı yönündeki görüşlerinin gerçeği yansıtmadığını iddia ediyordu. İslam fıkhına göre aksi görüş doğrudur. Yani Müslümanlar ülkelerini ele geçirip inançlarına müdahale edenlere karşı savaş veya başka yollarla mücadele etmek zorundadırlar.” (Azmi Özcan, Hindistan’da İngiliz Hâkimiyeti ve Ulemanın Tavrı, 112)

Esas dehşet verici gelişme bundan sonradır. Hunter’a karşı reddiyeler yazarak âdeta isyan edenler kimlerdir dersiniz? Ne İngilizler ne Hindular ne de öteki gayrimüslimler. Hunter’a reddiyeler yazanlar ‘ulema’ lakaplılardır. Tipik bir örnek olarak, Seyyid Ahmed Han’ı verebiliriz. Bu adam bizdeki hain Şeyhülislam Mustafa Sabri’ye çok benzemektedir. Mustafa Sabri, Kurtuluş Savaşı’nı savunup öven Mısırlı ulemaya karşı, o savaş aleyhinde konuşuyor ve Mısır ulemasına reddiyeler yazıyordu.

"Seyyid Ahmed Han’a göre, Hindistan’da asıl önemli olan husus, Müslümanların cihatla mükellef bulunmamalarıdır. Seyyid Ahmed bu görüşlerini desteklemek için Hz. Peygamber’in hayatından örneklemeler de yapmaktadır.” (Adı geçen makale, 113-114)

İngilizlere hizmeti din yapmış adam, kölelik fetvasına Hz. Peygamberi de âlet ediyor. Dincilik, haçlı sömürgecilerle kendisinin işbirliği söz konusu olduğunda bin dereden su getirerek işi ‘İslamî fetva’ya bağlamanın yolunu bulur. Kendisinin işbirliği söz konusu değilse, bırakın işgal ve sömürüyü, ortak ve evrensel insanlık meselelerindeki anlaşmaları bile ‘İslam’ı kâfirlere satmak’ olarak damgalar. Dinciliğe göre, aynı şeyi siz yaptığınızda hıyanet, kendisi yaptığında siyaset vardır.
Sahte dinden uzak durma vaktidir
“Tanrı’ya imanı koruma vaktidir” de diyebiliriz. Bu, şu demektir:

Kur’an bize gösteriyor ki, insan tarafından yozlaştırılmış bir dine teslim olmaktansa onun dışında kalmak yeğdir. Böyle bir durumda insan hiç değilse gerçek dini bulma ümidini canlı tutar. Sahte dine teslim olduğunuzda ise bu ümit de yok olur gider. Ve din sandığınız şey başınıza bela olur; insanlığınızdan da çıkarsınız. Kur’an, zulümle (cehalet karanlığı ve zorbalıkla) kirletilmiş bir dinin insana hiçbir güven ve huzur getirmeyeceğini bildirmektedir:

“İman edip de imanlarını herhangi bir zulümle kirletmeyenler var ya, güvende olma/ güvenilir olma işte onların hakkıdır; doğruyu ve güzeli yakalayanlar da onlardır.” (En’am suresi, 82)

Günümüzde din, özellikle Türkiye’de, yozlaşmanın doruklarında seyrediyor. O bile yetmiyor, din her türlü zulmün, ahlaksızlığın, riyanın, vurgun, soygun ve talanın, her türlü kapkaçın dokunulmaz aracı olarak kullanılıyor. Böyle durumlarda Kur’an’ın yolu açık ve kesindir: Allah’a imanını koru, din adıyla sahnelenen yalanlardan uzak dur! Allah’a samimi iman, sizi mutlaka kurtaracaktır. Onu iyi koruyun, kalbinizi onunla doldurun.

Yüzlerce, binlerce insan, şurada altını çizdiğimiz durumdadır. Hatta insanlık bu durumdadır. Bu durumda olanlara Kur’an’ın önerisini özetle tekrarlıyorum: Allah’a imanınızı tüm samimiyetinizle koruyun, din adı altında sergilen yalanlardan uzak durun. Özellikle o yalanları pazarlayan alçaklardan uzak durun. O alçaklardan nefret, Allah’ı memnun edecek ibadetlerin en büyüğüdür, bunu sakın unutmayın!

BİNLERCESİNDEN BİR TANESİ

Genç bir fizik öğretmeni olan Şermin Kaya’nın mektubunu okurken benzeri mektuplarda olduğu gibi, bunları düşündüm. Bu insanlara, ısrarlı tavsiyelerimden biri de ‘Din Maskeli Allah Düşmanlığı: Şirk’ adlı kitabımı, özellikle o kitabın Deizm bölümünü çok dikkatle okumalarıdır. Şöyle yazıyor Şermin Kaya:

“İzmir'de büyümüş ve üniversite hayatını da bu şehirde noktalamış biriyim. Pozitif bilimlerle uğraşmaktayım senelerdir. Bununla beraber İslam'a dolu doluya bağlı biriydim.”

“Bir süredir bütün inançlarımdan uzaklaştım. Sizin deyiminizle 'din tüccarları' her zaman mevcuttu bu ülkede. Onları izlemek, onlarla vakit geçirmek, onlarla içli dışlı olmak beni kirletti. İslam temsilcisi olduğu düşünülen ülkelerde bile bugün, 21. yüzyılda, öldürülen bir insanın cesedine işkence yapılırken Allahu Ekber deniyorsa, benim inandığım şey nedir? Hayvanların bile birbirlerine  yapmadıkları zulmü, Müslümanlık adı altında yapan toplumlardan birinde yaşıyor olmak bile utanç verici.”

“Bir fizik öğretmeni olarak elbette ki yaratıcı bir  gücün olmama ihtimalini düşünemiyorum. Ancak o, belki de din kitaplarında anlatılanın ötesinde bir yaratıcıdır. Belki de aslında sadece yaratmıştır ve artık bizi umursamıyordur. Niçin 89 senesinde doğduğum ve insanlık adına bir şeyler yapmaya çalıştığım halde ben de cezalandırılıyorum? Bu kadar büyük bir gücü olan Allah niçin çok sevdiği kullarını
iyi-kötü diye ayırıp buna göre muamele etmez? Bize hiç sorulmadığı halde dünyaya gelişimiz niye, bu sınava niçin zorlandık?”

“Bu sorular cevaplanmayacak bile olsa, ben size ulaştığına inanarak kendimi biraz daha iyi hissedeceğim. Köşe yazılarınız için ve her türlü paylaşımınız için teşekkürler.”
Mektuplardan seçmeler
Ayşe Şengün Ören, Tekirdağ’dan yazıyor: “Ben 36 yaşında, maalesef sizi geç tanımış biriyim. Şükürler olsun, çocukluk çağımdan beri Allah inancıyla yaşadım. Fakat ne yazık ki hurafeler ve din diye dayatılan saçmalıklar yüzünden kendi sorularıma kendim cevap veremez hale geldim. Ta ki sizi dinlemeye başlayana kadar. Bir kapı araladınız; yıllardır içinde  dolanıp durduğum karanlık labirentten çıktım.”

“Eşim ve ben, din öğreniyoruz diye kitaplıklarımızı dolduran kâğıt yığınlarının yerine, siz ve sizin gibi aydınlarımızın eserlerini ve Kur'an meallerini koyduk. Ayetlerin ışığında yaşamaya çalışıyoruz ve görüyoruz ki her geçen gün yeni bilgi kaynakları açılıyor önümüze. Yolda olabilmektir gayemiz. Hayatımıza yaptığınız katkı için teşekkür ediyorum. Allah sizden razı olsun.”

Samsun’dan Nami Cem yazıyor; “Ben Samsun'da avukatlık yapan ve bunun yanında Türk tarihi üzerine kitaplar yazan genç bir kardeşinizim. Sizi çocukluğumdan beri takip eder, kitaplarınızı okur, katıldığınız TV oturumlarını kaçırmam. Yıllardır nasıl bir savaş verdiğinizi, yobazlığa ve cehalete karşı nasıl korkusuzca mücadele ettiğinizi, nasıl bir vatan ve Kur'an âşığı olduğunuzu görüyor ve biliyorum. Çok sevdiğiniz Atatürk'ün hayalindeki Türk münevver tipini en iyi biçimde siz temsil ediyorsunuz. Atatürk yaşasaydı sizinle gurur duyardı. Biz de sizinle gurur duyuyoruz. Şüpheniz olmasın ki, Allah da Türk milleti de sizden razıdır.”

Yusuf İşler yazıyor: “Batı' nın tutumu hakkında şüpheleriniz olması gayet doğal. Batı, Ilımlı İslam’ı; kendisine daha iyi hizmet etsin diye iktidara getirdi. Ancak Ilımlı İslam’ın önünde sonunda Mısır örneğinde olduğu gibi Radikal İslam’a kaydığını görünce; politikalarını sorguladı ve farklı yönde davranmaya başladı.

“Laik Atatürk Türkiye'si tekrar örnek hale getirilir mi diyorsunuz ya, ben buna % 0 ihtimal görüyorum. Batı bizi ne öldürür ne oldurur. Hele şimdi Ortadoğu' nun Yeni İsrail'i Kürdistan' ı kurarken Ankara'da Milli bir hükûmetin olmasını asla istemezler. Yapılan, Sayın Başbakan' a ölümü gösterip sıtmaya razı etmektir. AKP iktidarının kullanım süresi daha dolmamıştır.”

“İslam Dünyasının kurtuluşu yalnız ve yalnız kendi çabasıyla olabilir. Onun için de din hayatında hurafelerden sıyrılıp Kur' an'a Dönüş Hareketi’nin eyleme geçirilmesi gerekir.”

Sedat Kenan Önen yazıyor: “Din konusundaki görüşlerinizin % 99’una katılıyorum. Kalan % 1’lik kısım ise benim görüşümdür. Yobaz-dinci kesime öyle bir darbe vurdunuz ki bu, fani dünyada görevinizi fazlasıyla yapmış olduğunuz anlamına gelir. Kafam, bozuk bir din anlayışıyla dolmuştu; sayenizde düzelttim; size minnettarım. Öyle radikal görüşleriniz var ki bu halkın bunu kaldıramayacağını ve açıklamak istemediğinizi hissediyorum. Sizin ve benim istediğim Kur’an Müslümanlığı bu dünyada yaşanacak mı, merak ediyorum. ‘Kur’an Müslümanlığı sapıklıktır’ diyen din simsarı yobaz bu söylediğine ne zaman pişman olacak?”
9 Eylül ve İzmir ruhu
“Kurtuluş Savaşı’nın mukaddes başbuğu, 30 Ağustos 1922 zaferiyle Afyon ovasına serdikleri ırz ve namus düşmanı işgalci Yunan paryalarının leşleri üzerinden geçerek İzmir’e doğru yürüdü. ‘Halâskâr Gazi’, 10 Eylül günü İzmir’e girdi. Tarihin bu muhteşem ve mübarek gününden bazı ölümsüz tabloları hatırlatalım. Halâskâr Gazi’ye ihanetin âdeta dinleştirildiği şu ‘devr-i hıyanet’de hiç değilse İzmir ruhu taşıyan benliklerde yeni bir coşku yaratır.

8 Temmuz 1920’de Bursa işgal edildiği zaman TBMM kürsüsünün üstüne siyah bir örtü örtülmüş ve 'Bu örtü, memleket kurtarıldığında kaldırılacaktır' denmişti. 10 Eylül 1922’de Bursa düşmandan temizlendi. Ve TBMM’deki siyah örtü o gün kürsünün üstünden kaldırıldı. Kaldırılan o örtü, âdeta, Türk milletinin kara bahtının kaldırılıp atılmasıydı.” (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 2/500)

Düşmanı ülkenin harimi ismetinden temizleyen mustarip-mukaddes adam, İzmir’e girdiğinde onun geleceği binanın önünde toplanan değişik kasabalardan kadınlar bekliyorlardı. Şimdi o tabloyu seyreden Halide Edip’i, gözyaşlarımıza hâkim olmaya çalışarak dinleyelim:

“Gölgeler gibi çekingendiler. Onu, o dar girişte görünce yerlere doğru eğildiler. Sarılıp dizlerinden öptüler. Başörtülerinin uçlarıyla ayakkabılarının uçlarını sildiler. Bazıları o tozları gözlerine sürdüler. Ve onların gözlerinden onun ayakkabılarına gözyaşları damladı. Sonra geçip önünde el bağladılar. Yaşlı gözlerle ona uzun uzun baktılar.” (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 2/508)

İzmirliler ona bir otomobil hazırlamışlardı. Bu otomobili, tek parçası görünmeyecek kadar güller, çiçekler, laleler, sümbüllerle süslemişlerdi. Göklerde uçan bir mitoloji tanrısının kanatları gibi. Yalvarırlar: “Gazi, bu araba içinde Karşıyaka’ya geçsin.”

Ve Atatürk’ü ölümsüzlük semasına taşıyan bir büyüklük belgesi: Muzaffer kumandan gireceği binanın taş döşeli kapısı önüne geldiğinde tam içeri gireceği noktada yere serili bir şey görür. “Bu nedir?” diye sorar. Bir bayan cevap verir:

“Yunan bayrağı, paşam. Bu eve giren işgalci Yunan Kralı Konstantin, içeri girerken, taşlığa serilen Türk bayrağını çiğneyerek geçmişti.”

Mustarip ve mukaddes adam, sonsuza kaydedilecek cevabını verir:

“Hata etmiş. Ben bu hatayı tekrar edemem. Bayrak milletin şerefidir; ne olursa olsun, yerlere serilmez ve çiğnenmez. Kaldırınız!”

DESTANÎ ZAFERİN GETİRDİĞİ TEVAZU

İzmir’den Ankara’ya döndü. 4 Ekim 1922 günü TBMM karşısında konuşurken, sanki fazla bir şey yapmamış gibi mütevazıdır. O büyük zaferi göklere çıkarırken bunu millete mal eder. Öte yandan, yapılan işi bir sevinç ve uçuş sebebi saymak yerine, bir başlangıç sayar. Muhteşem başbuğa göre, kazanılan zafer her şey demek değildir. TBMM’den şöyle seslenir:

“Kazanılan zafer, bize bir imkân bağışlıyor. Biz bu imkânı, memleketimizin, milletimizin refahı, geleceği için kullanacağız.”

Anlaşılan o ki, ölümsüz adamın ruhunda saklı bulunan sevda, kazandığı bu zaferden çok daha büyük zaferlere imza atacak dirayettedir. 1928 yılının 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları sırasında duygularını yazması istendiğinde şunları yazmıştır:

“Bir insan kendini milletiyle beraber hissettiği zaman ne kadar kuvvetli bulur, bilir misiniz? Bunu anlatmak çok zordur. Bunu izahta aciz kalıyorsam beni mazur görünüz.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 22/203)

Atatürk’ün, İzmir dönüşü TBMM’ye girdiğinde millet için ne anlam ifade eder hale geldiğini onun hayatını en iyi yazanlardan biri olan Şevket Süreyya Aydemir’den dinleyelim:

“Halkın gözünde o artık, milletin sinesinde bir ferdi mücahit olmaktan çıkmış, milletin rızasıyla milletin üstünde bir varlık haline getirilmişti.”

Millî nankörlüğün bu mukaddes varlığa, bu mukaddes zaferden kısa bir süre sonra başlayan onlarca hıyanet tezgâhı kurduğunu da unutmayalım. Ve şunu da unutmayalım:

Tanrı ve tarih, böyle bir adama bu ihaneti reva gören bir kitlenin iki yakasını elbette bir araya getirmeyecekti. Getirmiyor. Yetmiş küsur yıldan beri kimlerin eline kaldığımıza bakın, anlarsınız. Hiçbirisi Halâskâr Gazi’nin çizmelerinde çamur olamaz.
Bu eleştiriye cevap vermeliyim
Nihat Özyedi yazıyor: “Sizi eleştirmek haddime değil. Ben sizin yazdıklarınızı ancak anlamaya çalışabilirim.” “Sizi ezelden beri takip etmekteyim. Yıllardır bildiğim Yaşar Nuri Öztürk,  idealleri doğrultusunda canı pahasına savaşan ve sadece bu yönde eylem gerçekleştiren bir âlim idi. Dini ben ondan öğrendim. Fakat kanseri atlattıktan sonra (ki öğrendiğim gün bir kurban kestim) bunca yıldır gerçek mânâda anlaşılamamış olmanın kırgınlığını yaşayan bir Yaşar Nuri Öztürk ile karşılaştım. Bariz fark ortadadır.  Sizin, fikir üretme anlamında pes edip yanlış fikirleri onarma yoluna meylettiğinizi görmek, beni ve birçok insanı ağlatıyor. Üretime devam etmelisiniz sevgili hocam. Bizim size ihtiyacımız var. Ömrünüz uzun olsun!”

KEYİF ÇATMIYORUM, ÜRETİM DEVAM EDİYOR
Pes etmek ve yeni fikirler yerine sadece ‘tamiratçılık yapmak’ iddiaları gerçeğe tamamen aykırıdır. Uluorta verilmiş bir hükümdür, haksızlıktır. Dört buçuk saat sürmüş çok ağır bir ameliyattan kalkışımın beşinci gününde ekrandaki programıma bir hafta önce kaldığım yerden ve hastane odasından aynen devam eden benim. Aylarca süren terapiler boyunca peryodik programımı bir gün dahi aksatmadan ve bir dakika dahi kısaltmadan sürdüren benim. O büyük ameliyatın üzerinden 22 ay geçti. Devrim yaratan eserlerimden üçü kabul edilen ‘Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’, ‘Şirk’ ve ‘Kur’an’ı Tanıyor musunuz’ kitaplarım bu tedavi sürecinde çıktı.

Bu eserler, ‘fikirleri onarma’ eseri midir? İnsaflı olalım. Veya ağzımızdan çıkanı kula-ğımızın duymasını sağlayalım. O iki eser, İslam düşünce tarihinde ilk kez gündem yapılan ve her biri bir devrim olan fikirlerden oluşmaktadır. İlk kez benim telaffuz ettiğim fikirlerdir bunlar. Üstlerindeki ihanet örtüsü ilk kez tarafımdan kaldırılan gerçeklerdir. Yoldaki kitaplarımın her biri, Tanrı’nın izniyle, bu kitapları sollayacak nitelikte yeni devrimler getirecektir. Baskıya gitmek üzere olan birini söyleyeyim: ‘Kur’an-ı Kerimde Lanetlenen Soy’, küçük adıyla ‘Şeytanın Yol Evladı’. Yine kıyametler koparacak bir devrim kitaptan söz ediyorum. Bu dosyalar benim yıllar önceden açıp da “Günü geldiğinde yayınlarım, şimdi vakti değil” deyip yarım bıraktığım dosyalardır. Şimdi onları tek tek ikmal edip yayınlıyorum. Onlar benim fikir hayatımın, misyonumun esas ürünleridir. Onları ‘yan yatarak, pes ederek’ mi yayınlıyorum?”

Peki, bunları yapmak yeni üretim değilse yeni nedir? Parti siyasetleri uğruna laf üreterek kahvehane pişpirikçilerinin keyfini okşamak mı? Onu asla yapmayacağım.

Muarızlarımın görmezlikten geldikleri bir gerçeği daha açıklamak zorundayım: Ben, dünya kamuoyunun onayı ve oylarıyla da tescil edildiği gibi, yaşadığı yüzyıla en büyük etkiyi yapmış birkaç adamdan biriyim. Dünya tarafından birkaç dilde okunan bir fikir adamıyım. Dünya üniversitelerinde hakkında ona yakın doktora tezi yapılmış bir ilim adamıyım. Yazdıklarım bu çapıma, bu düzeyime, bu sorumluluğuma yakışır olacaktır. Ben, gönüldaşlarımın nitelemesiyle ‘vakur bir düşünce adamı’ unvanı taşıyorum. Muarızlarım bunu çok iyi bilirler ama kin ve hasetleri, gerçeği itiraflarına engel olur. Şükür ki, gerçek, dünya kamuoyu tarafından itiraf edilmiştir, edilmektedir.

Siyaset lakırdısına asla âlet olmam. Soylu siyaset mi diyeceksiniz? Soylu siyaseti temsil edip uygulamak üzere milletin önüne çıktım; millet bana, “Ben soylu siyaset istemiyorum, kapkaç siyaseti, yalan ve talan siyaseti istiyorum; sen kenara çekil!” dedi; ben de siyaseti bıraktım. Kimsenin bana siteme hakkı yoktur. Ve benim hiç kimseye hiçbir borcum yoktur. Kur’an bana şunu öğretmiştir:

Sergiledikleri nankörlük ve zulümlerle Nuhlar yaratan bir topluma tufan hak olur. Bu topluma da hak olmuştur. Bu toplum, müstahak olduğu tufanı yaşayacaktır. Ve yaşamaya başlamıştır. O tufanı artık hiç kimse durduramaz. Nuhlar bile durduramaz.
Bir mektup ve bazı öneriler
Önce, yüzlercesinin duygularına, serüvenine tercüman olan mektubu okuyalım, sonra önerilerimizi sunalım.
 
Hatice Yasa, Münih’ten yazıyor: “Size sayfalar dolusu şükran, iyi dilek ve temennilerimi iletebilirim. Sizi, bize hediye eden Tanrımıza şükranlarımı iletiyorum. Varlığınızdan, insanlık için bunca mücadele ile başardıklarınızdan dolayı, bir Türk olarak onur duyuyorum. Verdiğiniz mücadele ile hayat ve umut doluyorum. Bir Sokrates, bir Atatürk ve daha nice özel insanlardan birisiniz.” 
 
“Müslüman bir ailenin kızı olarak dünyaya geldim; ama kendim öğrenmeli, sorgulamalı ve hayatımın sorumluluğu nasıl bana aitse, dinimi ya da dinsizliğimi seçme imkânı da bana ait olmalıydı. Ailem Müslüman’dı ama annem hariç tüm akrabalarımız bir kız çocuğunun okuyamayacağı dayatmasını düşünecek kadar gelenekçi ve bir o kadar da müdahalecilerdi.” 

“Üniversite yıllarımda anneme ve babama, herhangi bir dinin mensubu olmadığımı dile getirebilmiştim. Bu konuda araştırmalar yapıyor, tarih, mitoloji, gelenekçi dincilerin eserleri, felsefe, kuantum, Budizm ve daha birçok dalda kendimi bulmaya çalıştığımı, güzel bir dille aileme anlatmış, saygı duymalarını başarmıştım.”
 
“Tanrı’ya inanıyordum, bundan emindim ama henüz Tanrı’yla arama bir din koymaya hazır değildim. Hz. Muhammed’in Peygamber olabileceğini kendime kabul ettirememiştim. Daha çok bilgiye ihtiyacım vardı. İslam’ın bu kadar bağnaz, ilimden yoksun yaşanması ve aile büyüklerimden gördüklerim, beni bu dinden çok soğutmuştu. İnsanların hayatlarını bu kadar bilgisiz, araştırmasız, bayağı, amaçlarını ve kendilerini keşfedemeden yaşamaları beni deli ediyor, ben böyle olmamalıyım diyerek güç buluyordum.” 
 
“Avrupa’ya staj amaçlı gittiğimde, kendimi çok farklı bir dünyada gördüm, önce insandım; kadın ya da erkek değil! Sözlerim değer buluyordu. Belki ben de burada bir şeyler yapabilecektim.
 
“Kur’an’ı yıllar önce okumuştum; tekrar elime alıp, bu olgunluğumla tekrar tanışmak istedim. Okudum, okudum, okudum. Tabiî ki, Allah’ın kelamını düzgün ve doğrudan veren sizin mealinizden. Sizi yıllar öncesinden tanıyor, yazılarınızı takip ediyor ve kitaplarınızı okuyordum. Ama Kur’an´la beraber tekrar okudum. Daha sonra, gelenekçi tefsirlerle karşılaştırarak okudum. Ayetlerin içindeydim, doğruya aklım karar veriyordu. Bambaşka bir dünyanın içine girmiştim.”
 
“Siz dinde reformu getiren kişisiniz, dünya ne yazık ki, yaşarken diğer liderlerde, nebilerde, peygamberlerde, filozof ve ilim adamlarında olduğu gibi, sizin de değerinizi tam olarak anlayamayacak; fakat bana anlattınız! Kızlarıma da anlatmaya devam edeceksiniz!”
“İnsanlık için faydalı olma isteğini içimden kazısalar da, artık çıkaramazlar. Şu anda 30 yaşındayım. Hayata bir şeyler bırakmadan gitmek istemiyorum. Bana önereceğiniz kitaplar, yol ve yöntemler vardır umarım.”
 
Önerilerim: Öncelikle, ‘Kur’an’ın Temel Buyrukları, Kur’an’daki İslam, İslam Nasıl Yozlaştırıldı, Mâûn Suresi Böyle Buyurdu ve Şirk, Kur’an’ı Tanıyor musunuz’ adlı kitaplarımı okuyun. Onlar sizin yolunuzu açacaktır. Bilgi bakımından da açacaktır, yöntem bakımından da… Sizdeki bu niyet ve bu gayret sizi yarı yolda bırakmaz, merak etmeyin.
Mektuplardan seçmeler
Hasan Kayacan yazıyor: “Siz hiç sorulmayanları sorduğunuz için çoğumuzun ufku açıldı. Size teşekkür ediyoruz. Atatürk, yüzyıla yakın bir süredir anlaşılamıyor ve yanlış yorumlamalarla anlaşılması daha güçleşiyor. ‘İnsan Atatürk’ diye bir kavram çıkardılar. Herkes bilsin ki; Atatürk, cephede savaşırken de insandı, saldıran ülkeleri dize getirirken de insandı, cumhuriyeti kurarken de insandı. Atatürk hep insandı! Benim için Atatürk'ü büyük yapan özelliklerinden biri kuru fasulye-pilav sevmesidir.”
 
“Atatürk'ün birçok yeteneği vardı. Gerek düşünce adamı olması, gerek askeri bilgisi, gerek liderliği. Bunların hepsi ‘insan’ özellikleridir. O, her yönüyle insan. O; mütevazı, samimi, içten, bizden biri. Onun için seviyoruz Atatürk'ü. Daha istedikleri ne? O dönemde bizi daha ileriye götürecek kim vardı başka? Bana biri bu sorunun cevabını versin. Atatürk kudretli bir insandı. Bugün konuşmak kolay. Belgelerden o günleri öğrenmek lazım. Bu işler çocuk oyuncağı değil. Şöyle belge dolu bir ‘Atatürk Hayatı’ yayınlanmadı. Gerekirse 4.000 sayfa olsun, gerekirse 10 yıl çalışma istesin.”
 
Asena Kır yazıyor: “22 yaşındayım ve bu yaşa kadar birçok kitabınızı okudum. Düşüncelerinizin beni ne kadar aydınlattığını anlatamam. Yeni bir ufuk açtınız beynimde. Sizin, dini doğru anlatma çabalarınız bende tam olarak karşılığını buldu ve dimdik ayaktayım. Nasıl teşekkür etsem az!”
 
Aylin Baker yazıyor: “İnsanlar sizin söylediklerinizi dinliyor; düşünmesini, olayları tartmasını öğreniyorlar. Şu dönemde görüşleriniz çok önemli. Size engel olunduğunu düşünüyoruz. Yurt dışında izlenebilecek kanallarda sizi duymak istiyoruz. Hem laik, hem demokrat, hem de dindar olunabileceğini tam olarak anlatabilen bir tek siz varsınız. Atatürk gibi, Allah'ın bu millete nasip ettiği büyük mucizenin, kıskançlık ve cehaletle yok edilmesine engel olmaya çalışan sizsiniz. Büyük bir değersiniz. Hakkınızı ödeyemeyiz. Çok teşekkür ederiz.”

Tayfun Polat yazıyor: “Dine karşı düşüncelerimi doğruyu göstererek 180 derece çeviren ve güzele yönlendiren size çok müteşekkirim. Özellikle, kitaplarınızda Kur’an-ı Kerim’den ayetler aktarmanız ve ünlü fakîhlere atıflar yapmanız çok etkileyici. Yani kafadan atmıyor, fikirlerinizi destekler birçok alıntı yapıyorsunuz. Yaptığınız iş çok zor. Fikirleriniz ve kitaplarınız bu zamanın çok ötesinde.”
 
“ Şirkin Ateizm olduğunu zannediyorlar. Kul ya da kamu hakkı yemekle dinden çıkılmayacağını zannediyorlar. ‘Sen namazı kıl bir şekilde, oradan sevap alırsın; o ayrı; kul hakkı, kamu hakkı ayrı’ gibi söylemlerle kendilerini avutuyorlar. Mâûn suresinden namazının lanetlendiğini söylediğimde, yok öyle bir şey diyorlar.”
 
“Bu ülke ayağa kalkabilecekse, size çok ama çok ihtiyacı var. İyi ki varsınız. İyi ki sizinle aynı yüzyıla denk geldik. İslam dünyasına yaptığınız çalışmaları Allah elbette görecektir. Sizin için dualar ediyoruz.”
Dinler arası diyalogun esası 'deizm'e çağrıdır
Günümüzde daha çok üç büyük din (İslam, Hıristiyanlık ve Musevilik) arasında yürütülmeye çalışılan, daha doğrusu yürütüldüğü iddia edilen diyalog, gerçek bir diyalog olmaktan çok, kitleleri Allah ile aldatmaya yönelik siyasal bir oyundur. Ve samimiyetle söylemeliyiz ki; bu oyunda aldatılan, kullanılan camia da İslam dünyası, özellikle Türk halkıdır. Gerçek şu ki; ortada, kavramın amacına, dinlerin beklentisine yaraşır bir diyalog yok; süper Hıristiyan güçlerin, perişan durumdaki Müslüman dünyayı aldatıp oyalaması var.
 
Biz, sürüp giden bu ‘diyalog’ adlı oyuna karşı çıkan beyanlarımızla; işte bu tezgâha, bu aldatmacaya, bu haçlı oyununa karşı çıkmaktayız; dinlerin ve Tanrı’nın isteği olan gerçek diyaloga değil!
 
Günümüzde üç büyük din arasında işlediği varsayılan sözde diyalogun, olması gereken esası nedir? Bu soruya isabetli bir cevap vermek için, tek Tanrıcı dinler arasında diyaloga çağrının, tarihte ilk kez Kur’an tarafından yapıldığını kayda geçirmek gerekir. Kur’an’ın bu konuda, Hz. Muhammed aracılığı ile 15 asır önce yaptığı çağrı şudur:
 
“De ki, ‘Ey ehlikitap/Yahudiler ve Hıristiyanlar! Sizin ve bizim aramızda aynı olan şu söze gelin: ‘Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ın berisinden, kimimiz kimimizi rabler edinmesin!’ Eğer yüz çevirirlerse şöyle söyle: ‘Tanık olun, biz Müslümanlarız/Allah'a teslim olanlarız!" (Âli İmran, 64)
 
Görülüyor ki; diyalog ve beraberlikte esas alınan tek gerçek var: Allah’ın birliği. Yani, şirkin reddi. Kur’an, birlik ve diyalogun temeline, ‘olmazsa olmaz’ değer gördüğü Allah’a imanı oturtmuştur. Peygamberlere iman, bu noktada gündem yapılmamıştır. Açıktır ki; peygambere iman devreye sokulduğunda, diyalogun anlam ifade etmesi zorlaşacaktır. Herkes, işi kendi peygamberine odaklayacak, Allah’ın birliği yerine peygamberlerin çokluğu geçecektir. Ayrıca ve daha önemlisi; peygamberler devreye sokulduğunda, dinin pratikleri gündeme gelecek, onlar gündeme geldiğinde ise ‘din sınıfı’, ‘din adamları’, onların yüzlerce zübürü, dayatması, saptırması, çıkarı devreye girecektir ki, dinler konusunda musibetin kaynağı budur.
 
Kur’an; diyalog meselesinde, zirve değeri olan Allah’a imanı esas alıp, öteki değerleri her dinin kendi mensubuna bırakmıştır. Kur’an; bu tavrıyla, Bakara 62 ile Mâide 69’da belirlediği ‘kurtuluş şartları’nı, başka bir deyişle ‘kurtuluş için yeterlilik şartları’nı öne çıkarıp, ‘efdaliyet şartları’nı kenara koymuştur. 
 
Böyle bir diyalog ve birlik çağrısının felsefî esası nedir? Tartışmasız biçimde söyleyebiliriz ki; bu esas, dinlerin mensuplarının son tahlilde Allah’ın birliğine iman üzerinde ittifak edip, öteki meseleleri bir kenara koymasının tanrısal iradeye uygunluğudur.
 
Bizim burada diyalogdan hayır bekleyen herkese altını çizerek önereceğimiz iki şey var:
 
1. Diyalog derken, siyaset yapıp birbirini aldatmak yerine, mutlu bir gelecek inşa etmek için Yaratıcı’nın birliğini esas almak, kendi peygamberini dayatmaktan vazgeçmek,
 
2. Diyalogu, kitleleri kandırmaya yönelik geleneksel kabullerle kirletmek yerine, diyalogda ‘Deizm’in (Allah’ın birliğine imanın) öne çıkarılması gerektiğini ve (en azından) Kur’an’ın bunu istediğini, insanlığa açık yüreklilikle ilan etmek.
Diyalogdan işte o zaman hayır gelir; aksi halde, Allah ile aldatma tezgâhının küresel bir işleyişini seyretmenin ötesinde bir şey kazanmamız mümkün olmaz. 
Feraizci Hamdi'nin torunları
Yakın Türk Tarihi araştırmalarıyla ünlü Zeki Sarıhan’ın 13 Eylül 2013 tarihli sarsıcı makalesinden alıyorum. 30 Ağustos Zaferi’nin dünyada yankılanması üzerine, hıyanet damarları ciddi biçimde rahatsızlaşan Kurtuluş Savaşı düşmanları, eylül ayı başlarından itibaren, saklandıkları deliklerden bir bir çıkarılmaya başladı. Tarihçi Zeki Sarıhan’ı dinleyelim:
“Sabah gazetesinin haberine göre; Yunan İşgali sırasında, Bursa’da müftülük yapan Feraizci Hamdi haini de yakayı ele vermiştir. Gazetenin yayınına göre; hoca, Türk bayrağını yırtmış, çiğnemiş; Yunan ileri hareketini, krala çektiği bir telgrafla kutlamıştır. Türkleri şikâyet ederek tutuklatmıştır. Müslüman kadınların Yunanlılarla evlenebileceği konusunda fetva da veren hoca, Bursa’nın kurtuluşuyla, İstanbul’a gelip saklanmıştır. Sorgusu sırasında suçlarını saklamamış, ancak bunların Mustafa Kemal Paşa tarafından affedildiğini ileri sürmüştür. Bayrak yırttığını ve Yunanlılar Eskişehir’e girdiğinde secdeye kapandığını reddetmiş; fenalık yapanın kendisi değil, şimdi Hicaz’da olan Ömer Feyzi olduğunu söylemiştir.”

Feraizci’nin bugünkü torunları içinde, Kurtuluş Savaşı’na duyduğu hınç ve düşmanlığı dedelerinden daha azılı biçimde devam ettiren, din maskeli hainler az değildir. Hemen her gün, bunların birinin veya birkaçının Kurtuluş Savaşı, o savaşın başbuğu ve askerleri aleyhinde, doğrudan veya dolaylı hezeyanlarına, iftiralarına tanık olmaktayız. Bir yandan bağımsızlık düşmanlığı yapmaktalar, bir yandan da namazı, umresi eksik olanları dindışı ilan etmekteler. Onlara göre; iki rekât namaz varsa, hiçbir ahlaksızlık ve alçaklık Müslümanlığa zarar vermez. Şeytanî tezgâhlarını işte böyle işletmekteler.
Dahası; bunların Kurtuluş Savaşı’na sövüp saymaları, imkân sahibi kodamanlarca, bir tür ‘üstünlük belgesi’ sayılmaktadır. Sövüp sayanlar, kısa bir süre sonra bir biçimde ödüllendirilmektedir; bir mevkie getirilerek, bir ihale verilerek, bir krediyle, bir köşe yazarlığıyla, bir program yapımcılığıyla, bir danışmanlıkla ve daha bilmem nelerle... Eğer açıkça ödüllendirmek çok fazla sırıtacaksa; yakınları, ortakları, işbirlikçileri, gizli kasaları vasıtasıyla ödüllendiriliyorlar. Değişmeyen şu: Kurtuluş Savaşı’na, onun önderine bir biçimde çamur atmak, asla ve asla ödülsüz bırakılmıyor! Aynen, aksini yaparak Kurtuluş Savaşı’nı, onun başbuğunu bir biçimde övenlerin asla ve asla cezasız bırakılmadıkları gibi…

GÜVENMEK VEYA MECBUR BIRAKMAK
Biz burada yeni kuşakların vicdanlarına şunu ileteceğiz: Dincilerin, özellikle hıyanete bulaşmışlarının, ne kendilerine ne de kanlarını taşıyanlara güvenilir. Onlardan hayır gelmesini ümit edecekseniz, onlara güvenmeyeceksiniz, onları mecbur bırakacaksınız. Aslında şer güçlerin tümü (Avrupa, ABD, dincilik, engizisyon) böyledir. Onlara güvenenler mahvolur. Tarihin diyalektiği bunun aksini hiç göstermemiştir. Tarih yaratan adam Mustafa Kemal, daha 1920’de şunu söylüyordu: “Avrupalıların namusuna güvenemeyiz.” Avrupa, bir örnektir. Zulüm ve hıyanete bulaşanların hiçbirine güvenemezsiniz.
 
Atatürk; Batı’ya karşı, Batı’nın namusuna güvenerek değil, Batı’yı mümkün mertebe namuslu davranmaya mecbur bırakarak başarılı oldu. Aklınız, feraset ve dirayetinizle mecbur bırakırsanız, en namussuz adam bile namuslu eylemler sergileyecektir. Bunun arkasında güven yok, mecbur bırakmak vardır. Tarih yaratan bütün büyük ruhlar; güvenerek değil, mecbur bırakarak başarılı olurlar. Güven sadece Allah’adır. Özellikle büyük ruh, Allah’tan başkasına asla güvenmez. Ve Kur’an, işte bunun içindir ki; üzerine basa basa şu gerçeği tekrarlar: “Allah’tan başka dost yoktur, olmaz”. Dost ve dostluk tabiri insan için, özellikle devletler için ancak mecazî anlamda kullanılabilir. 
MUHAMMEDÎ İSLAM VE MUAVİYE İSLAMI
Mevlüt Söylem Balıkesir’den yazıyor: “1990’lı yıllarda Hürriyet gazetesinde Cuma günleri yayınlanan köşe yazılarınızla tanıştım. Giderek eserlerinizi okumaya başladım. Şu an tüm eserleriniz kitaplığımda mevcut. Altmışa yakın eserinizi okuduktan sonra, Muhammedî İslam ile Muaviye İslamı’nın farkını net bir şekilde gördüm. Camilerimizde din adamı kılığında çok Muaviye gördüm ve o camilerden soğudum. O camilerde namaz kılmıyorum, beş vakit evimde kılıyorum. Artık, doğru ile yanlışı ayırt edebiliyorum. Size minnet ve şükranlarımı sunuyorum. Bunu da kendimi ifade etmek için yazıyorum. Sizin gönül dostunuz olmaktan çok mutluyum.”
 
Mehmet Çalışkan Hollanda’dan yazıyor: “Hollanda'nın Leiden Üniversitesi’nden ‘master’ yapıp, tarihçi olarak mezun olmamda en büyük katkıyı Yaşar Nuri Öztürk'ün kitapları yapmıştır. Leiden Üniversitesi’nin Türkoloji bölümünde gördüm ki; Müdafaa-i Hukuk kadrosuna nefret ve intikam hırsıyla beslenmiş hocalar, Yaşar Nuri Öztürk'ün kitapları yüzünden, çeşitli ‘haçlı oyunları’yla kıvırmaya başlamışlar. Üniversitenin bağımsız profesörleri benim Atatürk ve Kur'an adlı mezuniyet tezimi kabul etmek zorunda kaldılar; haksız bir şekilde tezim kabul edilmiyordu. Bunun da üç sebebi vardı:
1. Atatürk düşmanlığı, 2. Yaşar Nuri Öztürk karşıtlığı, 3. Müslüman düşmanlığı.”

Ben, Yaşar Nuri Hoca’nın tespit ettiği Kur'an'sal ilkelerin savunucusuyum. Leiden Üniversitesi’nin yeraltı kütüphanesinde bir bölüm açılmış. Yaşar Nuri Öztürk’ün neredeyse bütün kitapları orada bulunmaktadır. Leiden Üniversitesi dünyanın en iyi 70 üniversitesinden biridir.
 
Yakında Yaşar Nuri Hocama ithaf edilmiş 'Müşrikler Allah Düşmanıdır' adlı bir kitabımı yayınlamak istiyorum ve şunu da söylemeden yapamayacağım: Yaşar Nuri Öztürk'ün Türkçe Meal’ini okuyana kadar, müşrik olduğumu anlamamıştım. Hayatımın bundan sonrası, şirkin bütün türlerine karşı mücadele etmekle geçecektir.”
 
Berrin Başar yazıyor: “Şu sıralar Hallâc adlı eserinizi okumaktayım. Öncelikle, açtığınız aydınlık kapılar için minnet ve teşekkürlerimi iletmek isterim. Her bir eseriniz cehaletimin farkına varmama ve bunu gidermek için yeni şeyler, yeni bilgiler öğrenme isteğime yol açıyor. Hallâc eseriniz, bende Karmatîlik, Zenc İsyanı, Ebu Zer ile ilgili bilgi edinme isteği uyandırdı.”
 
Ahmet Rıdvan Yalçıner yazıyor: “Seksen yaşında, Müslüman Türk vatandaşıyım. Yazmış olduğunuz ‘Kur’an’daki İslam, Dört Yüz Soruda İslam, Allah ile Aldatmak, Mâûn Suresi, Şirk ve Kuran'ı Tanıyor musunuz’ dâhil, kitaplarınızın yüzde yetmişinden fazlasını okudum. Kur’an’ı Allah’ın söylediği, peygamberimizin öğrettiği anlamda, sizin kitaplarınızla öğrendim. Allah sizden razı olsun!”

Sel Su, Almanya’dan yazıyor: “Ben Avrupa’da yaşıyorum. Ben dini sizde sevdim, Kur’an’ı sizde sevdim. Gerçek dinin ne olduğunu sizden öğrendim. Allah’ı sizde çok ama çok sevdim. O kadar güzel, o kadar akıllı, o kadar mantıklı ve o kadar tane tane anlatıyorsunuz ki! Sanki içimizdekileri ezberlemişsiniz.”
'İniş sıralı Kur'an Meali' üstüne
Oktay Erdem adlı okuyucumuzun mektubunu okuyalım, sonra bir değerlendirme yapalım: “44 yaşında, modern yaşayan bir adamım. Bu yaşıma kadar Kuran-ı Kerim'i hiç okumadım, okuyamadım. Çünkü elime her alışımda ruhum daraldı, içim sıkıldı. Bakara suresini asla geçemedim. Ta ki, sizin ‘Surelerin İniş Sırasına Göre Kur’an Meali’nizi bir arkadaşım tavsiye edene kadar.”
 
“Eyüp Sultan’da oturuyorum. Oradaki tüm kitapçıları gezmeme rağmen, sizin kitabınızı bulamadım. Çok acı geldi bana; Taksim’e gittim; yukarıdan aşağıya başladım. Önce D&R. ‘Yok, başka şubelerde olabilir’ dediler. Ardından Mephisto. ‘Yok’ dediler. Ardından Pandora. ‘Yok’ dediler. En son İnsan Kitap’ta bir adet buldum, ikinciyi istedim ‘Yok’ dediler.”
 
“Bu kadar mı zor bu kitabı bulmamız? Yayıncıyla konuşmanız gerekmiyor mu? Gerekli baskıları lütfen yapın; herkes okusun ve anlasın. Şimdi otobüste, trende elimde. Modern takım elbiseli bir adam, göğsümü gere gere kitabınızı açıp okuyorum. Herkes görsün, okusun diye; ama inanın, bence bulamıyorlardır o insanlar da! Eşim ve ben, ölene kadar duacınız olacağız. Bizi kendimize getirdiğin için Allah senden razı olsun!”
 
NEDEN ‘İNİŞ SIRALI’ MEAL?
Kur’an’ın elimizdeki resmî nüshası, surelerin iniş sırasına göre düzenlenmemiştir. Ayetlerin tertibi vahye bağlı iken, surelerin tertibi serbest bırakıldığı için, bunda sakıncalı bir yan da yoktur. Üçüncü Halife Osman, bugün elimizde bulunan tertibi resmîleştirip, öteki tertipteki mushafları referans kaynağı olmaktan çıkardı. Bunda zorunluluk vardı. Çünkü; herkesin elinde kendine göre tertip edilmiş bir mushaf olduğunda, Kur’an’a yollama yapmak çok zorlaşacaktı. Bu zorluğun ortadan kaldırılması gerekiyordu. Ancak, orada çok ciddi bir nokta gözden kaçırıldı ki o da şuydu:
 
Hz. Ali’nin elinde, sureleri iniş sırasına göre düzenleyen bir mushaf vardı. Daha önemlisi: Hz. Ali, bu mushafta, ayetlerin kenarlarına, peygamberimizin o ayetlerle ilgili açıklamalarını yazmıştı. İşte, esas hadisler bunlardı ve bunlar, Kur’an’ın en büyük müfessiri olan Hz. Peygamber’in yorumlarıydı. Ali’ye duyulan haset ve bazı kimselerdeki kin, Peygamberimizin “Konuşan Kur’an” diye nitelediği, Ali’nin bu ‘hazine’ değerindeki mushaf nüshasının esas alınmasını engelledi. Bu nüsha, Ehlibeyt çevrelerince bir süre elden ele gizlice dolaştırıldı ise de, ileriki yıllarda Emevî zorbası adûdlar tarafından bulunup, yok edildi! İslam dünyası, en çok muhtaç olduğu ‘Peygamber açıklamaları’ndan yoksun bırakıldı. İslam dünyasının felaket sebeplerinin en büyüklerinden biri de budur.
 
Emevî adûdları, gerçek hadisleri yok ettiler; onların yerine, binlerce yalan uydurtup hadis diye ümmete dayattılar. Müslümanlar, asırlardır o uydurmaların açtığı felaketlerin girdabında kıvranıyor. Unutmayalım; günümüz siyaset dinciliğinin Allah ile aldatmada kullandığı temel sermaye de bu uydurmalardır. 
 
Allah’a şükür ki; Kur’an, bir tek harfi bozulmadan elimizdedir. Surelerin tertibi şöyle olmuş, böyle olmuş, fark etmez; Kur’an, Kur’andır. Ancak, sureleri iniş sırasına göre okumak ile o sıraya göre okumamak arasındaki fark; bir saraya kapıdan girmek ile bacadan girmek arasındaki farka benzer. Saray aynı saraydır ama bacadan girmek problemli bir iştir. İniş sırasına göre okuduğunuzda; Cenabı Hakk’ın insanı eğitirken nasıl bir yol izlediğini görüyor, Kur’an sarayını âdeta Tanrı’nın rehberliğinde dolaşıyorsunuz. Biz, işte bunun için, kısa bir Kur’an tefsiri olan “Kur’an’daki İslam” adlı eserimizi de surelerin iniş sırasını esas alarak düzenledik.
İnsanlığa rahmetle bakmak
Kur’an’ın Allah’ı, kendisini ‘rahmeti her şeyi çepeçevre kuşatan kudret’ olarak tanıtır. (A’raf, 156) Kur’an’da yirmiye yakın ayette ‘Rahmet’ olarak adlandırılır. Kur’an’ı insanlığa tebliğ eden Peygamber de ‘Âlemlerin Rahmeti’ olarak tanıtılmıştır. (Enbiya, 107) 
 
Bunları alt alta yazarak bir saptama yapalım: Kur’an’ın dini, rahmeti her şeyi çepeçevre kuşatan bir Tanrı’nın, rahmet olarak gönderilmiş peygamberinin tebliğ ettiği rahmet bir kitabın dinidir. Yani Kur’an’ın İslamı’nda Allah da, peygamber de, kitap da rahmettir. Yani bu, dinde bütün yolların bir biçimde rahmete çıkması gerekir. Çıkmıyorsa; ya Allah yanlış algılanmıştır, ya Peygamber, ya kitap yahut da bunların üçü birden…
 
Şimdi bir Kur’an’ın bu söylediğine bakın, bir de adına ‘İslam dünyası’ (!) dedikleri coğrafyaların durumuna; oralarda olup bitenlere, oralarda insana reva görülenlere bakın!..
 
Bu bakışı gerçekleştirdiğinizde, eğer insan vicdanı taşıyorsanız, şu iki şeyi hemen söyleyeceksiniz: 1) Bu Kur’an denen kitabın dinini şu Müslüman yaftalı kalabalıklardan değil, bu kitabın kendisinden öğrenmeliyiz. Başka bir deyişle; İslam’ı yeniden keşfetmeliyiz. 2) İnsanlığın onlarca dert ve acıyla kıvrandığı bir dünyada, böyle bir kitap ortada dururken; bu kitaba kayıtsız kalmak, onda nelerin olduğunu merak etmeden yaşamak, insana yakışan bir davranış değildir.
 
Bir şeye daha dikkat çekelim: Yüzyılımızın ‘Hadis Allâmesi’ diye bilinen Nâsıruddin el-Elbanî’nin 30 ciltlik şaheseri el-Ahâdîs’inde Peygamberimizin şu iki sözü art arda verilmiş: “Allah’ın, insanlık için kalbine rahmet koymadığı kul, her şeyini kaybetmiş, hüsrana uğramıştır.” “Güzel düşünüp güzel şeyler üretenin güzelliğine, çirkin düşünüp çirkinlikler üretenin de kötülüğüne tanıklık edin.” (Elbanî, el-Ahâdîs es-Sahîha, cilt 1, kısım 2, no: 456, 457)
 
Dikkat edilsin; rahmet de, tanıklık da ‘insanlık’ için istenmiştir. Peygamber sözünün özünü taşıyan kelimeler iki tane: Rahmet ve beşer. Rahmet; Arap dilinde şu üç anlamı taşır: Sevgi, şefkat, merhamet. Geleneksel saltanat dinciliği bu üç anlamın ikisini yok etmiş, sadece merhameti bırakmıştır. Onu da son tahlilde, emeği ve alın teri ihanete uğramış kitlelere makarna ve kömür dağıtmaya indirgeyerek, Kur’an’ın bu en önemli kavramını işlemez hale getirmiştir. Şimdilerde makarna ve kömür merhametçiliğinin karşılığı oydur. Oyunu, yani onurunu ve geleceğini ver; makarna ve kömür al. İşte dinciliğin işlettiği tezgâh budur. Bu tezgâha din mi dersiniz, dinsizlik mi, orasına siz karar verin.
 
Peygamber sözünde kullanılan temel sözcüklerden ikincisi: ‘beşer’dir ki insanlık ve insan demektir. Bırakın birinci sınıf, ikinci sınıf dindar kaydını, Müslümanlık kaydı bile konmamıştır. Meslek, mezhep, bölge, renk ve ırk kaydı hiç konmamıştır. İnsan veya insanlık diye bir ‘en üst kavram’, bir ‘temel adres’ getiriyor Yüce Peygamber. O kavramdan kutsalı, yücesi yok. Gayelerin gayesi o. Böyle olduğu içindir ki; Kur’an, “İnsan din için değildir, din insan içindir” ilkesinin açılımı olan bir kitaptır. Ancak, bu açılımı görmek için, Kur’an’ı mezarlıktan kurtarmak lazım. Bir de, dincinin sevgi ve aydınlıktan yoksun kafasından.
İnsan hakları mı yandaş hakları mı?
İnsan hakları, insanın haklarıdır; filan dinden, falan renkten, ırktan, mezhepten, tarikattan veya bölgeden olanların hakları değil!
 
İdeolojiler, o arada dini ideolojileştiren saltanat dinciliği; insan haklarını, kendisi gibi düşünen ve yaşayanların hakları haline getirmiştir. Bu sakat anlayışın bugün en dikkat çeken coğrafyası, dincilik iktidarının despotizmi altında inim inim inleyen Türkiye’dir. Bakın Türkiye’ye; insan hakkı, hukuk diye bir şey bırakılmış mıdır? Kıyıda köşede bir şeyler kalmış gibi duruyorsa, yakında onları da silip süpüreceklerinden kuşkunuz olmasın. Tabii ki, tarihin diyalektiği zulümlerini yürütmelerine imkân verirse…
 
İnsan haklarını yandaşların değil de, gerçekten insanın hakları olarak gören ve böyle görülmesinin dinin-imanın esası olduğunu gösteren iki peygamber davranışına dikkat çekmek istiyoruz. Siyaset dincisi zihniyet, Hz. Peygamber’in dışkısına ‘gaita-i şerife’ deyip onu bile kutsallaştırırken, onun bu tür davranışlarına asla değinmez, değinmemiştir. Bu davranışlar, saltanat dincisi yobazın tarih boyu kahrını çeken Kur’an mümini bilgelerin kitaplarının tozlu sayfalarında kalmıştır. O mesajları, hapsedildikleri yerlerden çıkarıp kitlelere gösterenler akıl almaz itham ve zulümlere maruz bırakılmışlardır, kalmaktadırlar.
 
İNSAN HAKLARI KÂBE’DEN BİLE SAYGINDIR
Hz. Peygamber, bir gün Kâbe tavaf edilirken, aniden tavafı durduruyor ve şok bir soru soruyor: “Bu Kâbe hakkında ne dersiniz, onu nasıl bilirsiniz?” Topluluk, Kâbe’yi övücü sözler söylemeye başlıyor. Yüce Peygamber, söylenenleri bir süre dinliyor ve sonunda ölümsüzlük burcuna oturan şu sözü söylüyor: “Allah’a yemin olsun ki; sizin canlarınız, kanlarınız ve onurlarınız o Kâbe’den daha mukaddes, daha mübarek ve daha saygındır.”
 
Bu davranış ve bu söz, Kur’an’ın Kaf suresindeki şu ayetin bir tefsiridir: “Biz, insana şahdamarından daha yakınız” (Kaf, 16). Bu demektir ki; Allah insanın sürekli yanında ve içinde. İslam vicdanının anıt isimlerinden biri olan Bayezid Bistamî (ölm. 261/874) bu gerçeğe dikkat çekerken, habire hacca koşanları şöyle azarlıyor: “Allah, gidip gidip tavaf ettiğiniz o Kâbe’ye hiç girmedi; insanın kalbimdense hiç çıkmadı. Gelin, insan kalbini tavaf edin.”
 
İnsanın yerini ve değerini gösteren bir ‘Peygamber davranışı’na daha dikkat çekelim: Arkadaşlarıyla sohbet ettiği bir sırada, karşı taraftan bir cenazenin taşındığını gördü ve ayağa kalktı. Yanındakiler şöyle dedi: “Kalkmanıza gerek yok, o bir Müslüman cenazesi değil.” Cevap, insan konusunun ölümsüz ilkelerinden biri olan şu sözdür: “Müslüman olmayabilir ama insandır.”
 
Bir bu davranışı düşünün, bir de Gezi Eylemleri’nde katledilen gençlerin cenazelerinin kaldırılışında bir sürü problem çıkaran dinci otoritenin yüreğini.
 
Saltanat dincisi, insan gerçeğini asla anlamadı. Onun Kur’an’dan anladığı; mezarlıkta üfürüp sevap almak, Muhammed’den anladığı da, Arap-Emevî  örflerini ihya etmektir. Saltanat dinciliği, Kur’an’ın getirdikleriyle Arap’ın örflerini birbirinden asla ayıramadı veya bilerek ayırmadı. Felaketin kaynağı işte budur.
Cumhuriyet Bayramınız Kutlu Olsun
“Cumhuriyet uçurumun kenarında. Neyi kutlayacağız? Şimdi kutlamak değil, ağlamak zamanıdır” diyenler var ama ben yine de Cumhuriyet bayramınızı kutlayacağım. Bunu, benim ‘umutlarımı’ kutlamam olarak alabilirsiniz.
Kutlanmasını fiilen durdurdular ama yine de kutlu olsun! Ruhum emin ki; bugünler geçecek ve o büyük bayramı yine tüm coşkumuzla kutlayacağız. Tarih ve Tanrı, her şeye rağmen bizden henüz vazgeçmemiştir. Bu teker bu tümsekte kalmayacaktır. Yeter ki biz, yine her şeye rağmen aklımızı başımıza alalım, yani adam olalım. Herkesi kör, âlemi sersem yerine koymayı bırakıp, gayret kuşağını kuşanalım. Cumhuriyetin, büyük ıstıraplar pahasına sahip olunacak bir değer olduğunu, bizimse bu değere bedavadan sahip bulunduğumuzu itiraf edelim.
 
Başımıza ne geldiyse ıstırabı, çileyi göğüsleme irade ve onurunu gösterememek yüzünden geldi. Yani bedavacılık yüzünden. Şimdi tarih bizi, bedavadan sahip olmak ile çile çekerek elde etmenin farkını gösteren bir sürece soktu. Bu farkı anlayıp bedavacılık kapısını kapattığımız anda, her şey bir büyük tecelli ile değişir ve ufuk aydınlanır.
 
Bedavacılık ve aymazlıktan uzaklaşacağımıza tarih ve Tanrı huzurunda yürekten söz vermemiz, yani sergilediğimiz korkunç gafletler, yan yatmalar yüzünden bulaştığımız büyük günahlardan tövbe etmemiz lazım. Tanrı, Cumhuriyeti sevenlerin gafletlerini onu sevmeyenlerin ihanetleriyle cezalandırdı. Evrenin ruhunun yöntemi budur.
 
Şöyle veya böyle, tövbe etmemiz şart. Tanrı’ya inananlarımız Tanrı huzurunda, Tanrı’ya inanmayanlarımız tarih huzurunda tövbe etmelidir. Ama mutlaka ve muhakkak bir tövbeye muhtacız. Tövbe; hatanın, eksiğin farkına varmaktır. Benim bahsettiğim tövbe olmadan; Cumhuriyet, ihanetler eliyle itildiği uçurumun kenarından, mümkün değil, geri dönemez.
Cumhuriyet Bayramı’nı kutlarken, neyi kutluyorduk? Bu sorunun cevabını layıkıyla vermiş olsaydık, bugün Cumhuriyet uçurumun kenarında olmazdı.
 
Biz, Cumhuriyet’in kıymetini bilmedik ve öyle olunca da, tarihin diyalektiği onu gözlerimizin önünde uçurumun kenarına getirip bizi dehşete düşürdü. Her şeye rağmen aklımızı başımıza alırsak, Cumhuriyet uçurumun kenarından geri döner ve biz yeniden mutlu oluruz. Aklımızı başımıza almaz isek, değişik türden kanı virüslü adûdlar, uçurumun kenarındaki o aziz varlığa tekmeyi vururlar ve hepimiz karanlık bir coğrafyanın kahrolmuş çocukları oluveririz.
 
HAYATÎ İKİ SORU
Aklımızı başımıza almak ne demek? Şu iki sorunun idrakinde olmak demek:
1. Cumhuriyet nasıl geldi?
2. Cumhuriyet bizi nelerden kurtardı?
 
Önce birinci soruyu cevaplayalım: Cumhuriyet, Kurtuluş Savaşı verilerek elde edildi. Yani; kanla, gözyaşıyla, çileyle, ıstırapla. Ama o çileleri biz çekmediğimiz için, biz Cumhuriyeti bedavadan gelmiş sanıyoruz. Tarihin diyalektiği veya Tanrı (bence ikisi aynı gerçeğin değişik adlarıdır), bu aziz varlığın bedavadan elde edilecek bir varlık olmadığını göstermek üzere, onu elimizden çıkacak bir noktaya oturttu. Tarih ve Tanrı’nın beklediği ‘akıllanma’yı, fark edişi gösterirsek, aziz emanet geri döner; göstermez isek geçip gider, göçüp gider.
Cumhuriyet bizi nelerden kurtardı?
Bu sorunun kısa cevabı şudur: Cumhuriyet bizi raiyye olmaktan kurtardı.
 
Her şey bunun içinde saklı. Saltanat dincileri bunu bildikleri içindir ki; bir yandan cumhuriyet düşmanlığı yaparken, bir yandan da halkı raiyyeleştirmek için yirmi tırnaklarıyla didiniyorlar.
 
O halde raiyyelikten kurtuluşun idraki içinde olmak, Cumhuriyet’le ilgili bütün soruların cevabını bulmak demektir. Raiyyelikten kurtulmak, hayvanlıktan kurtulmak demektir. “Ben insanım” diyen bir varlık için, bu kurtuluşun yerine konacak herhangi bir değerden veya nimetten söz etmek mümkün değil.
 
Osmanlı İmparatorluğu’nda halkın hukukî sıfatı raiyye (çoğulu: reâya) veya ‘kul’dur. Cumhuriyet düşmanlarının Osmanlı’yı ihya için didinmelerinin sebebi; Osmanlı mahabbeti değil, raiyyeliğin geri gelmesi ihtimalinin yarattığı heyecandır. Şimdi, Ortadoğu halklarına ilk kez bu satırların yazarı tarafından duyurulan bu hayatî mesajı irdeleyelim:
 
Raiyye kavramının kullanıldığı Bakara 104. ayet, Kur’an’ın üstü örtülen beyyinelerinin birincisidir.  Çünkü o örtü açıldığında, Kur’an’ın cumhuriyet, laiklik ve demokrasi talebi ses verecektir. İslam adı altında despotizm yaşatan Ortadoğu zorbalıkları böyle bir şeye izin vermezler. Bu zorbalıkları ustaca sömüren Batı Emperyalizmi; böyle bir şey olmasın diye, bütün saltanat dinciliklerini destekliyor, besliyor. Batı Emperyalizminin Mustafa Kemal’e düşmanlığının esas sebebi de; bu ayetteki gerçeğin ortaya çıkmasında Atatürk’ün getirdiği aydınlanma ve tarihe bıraktığı mirastır. Emperyalizmin bu mirastan korkusu Azrail korkusundan daha büyüktür. 
 
ALLAH İLE ALDATANLARIN ARADIĞI KİTLE: RAİYYE
Raiyye (çoğulu: reâya) Kur’ansal bir tabirdir ve ‘davar sürüsü’ anlamındadır. Raiyyeyi güdene ‘râî’ denir ki, ‘çoban’ anlamındadır.
 
Bütün krallık-sultanlık sistemleri birer raiyye sistemidir. Mondros Mütarekesi’nin ardından işgal edilen İstanbul’un o günkü manzarası içinde, padişah Vahdettin’i ziyaret edip, ona Türk Milleti’nin ayaklandığını ve işgalcileri er-geç topraklarımız dışına atacağını, bundan emin olması gerektiğini bildiren ilim adamlarıyla subaylara Vahdettin’in söylediği sözler, tarih ve Kur’an mesajı açısından ibret ve dehşet vericidir. Müdafaa-i Hukuk’un aziz öncülerinden ve bir müfessir İslam âlimi olan Vehbi Efendi ile General Rauf Orbay’a dönerek, paylayıcı bir eda ile şöyle der Vahdettin:
 
“Bu millet koyun sürüsü, ona bir çoban lazım; o da benim.”
 
Saraydan çıkacakları sırada, Vehbi Hoca arkadaşlarına dönerek şu tarihî sözü söyler: “Bu adam nefsini ıslah etmezse akıbeti fenadır. Allah büyüktür. Bu millet halaskârını (kurtarıcısını) bulacaktır. Milleti koyun sürüsü addetmek Allah’ın rızasına aykırıdır.” (Cemal Kutay, Kurtuluşun Kuvvacı Din Adamları, 89, 156-157, 165)
 
Vahdettin; nefsini asla ıslah etmedi, memleketini işgal edenlerle işbirliği yaptı, sonra da onlara sığınarak ülkesini terk etti. Kur’an, Vahdettin gibilerin temsil ettiği sultanlık sistemlerini ‘bozgun ve zillet sistemi’ olarak nitelemekte (Neml suresi, 34) ve mensuplarını raiyyeleşmekten kaçınmaya çağırmaktadır:
 
“Ey iman edenler! ‘Râina!’ demeyin/‘Bizi davar gibi güt!’ demeyin, ‘Bize bak!’ diye konuşun ve dinleyin.” (Bakara, 104)
 
Bu çağrı; demokrasinin, özgür ve yetkin bireyin temel söylemidir. Cumhuriyet, işte bize bu söylemin gereği olan zihniyeti ve devleti kazandırdı. Raiyyeciler, şimdi o zihniyeti ve o devleti yok etmek için uğraşıyorlar. 
Raiyye, millet ve ümmet
Kur’an’da bu üç kavram da yer alır. Birincisi fiil halinde, ötekiler isim halinde. Raiyyeleşmek Kur’an’ın nefret edip yasakladığı bir insanlık suçudur. Kur’an bize şunu öğretiyor: Raiyyeliği dayatanlar da zalimdir, kabul edenler de. Birinciler aktif zalim, ikinciler pasif zalimdir. Bunu geçen gün anlattık. Bu yazıda millet kavramını, gelecek yazımızda da ümmet kavramını anlatacağız. Kur’an, millet ve ümmet kavramlarına hiçbir olumsuz anlam yüklemez. Millet, Müslümanların yerel birlikteliklerini, ümmet ise evrensel birlikteliklerini ifade eder. Millet sözcüğü, 15 yerde geçmektedir. Bunların 7 tanesi, ‘İbrahim’in milleti’ şeklinde kullanımdır.

Millet, Kur’an açısından baktığımızda, dayanağı-tabanı kavmiyet (etnisite) ve ırk değil, zihniyet ve ideal birliği olan topluluktur. Kur’an, bu noktada, tevhidin büyük peygamberi Hz. İbrahim’e yollama yaparak şöyle der: “İbrahim’in milletine uyun!” (Bakara, 135; Âli İmran, 95; Nisa 125; En’am, 161; Nahl, 123) Kur’an burada, madde üstü bir dayanak getirmiştir: Zihniyet ve ideal.

İbrahim’in seçilmesi de çok ilginçtir. Hz. İbrahim, Arap ırkından değildir. Mezopotamyalıdır. Arap tarihçiler, sonradan Araplaştığı için Hz. İbrahim’den ‘Arabı müsta’rebe’ (Araplaşmış veya Araplaştırılmış Arap) derler. Sonraki Arap tarihçilerin Arapları Hz. İbrahim’in soyu olarak göstermeleri, ırksal anlamda değil, az önce değindiğimiz ideal anlamındadır. Nitekim o anlamdan baktığınızda Yahudiler de Hz. İbrahim’in soyundandır. Araplar İbrahim’in oğullarından İsmail’in, Yahudilerse İshak’ın çocuklarıdır. Görünüşte ikisi de peygamber soyu ama gerçekte ne oldukları bugünkü manzaralarından çıkarılmalıdır.

ATATÜRK’ÜN YAPTIĞI NEYDİ?
Osmanlı, halkları ırkçılıktan uzak tutup raiyye yapmıştı; Atatürk ise halkları ırkçılıktan uzaklaştırıp millet yaptı. Fark bu. Raiyye olmak mı iyi, millet olmak mı? Osmanlı, tabir caizse halklara ölümü gösterip onları sıtmaya razı etti. Bu, kurtuluş değildi, bir tür kölelikti. Kur’an’dan baktığımızda esas kurtuluş Atatürk’ün yaptığıdır. Nedir Atatürk’ün ‘millet’i? 1920 Mayıs’ında söylediği ve o günlerden çok, bugünlere çözüm getiren bir reçeteyi andıran şu sözlerini ibretle okuyalım:

“Muhafaza ve müdafaasıyla meşgul olduğumuz millet, tek bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif İslamî unsurlardan meydana gelmektedir. Bu topluluğu teşkil eden her bir İslam unsuru, bizim kardeşimiz ve menfaatleri tamamıyla ortak olan vatandaşımızdır ve yine kabul ettiğimiz esasların ilk satırlarında bu muhtelif İslamî unsurlar ki, vatandaştırlar, yekdiğerine karşılıklı hürmet ile riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna; ırkî, toplumsal, coğrafî hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrar ve teyit ettik ve hepimiz bugün samimiyetle kabul ettik. Dolayısıyla, menfaatlerimiz ortaktır. Kurtarılmasına azmettiğimiz birlik, yalnız Türk, yalnız Çerkes değil, hepsinin karışımı bir İslam unsurudur. Bunun böyle kabul edilmesini ve yanlış anlamaya meydan verilmemesini rica ediyorum.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 8/157)

Atatürk’ün bu ‘millet’ anlayışı, Kur’an’daki millet anlayışına tıpa tıp uygundur. Atatürk’ün ‘millet’i de tıpkı Kur’an’ın ‘millet’i gibi, ırk, bölge, dil, renk ve sınıf üstü ve ötesi bir ‘birliktelik’ ifade ediyor. Kavmiyeti, bölgeyi, rengi, sınıfı, dili, eti, kanı kemiği dışlıyor. Esas aldığı değerler, İbrahim’in şahsında ve mesajında belirginleşen değerlerdir. Yani ideal, iman ve kader birliği esas alınmıştır.
'Ümmet' kavramını yanlış biliyorsunuz?
Cehaletleri yüzünden, halkın kafasını sürekli karıştıran bazı ‘laik aydınlar’ dillerine şunu da pelesenk etmişlerdir: “Atatürk bizi ümmet olmaktan çıkarıp millet yaptı”. Dinci propagandistlerse, aynı cehalet madalyonunun öteki yüzünü okuyup durmaktalar: “Atatürk bizi ümmetten koparıp millet yaparak İslam’dan uzaklaştırdı”.

Bu iddiaların ikisi de bilgisizlik, tutarsızlık ve zavallılık ifade ediyor. Anlaşılan o ki, ‘ümmet’ sözünü dillerine dolayanlar, ne ümmet kavramını biliyor ne de Atatürk’ün yaptığını.

Bir defa; Atatürk’ün yaptığı iş, İslam açısından bir ümmetçiliktir. ‘Atatürk Milliyetçiliği’nin bizatihi kendisi bir ümmetçiliktir. Çünkü; Atatürk’ün milleti, değişik kavmiyetten Müslümanların vücut verdiği bir millettir, yani filolojik açıdan bir ümmettir. Ümmetçilik; İslam’ın evrensel yüzünün, ırklar, kavimler üstü mesajının  ifadesidir. Atatürkçülüğün de bir ümmetçilik yanı vardır. Çünkü onun da bir evrensel-hümanist yanı vardır. Atatürk, vücut verdiği millet ve milliyetle, İslam’ın Arap-Emevî ideolojisi olmaktan çıkarılıp, evrensel bir insanlık dini olmasına da katkı vermiştir.

Sırf cehalet yüzünden, Atatürk’ün yaptığı işi yanlış tanıtıp, meselenin esasını bilenlerin tepesini attırmanın ve Müslüman halkı Atatürk’e tepki duymaya âdeta teşvik etmenin anlamı nedir?

Ümmetçiliği, yani İslam’ın evrenselliğini Emevî ve Abbasî Arabizmi yıktı, Atatürk değil. Bunları öğrenin, ezberletilmiş palavraları tekrarlamakla aydınlık olmaz. İslam’ın asırlardan beri ümmetçi yanı kalmamıştır; onun yerini Arapçılık, Arap milliyetçiliği almıştır. Atatürk, Türk Milleti’ni Arapçılık ve Arap ideolojisi tasallutundan kurtarmıştır. Tamam, ama bu, ‘ümmetçilikten kurtarma’ değildir, öyle ifade edilmemelidir. Mesela; Emevî dinciliğinden kurtarmak veya Arapçılıktan kurtarmak tabirleri kullanılabilir. ‘Padişah ve saray kulluğundan kurtarmak’, ümmetçilikten kurtarmak değildir. Bunun adı, müşriklikten, putçuluktan, despotizmden, adûdluktan kurtarmaktır. (Ayrıntıları için bizim ‘Kur’an’ın Temel Kavramları’ adlı eserimizin Ümmet maddesine bakılmalıdır).

ATÜRK’ÜN BİR ÖZLEMİ
Atatürk, Müslümanların birliğini, beraberliğini de bir hasret olarak içinde taşımış ve bunu hayata geçirmek için şartları ve zamanı beklemiştir. Hayat ona, maalesef bu hasretini hedefine vardırma imkânı vermedi. Ama bu hasretini tarihin kulağına da, vicdanlara da iletmiştir. Ümmetçiliğe habire sövenler bütün bunları yok sayıyorlar. 

Atatürk, 21 Aralık 1937’de, yani ölümünden bir yıl önce, Suriye Başbakanı Cemil Mardam’la yaptığı görüşmede, her ne hikmetse asla gündeme getirilmeyen şu sözleri söylemiştir: “Ben bütün kuvvetimi ve kudretimi, yalnız bu imparatorluk içindeki Türk unsura hasretmek mecburiyetinde kaldım. Ancak, ben bu işi yaparken çok emindim ki; asırlardan beri beraber yaşamış, dindaşlık yapmış insanlar, ayrılamazlar. Yalnız, imparatorluğun yarattığı birtakım yanlış anlamaların unutulabilmesi ve nihayet beraber yaşamış bu insanların birbirlerini anlayabilmesi için belli bir zamanın geçmesi lazımdı.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 30/120-122)

Anlamını bilmedikleri ümmetçiliği bir şehvet sakızı gibi habire çiğneyen dincilere sormak lazım: Yukarıdaki sözlerin sahibi Atatürk mü ‘ümmetçi’ yoksa Suriye’yi İsrail hesabına mahvetmek üzere Haçlılar ile işbirliği yapan, sonra da dünyanın önünde rezil kepaze olan mevcut ‘diktatorya’ mı?
Mektuplardan seçmeler
Murat Kara yazıyor: “Ben 25 yaşında İzmirli bir gencim. Hayatım boyunca Kur’an’la, İslam’la hiç alakam olmadı. Çünkü etrafımda anlatılan İslam dini aklıma yatmıyor, hayatın gerçekleri ile karşılaştırdığımda son derece mantıksız kalıyordu. Sizin tabirinizle ‘kenar mahallelerde tezgâh kurmuş’ takkeli palyaçolar yüzünden, İslam’dan hep uzak kaldım. Siz benim hayatımı değiştirdiniz. Sizi ilk dinlemeye başladığım günden beri, bize gösterdiğiniz İslam dini, tek bir cümlesi bile tereddüt yaratmadan aklıma ve mantığıma uygun geldi. Size olan saygımı ve sevgimi anlatamam. Siz benim hayatımı kurtardınız. Allah’ın rahmeti daima üzerinize olsun.”
 
İki ilahiyatçı; Bayram Dönmez, Temel Küçük yazıyor: “Allah'a şükürler olsun, sizi genç yaşımızda tanıdık ve okumaktayız. Sayenizde aklımıza güvenmeyi, kullanmayı ve geleneğe teslim olmamayı öğrendik. Biz iki ilahiyat öğrencisi olarak; sizi okumanın mutluluğunu duyuyoruz ve biliyoruz ki, sizin Kur'an ilminizi ve fikirlerinizi öğrenmeden, bu dinin gerçeğini bilmek imkânsız gibi. Geleneğin prangalarını söküp attınız ve prangalanmış gerçek dini hiç korkmadan ve yılmadan ortaya koydunuz. Daha düne kadar Kur'an'ı okumuyorduk ve sadece duyduğumuzu din sanıyorduk. Şükürler olsun, artık gözümüzü Kur'an'dan ayırmıyoruz. Size ne kadar şükran iletsek azdır.”

“Cin suresi 18. ayetle ilgili açıklamanızı okuduktan sonra, artık camilere giremez olduk. Bu ayete uygun mescit bulmakta gerçekten zorlanıyoruz. Gerçeği gördüğümüz için çok şanslıyız. Daha önce, ne yazık ki biz de duyduklarını din sanan ve yaşayan iki gençtik. Biz bir yandan Almanya'nın Münster şehrinde ilahiyat okuyoruz ve bir yandan sizin kitaplarınızla 'Yaşar Nuri Üniversitesi’nde okuyoruz. Allah size uzun ömürler versin. Siz bu millete lazımsınız.”

Göker Önen yazıyor: “Sizin sayenizde bugün pek çok genç hurafeleri sorguluyor ve Kur’an’a bilimin verileri ışığında yepyeni bir anlayışla bakıyor. Ama; yüzyıllar boyu saltanat dincilerince aldatılan ve dincilere isyan ettiği için birçok işkence gören, bin bir türlü çile çeken ve katledilen nice büyük ruhlu insanın suçu neydi, diye de insan düşünmeden edemiyor.”

Ahmet Kılınç yazıyor: “Kokmuş, çürüme noktasına gelmiş şu dünyada sizin gibi değerleri bulmak kolay değil. Size gereken değer verilmediyse; bu, ülkenin ayıbıdır. Ben 28 yaşında bir gencim; sayenizde çok şey öğrendim. Bizleri Kur’an’a yaklaştırdınız. Televizyona çıkıp bir tek Kur’an ayeti açıklamadan dinden, Kur’an’dan bahsedenleri de gördük. Sadece kendi cemaatlerinin ya da gruplarının hesabına konuşuyorlar. İnsanları bu yolla kandırıyor, istedikleri yöne çekiyorlar.”
 
“Camilerin durumu belli, sürekli söylüyorsunuz: ‘Zarar mescitleri’. Doğruluk, dürüstlük, adalet, paylaşım herkesin dilinde ama icraat noktasında tam tersi. Sizi dinleyen, kitaplarınızı okuyan, Peygamber’in, Kur’an’ın yolunda yürümeye devam edenlerin olduğunu bilmeniz lazım. Yolunuz ve bahtınız hep açık olsun. Sizden öğreneceğimiz daha çok şey var…”
Millet ve kavim, Milliyet ve Kavmiyet
Tarihin en büyük hürriyet ve bağımsızlık mücadelelerinden biri olan Müdafaayı Hukuk mücadelesinin başbuğu olan Mustafa Kemal Atatürk, çok ilginçtir, Kur’an’daki yaklaşımı belki de farkında olmadan hayata geçirerek millet ile kavmi birbirinden ayırıyor. Türk milleti denince bir kavim değil, bir halk anlaşılmalıdır. Bu ne demektir? 1926 tarihini taşıyan ‘Nutuk’a Hazırlık’ dosyasındaki notlarında şu satırlar var:

“Millet kelimesiyle kavim kelimesi karışır. Millet kelimesiyle siyasî teşekkül kast olunur; kavim (peuple) kelimesi ise her şeyden evvel kökeni ve ırkı hatırlatır.”

“Irk, lisan, din, hükümet, ayrı insanların millet halinde teşekkülüne yardım etmişlerdir. Fakat muhtelif lisan konuşan ve muhtelif dine sahip olan muhtelif ırklardan meydana gelen milletler vardır. Bunun gibi, siyasî müesseselerle ayrılmış veyahut Yahudiler gibi bütün dünya üzerine dağılmış oldukları halde yekdiğerine sıkı millî bir bağ ile bağlı kalmış kavimler vardır. Aynı lisanı konuştukları halde aynı millete mensup olmayanlar da vardır. Bazı milletler, birbirinden esaslı bir surette farklı ırklardan meydana gelir. Bir milletin sinesinde birbirine en zıt dinlerin yan yana mevcudiyeti de görülmektedir.”

“Aynı arazide yaşayan ve millet haline gelen kavimlerin müşterek siyasî müesseseler tarafından idare edilmesi icap eder. Bir millet, tarihin derin inkılâplarının mahsulü olan manevî bir unsur, manevî bir ailedir. Filozof Renan, ayrı kavimlerin insanlarını iki şeyin birleştirdiğini söyler: Birisi, zengince bir hatırat mirasına sahip olmak, diğeri, beraber yaşamak hususundaki arzu ve rıza. Bu rıza, sahip olunan mirasın muhafazasına devam hususundaki iradedir. Her şeyin mukaddes hazinesini muhafaza eden lisanın da tesirini unutmamalıdır.”

“Milletin, ahlak, lisan ve kanunları muhtelif kavimleri ihtiva edebilir.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri (ABE), 18/317-322)

Atatürk, milletin birliğinden yürüyerek insanlığın birliği idealine yol arar, o yüceliğe tırmanır. Bunun için atıf yaptığı temel kavram ne dindir ne de ırk. Atıf yapılan temel kavram, medeniyet olmuştur. Belli ki Atatürk, bu noktada bir devlet adamı, bir asker olmaktan çıkmakta, bir filozof haline gelmektedir. Bu noktada, izninizle şu tabiri kullanmaya cesaret ediyorum:

MİLLETTEN MEDENİYETE
Atatürk, insanlığın birliğini sağlamada, bir ortak-evrensel medeniyet fikrini ileri sürüyor. Ve Türk milletini de bu ortak-evrensel medeniyetle eklemlendirerek, Fransız Maurice Pernot’ya fikrini şöyle açıklıyor:

“Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin ilerlemesi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmek lazımdır.” (ABE. 16/148-149)

Osmanlı hiçbir zaman millet olamamıştır. Bu millet olamamış topluluğun kader meselelerini kotaran, varoluşunu sağlamak için sürekli hayatını ortaya koyan unsur (Türk unsur) ise en fazla ihmal edilen, hatta horlanan unsur durumundadır. Denebilir ki, raiyyelik, sadece o unsurun canını yakmıştır. Ve Osmanlı batıp dağıldığında da onun bütün günahlarının ve borçlarının faturasını ödeme işi bu horlanan unsurun boynunda kalmıştır. Atatürk bu noktaya büyük bir vukuf ve hakşinaslıkla parmak basıyor:

“Osmanlı İmparatorluğu’nun kuvvetli devirlerinden itibaren, milletin bağımsızlığı zararına, hayatî menfaatleri zararına o kadar çok şey feda edilmiş idi ki, netice yalnız Osmanlı’nın mahvolmasından ve çökmesinden ibaret kalmadı, belki kendinden sonra da memleketin hakiki sahibi olan milleti, hak ve mevcudiyetini ispat için büyük müşkülata maruz bıraktı.” (ABE. 16/77, 79)
'Muhammed' ile 'Mustafa'nın getirdiği ortak aydınlık
‘Muhammed’le Pakistanlı düşünür-şair Muhammed İkbal’i, ‘Mustafa’yla da Gazi Mustafa Kemal’i kastediyorum. Yirminci yüzyılda, Müslüman kitleleri raiyyelikten kurtarmaya yönelik Kur’ansal mesajın hayata geçmesinde devrim yaratan iki Müslüman deha oldu: Muhammed İkbal, Mustafa Kemal. Birincisi teoride, ikincisi ise hem teoride, hem pratikte çözüm getirdi. Birincisi ilim ve düşünce adamı, ikincisi ise strateji, devlet ve siyaset adamı. İkisi de antiemperyalist, Batı karşıtı, ikisi de dinde akılcı ve Kur’ancı. Ve ikisi de aynı yılda öldü: 1938.

İkbal’in Atatürk’le ilgili söylemleri, bağımsızlık, cumhuriyet ve özgür benlik aşkında kristalleşen söylemlerdir. İkbal, İslam dünyasında Mustafa Kemal’i bu değerlerin en ideal, en başarılı öncüsü olarak görüyordu.

İkbal’in Mustafa Kemal’le ilgili eleştirileri de var. Ayrıntılarla ilgili bu eleştirilerin özeti: Atatürk’ün Batı’ya gereğinden fazla önem verdiği, onun değerlerinden gereğinden fazla aktarma yaptığı noktasında belirginleşir.

Ne yazık ki İkbal, Mustafa Kemal’le tanışamadı, Türkiye’ye gelemedi; Cumhuriyet’in getirdiklerini, Atatürk’ün icraatını göremedi; bu icraatın gerekçelerini bizzat ondan dinleyemedi. Bunun olması mümkündü, bu olmalıydı ama olamadı. Bir gün, bunun olmamasının sebepleri de açıklık kazanacaktır. Bizim kanaatimiz şudur: İkbal-Atatürk buluşması usta oyunlarla önlendi. Müslüman dünyanın kaderini derinden etkileyecek bu görüşme ne yazık ki gerçekleşemedi.

İkbal’in Atatürk’e bakışı temel meselelerde, olmazsa olmaz konularda hayranlık ve saygı içeren bir bakıştır. Ayrıntılardaki birkaç eleştiri ise, altı çizilecek kadar önemli değildir. Atatürk ve İkbal düşmanı emperyalistlerle, onların yamaklığını yapan saltanat dincileri, o ayrıntıları büyüterek İkbal’i bir tür ‘Mustafa Kemal karşıtı’ gibi göstermeye çalışırlar. Aynı şeyi, Mehmet Akif için de yaptılar. Yaptılar ama Akif’in, hararetli bir Atatürk hayranı olduğunu gösteren ve yeni keşfedilen belgeler onları dünya âleme rezil etti.

MEHMET AKİF’E DE SALDIRDILAR
Mehmet Akif’i, Millî Mücadele’de omuz omuza, yürek yüreğe birlikte olduğu Atatürk’e karşı gösterme alçaklığı, Allah ile aldatanların şeytanî oyunlarından biridir. Hem bu oyunu Akif üzerinden oynarlar, hem de hiç utanıp arlanmadan, Akif’i, Çanakkale Şehitleri şiirinde Mehmetçiği ‘Peygamberimizin Bedir Harbi gazilerine’ benzettiği için, ‘İslam’a muhalefet ve ırkçılıkla’ suçlarlar. Dincilerin ünlü azgınlarından biri olan ‘Dal Fesli Manyak’, Akif’e bu anlayışı yüzünden ‘pezevenk’ diye hitap etme küstahlığını gösterebilmiştir.
 
Akif, on yılı aşkın bir süre yaşadığı Mısır’dan dönüşünde, Muhittin Nalbantoğlu’na yazdığı mektupta, ‘Cumhuriyet Türkiyesi’nin özellik ve güzelliklerini sayıp döktükten sonra şunu söylemiştir: “Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemal’e versin!”
 
Akif millîdir, milliyetçidir ama ırkçı asla değildir. Irken Arnavuttur ama milliyet ve millet kavramlarının hakkını Kur’an mümini sıfatıyla veren bir milliyetçidir. Öyle olduğu içindir ki, cibilliyeti bozuk dinci ve dinsizlerin tümü Akif’e gizli veya açık saldırmaktadır. (Ayrıntılar için bizim ‘Allah İle Aldatmak’ adlı eserimize bakılmalıdır).
Tanrı’ya şükürler olsun; Akif ve İkbal üzerinde oynanan haçlı oyunlar, emperyalizm şeytanının beklediği sonucu doğuramamıştır. Elbette ki bir miktar zarar vermiştir ama belirleyici olamamıştır.
Muhammed İkbal'in Atatürk'e bakışı
2007 yılında, Muhammed İkbal’in oğlu Cavit İkbal ile yapılmış çok anlamlı bir röportaj yayınlandı. İkbal’in, ana eseri Cavidnâme’ye adını verdiği küçük oğlu Cavit, anılan röportajda İkbal - Atatürk düşüncesindeki paralellikler konusunda hayatî bilgiler vermektedir. İşte bazı paragraflar:
 
“Babama göre, Peygamber ve ilk dört halife döneminde İslam devleti bir cumhuriyetti. Babam, Mustafa Kemal’in yaptığı devrimi, içtihat gücünün halifeden alınıp Millet Meclisi’ne devredilmesi olarak görüyordu. Bu sistemde Meclis artık halife hükmündedir. Ulema sözlerinin üstündeki içtihat gücünün, hilafet makamından alınarak Meclis’e verilmesi, İkbal’e göre çok yeni bir olgudur. Babamın Mustafa Kemal’i çok sevmesinin sebebi de budur. Fakat büyük insanların birbirlerinin fikirlerinden etkilenmeleri ne kadar doğalsa, bazı konularda ayrı düşünmeleri de o kadar normaldir. Babam, Mustafa Kemal’in geleneklerle bağlarını gereksiz yere kopardığı kanaatinde idi.”
 
“Güney Afrika Müslümanları 1933’te babama gelip, uzun ömürlü olması için dua ettiklerinde, babam onlara şöyle demişti: ‘Ben yapacaklarımı yaptım. Artık benim için değil, Mustafa Kemal ve Muhammed Ali Cinnah için dua edin.”
 
Dikkat edilirse, İkbal, aynen Mehmet Akif gibi; Allah’tan ve insanlardan, Atatürk’ün ömrünün uzun olmasına yardımcı olmalarını istiyor. Çünkü yapılması gerekeni artık sadece Atatürk yapıyor. Cavit İkbal, ölümsüz babasını anlatmaya şöyle devam ediyor:
 
“İkbal’in zihnindeki devlette demokrasi olmalıydı. İnsan hakları garanti altına alınmalıydı. İkbal, bunların İslam’da esasen var olduğu kanaatinde idi. Bu konudan söz edildiğinde ‘Reform yapmıyorum, İslamiyet’i özüne çeviriyorum’ derdi. İkbal’e göre, laiklik de İslam’ın özünde vardı. Bana kalırsa, İslam’da hukukun üstünlüğünün kanıtı Kur’an’dır ve Peygamber bile hukukun üstünlüğüne tâbidir. Babam, bütün örfî hukukun içtihatla değişime tâbi olması gerektiğini düşünüyordu. Özellikle kadının durumuna vurgu yapıyordu.” (Aksiyon Dergisi, sayı: 651; tarih: 28 Mayıs 2007)

ATATÜRKSÜZ OLMAZ!
Son yedi yüz yılın en büyük İslam düşünürü olarak kabul edilen Muhammed İkbal, bütün bu düşünceleri hayata geçirme güç ve dehasına sahip bir tek Müslüman önder tanıyordu: Gazi Mustafa Kemal Atatürk. Bunu gördüğü, buna inandığı için Atatürk’ü hep tebcil ve tâzimle anmış, ona hep dualar etmiş, onu hep Müslümanların umudu ve ufku olarak göstermiştir.
 
Müslüman dünya, ne Muhammed’in kıymetini bildi ne de Mustafa’nın. İkisine de nankörlük etti. Tarihin diyalektiği bu nankörlüğün faturasını çok ağır ödetecektir. Ödetmeye başlamıştır da… Bakın, Muhammed İkbal’in Pakistanına. İkbal’in bıraktığı yerden yüz yıl geridedir. Ve bakın Mustafa Kemal’in Türkiyesine. Mustafa Kemal aydınlığı ve cumhuriyeti, Mustafa Kemal mirasının bütün nimetlerinden en ileri derecede yararlanan gözü dönmüş hainler ile aldatılmış gafiller tarafından yerle bir ediliyor. Mustafa Kemal’in kurduğu cumhuriyeti kutlamanın suç ilan edildiği bir Türkiye var artık.
 
Tarih, bir eşini görmediği bu nankörlük ve hıyaneti, bizim bir eşini görmediğimiz bir ceza ile cezalandıracaktır elbette. Bu âlemde ‘hakikat ve adalet’ diye bir şey varsa; Atatürk mirasına yapılan hıyanet, Tarih ve Tanrı tarafından mutlaka ve muhakkak cezalandırılacaktır. Gayret ve himmetimizi seferber edelim ve sabırlı olalım! Ölümsüz Akif’in ölümsüz marşımızda söylediğini unutmayalım:
 
“Doğacaktır sana vaadettiği günler Hakk’ın;
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın!”
Hayatım boyunca babamın gölgesinden çıkamadım
Muhammed İkbal'in hukukçu, yazar, fikir adamı oğlu Cavit İkbal, Aksiyon'a babasının görüşleri, İslam dünyasının geçmişten günümüze durumu ve modernleşme ile alakalı önemli açıklamalar yaptı. Cavit İkbal (Javid Iqbal), İslam dünyasında modernist ekolün önde gelen temsilcilerinden biri. Fikirlerinin büyük bir kısmı ona babasından miras. "Babam büyük bir ağaçtı, ben ise ancak onun gölgesinde bir filiz olabildim." diyen Dr. Cavit İkbal, ömrü boyunca o büyük ağacın gölgesinden çıkabilmek için çabalamış. Fakat bu çok da kolay olmamış. Zira İslam dünyasının yetiştirdiği en önemli şair, düşünür ve filozoflardan biri Muhammed İkbal. Cavit İkbal, siyaset felsefesi ve babası gibi hukuk alanında farklı ülkelerde eğitim görmüş. Pakistan'ın yüksek mahkemelerinde yıllarca görev yapmış, fikirlerini kaleme aldığı çok sayıda eseri var. 83 yaşındaki Cavit İkbal, emekliliğinin ardından vaktini daha çok uluslararası konferanslara ve yazdığı kitaplara ayırmış. Geçtiğimiz haftalarda İstanbul ve Konya'da gerçekleşen 'Mevlânâ Sempozyumu'nun konuklarından biriydi. Kendisiyle bize ayırdığı geniş zaman içerisinde babasından, fikirlerinin bugüne intikalinden ve İslam dünyasının bugünkü hal-i pür melalinden konuştuk.

-İlk olarak bize Muhammed İkbal'den bahsedebilir misiniz? Nasıl bir baba oğul ilişkiniz vardı?

Ben 14 yaşındayken vefat etti babam. Onunla çok vakit geçiremedim. Babamla ilişkim, benim çocuklarımla olandan çok farklıydı. O, çok sert bir babaydı. Mesela erken yatmamızı isterdi, çok para harcamamıza, her istediğimizi satın almamıza izin vermezdi. Hava karardıktan sonra dışarı çıkmamız yasaktı. Yer yatağında yatmayı mecbur kılmıştı. Muhammed İkbal, çok büyük bir ağaçtı. Ben o ağacın gölgesindeki bir filiz olarak kaldım hep. Onun büyük gölgesinden çıkmak ve güneşten doğrudan istifade etmek için çok çalıştım ama bu zordu. Gayretlerimin sonucunda Pakistan'da hukukta varabileceğim en yüksek noktaya, anayasa mahkemesi başına kadar geldim. Yazarlıkta da aynı şekilde çok çaba sarf ettim ve Pakistan'da önemli ödüller aldım. Özellikle iki kitabımla anılıyorum. Bunlardan biri babamın bir kitabı üzerine. Onun yeni nesilden beklentilerini bir nevi revize ettim.

-Babanızın Cavitname kitabını size atfettiğini biliyoruz. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?

Aslına bakarsanız kitabı doğrudan bana atfetmedi. Cavit'in manası 'sonsuzluk' demek. Onun amacı benim adım ve şahsiyetim üzerinden gençliğe, sonsuzluğa bir mesaj bırakabilmekti. Kitapta, ebediyete gidecek Müslüman nesillere bir gönderme yapıyor. Cavitname, Miraçname'nin modern bir versiyonudur aslında. Miraçname ise Hz. Muhammed'in (s.a.v.) miraca çıkmasını anlatan bir edebiyat türü. Pakistan'da İkbal'in bu kitabında Dante'yi taklit ettiğine dair tartışmalar çıkmıştı. Hâlbuki Dante, Miraçname'lerden esinlenerek İlahi Komedya'yı yazmıştır. Cavitname'de de Mevlânâ ile birlikte bir şairin ulvi yolculuğu, yedi cenneti geçişi ve bu süreçteki tanıklıkları anlatılıyor.

-Muhammed İkbal'in eserlerinde temel olarak yeni bir Müslüman toplumu idealini görüyoruz. Onu bu konuda düşünmeye sevk eden neydi?

Hilafetin kaldırılması en fazla Güneydoğu Asya Müslümanlarını vurdu. Oradakiler diğer Müslüman topluluklardan izole yaşıyordu ve kimliklerini halifeye bağlılıkları veriyordu. Ne zaman ki hilafet kaldırıldı, oradaki Müslümanlar çatışmaya girdi ve dinî kimliklerinden uzak düştü. Bu noktada İkbal, artık Müslüman ulus devletimizi kurmalıyız ve bunun üzerinden kendi kimliğimizi inşa etmeliyiz diyordu. Bu fikir Muhammed Ali Cinnah'ın işine geliyordu çünkü o da Hindistan'dan bağımsız bir Müslüman devlet kurmak istiyordu. İkbal, Mustafa Kemal'den de çok etkileniyordu. Çünkü ona göre bu ulus devlet, Müslüman ülke aynı zamanda bir cumhuriyet olmalıydı. Zira Asr-ı Saadet dönemi, Hulefa-i Raşidin devrinde zaten İslam devleti bir cumhuriyetti. Babam, Mustafa Kemal'in yaptığı devrimi, içtihat gücünün halifeden alınıp meclise devredilmesi şeklinde görüyordu. Bu sistemde meclis artık imam hükmündedir. Ulemanın fikrinin üstündeki içtihat gücünün, imamlık makamından alınarak meclise verilmesi İkbal'e göre çok yeni bir icattır. Mustafa Kemal'i çok sevmesinin nedeni de budur. Fakat büyük insanların birbirlerinin fikirlerinden etkilenmesi ne kadar doğalsa, bazı konularda ayrı düşünmeleri de o kadar normaldir.

-Hangi konularda ayrı düşünüyorlardı?

Mustafa Kemal'in gelenekle bağlarını gereksiz yere kopardığı kanaatindeydi. Bütün bu yenilikler geçmişle irtibat kesilmeden de yapılabilirdi. İkbal, Latînî (Latin alfabesi ile yazmak) ve lâdinîliğin kötü olduğunu düşünüyordu. Cemal Gürsel döneminde Türkiye'ye geldiğimde, konferans arasında öğrenciler bana İkbal'in bu sözünü hatırlattılar; "O, böyle ifade ettiği halde siz nasıl olur da Mustafa Kemal'i sevdiğini söylersiniz?" Onlara şu cevabı verdim: Güney Afrika Müslümanları 1933'te babama gelip uzun ömrü için dua ettiklerinde İkbal şöyle dedi: "Ben yapacaklarımı yaptım. Artık benim için değil, Mustafa Kemal ve Cinnah için dua edin." Babamın Mustafa Kemal'i sevdiğine bu nedenle eminim.

-İkbal'in en büyük amacı İslam ideallerini pratiğe aktaracak bir devlet kurmaktı. Vefatından 9 yıl sonra Pakistan vücut buldu. Peki, İkbal'in hayali ne kadar gerçekleşti?

İkbal'in düşüncesindeki Pakistan, modern bir İslam cumhuriyetiydi ve diğer Müslüman ülkelere de misal teşkil etmeliydi. Fakat bu başarılamadı. Kendimize, Pakistan İslam Cumhuriyeti diyoruz. Bir kere cumhuriyet değiliz, İslamî tarafımız yok ve Pakistan başlangıçta şimdiki gibi değildi; Bangladeş ile bölündü. Cinnah ve babamın getirdiği esas yenilik; hilafetin kaldırılmasından sonra kimliklerini kaybeden, birbirlerine sadece İslamiyet'le bağlı Hint Müslümanlarını, yeni bir ulus devleti çatısı altında birleştirmekti. Türkiye ise bu süreci farklı yaşadı. Türkiye'de aşağı yukarı tek bir dil, tek millet vardı. Cumhuriyet kurulduğunda sınırları belliydi. Etnik kültür hemen hemen birdi. Fakat Hindistan'da, yani bugünkü Pakistan'da durum farklıydı. Bir sürü etnik kimlik, dil, farklı mezhepler vardı. Zaten bunları bir araya getirmek zor olduğu için İkbal, bütün Müslümanları bir araya toplayacak bir devlet kurmak istedi. O dönemde buna karşı çıkanlar; diğer Müslüman ülkelerle de buluşalım dediklerinde Cinnah, "Devleti kurduktan sonra asıl amacımız genişlemektir." der.

-Muhammed İkbal'in devletinin özellikleri ne olacaktı peki?

Onun zihnindeki devlette demokrasi olmalıydı. İnsan hakları garanti altına alınmalıydı ki bunların İslamiyet'in özünde var olduğu görüşündeydi. Reform yapmıyorum, İslamiyet'i orijinaline çeviriyorum derdi. Hatta laiklik bile İslam'ın özünde vardı ona göre; çünkü İslamiyet herkese eşit muameleyi şart koşuyordu. Muhammed İkbal'in temel sorusu 'Modernite ve İslam'ı nasıl bir araya getirebiliriz?' idi. Bu soruya cevap aradı hep. Muhammed Ali Cinnah çok dindar bir insan değildi ve derin fikirleri yoktu. Onun temel meseleleri şunlardı: Demokrasi, insan hakları, eşitlik. Ya da 'Hukukun üstünlüğü İslamiyet'le bağdaşır mı?' Bir hukukçu olarak diyebilirim ki: Medine Misakı örneği önemli. Bu yazılı bir anayasa ve içinde bütün insan hakları korunmuş. Bir kitap çalışmamda Kur'an'daki bütün insan hakları maddelerini çıkarttım. Bana kalırsa bu, İslam'da hukukun üstünlüğünün kanıtıdır ve Peygamber bile buna tabiidir.

ASIL MUHAFAZAKÂRLAR, DARBECİLER

-Örnek verebilir misiniz?

Mesela Hz. Ömer
Bir deveyi nereden buldun dediklerinde, açıklama yapmak zorunda. Ben de babamın belirttiği gibi Asr-ı Saadet ve Hulefâ-i Raşidîn zamanında aslında İslamiyet'in bir cumhuriyet olduğuna ve Emevilerden sonra sultanlığa geçildiğine inanıyorum. İkbal'in devletinin modern Batı devletinden en büyük farkı, içtihadın gücü idi. Bütün örfî hukukun içtihatla değişime tâbi olduğunu düşünüyordu. Bunu daha ileri götürüp; kadının yerine vurgu yapıyordu. Cahiliye döneminde kadınlar toprağa gömüldüğü halde Hz. Muhammed (s.a.v.) kadınlara o güne kadar görülmemiş bir konum vermiştir. İkbal'e göre baki olan Hz. Muhammed'in (s.a.v.) kadınları diğer kültürlere nazaran daha ön saflarda konumlandırmasıdır. Bu durumda eğer Batı medeniyeti kadını toplumsal hayatta ön plana çıkardıysa biz daha da öne çıkarmalıyız.

-En çok da bu konuda eleştirildi
…

Doğru, çünkü ulema bunların dogma olduğunu iddia ediyor ve değişimine karşı çıkıyordu. Muhammed İkbal, Müslümanları üçe ayırıyordu: Modernist, gelenekçi; bunların kafasında zaman statiktir, değişikliklere karşıdırlar. Bir de popüler Müslümanlar var. Müslümanların büyük kısmı popüler, avam ve eğitimsizdir. Çoğu zaman başlarına gelecek adamı bile seçemezler. Esasında popüler Müslümanların tavırları belirleyicidir. Bunlar bazen muhafazakârlardan bazen de reformistlerden yana tavır koyarlar. Bu çoğunluğun yalpalamaları istikamette de belirleyicidir. İkbal'in devletinde sürekli reform yapılır. Ona göre İslam da ikiye ayrılır: İbadet kısmı ki bu kalıcıdır, mesela namazı kimse değiştiremez. Fakat muamelat; örfî kısım her zaman değişime açıktır. Pakistan'ı da reformcu bir model devlet olarak tasarlamıştı. Diğer İslam devletlerinin de örnek alacağı bir devletti bu fakat hiçbir zaman gerçekleşmedi.

-Neden bir türlü bu ideal gerçekleşemedi?

Bu Türkiye ve Pakistan'ın ortak trajedisidir. Amaçladığımız yere gelemedik. Arzu ettiğimiz reformlardan çok geriye düştük. İki ülke de on yılda bir darbelere, müdahalelere maruz kalıyor. Pakistan'da Cinnah'ın düşüncelerini korudukları gerekçesiyle yapılıyor bu müdahaleler. Türkiye'de ise Mustafa Kemal'in görüşlerini sözde koruduklarını iddia ederek darbeleri yapıyorlar. Oysa alakası yok. Asıl muhafazakârlar darbeleri yapanlar. Reformcuların izinden gittiğimiz için ikide bir müdahale ediyorlar.

-İkbal fikirlerinde, modernitenin olumlu yanlarının alınmasına fakat İslam'ın özünün her daim korunmasına vurgu yaptı. Artık Müslüman toplumlar moderniteyle iç içe yaşıyor. Bu olumlu bir yöne evrilebilir mi?

İkbal'in ana düşüncesinde zaten amel, hareket var. Allah'ın insan üzerindeki emeli de kâinata hâkim olmasıdır. İkbal'e göre Allah insanı eşref-i mahlûkat olarak yarattı ve bu nedenle kâinat üzerinde hükmetmesine taraf. Batı icadı tekniklerin aslında Müslümanlar tarafından yapılması İkbal'in daha çok hoşuna giderdi. Cemaleddin Afgani, El Ezher Üniversitesi'ni ziyaretinde, suni ışıkta Kur'an öğretildiğini görür. "Siz ampul ışığında Kur'an öğretiyorsunuz ama ampul yapmayı öğretebiliyor musunuz?" der. İslam dünyasında bu durum artık çok tabii görülüyor; Batı bir şeyler yapar biz de bunları satın alırız. İkbal yaşasaydı 'biz bunu yapmalıyız' derdi. Modern bilimin kurucusunun İslamiyet olduğuna inanıyordu. Modernite aslında İslamiyet'in dâhliyle ortaya çıkmıştır. Yunanca eserlerden değil Arapça metinlerin Latinceye çevrilmesi neticesinde Rönesans gerçekleşmiştir. Rönesans İslam kaynaklıdır. Matematik, felsefe, tıp gibi farklı alanlarda İslam dünyası pek çok âlim çıkarmıştır, bunlara nazire yazanlar Batı dünyasının büyük âlimleri olmuştur. Dolayısıyla modernitenin kurulmasında İslamiyet'in etkisi büyüktür.

ÇİNLİLER KORELİLER YAPIYOR, BİZ YAPAMIYORUZ

-Peki, kırılma ne zaman yaşandı?

Ne zaman ki bizim ilmiye sınıfı karanlığa gömüldü, saçmalamaya, kitap yakmaya başladı o zaman rotamız değişti. Vahiyle rasyonaliteyi uzlaştırma çabasını küfür olarak gördüler. 1258'de Moğollar Bağdat'a girdiğinde 50 bin kitap yaktılar ama bizim Müslümanların yaktığı kitaplar yanında hiçtir bu. Modernite; kitapları, kaynakları, fikirleri ve her türlü inkişafıyla İslamiyet'ten ödünç alındığı için artık bizim bu emaneti onlardan geri almamız lazım. Bunu, Batılıları da moderniteden mahrum etmeden yapmalıyız. Çinliler, Koreliler bunu başarıyor ama bizler yapamıyoruz.

-Batıda İslam'a ciddi bir ilgi artışı var. Muhammed İkbal'in idealindeki Müslüman topluluğun Batı'dan çıkma ihtimali nedir?

Bilmiyorum fakat İslam'a merakın nedeni materyalizmin manevi boşluğu dolduramaması. İnsanlar İslam'ı merak ediyor, aslında bu merak beraberinde korkuyu getiriyor. Fakat İslam fobisi geçici bir şey. İslamiyet'in gerçeklerini öğrendikçe insanlar bu korkularını aşacaktır. -İslam coğrafyasının bugünkü manzarası karşısında İslam ülkeleri ve de aydınları nasıl bir tavır geliştirmeli?

Kesinlikle birleştirici olmalı. Eğer bu sağlanamazsa İslam kültürü de aynı Bağdat'taki gibi yıkılacaktır. Moğolların istilasında Şii devleti Harzemşahlar saldırıya uğradıklarında Abbasilerden yardım ister. Abbasi uleması toplanır ve yardım etmeme kararı alır, sırf Harzemşahlar Şii olduğu için. Sonuçta Cengiz Han yönetimindeki Moğollar Harzemşah İmparatorluğu'nu ezip geçer, oğlu ise Abbasileri talan eder. Özetle birliğin olmadığı yerde kültürün yaşaması imkânsızdır. Sünniler ve Şiiler nasıl bir araya getirilebilir konusunun tartışıldığı bir konferans yapıldı geçtiğimiz yıllarda. Toplantıya tepkisel bir tavır gösterip gitmedim. Çünkü aslında bütün Arap dünyası kendi krallıklarının düşmesinden korkuyor. Suriye'nin adı cumhuriyet ama krallık gibi bir şey. Ürdün, Suudi Arabistan kraliyet. Bütün bunlar Şii-Sünni çatışmasıyla devletlerinin bölüneceği ve kendi kraliyetlerinin yıkılacağından korkuyorlar. Pakistan, nükleer bomba yapıyor adını 'İslami bomba' veriyor. İran bir bomba yapıyor, adını 'Şii bomba' koyacak. Aslında bu Batılı bir isimlendirme, onlar da İran'ın bombasına 'Şii bomba' diyor. Hâlbuki bomba bombadır, dini olmaz. Birinin üzerine atıyor musun, atmıyor musun? Mevzu budur. Bununla beraber eğer Muhammed İkbal hayatta olsaydı nükleer bombaya hiçbir tepki göstermez, aksine onu desteklerdi. Çünkü hem bir müdafaadır hem de insan çıkarına kullanıldığı için beis görmezdi.

MEVLÂNÂ SUFİ DEĞİLDİ

-Türkiye'ye Mevlânâ Sempozyumu'nun konuğu olarak geldiniz. Muhammed İkbal Mevlânâ'nın mürşidi olduğunu söylüyordu.

Mevlânâ yıldönümünü Türk devletinin kutlamasını çok manidar buluyorum. Sufizm aslında statükoyu, var olan durumu kabul eden gelenekçi bir şey. Aynı zamanda sufilik çok şahsidir, bir ideoloji ya da düşünce değildir. Kişisel bir tecrübedir. Okyanusta katre olmak, fena fillahtır. Hâlbuki İkbal, hôdî olduğunu iddia ediyordu. Bu, sufiliğin tam tersi bir düşünce. Kendi içine okyanusu, Allah'ı davet etmek. İkbal sürekli harekete vurgu yapardı, Sufizm ise bunun tam tersi; zamanı dahi statik algılayan bir düşünce. Esasında Mevlânâ Celaleddin Rumi de sufi değildi, o nedenle Muhammed İkbal kendisinin mürşidi olduğunu iddia ederdi. "Sen İslam'ı kendi zamanında yanlışa düşmekten korudun, ben de İslam'ı benim zamanımda yanlışa düşmekten korudum." diye Rumi'ye atfettiği bir beyti de var.
Millete hesap vermek
Millete hesap vermek, benim düşünce lügatimde ‘Üç T’ye Verilecek Hesap’ın ilk aşamasıdır. ‘Üç T’ nedir? Üç T, yine benim düşünce lügatimde Tanrı, Tarih ve Toplum’dur. Her insan, bir gün mutlaka ve muhakkak, Tanrı’ya hesap verecektir. Ama bu, her insan için böyledir. Bazı insanlar o hesaptan önce tarihe ve topluma da hesap vermek zorundadırlar. Özellikle yaratıcı ruhlarla, onlara musallat olan karanlık ruhlar yani artı ile eksinin baş aktörleri Tanrı’ya verecekleri hesaba ilaveten, tarihe ve topluma da hesap vermek durumundadır.

Varoluş bünyesinde yaratıcılık, aydınlık ve mutluluk unsuru olarak yaşamış büyük ruhlar, ‘Üç T’nin dünya planındaki ikisi olan tarih ve topluma hesaplarını hiç istenmeden veren ölümsüzlerdir. Bunların başında peygamberleri görmekteyim. Arkasından derece derece bütün yaratıcı ruhlar sıralanıyor.

Tarih yaratan ruhların en büyüklerinden biri olan Müdafaayi Hukuk Başbuğu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, tarihe ve topluma hesabını kendisinden hiç istenmeden bizzat kendi eliyle ve diliyle veren ölümsüzlerden biridir. Müdafaayi Hukuk Başbuğu’na göre; millet, aynı zamanda kendisine hesap verilmesi gereken bir yüce makamdır. Gazi, bu makama verdiği hesabı, aynı zamanda tarihe de verdiği hesap olan Nutuk’la yerine getirmiştir. Afet İnan’ın Nutuk’la ilgili şu sözleri derin bir hakikatin ifadesidir:

“Nutuk, bir devlet kurucusunun milletine hesap verme örneğidir ve tarihte eşine az rastlanır.” (Sinan Meydan, Nutkun Deşifresi, 40)

Nutuk, ‘Üç T’ye hesap vermede ciddiyetin, hakka saygının, müstahak olana müstahak olduğunu; layık olana da, layık olduğunu mertçe vermenin eşsiz örneklerinden biridir. Nutuk’ta hakka saygısızlık olmadığı gibi, halka tabasbus ve yalakalık da yoktur. Nutuk’ta, Yaratıcı’dan başkasına tenezzülü olmayan büyük ruhun şahsiyet yüceliği, açık yürekliliği, cesareti egemendir. Benim kullanmaktan çok zevk aldığım tabirle “Nutuk’ta ölümsüzlüğün vakarı” vardır.

Nutuk’ta 820 kişinin adı geçmektedir.  Bu kişiler, tarihin diyalektiğine samimiyetle sunulan nitelemelerle, layık ve müstahak oldukları sıfatlarla, hiç tevile gidilmeden deşifre edilmişlerdir. Tarihin en büyük melâmet erlerinden biri olan Müdafaayı Hukuk Başbuğu’nun bir özelliği de; layık olana layık olduğunu, müstahak olana da müstahak olduğunu hiç esirgemeden ve acımadan vermektir. Bu şaşmaz ilkesine bağlı kalarak, Nutuk’ta bazı kişilere ‘kahraman’ nitelemesi reva görürken, bazılarına ‘korkak, hain, mürteci’ sıfatlarını vermiştir. Bizzat Atatürk, Nutuk’u, ‘millete hesap vermek için’ yazdığını dile getirmiştir. CHP İkinci Kurultayı’nda yaptığı konuşmada şöyle diyor:

“Senelerden beri devam eden çalışmalar ve icraatımızın millete hesabını vermenin görevim olduğu kanaatindeyim.” (Hâkimiyeti Milliye gazetesi, 16 Ekim 1927)

Aynı gerçeği, Nutuk’u okuduğu kongrenin açılışında yaptığı konuşmada, bir soru üzerine şöyle dile getiriyor: “Geleceğe yönelen tedbirler hakkında fikirlerimizi söylemeden önce, geçmişe ait olan olaylar hakkında bilgi vermek ve yıllardan beri süregelen davranış ve yönetimimizin milletimize hesabını vermek ödevim olmuştur. Olaylarla dolu dokuz yıllık bir sürenin tarihine değinecek demecim uzun sürecektir. Ama bu güç iş, yerine getirilmesi gereken bir ödev olduğuna göre, sözü uzatırsam beni hoş karşılayacağınızı ve bağışlayacağınızı umarım.”
İslam'dan nefret tutkusunun götürdüğü yer
İslam’dan nefret tutkusunun (bazı zeminlerde illetinin) götürdüğü yer, en çarpıcı şekliyle bugünkü Türkiye’dir. Emevî dinci despotizminin kol gezdiği; dahası, haçlı emperyalizmin dibine kadar desteklediği kahır tablolarının egemen olduğu bir coğrafyadır artık Türkiye.
 
Önce dini yozlaştırıp nefret edilir hale getiren despotizm, arkasından hukuku güdüme alıp, hukuk devletini işlemez hale soktu. Yargı güdümdedir. Aydınlar ya zindanlardadır veya zindanla tehdit edilerek susturulmaktadır. Sadece basın ve ekranlar değil; evlerin içi, geceler, gündüzler, mabetler, secdegâhlar, ilim adamlarının dosyaları, hatta aklından geçenleri not ettikleri kâğıt parçaları, despotizmin bir biçimde kontrolü altındadır. En küçük bir ima ile “Bu kadar da olmaz” demeye getirenler, bir süre sonra ekranına, programına, sayfasına, köşesine veda etmek zorunda kalmaktadır.
 
Ben, tarihin benzeri despotik devir ve toplumlarını araştırıyorum; böylesi bir despotizme rastlayabilmiş değilim. Emevî dinciliğine karşıysanız; yürümeniz de suçtur, yerinizde durmanız da…
 
Zulüm kol geziyor. 21. Yüzyıl’ın dünyasında tam bir Emevî hegemonyası sürdürülmektedir. Engizisyon bu kadar kapsamlı, teşkilatlı, destekli ve planlı değildi. Anlayacağınız; bahsettiğimiz despotizm, tarihin eşini, benzerini tanımadığı çok özel bir tür. Tarihte ilk kez, sarıklı dincilikle istavrozlu ve kipalı dincilik, işbirliği halinde hakların ve aydınlanmanın gırtlağına çökmüş bulunuyor. Eski zamanlarda bunun da bir örneği hemen hemen yok.  
 
İşte, İslam’dan nefret tutkusunun Türkiye’yi getirdiği yer burasıdır. Beğendiniz mi? Şimdi esas soruyu soralım: Bu gelişin ve getirişin müsebbibi kim?
 
İslam’dan nefreti büyük bir meziyet (hatta en büyük meziyet) sanan ve yıllarını bu ‘meziyeti’ pazarlayarak geçiren solcularla sözde Atatürkçüler. Hani şu, “Biz laik adamlarız, dinle minle uğraşmak bizim işimiz değil, öyle şeyler bize yakışmaz” diyerek kahkahalar atıp kadeh tokuşturan salaklar. Tabii salakları var bunların, solakları var. Ortak noktaları, koyu ahmaklıktır. Şöyle de derlerdi bunlar: “Falanca mı aydın, Atatürkçü? Yok be! O kadar saftoroş olmayın; neresi aydın onun? O da son tahlilde ‘Kur’an’ demiyor mu? Eee! Onunla falancanın farkı ne? Bunların ikisi de molla, ikisi de gerici, ikisi de imam-hatipli.”
 
EY AHALİ, KENDİNE GEL!
Ey ahali! Bugünkü Türkiye’nin maruz ve mahkûm bırakıldığı despotizmin dincilik eliyle yürütüldüğüne bakarak, sadet noktasını gözden kaçırmayalım. İçine itildiğimiz badirenin esas müsebbibi solcularla sözde Atatürkçülerdir. Dincilik kendi işini yapıyor. Dincilikten bunun aksini beklemek de ayrı bir mankafalılık olur. Dincilere zalim, vicdansız, sadist, hatta bir kısmına hain diyebilirsiniz ama asla mankafa diyemezsiniz. Mankafalılık, İslam’dan nefret uyuzuna tutulmuşlar dururken, dincilerin semtine bile ulaşamaz. Yollar birinciler tarafından kesilmiş.
 
Türkiye’nin bu hallere düşmesine sebep olanlar, köprüde deliği görüp kendine geldi mi dersiniz? Hayır, asla! Bunların İslam’dan nefret uyuzu öyle bir illet ki, tıbbın keşfettiği aşıların hiçbiriyle tedavi edilemez. Aynen canlarını yakan dincilik uyuzu gibi… Bu iki illetin tedavisini yarayacak aşı sadece Kur’an laboratuarında üretilir. Ve bugünkü Türkiye’de o aşıyı üretebilecek dirayet ve bilgiye sahip tek kişi var: Şu satırların yazarı.
 
Ayrıntıları vereceğim, merak etmeyin!
İslam'dan nefret illetinin ilacı üstüne
İslam’dan nefret tutkusunun Türkiye’yi bundan sonra sürükleyeceği yerin ne olacağını anlamak için bugüne dikkatle bakmak lazım. Bugünkü ana yarınki dananın endamını tahminde yardımcı olur. Ancak bugüne dikkatle bakabilmek için dünü hatırlamalıyız. Dünün hatalarından ders çıkaramazsak, bugünden ibret alamayız; o zaman da, yarınlara ilişkin değerlendirmelerimiz güvenilir olmaktan çıkar. Felsefeci Prof. Cahit Tanyol, otuz yıl önce şunu söylüyordu:
 
“Önümüzde dinin ve cumhuriyetin dokunulmaz, tartışılmaz tabuları durdukça ve biz bunları her dönemde kuvvet kullanarak cevaplandırdıkça, giderek şiddetlenen bir tepki ortamı yaratmaktan kurtulamayız. Bir yanlışın baskı altında tutulması, bir doğrunun baskı altında tutulmasından daha tehlikelidir. Yanlışın baskı altında tutulması iftira, tezvir, hınç gibi kışkırtıcı güçleri harekete geçirir.”
 
“Hiç gerek yokken, bir tür cumhuriyet ve Atatürk idolü yaratıldı. Bu idol tabulaştıkça, irtica daha koyu ve daha katı bir görünümde önümüze çıkmaktadır. Bunu çözmeye mecburuz. Eğer çözemezsek, eğer onun üzerine hep ‘inkılâp, irtica, Atatürk’ gibi sloganlarla yürümeye kalkarsak, günün birinde irticanın kara bulutları arasında boğulmamız kaçınılmazdır.” (Cahit Tanyol, Laiklik ve İrtica, 16-17)
 
İşte boğulduk. Çünkü küresel haçlı emperyalizmin koruyup beslediği karanlığın bertaraf edilmesi ‘idoller edebiyatı’ ile mümkün olamazdı. Çare, Kur’an laboratuarından çıkarılacak reçete idi. Büyük aldanış, işte bu gerçeğin fark edilememesidir.
 
Tarihin diyalektiğine göre, “Ceza amel cinsindendir.” İslam’dan nefret illetinin cezası, İslam adına sahne alan sadizmin kahrıyla veriliyor.  Kur’an mümininden nefrete yenik düşenlerin enselerine, dincilerin vicdan ve adalet nedir bilmeyen ayakları bindirilmiş.
 
Çöküşe doğru gidiş durdurulamaz mı? Durdurulur ama 10 Kasım’da ‘Atatürk’e mevlit’ okutarak veya ‘Çarşaf Açılımı’ yaparak değil. Aşının süratle devreye sokulması lazım. Gel gör ki; Kur’an mümini olarak, Allah ve Muhammed diyenlere asla ve asla iyi gözle bakmıyorlar. Dincilerin temel musibetleri bu. Onlar da görünüşte ‘Muhammed’ deseler bile dayattıkları ‘din’ Muhammed’in değil, Muaviye’nin dini.
 
Velhasıl, dincilerle onları aptal zanneden aptalların ikisinin de ezel nasipleri, Kur’an laboratuarından yararlanmaya müsait değil. Vücut kimyaları buna izin vermiyor. Sürünmelerine rağmen o reçeteye itibar etmiyorlar.
 
BİR UYARI DA DİNCİLİĞE
 
Dinci sadizm, basireti tutulmuş mankafalara baktıkça keyiften dört köşe. Göbeğini okşayarak kahkahalar atıyor. Dün mankafalara söylediğimizi bugün de dinci despotlara söylüyoruz:
 
“Kin ve nefretle paslı çivilere dönmüş dişlerinizi göstererek sırıtmayın, bu işin bir de öteki yüzü var. Dini hiç iyi okuyamadınız ama hiç değilse tarihi iyi okuyun. Dün birilerinde tuğyan (azmışlık) alametleri görüp uyarmıştık; sizde ise tuğyanın alameti değil, bizzat kendisi var. Dikkat edin, kendinize gelmeniz için fazla vaktiniz yok. Yığdığınız haram paraları rahatça yiyeceğinizi sanmayın! Tanrı ve tarih buna izin vermez!” 
Yakub-i Belazürî’nin talebeleri
Yakub-i Belazürî, Abbasiler döneminin büyük dil bilginlerinden biri. Hicrî 230’lar, Miladî 850’lerde vefat etmiştir. Bu üstadın hayatını anlatan eserlerde kayda geçirilen bir hikâye vardır ki, günümüz dincilerinin kişilik yapılarını, ruh hallerini, çelişkilerini, dağıtmışlıklarını anlatmak bakımından eşsizdir. Çiğneyip yok ettiği amaçların yerine geçirdiği araçlarla övünen hüsrana batık zihniyetleri anlamada bir ibret belgesi olan hikâye şudur:
 
Yakup’un öğrencileri, hafızayı güçlendirdiğini öğrendikleri belazür otundan yemeye karar verirler. Otu bulur, hep birlikte yerler. Ne var ki, dozajı kaçırırlar ve çıldırırlar. Üstlerini başlarını soyup atarak, çırılçıplak halde ormana dağılırlar. Medresede bir tek öğrenci kalır. Bu öğrencinin ötekilerden tek farkı, sarığını başında tutmasıdır. Zavallı öğrenci iki eliyle hiç durmadan başındaki sarığı kontrol ederek, anadan üryan halde medresenin çevresinde dönmeye başlar. Bir yandan döner, bir yandan hocası Yakup’un verdiği dersi ezberinden tekrarlar.
 
Üstat Yakup, derslerini vermek üzere medreseye geldiğinde bir bakar ki medrese bomboş. Dışarı çıkınca, binanın çevresinde dönüp duran anadan üryan öğrenciyi görür. Yaklaşıp sorar: “Oğlum, bu ne hal! Sana ne oldu böyle, arkadaşların nerede, medrese neden boşalmış?” Öğrenci, olup bitenleri anlatır ve ekler: “Üstadım, ben onlara otu fazla yemeyin, ne olur ne olmaz dedimse de dinletemedim; fazla yediler. Hepsi çıldırıp dağlara, ormanlara kaçtı. Bir tek ben sağlam kaldım.” Hoca biraz şaşkın, biraz öfkeli çıkışır: “Yahu sen buna sağlamlık mı diyorsun? Senin neren sağlam? Sen şu halini görmüyor musun?  Anadan üryan haldesin.” Öğrenci cevap verir: “Hocam, öyle demeyin; bakın, sarığım başımda, ona mukayyet oluyorum.”
 
Bugünün dincileri aynen bu öğrencinin kaosunu yaşıyorlar. Anadan üryanlar; bütün amaçları tarumar edip ortadan kaldırmışlar ama araçları öne çıkarıp bu yıkımı mazur göstermeye, hatta meziyet gibi göstermeye çalışıyorlar. Sarık, bir sembol. Araçların sembolü. Amaçlar, vücudun esas kapatılması gereken yerleri. O yerler açık ama zavallı öğrenciler, araç hükmündeki sarığı sürekli kontrol etmekte ve bunu erişilmez bir meziyet olarak öne çıkarmaktalar.
 
Amaç olan zina yasağını Brüksel’in talimatıyla kaldırıp, zinayı suç olmaktan çıkarıyorlar; öte yandan, zinaya gitmede ‘araç’ olarak düşünülen ne varsa onu yasaklıyorlar. İnsanların evlerine, kiminle oturup kalkacaklarına, nerelerde ikamet edeceklerine, öğrenci yurtlarına kadar müdahale ediyorlar. Kitleler bu saçmalığa karşı çıkınca da ‘Yakub-i Belazürî’nin sağlam (!) kalmış tek öğrencisi’ sıfatıyla, ‘sarığım başımda’ diyerek celalleniyorlar.

‘SEDDİ ZERÂİ’ VE ÖTESİ
İslam fıkhı, durdurulması amaçlanan davranışlara giden yolların tıkanmasına ‘seddü’z-Zerâi’ der. Araçların önüne set çekmek demektir. Eğer bu set çekmeyi öne çıkaranlar esas amaçları dikkate almıyorlarsa, mesela zinanın suç olmaktan çıkarılmasını umursamıyor, birilerinin talimatıyla zina suçunu mubaha dönüştürüyor; öte yandan, kadın-erkek hayatına harem-selamlık getirmeyi ‘din ihyası’ gibi lanse ediyorlarsa, fıkıh bilginleri bu yapılanı akla ve fıkha ihanet sayarlar. En azından bu değerlerle alay etmek sayarlar.
 
Kıssadan hisse: bugünkü Türkiye, bu alay etmenin yirmi dört saat sergilendiği bir ülke konumundadır. Yani; bugünkü Türkiye, Yakub-i Belazürî’nin ‘otu fazla kaçıran’ öğrencilerinin istila ve egemenlik altına aldıkları bir coğrafya durumundadır. Allah; ülkenin, aldatılıp mahvedilen halkın ve Yakub-i Belazürî durumundaki ilim ve fikir adamlarının yardımcısı olsun!  
"Kurtuluş Savaşına ihanet içindeyiz"
Kerim Tokgöz Ankara’dan yazıyor: “Yazdıklarınızı anlatan bir Müslüman daha yok. Gerçekleri sizin gibi bir âlimden okumak benim gibilere güç veriyor. Her cuma camide, güdümlü ve ayarlı hutbeleri dinlerken, büyük iç çekişmeleri yaşıyor ve ‘Acaba bu münafık yuvasında bulunmamdan Allah razı mı?’ diye sorup duruyorum. Zulme ve işgale karşı gelmiş bir millete Allah'ın bahşettiği Kurtuluş Savaşı zaferine ihanet içindeyiz. Şimdi zalimlerin yanında koşuyoruz. Allah bizi affetsin!” “Suriye ve Mısır gibi konularda lütfen daha çok yazın ve konuşun. Bu topluma vicdanı, aklı ve hakkı hatırlatmak her zamankinden daha fazla gerekli.”
 
Nursen Demir yazıyor: Sizin sayenizde Kur’an bana da indi. Yüce Rab'bim her şeyi gönlünüze göre versin. Çok merak ettiğim ve sadece sizin bilginize inanacağım bir sorum olacak. Yanıtlarsanız sevinirim. Firavunun yönetimi günümüz yönetiminden daha âdil değil miydi?”

Nusret Sevenoğlu İzmir’den yazıyor: “Siz, bu yıldan sonraki yaşamınızda, takdir edilen ve ihtiyaç duyulan bir yükselişi  göreceksiniz. İnsanlık da bundan nasiplenecektir. Halk TV’de Işığa Çağrı  programının 90 dakikalık akışı, cumhuriyetin, ülke insanını raiyyeleşmekten kurtarılmasının ayrıntılı anlatılması, Alak suresine girişiniz muhteşem. Kelimelerin anlamlarını açan ifadeleriniz, bu konuda çalışanlara da bir ışık tutacaktır. Ekrandaki görünüşünüz, kıyafetinizdeki uyum, sevecen ama ciddi tavrınız son derece mükemmel, vurgularınız muhteşem.”
 
Seher Kandemir yazıyor: “Sizi yıllardır takip ediyorum. Yüce Allah'ım sizin vesilenizle Kur'an’la dost olmamızı sağladı. Herkesin aklı ve yüreği, söylediklerinizi anlamak için elverişli değil, bazılarının kalpleri mühürlüdür. Ancak, ben ve benim gibi insanların sevgi ve duaları negatif enerjileri yok eder.”
 
“Mühürlenmemiş kalpleri iki tehlikeden uzak tuttunuz; Birincisi: şirk ve hurafelerle boşa harcanmış bir hayattan; ikincisi: dini, hurafeler yığını zannederek, peşinen reddetmekten. Bunlar az şey değildir. Ben size hem bir hayat hem de bir ahiret borçluyum. Bu borcumu ödeyemem; ama size en azından şükranlarımı sunabilirim.”
 
Muammer Mete yazıyor: Dinimizle ilgili soruların akıl ve mantığa en uygun yanıtlarını eserlerinizde görüyorum. İslam dünyasında ve onun bir parçası olan güzel yurdumuzda din adına yapıldığı ifade edilen din dışı uygulamaların İslam dünyasının geri kalmışlığının açıklaması olduğunu düşünüyorum. Sizin yorumlarınızın egemen olacağı din anlayışının karanlık çağlardan aydınlığa, Hak yoluna çıkışın başlangıcı olacağına inanıyorum. Çocuklarıma sizin eserlerinizi okuyarak bilgilenmeden diğer kaynaklara yönelmemelerini öğütlüyorum. İstiyorum ki, zehre karşı panzehirleri olsun. Şahsınıza duyduğum şükran hislerini uzun boylu ifade edemeyeceğim. Söyleyebileceğim tek şey şudur: Allah sizden razı olsun.”
BUNLAR HAKK’A TESLİM OLMAZ!
‘Dershaneler Kavgası’ başlıklı yazılarımın ardından gelen cevabî yazılar, bir büyük feraset ve basiret kuşağının varlığını göstererek beni mutlu etmiştir. Mesaj yerini bulmuş, etkisini göstermiş, beklenen uyanışın düğmesine basmıştır. Bu mutluluğuma vesile olan yazıların bir özeti gibi gördüğüm bir mektubu, Hasan Özcan adlı okuyucumuzun mektubunu örnek olarak buraya alıyorum: “Her şeyi Kur’an’a bağlayarak o kadar güzel izah ediyorsunuz ki, sizi dinledikçe işte dinimiz bu, deyip İslam’a sarılıyoruz. Ancak, hâkim çıkarcı güçlerin ağzından dinleyince, İslam’dan soğuyoruz. Sizinle peygamberimizi hatırlıyor, sizinle onu daha çok seviyoruz. İyi ki varsınız, hep var olun, hiç değilse yolumuzdaki firavun, nemrut ve yezitleri def edinceye kadar. Çağımızın ‘İmam-ı Âzam’ısınız. Dilerim kaderiniz onun gibi olmaz.”
 
“Dershaneler meselesinde, iki yoldaşın bugün içine düştükleri durum, Müslüman halkımız için büyük bir ibret ve derstir. Anlaşılabilirse, ihanet ve gafletten uyanışın vesilesi olabilir. Yıllarca hak yolunda Hızır ile Musa gibi birlikte yürüdüklerini iddia edenler, her ne olmuşsa olmuş, bir anda karşılıklı firavun, nemrut suçlamalarına başlamışlardır. Bu hususu Kur’an'dan örnek vererek o kadar can alıcı bir şekilde ortaya koymuşsunuz ki; inanıyorum, Kur’an’a bakacak yüzleri kalmamıştır. Firavun’a, bırakın yoldaş olmayı, boyun eğenin de firavun olması, İslam’ın maskeli firavunlara en büyük tokadıdır.”
 
“Allah'ın dinine sahiplik iddiasında olanların bugün maskeleri düşmüştür; ancak onların peşinden koşan halkın yeni firavunlar yaratması hiç zor olmayacaktır. Bunları; hiçbir kitap, hiçbir peygamber ve sizin gibi üstün bir âlim ikna edemediğine göre, kıyameti beklemek son çaredir.”
 
Yeditepe Üniversitesi öğrencisi Kemal Yüksel, ‘Yaşar Nuri Öztürk İçin’ adlı şiirini göndermiş. Bir kısmını veriyorum:
 
“Daha derine,
Yusuf’u özlemeye in şimdi
Aşağısı karanlıkların yendiği yer
Ahhh!
 
Gözünden süzülen damlalar ay gibi parlıyor;
Karanlığın ağlattığı yerlerden geçtin;
Hoş geldin!
Haydi çık, adım adım!
 
Fark ettin mi?
Saçların ağarmış.
Ah canım, cananım!
Bak, açıldı gözler artık
Kullanabilirsin
Onlar senin sonsuzluğa bakan gözlerin.”
 
Elif Tanya yazıyor: “Kitaplarınız tek kelimeyle büyüleyici! Bu kadar bilgiye hâkim olmak, ancak bir dehanın yapabileceği iştir. Uçsuz bucaksız ummansınız. Farklısınız. Bu fark size aşık olmak için yeterlidir. Bir gün teknoloji ilerler de, insanları ışınlama keşfedilir mi acaba? O gün geldiğinde, ışınlanıp gizlice kütüphanenizi gezebilsem, kitaplarınızı karıştırabilsem! Ve masanızdaki vazonuza bir gül bırakıp geri dönsem!”
Reçete gibi bir mektup
Umut Bingöl yazıyor: “1994 senesinden beri (o yıl 17 yaşında idim) okurunuz, takipçiniz, seveniniz, saygı duyanınız ve öğrencinizim.” “Günümüzde dinci kodamanların en dehşetli kapanı; haznesine, ‘sınavlara hazırlık’ yemi konmuş, birtakım dershanelerdir. Bir kavga ile gündeme gelen, bu siyasal ve ticarî rant merkezlerinin, ‘Allah ile Aldatma’ hücrelerinin, sınıf görüntülü beyin yıkama odalarının kapatılması dinciliği bitirmeyecektir. Dershaneler kavgasının iki tarafının da dinci olması, zaten meydanın kimlere kaldığını göstermektedir.” “Ülkemiz ilk ve orta öğretim okullarında, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi adıyla verilen dersler; çocuklarımızı, dinci kişi ve ekiplerin kucağına sürmekte, bu şer odaklarına karşı savunmasız ve bilgisiz kılmakta, Allah ile aldatılmalarına yol açmaktadır.”
 
“Kur'an'ı tanımak, okumak ve anlamak en hayatî meselemizdir. Din eğitimi müfredatı; öğrenciyi, sadece Kur’an ayetleriyle buluşturacak şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. Din dersi, Kur'an dersi olmalıdır. Başka bir deyişle, ülkemiz okullarında din öğretmenleri İslam’ı, sizin bize kitaplarınızla öğrettiğiniz şekilde öğretmelidir.”
 
“Düne kadar sizden sadece İslam'ı öğreneceğimi sanırken, bugün  Atatürk'ü de sizden öğreniyorum. Uzun sözün kısası; mutlu yarınlar, yurtta ve cihanda sulh için; ülkemiz okullarında, Atatürk'ü ve Cumhuriyet’i sizin anlattığınız şekilde öğrenmeye susamış bir millet durumundayız. Her şey için minnettarım. Allah sizden razı olsun!”

KISA BİR YORUM DA BİZDEN
Dershaneler kavgasının, yıkıldığını sandıkları ‘Laik Cumhuriyet’in yerine koyacakları rejim ve sistemin kotarımı kavgası olduğundan benim de hiçbir kuşkum yoktur. Malum ‘kavga’ konusunda altı çizilecek en önemli nokta da burasıdır.

Bu kavganın dinciliği bitirmesi ne demek; bu kavga, dinciliğin ikinci ve ‘büyük zafer’ aşamasına geçmek üzere olduğunun tartışılmaz belgesidir.
Din derslerinin Kur’an olması gerektiğini ben, otuz yıldan beri bütün sesim ve nefesimle anlatmaya çalıştım; anlatamadım. Batı’daki din derslerinin esası da kutsal metinler yani İncil metinleridir. Gerisi herkesin kendine bırakılmıştır. Bırakılmaz ise, içinde debelendiğimiz kaos doğar. Dinciliğin istediği de bu kaosun doğmasıdır. Dincilik bilmektedir ki, bu kaosu kendisi lehine yorumlayıp servise koyacak onlarca ekip ve kurum var. En başta, ‘Diyanet İşleri’ denen beş buçuk katrilyon lira bütçeli bir anayasal kurum var.

Dini olduğu gibi Atatürk’ü de, benim yazıp konuştuklarımdan öğrenmekten başka çare kalmadığı yolundaki değerlendirmeyi de, hiçbir tevazu aktörlüğüne gitmeden aynen kabul ve tekrar ederim. Umarım, bendenize ‘molla’, yazıp söylediklerime de ‘dinciliğin bir versiyonu’ gibi bakan angutlar güruhu, ölüm kalım tehlikesiyle yüz yüze gelmiş halkın önünü kesme zillet ve melanetini artık sona erdirir. Aksi halde; değil bir kavga, daha on tane ‘Dershaneler Kavgası’ da seyretsek, karanlık kader değişmeyecektir. Halk bu işi şimdi, tam bu aşamada halletmek zorundadır. Ötesi yok!
Karar, Allah ile aldatılan ve çivili duvara toslamış bulunan kitleye kalmıştır.
Birikim sahiplerinin susması üstüne
İstanbul’dan Hakan Demir yazıyor: “İstanbul Üniversitesi’nde iktisat tahsil eden bir gencim. Sizi uzun zamandır takip ediyorum. Yerinizin ve çapınızın farkındayım. Şükürler olsun, sizi yaşarken keşfetmiş olanlardanım.” “Biz, Gezi Olayları’nın tesiri ve iç muhasebesi içindeyiz. Olaylar bize, günümüz Türkiye’sini yönetenlerin istedikleri şeyi istedikleri gibi nasıl gösterebildiklerini dehşet verici bir şekilde kavrattı. Ve aynı zamanda son birkaç aydır daha iyi anlayabiliyoruz ki, neyin söylemi prim yapıyorsa ona yönelecek, hatta kendilerini onun yegâne savunucusu olarak gösterebilecekler. Son haftalarda da yönelimleri, Kürt meselesine dair sözde barış girişimleri. Ortamı çarpıtıyorlar; biz körpe zihinlerin bilgi birikimi çapraz ateşte kalıyor. Köşe yazınızda da belirttiğiniz gibi; dinciler asla ahmak değil, gayet planlılar.”
 
“Gezi Olayları, bizi gerçek okumalar yapmak konusunda ateşlemişti. Kuruluş dönemi tarihimizle ilgili açtığınız ufuklara müteşekkiriz. Başta Kürt meselesi olmak üzere yakın tarihimiz ve Ortadoğu hakkında toplu bilgilere ulaşamıyoruz. Terör meselesiyle ilgili sistematik bilgimiz yok. BDP hareketinin mahiyeti nedir? İddiaları ne derece doğrudur? Kürt meselesini, Suriye’yi, Irak’ı nereden okuyabiliriz? Kaddafi için yazdıklarınız çok büyük kapılar açtı.” “Üniversite gençliği olarak yakın tarihimizle ilgili birbirimize sürekli, ‘Bilmiyorum, her şey olabilir’ demekten bıktık. Ben şahsen, Türkiye’de bu anlamda öneri alınabilecek sizden başka biri olmadığı kanısındayım. Siz bize daha çok lazımsınız.”
 
AYDININ NAMUSU VEYA NAMUSLU AYDIN

Hakan Demir’in şahsında tüm halkımıza hitaben şimdilik şunları söyleyeceğim: ‘Kuruluş tarihimiz ve bağlantılı meseleler’le ilgili ayrıntılar, yayın aşamasına yaklaşan ‘Kurtuluş Savaşı’nın Kur’anî Boyutları’ adlı üç ciltlik eserimde verilecektir. Acil olarak; mesela, Sinan Meydan’ın eserlerini okumanızı öneririm. Şunu unutmayalım:
 
Türkiye’nin kahrını çektiği kıtlık, bilgi kıtlığı değil, namuslu aydın kıtlığıdır. Namuslu aydın yerine ‘aydının namusu’ da diyebilirsiniz. Kur’an, bir toplumun çöküşünde birinci dereceden sorumlu olanların ‘birikim sahipleri’ olduğunu söylüyor. Birikim sahiplerinin başında, bilgi birikimi taşıyanlarla servet birikimine sahip olanlar gelir: Kur’an bu ikisindeki yozlaşmanın yol açacağı felakete ibret dolu beyyinelerle dikkat çekmiştir. İşte ikisi:
 
“Sizden önceki kuşakların söz ve eser/birikim sahibi olanları, yeryüzünde bozgunculuktan alıkoymalı değiller miydi? Ama içlerinden kurtarmış olduklarımızın az bir kısmı dışında hiçbiri bunu yapmadı. Zulme sapanlar ise, içine itildikleri servet şımarıklığının ardına düşüp suçlular haline geldiler.” (Hûd, 116)
 
“Biz bir ülkeyi/medeniyeti mahvetmek istediğimizde, onun servet ve refahla azıp firavunlaşmış kodamanlarına emirler yöneltiriz/onları yöneticiler yaparız da onlar, orada bozuk gidişler sergilerler. Böylece o ülke/medeniyet aleyhine hüküm hak olur; biz de onun altını üstüne getiririz.” (İsra, 16)
 
Aydınlarla servet sahipleri, namuslu adama yakışanı yapmazlarsa; zulüm sadece olmaz, egemen olur. Türkiye’de de bugün zulüm sadece ‘var’ değildir, egemendir. Egemen zulmün güç kaynağı ise; Allah ile aldatmak, bir de dinci zulme karşı olduklarını söyleyenlerin akıl almaz ahmaklıklarıdır.  
Düşündüren ve ağlatan bir yazı
Eski milletvekillerinden hukukçu dostum Vecdi Aksakal Ağabey, çok anlamlı bir yazı göndermiş. O mu hazırladı, ona da birisi mi gönderdi, bilmiyorum. Muhteşem tespitler içeren ‘Lider Atatürk’ adlı bu yazıyı, Vecdi Bey’e ve eğer varsa ona gönderene teşekkürle, ben de size aktarıyorum:

“Bu ülkenin her türlü nimetinden yararlanıp da ona ve ilkelerine karşı olmak hainliktir, şerefsizliktir, utanmazlıktır. Şunları biliyor musunuz:
- Atatürk'ün dünyada 'başöğretmen' sıfatlı tek lider olduğunu,
- Atatürk’ün bir geometri kitabı yazdığını ve üçgen, açı, dikdörtgen gibi 48 tane geometri teriminin Türkçe isim babası olduğunu,  
- Norveç`te ‘Atatürk gibi olmak’ diye bir deyim olduğunu,
- Atatürk Çiçeği'nin adını, çiçeği bulan Wanderbit Üniversitesi profesörlerinden Doktor Kirk Landin`in koyduğunu ve bu çiçeğin tüm dünyada bu isimle üretilip satıldığını,
- Yunan Başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan, her Cumhuriyet Bayramı’nda Atina'daki Türk Büyükelçiliği’ne giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçip saygı duruşunda bulunduğunu,
- Kurtuluş Savaşı'nda rütbe alan birçok kadın askerlerimizin olduğunu, Üsteğmen Kara Fatma'nın 700 erkek, 43 kadından oluşan bir müfrezenin komutanlığına bizzat Atatürk tarafından getirildiğini,
- Bir röportajda Atatürk’e ‘Birleşmiş Milletler’e üye olmayı düşünüyor musunuz’ diye sorulduğunda, ‘Şartlarımızı koyarız, kabullerine bağlı. Biz müracaat etmeyiz. Üye olmamız için davet gelirse düşünürüz’ dediğini; bunun üzerine ‘BM Yasası’nın değiştirildiğini ve üyeliğe davet edilen ilk ülkenin Türkiye Cumhuriyeti olduğunu,
- 1938'de, General MacArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde; danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye, ‘Şu anda hiçbirinizi değil, büyük kabiliyeti ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim’ dediğini,
- 1938'de Ata`nın ölümünden sonra bir Tahran gazetesinde yayınlanan şiirde; ‘Allah bir ülkeye yardım etmek, onun elinden tutmak isterse, başına Mustafa Kemal gibi bir lider getirir’ denildiğini,
- 1996'da Haiti Cumhurbaşkanı’nın vasiyetinde, mezar taşına yazılmasını istediği metinde, ‘Bütün ömrüm boyunca, Türkiye'nin lideri Mustafa Kemal Atatürk’ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm’ yazdığını,
- 2005'te Amerika'nın en ünlü ekonomistlerinden biri olan Mr. Johns`un önerisinin ‘Türkiye, ekonomiyle savaşta bir tek Atatürk'ü örnek alsın yeter’ olduğunu”…
“Peki, şunu biliyor musunuz: 2006'da ise, AB Uyum Yasaları gereğince, devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini!..”
Barabbasları yeğleyen toplum
Kur’an’ın deyimiyle; ‘Kötülük Toplumu’.
 
Barabbas, İncil’de yer alan figürlerden biridir. Katil ve zalim bir haydut olduğu için, Romalıların Yahudiye Valisi Pontius Pilatus (ölm. 36) tarafından zindana atılmış, sonra da halkın isteğiyle affedilmiştir. Barabbas’ın zindan arkadaşı Hz. İsa idi.
 
Romalıların yerleşik geleneklerine göre; Fısıh bayramlarında, valiler zindandaki mahkûmlardan halkın istediği birini affederlerdi. Geleneksel dinlerine zarar verdiği için, İsa’yı düşman bilen dinci propagandistler, oylarını İsa değil, Barabbas lehine kullanmaları için halkı kandırdılar. Ve halk, Pliatus’tan İsa’yı değil, Barabbas’ı affetmesini istedi. Pilatus da isteğe uygun olarak Barabbas’ı serbest bıraktı. Yani halk; ışığın, aydınlığın, hak ve adaletin öncüsü İsa Peygamber’i değil, cinayet ve ırza tecavüzün temsilcisi Barabbas’ı tercih etti. İncil’in ilgili satırlarını okuyalım:
 
“Pilatus onlara dedi: ‘Ben, İsa’da hiçbir suç bulmuyorum. Fısıh’ta bir kişiyi salıvermekliğim âdetinizdir. İmdi ister misiniz ki, sizin için İsa’yı salıvereyim?’ Bunun üzerine bağırıp dediler: ‘Onu değil, Barabbabası salıver.’ Barabbas bir haydut idi.” (Yuhanna, 18/35-40; Markos, 15/6-15; Matta, 27/15-26; Luka, 23/13-25).
 
Sonuçta, halkın isteğiyle haydut Barabbas serbest bırakıldı, Hz. İsa çarmıha gerildi.
Zalimleri yaratan sürüleşmiş halk yığınları, büyük zalim zağarların yedikleri haramlardan birer kırıntı kapabiliriz diye, onlara destek veren fino köpeklere benzerler. Ve bu finoluğu bir başarı sayarlar. Zavallı finolar, önlerine atılan kırıntılar karşılığında, kendilerinin ve çocuklarının yarınlarını mahvettiklerini bir türlü anlamak istemezler. Anlatmak isteyenlere de düşman kesilirler. Lût kavminin Hz. Lût’a söylediği, şu ‘namussuzluk belgesi’ sözü söylerler: “Çıkarın şunları kentinizden, yurdunuzdan. Bunlar temizlik ve dürüstlükte aşırı derecede titizlik gösteren insanlar.” (A’raf, 82; Neml, 56).
 
Zalimlerle onlara köpeklik eden sürünün rahatsızlık sebebi, her zaman işte bu ‘temizlik ve dürüstlük’ olmuştur. Başlarına geçecek adamın temiz ve dürüst olması onları verem ediyor. Sürüyü verem eden olguyu da göstermiştir Kur’an:
 
“Lût’a da hükmetme gücü, yargılama yetisi ve ilim verdik. Onu, pislikler üretip duran bir kentten/bir ülkeden kurtardık. O kentte/ülkede yaşayanlar yoldan çıkmışlardan oluşan bir kötülük toplumuydu.” (Enbiya, 74).
 
Bu Kur’ansal beyyine bize şu ölümsüz hakikatlerin altını çizme imkânı veriyor:
1. İnsanoğlu, temizlik ve dürüstlüğüyle seçkinleşen kadrolardan rahatsız olabiliyor, onlara düşman kesilebiliyor, onları sırf bu nitelikleri yüzünden yerlerinden yurtlarından edebiliyor.
2. Sürüleşmiş kitleye rahatsızlık veren dürüst ve temiz kişilerin temel nitelikleri; adaletle hükmetme yetisi ve ilimdir.
 
Demek ki, basit çıkarlar (örneğin, bir file yiyecek, birkaç torba kömür, birkaç paket makarna veya iane çadırlarında verilen bir-iki kap yemek vs.) karşılığında sürüleştirilmiş bir toplum, öncelikle ilim ve hikmet düşmanı kesilmektedir. Kur’an diyor ki, böyle bir topluma bir tek ad uygun düşer: ‘Kötülük toplumu’. Kötülük toplumu, çöküşü hak eden toplumdur.  
 
‘Müslüman halkın’ (!) ‘dini bütün’ (!) diyerek iş başına getirdiği iktidarın bakanlarına ve oğullarına yönelik yolsuzluk operasyonlarına bakınca sormadan edemiyorum: Acaba, bugünkü Türk toplumu, çağdaş Barabbasları su başlarına getirdiği için ‘kötülük toplumu’ damgasını yemiş midir?
Dinci talan zihniyetini tanıyor musunuz?
Şu kitapları, bugünkü iktidarın ‘saltanat’ dönemindeki yalan ve talanı deşifre etmek için yazdım: ‘Allah ile Aldatmak’: Kur’an, “Allah ile aldatılmayın” emrini ısrarla verdiği halde, bu iktidar halkı Allah ile aldatıyordu. İslam düşünce tarihinde bir devrim kabul edilen ve 71. baskısını yapmış bulunan o kitabı yazarak, halkı ‘din’ maskeli dinsizliğe teslim olmaması için uyardım.
 
‘Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmamı Âzam’: İlimi ve dehasıyla Müslüman tarihin en önde gelenlerinden biri olduğu halde, sırf Arap ve Arapçı olmadığı için işkenceler, zulümler altında yıllarca inletildikten sonra Arabizmin cellatlarınca katledilen ve daha sonra da fikirlerinin ve mesajının üstü örtülen, eşsiz hukuk dehası İmamı Âzam (ölm. 767), Müdafaayı Hukuk Cumhuriyeti devrimlerinin Kur’ansal fikir dayanaklarının en başındadır. Çağımızın en büyük Müslüman düşünürü kabul edilen Muhammed İkbal bu gerçeği daha 1920’li yıllarda insanlığın bilgisine iletmiştir. ‘Cumhuriyet Devrimleri’ni bir tür dinsizlik gibi lanse etmeye çalışan dinci kahpeliğin bu şeytanî oyununun, İmamı Âzam’ın kişiliği ve mesajı ortaya konularak bozulması lazımdı. Anılan eserle, bu onurlu hizmeti de yerine getirdim.
 
‘İnsanlığı Kemiren İhanet: Dincilik’: Bu iktidar; dinci, dinsiz, liberal, allahsız, vurguncu, soyguncu, kanı bozuk, şirret, riyakâr gibi türlerden hempalarının elbirliğiyle, tarihin en vicdansız dincilik zulümlerini işliyordu. İftiradan cana kasta, anayasa ihlalinden talana kadar birçok suçun doğrudan veya dolaylı failidir. Dincilik kitabını yazarak, bu zulümlerin din kılıfıyla nasıl meşrulaştırıldığını gösterdim.
 
‘Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’na Bir Bakış’: Bu iktidarın açtığı imkân kapılarından elini kolunu sallayarak giren emperyalizm yamağı bir sürü Dürrîzade ve Damat Ferit torunu hain, Kurtuluş Savaşı’na çamur atıyor, onun nezih ve aziz komutanına saldırıyordu. ‘Paralel Devlet’ yapılanmalarıyla, beraberlerine aldıkları Atatürk düşmanlarının Okyanus ötesi desteklerini de kullanarak, Cumhuriyet ve Atatürk mirasını çökertme gayreti içinde olduklarını, Anıtkabir’i ortadan kaldırma noktasına doğru yürüdüklerini gördüm. Din kullanılarak sergilenen bu kahpe saldırıyı da deşifre etmek gerekiyordu. Anılan kitabı yazarak, ‘Türk Kurtuluş Savaşı’nın, Kur’an iradesi doğrultusunda yaratılan zaferlerin en büyüklerinden biri olduğunu tarihin ve Kur’an’ın tanıklığıyla ortaya koydum.
 
‘Kur’an’da Lanetlenen Soy’: Kur’an; İslam’ı Arap-Emevî saltanat ideolojisine dönüştüren, tarihin en şiddetli engizisyon ve faşizmini uygulayan Emevî soyunu lanetliyor. Onların bu lanetli icraatından çıkarılması gereken dersleri insanlığın vicdan ve idrakine ulaştırmak, benzeri zulüm ve faşizmler sergileyen siyasetleri deşifre ederek günümüz Müslümanlarının ders almalarını sağlamak gerekiyordu. İsra Suresi 60. Ayet’in bir tefsiri olan ‘Lanetlenen Soy’ kitabını yazarak bu onurlu görevi de yerine getirdim.
 
VE ‘MÂÛN SURESİ BÖYLE BUYURDU’: 
2011 yılında yayınlanan ve bugün 17. baskısı yapılmış bulunan Mâûn Suresi kitabım, İslam düşünce tarihinde bir devrim sayılacak önemdedir.
 
Mevcut dinci iktidarın kamu imkânlarını talan; dinin, cami ve namazın istismarı; sosyal devleti tahrip; sadaka kültürüyle kitleleri yalcı kölelere dönüştürme; riyakârlık, yalan ve iftira gibi korkunç insanlık suçlarını bir tür ibadet şevkiyle işleyen icraatının Kur’an verileri ışığında deşifre edilmesi, dine hizmet perdesi altında dehşetli bir dinsizliğin sergilendiğinin kitlelere ve dünyaya gösterilmesi gerekiyordu. Eseri yayınlayarak bu iman görevimi de yerine getirdim.
 
Mâûn Suresi’nin muhteşem ve muazzam mesajını açıklamak için yazdığım kitabın neleri deşifre ettiğini gelecek yazımda ele alacağım.
‘MÂÛN Operasyonunun düşündürdükleri
Dünya kamuoyunca, ‘Türkiye tarihinin en büyük yolsuzluk operasyonu’ olarak adlandırılan ve son dakika itibariyle ana karesi içine Türkiye Başbakanı'nın da girdiği düşünülen ‘rüşvet-talan-kara para operasyonu’, benim düşünce lügatimde bir ‘Mâûn operasyonu’dur. Neden?

Bizim fikir mücadelemizi izleyen, bizi okuyan kitleler bu sorunun cevabını vermekte zorluk çekmezler. Biz yine de bir hatırlatma yaparak tarihe de vicdanlara da bazı notlar ileteceğiz.

Mâûn, Kur’an mesajının en hayatî beyyinelerini içeren bir suredir. Bu üç satırlık sureyi böylesine önemli, böylesine muhteşem, böylesine hayatî kılan nedir? Ayrıntılar için bizim, ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’ adlı kitabımız okunmalıdır. Kısa cevapsa şöyle verilebilir: En Tehlikeli Ve En Kahpe Dinsizlik, ‘Dincilik’ Perdesi Altında Saklanan Dinsizliktir: Kur’an bu surede diyor ki, insanların, din adına attıkları nutuklara, iddialara, yaptıkları ibadetlere değil, onların insan haklarına saygılarının olup olmadığına bakacaksınız. İnsan haklarına saygı yoksa iddia ne olursa olsun ortada ‘din maskeli dinsizlik’ vardır. Kahpece saklanan bir dinsizliktir bu.

Kamunun, Toplumun Mal Ve Nimetlerine Musallat Olanlar, İddiaları, İbadetleri Ne Olursa Olsun, Dini İnkâr Etmiş Sayılırlar: Bu inkâr, bırakın dinci nutukları, muntazaman yerine getirilen ibadetlerle, namazlarla da yok edilemez. Kur’an’a göre, namazı niyazı fotoğraf olarak tam ve mükemmel insanlar bile esasta kâfir, hatta müşrik olabilirler. Değerlendirme yaparken namazlara değil, insan haklarına saygının olup olmadığına bakacağız.

Kendisine En Küçük Bir Riyakârlık, Menfaatçılık Bulaşan Namazlar, Sahiplerine Rahmet Değil, Lanet Getirir: Kur’an, temel ibadetlerinden biri olan namazı kılmayanları lanetlemez. Onları sadece teşvik eder. Ama aynı Kur’an, namazını/ibadetini riya, çıkarcılık, kamu hakkı talanı gibi kötülüklerin maskesi olarak kullananları lanetlemektedir. Bu, dinler tarihinin sadece Kur’an tarafından gerçekleştirilen en büyük devrimidir.

Kamu Haklarına Tasallut Suçu İşlemiş Olmak İçin Kamu Haklarının Bizzat Yenmesi Şart Değildir; O Hakların Ait Oldukları Yere Ulaşmasına Bir Biçimde Engel Olmak Mâûn Mücrimi Olmak İçin Yeterlidir: Mâûn suresi, birinci ayetinde “Dini inkâr eden kimdir?” sorusunu soruyor, 2-6. ayetlerinde sorunun ayrıntılı cevabını verdikten sonra 7. ve son ayetinde şu özet cevabı veriyor: “Mâûn suçlusu, kamunun nimet ve imkânlarının, ait oldukları yere ulaşmasını bir biçimde engelleyenlerdir.”

Mâûn suçlusu olmak yani mel’un dinsizler arasına girmek için kamunun haklarının talan ve çarçur edilmesine seyirci kalmak yeterlidir. Bu haklar bir de yenirse, ihlal edenlere göz yumulursa, hele bir de bu suçlular çeşitli gerekçelerle korumaya alınırsa, lanetli dinsizlik çifte kavrulmuş türden olur.

Aziz okuyucum ve Allah ile aldatılan halkım! Türkiye’yi sarsan ve dünyanın gündemine oturan son ‘yalan-talan-kara para operasyonu’nu, bu bilgiler ışığında bir kez daha değerlendir. Ve ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’ kitabımı sabırla ve derin derin düşünerek oku!
PEYGAMBER’İN BEDDUASI
Allah’ın bedduasını görmüştük; şimdi de Peygamber’in bedduasını görelim. O beddua ki, dinci yalan ve talan ekiplerini tam içlerinden vurarak pisliklerini kendi elleriyle sokaklara yaymalarını sağlamıştır.
‘İslam Peygamberi’nin bütün hayatı boyunca yaptığı üç bedduasını tespit edebildim:
 
1. Başkalarına her fırsatta zorluk çıkaranlara bedduası: “Allahım! Ümmetimin işlerini zora sokanların sen de işlerini zora sok!”
 
2. Yeryüzünün korunması gereken doğal değerlerini tahrip edenlere yaptığı beddua: “Yerkürenin belirgin alâmeti olan değerleri/yeryüzünün olmazsa olmazlarını yozlaştırıp bozanlara Allah lanet etsin!” (Zehebî, Kitabu’l-Kebâir ve Tebyînu’l-Mahârim, 148)
 
3. Parayı ilahlaştıranlara yaptığı beddua: Bu Peygamber bedduasına sebep oluşturan suçların üçü de, son günlerde karşılıklı beddua atışmalarına tanık olduğumuz dincilik zalimlerinin tümünde mevcuttur. Özellikle şu son bedduanın sebebi olan aşağılık suç: ‘Paranın kulu - kölesi olmak’. Cenabı Peygamber, parayı baş amaç yapanlara, yani Mâûn suçu işleyen mel’unlara hayatında yaptığı en ağır bedduayı yapmıştır. Şöyle diyor: “Gümüş ve altın paranın, kadifenin, süslü giysilerin kulu - kölesi olan, yüzükoyun yere çakılıp gebersin! Yüzükoyun yere çakılsın da, yerlerde sürünsün! Vücudunun her yanına dikenler batsın da, o dikenleri çıkaramasın! O öyle biridir ki; bir şeyler verildiğinde hoşnut olur, bir şey verilmediği zaman ise asla vefa göstermez.” (Buharî, cihad 70, rikaak 10; İbn Mâce, zühd
 
BÜYÜK VE KÜÇÜK HIRSIZLAR
 
En büyük hırsızları tamamen, büyük hırsızları kısmen serbest bırakıp karnını doyurmak için çalan küçük hırsızları cezalandırmak, zulüm, ahlaksızlık ve riyakârlık düzeninin temel niteliğidir. ‘Din’ adı altında ‘örtülü dinsizlik’ sergileyen iktidarların temel niteliklerinden biri de budur.
 
En büyük hırsızlar; birinci derecede kamu malı talancısı Firavun takımıdır. Son olaylarda da görüldüğü gibi, kurdukları kara para ve haram lokma tezgâhlarıyla haram servetleri onlar tedvir ve tevzi eder. Dincisi vardır, dinsizi vardır, sosyalisti vardır, liberali vardır.
 
Büyük hırsızlar; en büyük hırsızların talanlarından büyük pay alanlardır.
 
Küçük hırsızlar; büyük vurgun ihtirasları olduğu için değil, yaşamlarını sürdürmek için çalanlardır. Bunlar, talanın zağarları olan Firavun takımından kalan artık ve atıklardan sebeplenen finolardır. Bu sebeplenme tehlikeye düşmesin diye, subaşlarına Firavun takımının oturmasını isterler. Yalakalıkları, hizmetleri, propagandaları ve nihayet oylarıyla, büyük hırsızların yönetim mevkiine gelmesini bir ‘memleket hizmeti’ olarak ilan ederler. En önemli meşruiyet ve mazeret söylemleri; “Oylar bölünmesin diye onları seçtik” hezeyanıdır.
 
Küçük hırsızlar, ‘oylar bölünmesin’ diyerek Firavunlar yaratan, dürüstlüğü cezalandırarak zulümlere işlerlik kazandıran günahkârlar sürüsüdür ki, Zühruf Suresi 54. - 56. Ayetler bu sürünün tarih önündeki suçunu deşifre etmiştir. O suç; ‘Firavunlar üretme’ suçudur.
 
Modern dünyada demokrasi adına egemen olan firavunların yaratıcısı işte bu günahkârlar sürüsüdür.
Ben işimi yapıyorum
Önce, Osman Akçıl’ın çok anlamlı mektubunu okuyalım, sonra kısa bir yorum.
 
“2004 yılı itibariyle sizi takip etmeye başladım. O günkü yazdıklarınızın tamamını  noktası, virgülüne dokunmadan bugün aynen yazsanız güncel olaylara ‘cuk’ diye oturur. O günlerde, yazdıklarınızı yakın çevreme ve uzak çevreme anlattığımda, ‘Paranoya’ deyip bana inanmıyorlardı.”
 
“Bu kişiler, kitapçı raflarında ‘En Çok Satılanlar’ standındaki kitaplarınızı merak ediyorlar, ellerini uzatıyorlar ama günaha gireriz diye almıyorlardı. Bu nasıl bir beyin yıkanmışlık, nasıl bir şartlandırılmışlıktır?! Şimdi ben bu insanları mahcup ediyorum. Diyorum ki: ‘Yüzyıllardır İslam’ın Muazzez Peygamberi’ne isnat edilen yalanlardan biri olan ‘Hz. Aişe ile sekiz yaşında evlendi’ iddiasının nasıl bir yalan olduğunu Yaşar Nuri ispatladı. Hepiniz bu konuda Yaşar Nuri Öztürk Hoca’ya şükran duyuyorsunuz. Peki, işinize  gelince neden kabul ediyorsunuz da, diğer yazdıklarına itiraz ediyorsunuz?’ Cevap veremiyorlar.”
 
“Kitaplarınızın belli bir kesim tarafından okunmaması için birileri sanki özel bir gayret sarf ediyor. Burası çok önemli bir nokta. Kur’an’ı hüccet göstererek yazdıklarınız, bugün artık tek tek ortaya çıkmış durumda. Mâûn Suresi; kan, gözyaşı, toz, duman, pislik  içindeki İslam dünyasını, sizin söyleminizle söylersek, tokatlıyor âdeta. İnsanlar, yine sizin söyleminizle; ‘Ört ki ölem!’ diye bağırıyor. Sizin tespitlerinizi tüm Türk halkının duyması, öğrenmesi şart oldu artık. Halk TV’deki Işığa Çağrı programı bu boşluğu doldurur inşallah.”
 
“Siyasal söylemler içinde ‘din’ kelimesinin geçmesini bile laikliğe aykırı bulan muhalefet (CHP), o günlerde sizi eleştiriyordu. O günlerde sizi dışlayanlar şimdi hatalarını anlamış olacaklar ki, Kılıçdaroğlu sizin söylemlerinizden küçük alıntılar yapıyor. Ama çok cılız ve etkisiz biçimde.”
 
“Dünyanın en önemli birkaç ilahiyatçısı  arasında olmanız yanında; tarih, Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı  konularında engin bilgileri olan sizden, muhalefet neden yararlanmaz, anlayamıyorum! Yine sizin söyleminizle; ‘Türk halkı kendi dini ile vuruluyor. Bu zehre karşı panzehir lazım.’ O panzehirin sizin engin bilgileriniz olduğunu açık ve net  görüyorum.”
 
BENİM YORUMUM ŞU
 
İnsanoğlundan hiçbir şey beklemedim, beklemiyorum. Ben, varoluş onurumun bana yüklediği görevi yani işimi yapıyorum. İşim, vicdan, irfan ve imanımın icabıdır. Kalabalıklar takdir eder veya etmez; o onların bileceği şey. Ben, bu gök kubbenin altında tek başıma kalsam da, bu görevi yapacağım. Ölümsüz Nietzsche’nin dediği gibi, “Ben, bana verilen hayat nimetinin hakkını ödüyorum”. Kaldı ki, bana verilen sadece hayat nimeti değildir; ilim, hikmet, düşünce, hitabet gibi çok az insana nasip olan nimetlerle de lütuflandırılmışım. Ben bunların şükran borcunu ödemek için çırpınıyorum.
 
İnsan denen varlıktan beklediğim hiçbir şey olmadı, olmayacaktır. Zaten, insanın elinde benim görevimin karşılığı olacak bir nimet de yoktur; olsa da ben istemiyorum. Benim yaptığımın bir ‘karşılığı’ olacaksa; onu bana, ancak demin saydığım değerleri bahşeden kudret verebilir. İnsan kim oluyor da ondan karşılık bekleyeceğim, onun beni anlamasını ümit edeceğim! Yok, böyle bir beklentim, yok böyle bir ümidim.
 
Ben, böyle bir beklentiden, böyle bir ümitten münezzeh olacak kadar asil yaradılışlı bir adamım. Şükürler olsun Yaratan’a!
‘Engerek yılanının dölleri'
Başlık, Hz. İsa’nın bir sözünden alınmıştır. Allah ile aldatan şeytan çocuklarının, bu aldatmayı tezgâhlama mekânı olarak kullandıkları mabede yollama yaparak, şöyle diyor Hz. İsa:
 
“Allah’ın evini ticarethaneye çevirdiniz, ey engerek yılanının dölleri!”
 
Bu sözün önümüze koyduğu kahırlı ıstıraptan insanlığı kurtarmak için, vahyin son kitabı Kur’an gerekli adımları atmış, gerekli uyarıları yapmış, gerekli donanımı getirmiştir.
 
Bir kere; dinden resmî mabet çıkarılmış, bütün yeryüzü mabet ilan edilerek, Tanrı’ya ibadet için birilerinin kotardığı bir mekâna ihtiyaç bırakılmamıştır. Kur’an’ın ifadesiyle; “Ne yana dönerseniz, Allah’ın yüzü oradadır”. Ve Hz. Peygamber’in ifadesiyle; “Bütün yeryüzü mescittir. İnsan, Allah ile istediği yerde beraber olabilir”. Bu buyrukların özeti olan ilke de şudur: Bütün yeryüzü mabet, bütün meşru fiiller ibadettir.
 
Cami bir toplantı yeridir; orada namaz da kılınır. Cami; namaz için, olmazsa olmaz bir mekân değildir. Allah’ın evi falan hiç değildir.
 
Kur’an, engerek soyunun döllerine istismar imkânı yaratacak öteki yapılanmaları da yerle bir etmiştir: Din sınıfını yıkmış, din kisvesini yırtmıştır. Allah ile insan arasına girmesi muhtemel aracıları, şefaatçıları, yaklaştırıcıları, evliyayı birer şeytan uşağı ve şirk unsuru olarak gösterip kenara itmiştir.
                                                                           
KUR’AN BUNLARIN DİN DEDİĞİNİ LANETLİYOR
 
Bütün bu uyarılara rağmen; Kur’an dinlenmediği, Kur’an’dan gerekli donanım alınmadığı için; engerek yılanının dölleri ellerini kollarını sallayarak, yirminci ve yirmi birinci yüzyılda bile zulümlerini sürdürmüş; kitleleri zehirleyip felç ederek, onları camilerde soyup soğana çevirmişlerdir. Hem de, milyar dolarlık rakamlarla! Mercümek talanından Deniz Feneri soygununa ve bugün pis kokuları sokakları dolduran AKP (adaletsizlik ve karanlık partisi) yolsuzluklarına kadar, tümü doğrudan veya dolaylı yoldan mabedin kullanılmasıyla gerçekleştirilmiştir.
 
Engerek yılanının dölleri, tarihin her döneminde mabedi ve dini istismara gitmeden ve bir de emperyalizmden destek almadan asla başarılı olamamışlardır. Bugün de öyledir. Bugün, engerek yılanının döllerinden yakasını kurtarmak isteyenler, öncelikle cami sömürüsünü durdurmak zorundadırlar. Ve bilmek zorundadırlar ki; bugün ‘cami, Allah’ diye diye, Allah ile aldatarak, Allah ile susturarak; Allah’ın iradesinin tam aksini yapmanın dokunulmaz mekânı, eleştirilmez alanı olarak kullanılmaktadır. Bunun anlamı: caminin, ‘Allah ve din’ tabelası altında, insan hakları ihlali için kullanıldığıdır.
 
Türkiye’de bugün mabet istismarının anayasal kurumu Diyanet İşleri’dir. Diyanet’in kotardığı cami, beş buçuk katrilyonluk bir bütçeyle, yani bizzat devletin destek ve himayesinde soygunların ve haksız kazancın aracı yapılmaktadır. Şunu sormalıyız:
 
Kur’an dini, birileri namaz kılsın diye; yüz bin civarında insana beş buçuk katrilyon maaş dağıtılmasını meşru görür mü? Dahası: Bu maaşların, namaz kılmayan, camiye gelmeyen insanlardan alınmış vergilerden verilmesini meşru görür mü? Hayır, asla meşru görmez. Aksini söyleyenler din adına yalan söylüyorlar. Doğru söylediklerinden emin iseler; gelsinler, milletin önünde konuşalım.
 
Gerçek şu ki: zulüm içinde zulüm söz konusudur. Dine hizmet adı altında, dindışılığın en yıkıcısı sergilenmektedir.
Kur'an üçünüzü de çarptı
Kur’an, iki dinci taife olan Cemaatçılar ve AKP ile onlara karşı olduğunu söyleyen sözde Atatürkçü-laikleri çarptı. Nasıl çarptı? Sonuncudan başlayarak cevaplayalım:
 
Sözde Atatürkçüler; Kur’an’ı ‘çöl kitabı, bedevî masalı, ölüler kitabı, imam hatiplilerin kitabı’ görüp hayatın dışına ittikleri ve Atatürk’le laikliği o kitaba aykırı bir anlayışın temsilcisi sayarak, Kur’an’dan yararlanma idrakini felç ettikleri için çarpıldılar. İki binli yıllardan beri düştükleri yürekler acısı durum ortada. Batı emperyalizminin kodamanları gütmese, donlarını bağlamasını bile bilmeyen birtakım adamlar, Mâûn Namazı kılmak üzere ‘takunyalanmış’ ayaklarını sözde laiklerin ensesine basıp onları ciyak ciyak bağırttılar.
 
Dinci zebaniler, haçlı emperyalizmle kurdukları işbirliği sayesinde geldikleri yerden Ehlisalîp kodamanlarına tarihin en büyük hizmetlerini verdiler. Ehlisalîp’in Hilal’den, Türk’ten ve Türklükten bin yıllık intikamını almasını sağladılar. Nihayet, haçlı kodamanların bu dinci namert taifelerden alacakları fazla bir şey kalmayınca desteklerini çekip onları kendi ‘zekâları’ (!) ile baş başa bıraktılar.
 
Dinci zulüm taifeleri, kendi zekâlarıyla (!) ancak birkaç hafta yol alabildiler. Malum kavga ile birbirlerine girdiler. Bütün pisliklerini, nifaklarını, fesatlarını, hırsızlıklarını, hukuksuzluklarını, yolsuzluklarını, iftiralarını, hıyanetlerini, ahlaksızlıklarını, yalanlarını ve talanlarını… Kısacası bilcümle zulümlerini karşılıklı salvolarla deşifre etmeye başladılar.
 
Onların ciğerlerindeki pisliğin ağırlığını en iyi bilen yine onlardı. Böyle bir ‘deşifre’ işlemini hiç kimse bu kadar ustaca yapamazdı. Allah istedi ve onlar da yaptı.
 
Bunların her yanını lanetleyen Kur’an adına şu gerçeğin altını öncelikle çizelim:
 
Kur’an, iftira suçu işlemiş olanların tanıklık hakkını yani doğruyu söyleme ehliyet ve liyakatlarını ‘ebediyen’ kaydıyla (tabir Kur’an’ın) ellerinden almaktadır. Yani; iftira şampiyonu bu dinci taifelerin ağızlarından çıkan hiçbir söze güvenilemez, bunların bir gün doğruyu söyleme imkânlarının bulunabileceğine asla ihtimal verilemez. Ayrıca bunlar, işledikleri ağır zulümlerle hakka ve hakikate hıyanet ettikleri için bunların hiçbir biçimde savunulması söz konusu olamaz. Birbirleri aleyhinde söylediklerinin doğruluğu bu tespite aykırı değildir. Çünkü o doğrular, onların doğruları değil, tarihin doğrularıdır. Tarih ve Tanrı o doğruları onlara itiraf ettiriyor. Bu itirafları onların doğruluğuna tanık olarak değil, Tanrı’nın lütfuna delil olarak düşünmek zorundayız.
 
“ZALİMLERE YARDAKÇI OLMAYIN!”
Ara başlıktaki emir Kur’an’ındır. (Nisa suresi, 105) “Zalimlere eğilim gösterirseniz, ateş sizi sarmalar” diyen de Kur’an’dır. (Hûd suresi, 113) “Zalimlerden başkasına düşmanlık yapılmayacaktır!” (Bakara, 193) diyen kitap da Kur’an’dır.
 
Kur’an’ın bu emrini çiğneyenler zalimlere uşaklık etmek gibi korkunç bir zulmün faili olurlar. Zalim olmaktan daha büyük bir suç vardır: Zalime yardakçılık etmek. Yani pasif zalimlik. Pasif zalimlik, zalimliğin en kahpesi, en zararlısıdır. Allah, pasif zalimlerden intikam alacağını hükme bağlamıştır. (Zühruf suresi, 54-56)
 
Türkiye bugün aktif zalimlerle pasif zalimlerin karşılıklı desteklerle birbirini ihya ettiği bir zulümler coğrafyası olmuştur. Aktif zalimler onlarla yüzlerle ifade edilebilirken, pasif zalimler, yani zağar zalimlerin kırıntılarından yemlenmek için onlara finoluk eden zalimler binlerle, on binlerle, belki de milyonlarla ifade edilmektedir.
Lanetlenen soy üstüne
Güney Palet Almanya’dan yazıyor: ”Kur’an’da Lanetlenen Soy’ adlı son kitabınızı okurken sürekli kendimi aradım, nerede olduğumu tespit etmeye, görmeye çalıştım. Kur’an okurken de aynı şekilde sürekli kendimi bu kitabınızda değindiğiniz 23 maddede aradım, ölçtüm, tarttım, iyi bir Müslüman olmayı ümit ettim. Bu kitabın penceresinden bakınca, 2 milyarlık Müslüman camiada mümin zor bulunur. Kendimizin ne olup olmadığımızı tespitte yardımcı oldunuz. Allah razı olsun!”

Güney Palet çok önemli bir konuya değinmiş, daha doğrusu çok önemli bir özeleştiri yapmış. Okumak, özellikle Kur’an okumak budur. Kur’an, tabir caizse, insanı yaratan kudretin, insanın kullanımıyla ilgili prospektüsüdür. O prospektüsü iyi bilmeden insan denen varlığı layıkıyla değerlendirmek olası değil. Kur’an’ı bu idrakle okumak lazım. 

‘Lanetlenen Soy’ kitabımı okuyanlar öncelikle şunu göreceklerdir: Kur’an, lanetlediği soy listesine girme sebebi olarak ibadet eksikliğini (hatta hiç ibadet yapmamayı) asla söz konusu etmemiştir. Listede yer alanlar içinde namaz kılmayanlar, oruç tutmayanlar yoktur. Ama ibadete riya, çıkarcılık bulaştıranlar, lanetli soyun önde gelenleri arasına konmuş, bununla da yetinilmeyerek bu çifte kavrulmuş lanetliler, dini inkâr etmekle suçlanmıştır. 

Listeye girenlerin baş özelliği, insan haklarını ihlal yani zulümdür. Başka bir deyişle, lanetlenmenin eksenini zulüm yani insan hakları ihlali oluşturmaktadır. 

Lanetliler soyu bir zihniyet soyudur, ırk veya kan soyu değil. Lanetliler soyunun zihniyet babası şeytandır. Ancak lanetliler soyunun maddî-somut bir örneği de vardır ve Kur’an’a göre bu soy, Emevî soyudur. Elbette ki bu soyun içinde de lanetten uzak, hatta rahmet sayılabilecek birkaç insan vardır. Bir Kur’an mucizesi daha: Emevîlerin ve Mekke şirk ordusunun başkumandanı Ebu Süfyan, Kur’an’da ‘şeytan’ olarak anılmaktadır. Ve Kur’an bize gösteriyor ki, şeytan, lanetlenenlerin baş temsilcisidir. Kur’an burada matematiksel bir tutarlılık sergileyerek, lanet soyun somutunun başına da soyutunun başına da şeytanı koymuştur. 

Emevîler, Kur’an’ın lanetlediği tüm suçları işlediklerinden, Hz. Peygamber’in beyanıyla, İsra suresi 60. ayetin iniş sebebi olmuşlardır. İniş sebebinin hususiyeti beyyinenin umumiyetine engel oluşturmadığı için, İsra 60. ayet Kur’an’da sayılan lanetli günahları işleyenlerin tümünü bağımsız bir soy olarak kabul etmemizi gerektirir. 

VE ‘MÂÛN SURESİ BÖYLE BUYURDU’
Güney Örnek yazıyor: “Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’ adlı kitabınızı okudum, dine bakış açım değişti. Bugüne kadar İslam düşüncesi adına neredeyse her şeyi yanlış bildiğimi anladım.” “Uzun zamandır birlikte olduğum kız arkadaşım ve ailesi elimde sizin Mâûn Suresi kitabınızı görünce, deyim yerindeyse kendilerinden geçtiler. Sonuç olarak kız arkadaşımdan ayrıldım. Dünya otoritelerinin, önünde saygıyla eğildiği bir bilim adamının, bazı kesimler tarafından bu derece ağır eleştirilere maruz kalması beni üzüyor.”

Tanrı’yla, dinin gerçeğiyle, hukukla, vicdanla yüzleşmek istemeyenler ‘Mâûn Suresi’ kitabını okumasınlar! Çünkü bu kitap, gerçeklerle yüzleşmekten kaçanlarla ‘Ilımlı İslam’ adlı sömürge dinini gerçek İslam zannedenlerin bütün dayanaklarını, şiddetli bir tanrısal vuruşla paramparça etmektedir.
Cahiliye şirki bu kadar rezil değildi
Giriş olarak şirk konusunun temel ayetlerinden ikisini vereceğim:
 
“İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allah’ın berisinden yedek ilahlar edinirler de onları Allah'ı sevmiş gibi severler.” (Bakara, 165)
 
“Ey iman edenler! Müşrikler bir pisliktir!” (Tevbe, 28)
 
Sadece bizim tarihimizin değil, İslam tarihinin en rezil şirke batma olaylarından birini şu günlerde yaşadık. Talan, yalan ve yolsuzluk dosyalarıyla günlerdir ülkeyi taciz eden iktidar partisi AKP’nin, hem de imam hatipli bir milletvekili (Fevai Aslan), belediye seçimleri için propaganda yaptığı sırada ‘liderleri’ni överken, ona iki sıfat verdi: Birincisi, ‘dünya liderliği’, ikincisi ‘Allahlık’. (18 Ocak 2014 tarihli gazeteler)
 
Birinci sıfatı dünyanın takdirine bırakalım ama ikinci sıfatla ilgili olarak söylememiz gerekenler var. O gerekenleri söylemez isek Tanrı bizi hesaba çeker. Vekil efendi şöyle dedi: “Başımızdaki lider Recep Tayyip Erdoğan, Allah’ın bütün sıfatlarını kendisinde toplayan bir liderdir”.
 
Aman Tanrım! Kur’an böyle bir yüceliği, vahyin muhatabı olan Hz. Muhammed’e bile vermiyor. Bu söz, bir adamın ‘Allah’lığını ilan etmenin en pervasız, en cüretkâr ve en rezil perdesidir; tevilsiz, tartışmasız bir şirk deklarasyonudur. ‘İmam hatipli’ bu adam, söylediğinin, katmerli bir şirk olduğunu nasıl olur da bilmez. Belli ki bu adam ‘arka bahçe imam hatiplisi’. O arka bahçeye bir kez girdin mi, Allah belanı verdi demektir. Ne ilim kalır, iman kalır; ne din, ne Kur’an kalır, ne İslam. Yağcılık, uşaklık, kutsallaştırma denen imansızlık ve ahlaksızlıkların bini bir paraya düşer.
 
Şirk deklarasyonunun yarattığı infiali görünce, bilinen şeytanlıklarına başvurarak şöyle demeye başladılar: “Onu demek istememiştim”… Öyle mi? Bir de “Evet, öyle demek istemiştim” mi diyecektin! Elbette ki kıvıracaksın. Hep böyle yapıyorsunuz. Yahu, siz bu milleti ahmak veya eşek mi sanıyorsunuz? Yoksa bu milletin vücut aynasında kendinizi seyrediyorsunuz da farkında mı değilsiniz?
 
DİNLE, EY MİLLET!
 
Ey millet! Kur’an bize bildiriyor ki, müşrikler Allah’ın düşmanıdır. Onların diğer bütün yapıp ettikleri isabetli ve makbul de olsa, hüsrandan kurtulamazlar. Peşlerine takılanlar da hüsrandan kurtulamaz. Temel buyruk şudur: “Yemin olsun, sana da senden öncekilere de şu vahyedilmiştir: Eğer şirke düşersen amelin kesinlikle boşa çıkar ve mutlaka hüsrana uğrayanlardan olursun.” (Zümer suresi, 65)
 
Ey millet! ‘Zümer Suresi - 65. Ayet’in sana söylediği şudur: Sen bu maskeli şirk zihniyetine prim ve paye verdikçe, Allah da senin belanı verecektir. Bu zihniyetteki kadrolara itibar edip sonra da haram paralarla kurduğun binalarda ‘namaz’ adı altında boşuna yatıp kalkma; o yatıp kalkmalarının sana lanetten başka bir şey getirmeyeceğini Kur’an bildiriyor. Aç da, bir kere olsun Mâûn Suresi’ni oku. Bak bakalım, insan haklarına tecavüz edenlerin namazları nasıl lanetleniyor. ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’ kitabını yazdım diye bana kızacağına, aç da oku! Kur’an’ın temel ibadeti okumaktır. Oku, ey millet; oku!
 
‘Konuşan eşek’ olmaktan kurtulmanın tek yolu; okumaktır.
Kur’an’daki cennet kavramının boyutları
Dinler tarihinde cennet, ölüm sonrası ödül yurdu olarak bilinir. Ancak Kur’an’daki cennet kavramı sadece bu kadar değildir. Kur’an cennetin bir de bu dünyada gerçekleşebilecek bir türünden de söz etmektedir. Ayrıntılarını ‘Küresel Âfetler’ adlı kitabımızda verdiğimiz cennetin dünyadaki şeklinin ‘kirletilmemiş, doğal dengeleri bozulmamış, doğal gıdalarla beslenmenin esas olduğu bir yurt’ veya yeryüzü olduğunu söylememiz gerekiyor. 
Kutsal metinleri, yukarıda açıkladığımız ölçüler içinde okuduğumuzda cennetin iki büyük gerçeği sembolize ettiğini anlamakta gecikmeyiz:
1. Sonsuzluk (ölüm sonrası, âhiret) ödülünün sembol adı,
2. Esası bakımından güzel, temiz, bereketli ve mutluluk getirici olan doğal yaşam ve doğal çevre.
Kutsal metin çok boyutlu kelam olduğuna göre, cennetin bu anlamlardan birine hapsedilmesi değil, ikisinin birden korunması vahyin muradına daha uygundur.
Cennet tasvirleri dikkatle incelendiğinde temiz ve bereketli bir doğal çevre ve o çevrede geçen hayatın kastedildiği anlaşılır. Esasen, cennet yeşillik, yeşil ve bereketli bahçe demektir. Kutsal metinlerin tasvirleri dikkatle değerlendirildiğinde bu mutluluk yurdunun saf ve temiz doğa olduğu gerçeğine ulaşmakta zorluk çekmeyiz. 
 
HAYAT VE MUTLULUK KAYNAĞI OLARAK SU
Cennetin en imrendirici tasvirleri su merkezlidir. Nehirler, bazen saf bal nehirleri olarak tasvir edilir. 
Cehennemin belirgin özelliklerinden biri de sudan mahrumiyettir. Cehennem bir anlamda, içilecek vasıfta suyun bulunmadığı yerdir. Şu tasvirdeki kahredici susuzluğa bakın:
“Ateş halkı, cennet halkına seslenir: ‘Şu sudan yahut Allah'ın sizi rızıklandırdığından biraz da bize akıtın!’ Şu cevabı verirler: ‘Allah, o ikisini de, gerçeği örten nankörlere haram kılmıştır.” (Âraf, 50)
Su, Kur’an’a göre, hayatın, mutluluğun, o arada yeşilliğin, ziraatin de esasıdır:
“O küfre sapanlar görmediler mi ki, gökler ve yer bitişik idi, biz onları ayırdık. Her canlı şeyi sudan oluşturduk. Hâlâ iman etmeyecekler mi?” (Enbiya, 30)
Bütün bitkilerin, meyvelerin su ile hayat bulduğunu, gelişip olgunlaştığını ifade eden çok sayıda Kur’an ayeti görmekteyiz. Su aynı zamanda mutluluk simgesi ve yurdu olan cennetin baş nimetidir.
Cennet temiz ve arı sularıyla yücelirken, cehennem de kirli, irinli, içilemez hale gelmiş sularla belirginleşir. Kur’an, cehennemin bu yanını gösteren birçok ayet içermektedir.
O halde, su krizi bir cehennemleşme ve cehennem hayatına geçiş göstergesidir. Bugün dünyamız bir su krizinin yani cehennem hayatına geçişin eşiğinde bulunuyor.
Profesör Michael Klare, 2001 yılında gerçekleştirdiği ‘Resources Wars’ (Kaynak Savaşları) başlıklı çalışmasında gösteriyor ki, 1990’dan bu yana su kaynakları ve gıda havzaları çevresinde gerçekleştirilen siyasal ve askerî çatışmalar gittikçe artmaktadır. Hızla artan nüfusu beslemek için arttırılması gereken gıda maddeleri, özellikle tahıl, insan hayatı için gerekli suyun büyük bir kısmını alıp götürmektedir. 
Öte yandan, sanayi artıklarının tahribi ve küresel ısınma yani kuraklık ve kirlenme, dünya su stoklarını giderek kullanılmaz hale getiriyor. 
İnsan sanık sandalyesinde
İn­sa­noğ­lu bu­gün öz ana­sı­na, kendisini besleyip büyüten, koruyup gözeten rahme, yerküreye, doğaya zulmetmekten sanıktır. İnsan; canlıların yaşam alanları olan havayı, suyu, toprağı yaşanamaz hale getirerek varlıklara ve varoluşa ihanet etmiş, bu ihaneti yüzünden bütün canlılar tarafından Yaratıcı’ya şikâyet edilmiştir. Bu şikâyet üzerinedir ki, insan, varlığın en dehşet verici sanık sandalyesine oturtulmuş bulunuyor. 
Bütün kutsal metinlere, bütün tekâmülcü felsefelere göre, in­san, tekâmülünü ger­çek­leş­tir­mek için iki kez doğ­mak zo­run­da­dır. Bun­la­rın bi­rin­ci­si fiz­yo­lo­jik do­ğum, ikin­ci­si ruh­sal ve­ya koz­mik do­ğum­dur. Bi­rin­ci do­ğu­mun rah­mi, ana­la­rı­mı­zın rah­mi­dir. İkin­ci do­ğu­mun rah­mi ise tabiattır. Bi­rin­ci do­ğum, va­ro­lu­şun sa­de­ce ham­mad­de­si­ni ha­zır­la­yan do­ğum­dur. Gerçek varoluş, dün­ya de­nen bü­yük ra­himde­ki tekâmülle olu­şu­yor.
Bu­na da­ya­na­rak şunu söyleyebiliriz: İn­sa­nın iki an­ne­si var­dır ve bu an­ne­le­rin en yü­ce­si, ta­bi­at­tır. 
Tabiat, Al­lah'ın ayet­le­ri­nin en bü­yük­le­rin­den bi­ri­dir. Onun iyiden iyi­ye in­ce­len­me­si, sır­la­rı­nın çö­zül­me­si ge­re­kir. Ta­bi­a­tın kirlenmesi, in­san kal­bi­nin pas­lan­ma­sıy­la (deyim Kur’an’ındır) koşut gi­di­yor. 
ARTIK İNSAN DA KENDİNDEN ŞİKÂYETÇİ
Bu­gün in­sa­noğ­lu ken­di­si dı­şın­da­ki tüm var­lık­la­rın şikâyetçi ol­du­ğu bir sa­nık du­ru­mun­da­dır. 
Artık in­sa­nın ken­di­si de ken­din­den şikâyetçi. Bu­nun ar­ka­sın­da in­sa­nın ken­din­den ko­pu­şu, ken­di­ne ya­ban­cı­laş­ma­sı var.
Tarih boyunca dini pis iştahlarının tatmini için ‘aldatma aracı’ olarak kullanan din temsilcisi patentli kuduzlar, insanoğluna dinin esas talebi olan şu gerçeği öğretmediler: Al­lah'a tes­li­mi­yet yani din var­sa tabiat bir kut­lu ema­net gi­bi kul­la­nı­lır. Ema­net tah­rip edil­mez, sa­dist zevk­le­rin ara­cı ya­pıl­amaz.  
KARINCANIN YARGILAMASI 
Kur’an, insanın tabiatı ve hayvanları horlamak yüzünden ilk yargılanmasının karıncalar tarafından yapıldığını bildirerek, ekolojik idrakin metafizik zeminine muhteşem bir dayanak sağlamaktadır. Yargılama Hz. Süleyman zamanındadır. Acaba, karıncalar veya öteki hayvan-lar tarafından bugünkü insanlık yargılansa, nasıl bir konuşma metni gelir önümüze?
Halk arasında “Karınca gibi ezer geçerim” lakırdısına kaynaklık eden karınca, Kur’an tarafından, Hz. Süleyman gibi bir peygamberle konuşturulmakta yani en ileri düzeyde yüceltilmektedir. Bu da insana, doğayı ve onun bir parçası olan hayvanları küçümsememesi,  yönünde çok ciddî bir ihtardır. Dahası var:
Adı, Kur’an surelerinden birine verilen karıncaya, Hz. Süleyman’ın ordularını ‘şuursuzluk’la suçlayan bir konuşma yaptırılarak insana, hayvanlar lehine gerçekten ürpertici bir uyarı daha iletilmektedir. Karıncayı konuşturan ayetler, o arada Hüdhüd kuşunu da âdeta usta bir diplo-mat rolünde devreye sokmakta ve böylece, insan-hayvan diyalogu, peygamberle beraberlik düzeyinde sergilenerek insanla tabiat arası ilişkilerin metafizik zeminine büyük bir katkı verilmektedir. (bk. Neml, 16-31) Bu beyyinelerin geçtiği sure olan Neml, karınca demektir.
Karıncanın bu yargılamasını okuduğunuzda, ‘İslam’ı yüz bin cami ile temsil ettiğini’ söyleyerek kibirlenen Türkiye’de yıllardan beri ‘kolay ve ucuz temizlik’ olsun diye ‘anız yakma’ geleneği sürdüren, böylece topraktaki yüzlerce küçük canlıyı (ve tabiî öncelikle karıncaları) yakıp telef eden ‘müslüman Anadolu halkı’nı (!) düşünün. Bu halk, bütün peygamberlerin, hatta kurdun-kuşun lanetlediği bu zulmü işler, sonra da koşa koşa camiye gider. 
O zulmü işleyenleri hiçbir suyun ve hiçbir namazın temizleyemeyeceğini ‘yüzde doksan dokuz buçuğu müslüman olan’ (!)  Anadolu halkına birilerinin mutlaka anlatması gerekirdi. Ama anlatmamışlar veya anlatamamışlar. 
Anlatmamış veya anlatamamışlar ki, yirminci yüzyılın son çeyreğinde, dünya, anızla yakılan hayvanların kurtarılmasını beklerken, Sivas’ta 38 insan benzin dökülerek diri diri yakıldı. Sonra da bu işi yapanlar yine ‘abdestlerini alıp’ camiye gittiler ve ‘Allah’ın huzuruna (!) dönüp namaz (!) kıldılar. Ve kılmaya devam ediyorlar. Tek tesellimiz şudur: 
Kur’an, bu namazları kılanları lanetlemektedir. (Maun suresi, 4-6)
Yeni bir fıkhın gerekliliği
Geleneksel İslam fıkhı, Emevî saltanatının operasyonlarıyla bir ‘saltanat ideolojisi’ne dönüştürüldüğü için, hem büyük ölçüde Kur’an dışıdır hem de şiddet üreten bir fıkıhtır. Çünkü bu fıkıh, İslam’ı ideolojileştiren bir fıkıhtır.
Siyaset dincileri, başka bir deyişle Allah ile aldatanlar bu fıkhı daha çok bu yapısı yüzünden sevmekteler. Çünkü bu fıkıh onlara bir evrensel rahmet dini olan İslam’ı yerel siyaset ve çıkar hesapları için istedikleri gibi kullanma imkânı sağlıyor. Ondan asla vazgeçmek istemiyorlar. 
Dolayısıyla, temelleri Kur'an'a dayanan yeni bir fıkıh oluşturmak gerekmektedir. Eski Marksist yeni Müslüman Fransız düşünür Roger Garaudy, bu gerçeğe dikkat çekerken şöyle konuşmaktadır:
“Müslümanlar artık çöl fıkhından uzay fıkhına geçmelidirler.”
Hey gidi Garody hey! O geçişi sağlayacak yolu Allah Türkiye’ye Atatürk’ün eliyle nasip etti ama bu millet bunun kıymetini bilmedi. İslam dünyası ve Türkiye, Atatürk’ü izlemek yerine ondan rahatsız olan haçlı emperyalizmi izliyor. Geldiği yer ortada: Uzay fıkhına geçiş yerine Afganlaşma gayyasına yuvarlanış…
Garaudy’nin ‘çöl fıkhı’ tabiri hiçbir hakaret kastı taşımamakta ve sözünü ettiğimiz ‘Emevî fıkhı’ tabirine karşılık düşmektedir.
Kaldı ki, ‘çöl fıkhı’ deyimi, Garaudy’den asırlarca önce büyük Müslüman tarihçi-düşünür İbn Haldûn (ölm. 808/1405) tarafından da kullanılmıştır. Yani ilmî-akademik bir kullanımdır.
GELENEKSEL MİRASI SORGULAMALIYIZ
İlk sorgulanacak olan, günlük hayatımıza din olarak giren ve her şeyin belirleyicisi konumunda tutulan geleneksel fıkıh olmalıdır. Müslümanın elindeki ilmihali sorgulamadan hiçbir hayır üretemezsiniz. Çünkü müslüman kitleleri akıl değil, o ilmihal güdüyor.
O halde, “Biz eskiye, ecdadın mirasına dokunmayız” diyenlerin çözüm üretmleri mümkün olamaz.
Garaudy’nin deyimiyle, “Müslümanlar, eğer tarihin önünde ayakta kalacaklarsa, çöl fıkhından, uzay fıkhına geçmek zorundalar.”
O halde, ‘Dokunulmaz’ denenlerin hepsine dokunmak zorundayız.
Uzay fıkhına geçmek, Emevî'nin buyruklarından sıyrılıp Kur'an'ın evrensel değerlerinden hareketle yeni bir fıkıh oluşturmakla mümkün olur. Aksi takdirde, İslam’a bir kader gibi yapıştırılmış bulunan ‘akıldışılık’ ile şiddet üretimi durdurulamaz.
Şiddeti Kur'an yazmıyor, geleneksel Emevî fıkhı üretiyor.
Kahır verici nokta şu ki, bugünkü İslam dünyasını kotaran bu geleneksel fıkıh, günümüzde Allah ile aldatan küresel ve yerel güç odakları tarafından desteklenmekte, yaşatılmakta ve din diye dayatılmaktadır. (Bu konuda geniş bilgileri biz ‘Allah ile Aldatmak’ kitabımızda verdik) 
Unutulmasın ki, dıştaki haçlı güç odaklarının da içteki salatanat dincilerinin de çıkarları bu dayatmanın başarılı olmasına bağlı bulunuyor. Yoksa hepsi yerle bir olur. Bunu bildikleri içindir ki, akla gelebilecek her şeylerini feda etmek pahasına bu dayatmanın devamını sağlamaktalar. Türkiye’de bunu daha Millî Mücadele’nin başlangıç günlerinde, Dürrîzade-Mustafa Sabri hainlerinin fetvalarıyla ortaya koymuşlardır. Atatürk’e ve Cumhuriyete saldırının arkapalnında bu vardır. Dürrîzade namussuzu o hain fetvasını verdiği zamanda Mustafa Kemal ve Müdafaai Hukuk’a saldırmak için ne laiklik bahanesi vardı ne şapka kanunu ne de harf devrimi. Tek şey vardı: Emeperyalizme karşı çıkış.
Dürrîzade alçağının ruhunu taşıyanların rahatsız oldukları şey, o gün ve bugün, işte bu emperyalizm karşıtlığıdır. Gerisi halkı kandırmak için uydurulmuş hikâyelerden ibaret…
Kutsalı küçültme gafleti
Müslümanların Hz. Peygamber’den sonra ikinci devlet başkanı Hz. Ömer, Kâbe’nin hareminde hiç kimseye üç günden fazla kalma imkânı vermiyordu. Eleştirenlere söylediği şuydu:
“Her gelen orada istediği kadar yayılırsa Kâbe’nin mehabeti kalmaz...”
İmamı Şâfiî (ölm.204/820), Peygamberimize salât ve selamın her ağız açıldığında telaffuzuna aynı gerekçeyle karşı çıkmıştır: Mehabeti kalmaz.
Yani saygınlığı, iç dünyaya nüfuz gücü yok olur, sakıza döner. Bu sakıza dönüş önlensin diyedir ki, İmamı Şâfiî şöyle diyebilmiştir:
“Bir insan, bir mecliste bir kez salât ve selam getirse yeter. Ömründe bir kez getirse yine yeter...”
Bu satırların yazarı, ‘Allah’ kelimesini çok az telaffuz eden ama telaffuz ettiğinde titreyen, bazen yere çöken, gözleri yaşlarla dolan, gerçek Allah adamlarının sohbetlerinde, onların nefesiyle büyüdü.
O nefeslerin ilhamıyladır ki, Allah’ı pazara indirip aldatma aracı olarak kullanmaya kalkan sahtekârı çok iyi tanırım. Onu yüzünden, nefesinden, edasından-sadasından tanırım. Daha ağzını açtığı anda tanırım. Adımını attığı anda tanırım.
Siyaset ve çıkar dincisi sahtekâr, kutsallarımızı, ölümsüz değerlere saygıyı ufalta ufalta yok etti. Şimdi o, ‘Allah’ dendiğinde olduğu yere çöken, gözleri yaşlarla dolup göğsü titremeye başlayan yüce ruhlu insanların dine-imana yönelik yarattığı sevgi ve saygıdan eser kalmadı.
Bu gerçekleri anlattığınızda, çıkar tezgâhı sarsılan din çapulcusu sahtekâr, ruhsal dedeleri engizisyon papazlarına has katranlı bir melanetle bağırmaya başlıyor:
“Din, birilerinin keyfi için kolaylaştırılıyor, sosyete cennete gidebilsin diye dine müdahale ediliyor!”
Adamlar, sizin dininizi, aklı ve Kur’an’ı dışlayarak yozlaştıracaklar, siz buna karşı çıktığınızda ise sizi ‘dinden taviz vermek’le itham edip susturacaklar. Sonra da, su başlarına geçtiklerinde, yirmi dört saat haçlı kodamanlara hulûs çıkarmayı başarı ilan edecekler...
Tarih böyle bir ikiyüzlülük, böyle bir onursuzluk kaydetmiş midir?!
Din çapulcusu sahtekâr, ha bire din der, iman der, ibadet der, âhiret der, salâtü selam der, sarık der, takke der... Ama insan hakları, helal lokma, emeğe saygı, samimiyet asla demez. Çünkü bunlar onun kara yüreğini rahatsız eder. O yürek kara yürek, vicdansız yürek. O kara yürek bütün güzelliklere ve haklara düşmandır. O kara yüreğin yaydığı ufûnet yüzündendir ki, insanlık, Kur’an’ın aydınlık dininden nefret eder hale gelmiştir.
BEKTAŞİNİN ÖLÜMSÜZ MESAJI
Gerçeği tam omurgasından yakalayan şu Bektaşi hikmetini dikkatle okuyalım:
Bektaşi babası kahvede oturmuş, “Allahım! Fakir kuluna bir şişe rakı ihsan et!” diye yalvarıp duruyormuş. Yan tarafta oturan softa başı, babayı zor durumda bırakıp açık düşürmek için, “Allahım! Ben kuluna iman nasip et!” diye yalvarmaya başlamış. Etraftaki softa beslemeleri, efendilerinin mesajını hemen alıp babaya bindirmişler:
“Yahu, sen ne biçim adamsın? Bak, hazret, Allah’tan iman niyaz ediyor, sen rakı istiyorsun. Kötü örnek olmaya utanmıyor musun?”
Baba; her zamanki sakin, ârif ve kâmil tavrıyla asırlara ders olacak ibret ve hikmeti yerine oturtan şu cevabı vermiş:
“Şaşacak ne var, efendiler. Herkes Allah’tan, kendinde olmayanı ister. Softa efendi onda olmayanı istiyor, ben de bende olmayanı. Onda olmayan iman, bende olmayansa rakı.”
Allah ile aldatanlar halkın elinden her şeyi aldılar ve bunun içindir ki her şeyleri var. Onlarda olmayan tek şey, Kur’an’ın istediği iman. Galiba bu yoksunlukları yüzündendir ki sürekli ‘din-iman’ diye bağırıp çağırmakta, ona buna toslamaktalar. Baba erenlerin hatırlattığı ölümsüz gerçeği unutmayalım:
“Herkes kendinde olmayanı, muhtaç olduğu şeyi ister.”
Gerçek aydın bunalımı
Kur’an’ın önümüze koyduğu evrensel ilkelerden biri de şudur: 
İnsanın mutluluğu ve yücelmesi için iyi adam olmak yetmez, iyilik uğrunda eylemci adam olmak gerekir.  Şöyle deniyor:
“Halkı, iyilik ve barış için gayret gösterenler olsaydı, Rabbin o kentleri/medeniyetleri zulümle helâk edecek değildi ya!” (Hûd suresi, 117)
Bu ayette söylemin ruhu olarak kullanılan sözcük ‘muslih’ (barış ve dirlik için gayret gösteren) kelimesinin çoğulu olan ‘muslihûn’ sözcüğüdür. Aynı kökten gelen bir de ‘salih’ kelimesi var ki, Kur’an bunu barış ve iyilik sever insanın sıfatı olarak kullanır ve över.
Hz. Peygamber’e sordular: “İçimizde salih insanlar varken helâk olur muyuz?” Cenabı Peygamber cevap verdi: “Evet, olursunuz. Eğer pislik yoğunlaşmışsa helâk olursunuz.”
Kur’an bize gösteriyor ki, bir ülke ve toplumun, hatta bir uygarlığın ayakta kalması,  salih insanlarla sağlanamaz; muslih insanlar lazımdır. Yani pasif barışseverler yeterli değildir; barış ve huzur için faaliyet ve gayret gösteren eylemci insanlar gerekir. Aksi halde, barışseverlerin (salihlerin) varlığı, çöküşü engellemez. Yani barış ve iyilik sever olmak yetmez, barış ve iyilik için uğraşmak, gayret ve eylem sergilemek lazımdır.
Bu da öncelikle aydınların, daha sonra da siyasetçilerin işidir.
Aydın susar ve gerekeni yapmazsa siyasetçi de hesabını ona göre ayarlar ve önce suskunluk, sonra da çirkefe teslimiyet kader olur. Çünkü böyle bir durumda ‘söz gümüşse sükût altın’ olacağından susanların kazancı konuşanlardan çok olur. Dahası, konuşanların maruz kalacağı tehlike ve tehdit, susanlarla kıyaslanmayacak bir düzeye çıkar; ürküntü ve korku egemen hale gelir. 
Bugünkü Türkiye’de durum aynen bu.
MİCHAEL RUBİN’E KATILIR MISINIZ?
Pentagon ve Beyaz Saray danışmanı Michael Rubin’in, Türkiye’deki bugünkü durumu değerlendirirken kullandığı ifadeyi kullanırsak Türkiye bugün, susmanın konuşmaya tercih edildiği ‘İslamo-Faşist bir yönetimin’ yani adı konmamış bir dinci diktatörlüğün pençesine düşmüş ülke imajı veriyor.  
Rubin’in görüşünü tartışabiliriz ama aydınlarımızın büyük çoğunluğunun susmayı yeğlediği tartışılmaz bir gerçektir. İşte yıkım bunun sonucudur.
Türkiye’de en büyük bunalım, ‘gerçek aydın bunalımı’dır. 
Gerçek aydın, gerçeği apaçık, kılık değiştirmeden, maske giydirmeden, olduğu gibi söyleyen uyarıcı adamdır. Aydın; sadece bilgi çokluğuyla, hatta muhtemel tehlike ve tehditleri önceden görmekle aydın olmaz. Aydın, fark ettiği gerçekleri, algıladığı tehlike ve tehditleri topluma hiç geciktirmeden haber veren, toplumu uyandıran, bilinçlendiren, bunun için meydan yerine çıkan öncüdür. Bu öncülüğünü yapması için, evirip çevirmeden, gevelemeden konuşması gerekir. 
Aydın bilinçlendirecektir ki, siyasetçi bu bilinci eyleme çevirsin. Aydını susan veya konuşma adına geveleyen toplumun siyasetçisi durumu idare etmek üzere halkı aldatmakla yetinir.
Türkiye’de, bu söylediğimiz anlamda konuşan aydın sayısı çok azdır. Bu sayı, toplumsal bilincin eylem yaratmasına yetmiyor.
Türk halkı, asırlardır, bizzat kendi aydınları tarafından yalana, kendi siyasetçileri tarafından da talana maruz bırakılmıştır. Türkiye, siyaset ve basındaki bu yozlaşmayı aşmadan rahat nefes alamaz. Çözülmesi gereken temel sorun, işte budur. Haçlı tasallutunun ensemizde ateş yakmasının esas sebebi de budur.
İslam kimin dini?
Başka bir deyişle, İslam’ı kim kurdu?
Batılılar, İslam’a ‘Muhammedanizm’ yani Muhammed’in dini demeyi çok severler. Onlara göre, İslam, Muhammed’in kurduğu bir dindir ve Muhammed de bir zındıktır. Batı’nın anıt şairi İtalyan Dante’nin Divina Komedyası’nda, Hz. Muhammed, cehennemin en alt tabakalarında azap gören zındıklar arasında gösterilir.
Bir Alman olan bugünkü papa 16. Benediktus, Hz. Peygamber’e saldırırken, onu, ‘şiddet ve şerden başka bir şey yaymamakla’ itham etme talihsizliğini göstermiştir.
Batı’nın biraz daha bahtsız adamları bu sataşma ve hakaretlerini Kur’an’a da uzatırlar. Reformun babası sayılan ve yine bir Alman olan papaz Luther, Kur’an’ı Hz. Muhammed’in yazdığı bir kitap olarak görmekte ve bu kitabın bir ‘şer ürünü’ olduğunu iddia edebilmektedir.
Kur’an, din meselesinde, Batı insanının Yunan ve Roma putperestliğini İsevî tevhidin üstüne bindiren psikolojisinin kavramakta zorluk çekeceği bir anlayış getirmiştir.
Kur’an’a göre, dinin sahibi, kurucusu Yaratıcı kudrettir, Cenabı Hak’tır. Yani Allah’tır. Peygamberler, dinin kurucusu değil, dini gösterenlerdir. Dini, kutsal metin getirir ve canlı model olan peygamber gösterir. Dini kuran, ‘haram’ ve ‘helal’ sınırlarını belirleyen Tanrı’dır. O'nun dışında, peygamberler dahil, hiçbir varlığın din kurma, din adına kural koyma yetkisi yoktur.
Kur'an, Tanrı dışında hiçbir varlığa, Hz. Muhammed’e bile, din adına haram koyma yetkisi vermez. (Kur’an, Tahrîm, 1) Bir şeyi ‘haram’ ilan etmek, ulûhiyetin yetkilerindendir, bir aşkın varlık yetkisidir.
Sonraları, yozlaştırılmış İslam döneminin saltanat uleması, bu yetkiyi Allah'tan çok peygambere vermeye başlamışlardır. Yetkiyi peygambere verme eğilimlerinin amacı, yetkiyi, daha sonraki zamanlarda, ‘peygamber vârisi’ (!) dedikleri başka birtakım insanlara aktarma oyununu haklı gösterebilmektir.
Böylece, Allah’ın yetkilerini kullanan yapay bir sınıf, daha doğrusu Tanrılık yetkiler kullanan örtülü bir ‘şirk panteonu’ yaratılmıştır. Bugünkü İslam dünyasında yaşanan dinin sahibi Kur’an’ı gönderen Allah değil, bu panteonun yedek ilahları, kutsallaştırılmış rableridir.
İslam meselesinin en kahırlı noktası da işte budur. Allah ile aldatmanın dayandığı ‘dokunulmaz’ güç kaynağı da bu panteondur.
Kur'an, dinde tek hüküm koyucu olarak Allah'ı göstermesine rağmen, bugün İslam dünyasında, Allah’ın yetkisi hiçbir zaman % 50'nin üzerine çıkmıyor. Bugün bizim camilerimizde anlatılan dinde de, Allah'ın yetkisi % 50'nin üzerinde değildir. 
‘İndirilen din - uydurulan din’ ayrımı
Peki, bu yetkileri kim kullanıyor?
İslam'ı siyasallaştırarak saltanat aracı yapan Emevîlerin manifestosu bu yetkileri kime veriyorsa, bu yetkileri işte onlar kullanıyor. Yani dini saltanat aracı veya saltanata destek yapan kişi ve kurumlar. Bunların başında, sonraki zamanların ‘kutsal derebeylikleri’ gibi iş gören tarikatlar gelmektedir. Anılan yetkileri bugün,tarikatlar federasyonu manzarası arz eden dinci-sağcı partiler de kullanmaya başlamışlardır ki, yüzyılımızın insan hakları açısından en yıkıcı tehdidi budur kanısındayım.
Bu yapı açısından incelendiği zaman, Kur’an’daki İslam ile halkın yaşadığı dinin birbirinden çok farklı olduğu görülür. Bu noktada, dikkat çeken ayrım, ‘indirilen din-uydurulan din’ ayrımıdır.
İslam düşünürleri, ‘indirilen din-uydurulan din’ ayrımını çok erken bir dönemde yapmışlardır. Bu ayrımı ilk yapan düşünür, İbn Teymiye (ölm. 728/1327) olmuştur.
Kur'an'ın bir adı da ‘indirilen kitap’ olduğundan, ‘indirilen din’ ifadesiyle gösterilmek istenen, Kur'an'daki dindir; dolayısıyla, indirilen din, Kur'an'ın içinde olan dindir.
Uydurulan din’ ise, birilerinin uydurma ve dayatmaları ve Kur'an'ın tahrifiyle elde edilen dindir.
Bu ayrımın, günümüzden altı yüz küsur yıl önce, yani çok uzun bir süre önce yapılmış olması düşündürücüdür.
Dinci iftiranın tarihsel tahribatı
İnsanlığın, özellikle Müslüman kitlelerin zaaf noktalarını anlamak için Kur’an’ı iyi okumak gerekir. Kur’an sadece insanlığın ayağının kaydığı noktalara dikkat çekmekle kalmaz, kendi mensuplarının ayak kayma noktalarına da dikkat çeker. Çeker ki, gerçek müminler kendilerini tehlikelere karşı koruma tedbirleri alsınlar.
Müslüman ümmetin temel zaaf veya sürçme noktalarından biri ve hatta birincisi iftiracılıktır. Kur’an, bu ümmet kadar iftirayı dinleştiren ve ileri götüren bir camiadan bahsetmiyor.
Müslüman ümmetin iftira zaafını anlamak için daha ilk neslin bizzat Peygamberi’ne yaptıklarına bakmak yeterlidir. İlk ve en saygın nesil, en büyük ve en ağır iftirayı bizzat Peygamberi’n eşine yapmıştır:
Kur’an’ın Nur suresinde sayfalarca anlatılan ünlü ifk (iftira) olayını iyi öğrenin.
Hz. Peygamber’in eşi Hz. Âişe, zina işlemekle itham edilip ağır ve zalim bir iftiraya uğramıştır. Peygamber ailesi sarsılmış, Hz. Peygamber hayatının en kederli günlerini yaşamış, ümmet içinde büyük çalkantı vücut bulmuştur. Ve Kur’an, ümmetin bu en büyük zaafının hangi büyük yıkımlara yol açacağını ve nasıl bir insanlık suçu olduğunu sayfalarca anlatmıştır.
Kur’an, kamu haklarından mahrumiyet cezasının en ağırını iftira suçu için öngörmüştür. İftiracılar ebedî lanetle lanetlenir ve o andan sonra söyledikleri sözlerin doğruluğuna asla inanılmaz.
Tarih bize göstermektedir ki, İslam dünyasında din üzerinden saltanat ve çıkar sağlayanlar, hasımlarını yenik düşürmede en çok iftiraya başvurmuşlardır. Din üzerinden siyaset yapanların tenezzül ettikleri iftiralar insanın aklını ve kanını donduracak alçaklık ve ağırlıktadır. Din çapulcuları, hasım ve rakiplerini mağlup etmek için sadece dostlarını, yakınlarını iftira malzemesi olarak kullanmakla kalmazlar, bizzat kendi mahremlerini de meydana sürerler.
Kendilerini ‘Allah’ın avukatı’ gibi gören dinci müfterilerin bu alandaki düşüş ve tenezzüllerini, hiçbir dinsiz ve ateistte görebilmiş değiliz. Hiçbir ideoloji sapığı, İslam üzerinden siyaset yapan siyaset dincilerinin tenezzül ve tevessül ettikleri iftira suçlarına tenezzül etmemiştir.
Türkiye’de yaklaşık bir asırdır sahnede olan dinci siyasetlerin ve bunların kotarıcısı din çapulcularının iftira konusunda neler yapabileceklerini anlamak için son otuz yıla daha dikkatlice bakmalıyız.
‘FÎ SEBÎLİLLAH FESAT’ VEYA İFTİRA DİNCİLİĞİ
‘Allah yolunda fesat’ anlamındaki bu tabiri, kara yürekli fesat mollasını tanımlamak için, İslam’ın büyük vicdanı Muhammed İkbal kullanmıştır.
İkbal’e göre, kara mollanın dini, “Allah yolunda” diyerek fesatçılık yapmaktır. Fesat mollası sanır ki, yaptıklarına ‘fî sebîlillah’ yaftası yapıştırınca onlar melanet ve suç olmaktan çıkıp sevap olacaktır.
İşte kara yobazın bir alçaklığı da budur. Yani kendi suçlarının başına bir “Allah yolunda” ekleyerek onları günah olmaktan çıkarmak...
Fesat mollası ekiplerinin, namıdiğer dincilerin profesyonel iftira kadroları, iftirayı ‘Allah rızası’ gerekçesi öne sürerek yapan namussuzlardır. Onlar, dinin en büyük suç ilan ettiği bir kötülüğü, bir el oyunuyla, ibadet diye pazarlamanın şeytanî yolunu bulmuşlardır.
Siz, dincilerden akıllı olabilirsiniz ama onlar sizden kurnazdır. Yani sizin aklınız, onlarınsa şeytaneti yüksektir.
İmam Cafer Sadık (ölm. 148/765), “Kişinin imanı aklıyla orantılıdır” dediğinde, yanın-dakiler sordular: “Peki, o zaman Muaviye en dindar adam mıdır? Çünkü o, Ali gibi birini bile alt edecek akla sahipti.” Cafer Sadık, şu ölümsüz cevabı verdi:
“Muaviye’ninki akıl değil, şeytanetti.”
Kara yobazın başarı sırlarından biri de bu şeytani kurnazlık, yani namussuzluktur.
Dini yok saymanın yarattığı hüsran
Samimi konuşalım, adam gibi konuşalım. Kalemin hak ve haysiyetini koruyarak konuşalım.
Türkiye’deki din istismarı, büyük ölçüde, ‘dini yok sayanlara tepki’nin yarattığı bir sonuçtur. Temel sorumlusu da ‘Atatürk sonrasının CHP'sidir.
İdeolojik veya egoist saplantılarından asla kurtulamayan sözde aydınlar bu gerçeği hâlâ göremiyorlar. Veya görmek istemiyorlar. Bu noktadaki anlayışsızlık veya inatlarını örtmek için uydurdukları bahaneler ise yaptıklarından çok daha esef vericidir.
Neymiş efendim, halka hitap ederken dinsel terimler veya kavramlar kullanırsak, bunun sonucu, din istismarına gerekçe hazırlamak olurmuş. Bu talihsiz nakaratın dibini de iyi görelim. Bu nakarat bakın nereden başlıyor:
Milli Mücadele günlerinde Halâskâr Gazi’yi eleştirenler, başta Kazım Karabekir, şöyle çatıyordu Gazi’ye: “Dine, dinsel söylemlere yer verme, camilere gitme, camilerde konuşma yapma. Böyle yaparsan dincileri başımıza bela edersin.” 
Mantığa bakın!
Siz dinsel kavramların gerçeğini kullanmaktan kaçtığınızda dinci istismar o kavramların yozlaştırılmışlarını kullanmaktan vaz mı geçecek? Yoksa tam tersine, hiçbir mukavemetle karşılaşmadan, din adına yalan söylemeye, dine yalan söyletmeye devam ederek halkı biraz daha mı aldatacak?
Sol ve laik aydınlar bu hesabı asla yapmıyorlar.
Türkiye’nin anasını ağlatan belaların başında kamu kaynaklarının talanı, vurgun ve soygun var. İslam ise bu cinayetin işlenmesini en büyük suç sayan din. Ama bu cinayete ortak olan dinci siyaset, İslam’ın bu yanını asla gündem yapmaz. Varsa yoksa, namaz ve Pavlus türbanı.  Peki, dinle aldatılan koca kitleye bu işi kim anlatacak? Dinci siyasetle işbirliği yapanlar mı? Onlar anlatmaz! O halde kim?
Dinci siyasete karşı siyaset yapanlar anlatacak. Peki, onlar ne yapıyor? Dinsel kavramları kullanırsak, bu, laikliğe ve çağdaşlığa aykırı olur diyerek meydanı dinci sömürüye bırakıyorlar. Millet Meclisi genel kurulunda, din istismarı siyasetinin popüler isimleri kürsüden buram buram din sömürüsü yaparlarken, ‘Atatürkçü-çağdaş CHP’nin (!) okkalı bazı elemanları, pis pis sırıtarak şöyle deyip salonu terk ediyorlardı: “Bu konuştuğu konular bizim alanımıza girmiyor, biz çıkıp gidelim!
İşte, yaptıkları buydu ve hep bu olmuştur. Geldikleri yerse belli: Ebedî muhalefet ve birbiriyle boğuşma…
Düşünülsün ki, Türk siyasetinde, ‘haram’ kelimesinin kullanılmasını, ‘siyasete dinsel kıstaslar sokmak’ olarak değerlendiren çağdaş, aydınlıkçı ve de öncü (!) isimler var. Bu anlayışlarını, bugünkü Türkiye’de ekranlardan halkın gözünün içine baka baka ifade edebiliyorlar. Başımızda, dinci bir iktidarın olduğunu söyleyerek bağırıp çağıranlar da bunlar...
TBMM’DE İRMİK HELVASI MESELESİ
TBMM koridorlarında senelerce bu adamlardan bana tarizde bulunan şu sözleri dinledim: “Yahu, bu kravatlı mollayı bizim partiye kim soktu? Gördükçe nevrim dönüyor valla! Bunun Recep Tayyip’le farkı ne? Sonuçta ikisi de Kur’an demiyor mu? Eee! Biz bu adama neden katlanıyoruz?”
Ben işte bu CHP’den ayrıldığımda, şu bahsettiğim adamların bazıları, arabalarının arkasına tepsilerle irmik helvası doldurup Meclis’e gelmiş ve bagajı kontrol eden görevlilere “Bu helvaları, Yaşar Nuri’nin partimizden ayrılışından duyduğumuz sevinci paylaşmak için dağıtacağız” deme düşüklüğünü göstermişlerdir. Ve Meclis İdare Âmirliği bu rezilliğe izin vermemiş ve helvaları içeri sokturmamıştır. 22. Dönem milletvekillerinin birçoğu bunu bilir. Siz, gerek o Meclis’in tarihinde, gerekse genel siyaset tarihinde böylesine rezil bir davranış gördünüz, duydunuz mu?
Gerçek şu ki, bu ülkede birileri, bir yandan din istismarından yakınıyor, bir yandan da bu istismarın ekmeğine yağ sürecek ne varsa yapıyor.
Türk solunun ve laik aydınların temel çarpıklığı bu... Atatürk’ten sonraki CHP’nin temel çarpıklığı da bu. Dinci siyasetleri başarılı kılan da bu.
Maskeli şirk zihniyetini besleyen illetler
Türkiye’de ve dünyada hukuksuzluğun, despotizmin, aydınlık ve akıl düşmanlığının kurumsal mümessili gibi algılanan AKP’nin, imam hatip kökenli olduğunu söylenen milletvekillerinden birinin açık şirk ifade eden sözlerini değerlendirmiştik.

Kur’an’ın şu ayeti, bir büyük mucize sergileyerek bu milletvekilinin bağlı olduğu zihniyetin şirk dramını bakın nasıl ifadeye koyuyor: “Onların çoğu, müşrikler durumuna düşmüş olma hali dışında Allah’a iman etmez.”  (Yusuf suresi, 106)
Andığımız vekili ve onun zihniyetini taşıyanları bu ayetten daha güzel hiçbir söz tanımlayamaz. Evet, onlar “Allah’a iman ettik” diyorlar ama bu imanlarını, şirke batmış bir ‘sözde iman’ olmanın ötesine asla geçiremiyorlar.

Biz bunların şirke bulaştıklarını, ‘Allah ile Aldatmak, Mâûn Suresi Böyle Buyurdu, Şirk, Dincilik, Kur’an’da Lanetlenen Soy’ adlı eserlerimizde dünyaya ve bu halka anlattık.

Zihniyet kaynakları itibariyle raiyyelik, şeytan evliyasına bîat, Allah ile aldatma, riyakârlık-takıyyecilik gibi her biri birer şirk batağı olan çirkeflerin birine veya tümüne bulaşmış bu zulüm ve riya ekipleri hiçbir zaman Kur’an’ın tevhidine teslim olmadılar. Anlaşılan, olmayacaklar da! O halde, bunlar Kur’an’ın istediği anlamda hiçbir zaman iflah olmayacaklar.

Mâûn Suresi bize gösteriyor ki; bu tiplerin dini Kur’an’ın dini değildir. Bunların elinde; din, Kur’an’ın dinine karşı çıkan Mekke müşriklerinin şirk dinine bulaştırılmış bir aldatma kurumu olmuştur. Mekke müşrikleri de bir dine sahiptiler ve Allah’a inanıyorlardı. Ama Allah’a ait bazı sıfatları yedek ilahları olan kişilere ve putlara vermekten de çekinmiyorlardı. Kur’an, işte buna karşı çıktığı için, Mekke kodamanları Kur’an ve Muhammed’le savaştılar. Ne var ki, Mekke müşriklerinin yedek ilahlarına verdikleri tanrılık sıfatları, Allah’ın sıfatlarının sadece bir kısmıydı. Bahsimiz olan modern müşrik tiplerse, liderlerinin veya efendilerinin ‘Allah’ın bütün sıfatlarını toplamış’ olduğunu söyleyerek, Mekke müşriklerini geride bırakıyor.
Anlaşılan o ki; bu zihniyetin kadroları, bir yandan vücut verdikleri yolsuzluklarla Mâûn Suresi’nin lanetlediği talanlarda yeni bir çığır açarken, insan ilahlaştırma illetleriyle de, Kur’an’ın onlarca ayetinin lanetlediği şirkte yeni bir çığır açıyorlar. Böyle bir kadrodan bir memlekete yıkımdan başka bir şeyin gelmeyeceğini Kur’an’dan öğrenmiş bulunuyoruz.

DİKTATÖRLÜK HAFİF KALIYOR
İlahlığı ilan edilen mevcut başbakanın bir diktatör olduğu yolundaki kanaat, uluslararası bir kanaattir. Artık bu kişi için “Türkiye’yi diktatörlüğe götürüyor, bu gidişle diktatör olacak” filan gibi laflar durumu ifade edebilmekten uzaktır. Bu kişi, diktatörlük aşamasını geçmiş, ‘Allahlık’ aşamasına geldiğine inanan adamlar tarafından desteklenir olmaya başlamıştır.

‘Düzce Milletvekili’nin onu “Allah’ın bütün sıfatlarını kendisinde toplamış lider” ilan etmesinin başka hiçbir anlamı yoktur. Başbakan, imam hatipler yıldönümü konuşmasında Atatürk’ün resmini indirip yerlerde çiğneyen kahpelere ses çıkarmadığı gibi, şirk deklarasyonu yayınlayan bu vekile de itiraz etmemiştir. Yazıklar olsun! Bu duruma gelmiş veya getirilmiş bir kişinin, yönettiği halka söyleyeceği sözün şu söz olacağını Kur’an bize bildiriyor: “Ben sizin en yüce rabbinizim!” (Nâziât, 24)
Anlaşılan o ki; Türkiye artık sadece diktatör olan bir adam tarafından değil, ‘allah’lığı ilan edilen bir diktatör tarafından yönetilmektedir. Türkiye’de yaşamaya devam etmek niyetinde olan herkesin bu gerçeği bilerek hareket etmesi gerekir.

Cenabı Hak, herkese tövbe nasip etsin!
Azerbaycan mektupları
Kimya öğretmeni Durna Namazova yazıyor: “Sizinle paylaşmak istediğim o kadar çok şey var ki, bilmiyorum nereden başlayayım. Allah’ıma çok şükürler olsun ki; dinimiz, kitabımız hakkında bu kadar saçma sapan bilgilerin bataklığında sizin gibi bir aydını fark etmişim! Siz benim şaşıp kaldığım karanlık yoluma ışık tuttunuz. Hem gazeteden hem de televizyon programından sizi daima izliyorum. Yaşar Nuri Öztürk Allah’ın Müslüman dünyasına bir lütfudur; bunu bir gün herkes mutlaka anlayacak”.

Aynure Veliyeva yazıyor: “Sizi izlediğimiz zaman huzur buluyoruz. Sizi anlamayanlar, zamanında peygamberleri de anlamadılar ya da anlamak istemediler. Hor gördüler, divane dediler. Bu yüzden de kalplerini maraz bağladı. Siz tefekkür sahibisiniz ve fikirleriniz çok önemli. Diğerleri tefekkür sahibi olmadıkları için, söyledikleri sadece söz yığını. İmamı Âzam, Celaleddin Rumî, Muhammed İkbal, Yaşar Nuri Öztürk gibiler tek! Ama diğerleri o kadar çok ki”.
“Sayenizde Kur’an’ı okuduğum zaman sarsıldım ve ağladım. Eğer Kur’an’ı okumasaydım bir kör olarak yaşayıp ölecektim. Sizin isminiz de, ilminiz de o kadar büyük ki, eşiğine bile ulaşamıyorlar”.
“Ben Kur’an’ı sizin kadar mükemmel anlatan âlim görmedim. Allah sizi çok seviyor. Bu şeref her âlime nasip olmaz! Siz seçilmişlerdensiniz. Allah sizi Hz. İbrahim’i ateşte, Hz. Yusuf’u kuyuda, Hz. Muhammed’i örümcekli mağarada koruduğu gibi korusun”.
“Sizinle yüz yüze görüşme şerefine ermek için Türkiye’ye gelmeyi düşünüyorum. Size canım kurban olsun. Çok mübarek âlimsiniz. Hiç bir âlimin yapamadığını yaparak, isminizi tarihe altın harflerle yazdınız. Sizden öğrenecek çok şey var. Sizi görünce hem huzur buluyoruz hem de güç alıyoruz”.
“Sapı özümüzden olan baltalar dinimizi de parça parça ettiler, bizi de. Utanmadan kendilerine peygamber diyen insanlar çıkıyor. Allah sizin sabrınızı daha da çok etsin”.
 
Sevinç Çelebi yazıyor: “Size ne kadar minnettarım, bilemezsiniz. Kitaplarınız hayatımda değişim yaratıyor. Uykudan uyanmama sebep olduğunuz için ne kadar teşekkür etsem az. Köşe yazılarınızı takip ediyoruz. ‘Şirk’ adlı kitabınızı okuduktan sonra hayatımda çok şey değişti”.

Heyran Aliyeva yazıyor: “Dinimiz ve Kur’an’la ilgili içimdeki korkulardan, çelişkilerden kurtulduğum için; Nietzsche, Kant, Camus, Kafka gibi filozoflardan, Marx, Tolstoy ve benzeri yazarlardan daha yüksek ilme, ışığa sizinle dokunduğum ve anladığım için, ruhumla aklımın uyumuna ve hakikate ulaştığım için, size olan minnettarlığımı hangi sözlerle ifade edeceğimi bilemiyorum. Bütün sözler âciz. Her duamda siz varsınız. Allah sizi korusun”.
“TV’de sizi tekrar canlı izleyip dinlemek ne kadar güzel! Mutluluğumun sınırı yok. ‘Lanetlenen Soy’ isimli yeni kitabınızı okumak için sabırsızlanıyorum. Size, bütün insanlık adına şükranlarımı sunarım. Emek verdiğiniz her şey için sonsuz teşekkürler. Özellikle Kur’an’ı ‘olduğu gibi’ insanlara sunduğunuz için”.
"Tanrı'ya yardımcı olun"
Başlık benim icadım değil. Tanrı’ya yardımcı olmayı emreden; Kur’an’dır.
 
On iki yıla yakın zamandır, ülkenin üstüne karanlık bir adaletsizlik ve uğursuzluk halinde çöken ikili zulüm koalisyonu, çıkar hesapları yüzünden birbirine girince, tarihin diyalektiği bunların zulüm ve dehşetlerini deşifre etmeye başladı. Ve bize gösterdi ki; bunların her halleri, her konumları ayrı bir musibettir. Bunların on iki yıl süren birliktelik dönemleri bu ülke için felaket idi, bugünlerdeki kavgaları da musibet oldu.
 
Bunların birbirleriyle dostluğu da felaket kaynağı, düşmanlığı da. Kur’an ne diyor: “Hayırda erginlik / dürüstlük ve takva üzere yardımlaşın! Kötülük / çirkinlik, düşmanlık / saldırganlık üzere yardımlaşmayın! Allah'tan sakının!” (Mâide, 2)
 
Bunlar, bu tanrısal buyruğun tam tersini yaptılar. İnsanlara zulüm ve iftira üzerine yardımlaştılar. İnsan haklarını çiğnemek, insanları inim inim inletmek üzere yardımlaştılar. Allah da cezalarını birbirlerinden buldurdu. Yüreklerinde samimiyet, merhamet, hakka saygı, insanlık hissi yoktu, Allah korkusu yoktu. Yüreklerinde olan sadece şunlar: Doymak nedir bilme-yen bir servet ve para hırsı, haram lokmalardan oluşmuş kirli kan, o kanın beslediği kinler ve bir de çıkarlarını beceriyle kotaran şeytanî kurnazlık.
 
Bakın bunlara: ‘Hizmet’ (!) Hareketi dedikleri, 40 milyar dolar civarında bir parayı kontrol ediyor. Nasıl bir hizmetse, kime hizmetse! Öteki başın izinden gidenlerinki ondan da fazla. Ana muhalefet liderinin ‘Başçalan’ diye andığı o başa bakın: 17 Aralık depremiyle su yüzene çıkan Mâûn soygunlarını savunmaya koyulduğu günden beri tespit edilen villalarıyla arsaları bir düzineyi geçti. Her gün bir şey çıkıyor. Bu kıyamet biraz daha kızışınca kim bilir, dünya bankalarında ‘zulalanmış’ daha ne paralar çıkacak! Wikileaks belgeleri bunun daha o zaman sinyallerini vermişti. Süper güçlerin elinde bu bilgiler elbette ki var. İstediklerinde çarşaf gibi ortaya sererler.
 
Şu üç günlük dünya ve şu küçücük mide bunca harama değer mi? Sen o imam hatip okulunda Kur’an’dan, hadisten, bu konuları vicdanlara ileten beyyinelerden hiç mi nasiplenmedin? Ne yapacaksın bunca villayı, bunca parayı; ne yapacaksın be kardeşim?
 
Peki, Mâûn ihlali pahasına yandaşlarına sağladığın imkânların hesabını nasıl vereceksin? Mâûn Suresi’nin yakana yapışacak o güçlü parmaklarından nasıl kurtulacaksın? Mahşer mahkemesindeki yargıçları değiştirerek, oradan oraya sürerek mi? Orada bunları yapamayaksın. Sanıyorum, burada bunları yapman da seni kurtaramayacak. Şu ayeti hiç mi duymadın: “Şu bir gerçek ki, Rabbinin vuruşu/yakalayışı çok şiddetlidir.” (Bürûc, 12) İşte vurdu!
 
İlim ve fikir adamları, “Biz bunların pisliklerine elimizi, kalemimizi bulaştırmayız” diyerek kenara çekilemezler; konuşmalı, tarihin diyalektiğine, hakka yardımcı olmalıdırlar. Zulüm koalisyonuna yıllardır uşaklık edenler durmadan konuştular. Şimdi, berrak vicdanlı düşünce adamlarının konuşup yazacakları zamandır.
 
Tanrı’ya ‘yardım’, zulmün taraflarından birini, bir bahane bularak ‘haklı’ çıkarmaya kalktığımız anda, işe yaramaz hale gelir. Çünkü böyle bir şey, yıllardır sürdürülen ortak zulmün yarısını korumaya almak olur. Tekrar hatırlatalım: Tanrı, zalimlere herhangi bir gerekçeyle, bırakın yardımcı olmayı, eğilim göstermeyi bile cehenneme gitme sebebi saymıştır. 
Adudlar ve angutlar meselesi
Önce, önemli bir mektubu okuyalım. Emekli vali ve Mülkiyeliler Birliği’nin eski başkanı Güngör Aydın yazıyor: “Dinde Aydınlanmanın Önderi değerli hocam! Gerek Yurt Gazetesi’ndeki köşe yazılarınızı, gerekse Halk TV'deki aydınlık saçan akılcı yorumlarınızı büyük bir zevk ve mutlulukla izliyoruz. Halk TV'de 7 Şubat 2014 tarihinde yaptığınız konuşmada ülkemizdeki ‘adûdlar’ ve ‘an-gutlar’ deyimleri ile yaptığınız değerlendirme olağanüstü bir isabet ve içerik taşımaktadır. Ülkemizin temel sorunu, ‘angutlar sorunu’dur. Adûdlarla mücadelemizi sürdürürken, ülkemizdeki angutları sarsarak uyarıp, İslam’a en büyük hizmeti yaparak, içerdiği evrensel barış ve akıl yoluna taşımadıkça, tüm uğraşlar sonuçsuz kalmaya mahkûmdur”. “Bizleri, bilgelik dolu üstün uğraş ve çabalarınızdan mahrum bırakmayacak çalışmalarınızı her şeye karşın sürdürmenizi diliyoruz”.
 
ADÛDLAR MESELESİ
 
Hz. Peygamber’in, kendisinden otuz yıl sonra gelmeye başlayacak olan halifeleri nitelemek için kullandığı ‘adûd’ sözcüğü, ‘azmış, zalim despot’ anlamındadır. Arapça-Türkçe en önemli iki lügatın biri sayılan Ahterî’ye göre; “adûd, ısırgan it ve ata denir. Az olur ki, zalim yöneticiden kinaye olur. ‘Meliki adûd’ denir”. Yüce Peygamber, Ortadoğu’nun asırlarca sürecek kaderine dikkat çeken ve onun mucize ihbarlarından biri sayılan sözünde şöyle buyurmuştur: “Hilafet benden sonra otuz yıldır; ondan sonra adûd krallıklara dönüşür”. Yüzyılımızın hadiste en büyük otoritesi sayılan Nâsıruddin el-Elbanî, şöyle yazıyor: “Yıl hesabına bakalım: Ebu Bekir’in halifeliği 2 yıl, Ömer’inki 10 yıl, Osman’ınki 12 yıl, Ali’ninki 6 yıl”. Toplamı 30 yıl. Ondan sonraki dönem, yani Muaviye ile başlayıp, halifeliğin Müdafaai Hukuk cumhuriyeti ile ortadan kaldırıldığı güne kadarki 10 küsur asırlık dönem adûdlar dönemidir.
 
Kur’an, adûd sözcüğüyle aynı anlama gelen ‘tağût’ sözcüğünü kullanır. Azıp kudurmak anlamındaki tuğyan kökünden bir isimdir. Azıp kudurmak, insanın en kötü yanıdır ve bu gerçek daha ilk vahyedilen surede verilmiştir. Azıp kudurmanın neye dayandığı da verilmiştir: “Yemin olsun, insan, kendisini her türlü ihtiyaçtan/herkesten âzâde görerek azıp kudurur.” (Alak Suresi, 6-8)
 
Demek ki, insanın bir numaralı belası olan azıp kudurmanın sebebi; azıp kuduran kişi veya kişilerin kendilerini başkalarına muhtaç olmanın üstünde ve ötesinde görmeleridir. Bir yer gelir ki; adûd veya tağût, bütün insanların ona muhtaç olduğu ama kendisinin hiç kimseye muhtaç olmayacağı bir mevki ve güce ulaştığını zannetmeye başlar. İşte, kudurma noktası burasıdır. Kur’an’a göre, firavunlaşma noktası da burasıdır. Ortadoğu halklarına musallat olmuş her türden adûdun konuşlandığı nokta da burasıdır. Ne yazık ki, bu kudurmanın aşısı henüz keşfedilmemiştir. Pastör’ün bulduğu aşı, sadece zavallı köpeklerin kudurmasında çare olmaktadır. İnsan denen ‘hayvandan daha aşağı’ varlığın (tabir Kur’an’ındır) kudurmuşluğuna tıbbın koyabileceği bir engel henüz keşfedilmiş değildir. Bize göre; bu ikinci tür kudurmuşluğun tek aşısı Kur’an laboratuarında üretilebilir. İşte, bizim şikâyetçi olduğumuz angutluk bunu anlamak istemiyor.
Çalıp çırpanlar hain ve Mel'undur!
Başlık benim yorumum değil; Kur’an’ın hükmü bu. Bütün kul hakkı yiyenler, özellikle kamu hakkı yiyenler; imansız, hain ve mel’undur. Bu çalıp çırpmaları örtmek için dini kullananlarsa katmerli mel’undur. Onlara arka çıkanlar da hain ve mel’undur. Kur’an, yakın çevresi tarafından aldatılarak bu hıyanete destek meyli içine giren Peygamber’i bile ‘dalâlete sapmak’la suçlamıştır.
 
Ele alacağımız örnek mesele Kur’an’da tam on ayetle gündem yapılmış ve canlı bir örnekle insanlığın hafızasına kazılmıştır. Olay, Asrısaadet’in en sarsıcı olaylarından biri olan Tu’me bin Übeyrık olayıdır. Yaşadığımız günlerin hırsız hainleri ile onların koruyucularını tanımak için bu Tu’me olayını yakından görmek lazım. Türk halkına, ilk kez bu satırların yazarı tarafından ‘Mâûn Suresi Böyle Bu-yurdu’ adlı kitapta ifşa edilen bu olayı, pislikleri sokaklara taşan ‘yolsuzluk mücrimleri’ ile onların talancı ve yalancı yönetimini daha yakından tanımak için, tekrar gündeme taşıyoruz.
 
BUNLAR BİLİNMEDEN KURTULUŞ YOKTUR
Tu’me, Medineli sahabîlerden biriydi. Çaldığı bir zırhı, “Bir süre sende emanet kalsın” diyerek Yahudi komşusu Zeyd bin Semîn’e bırakmıştı. Zırhın Tu’me tarafından çalındığı anlaşılınca, onu takibe aldılar. Zırhın sahibi Katâde, Hz. Peygamber’e gelip zırhının Tu’me tarafından çalındığını söyleyerek yardımını istedi. Hırsız Tu’me, zırhı Yahudi Zeyd’in çaldığını iddia ederek, onun suçlanmasını istedi. Tartışma Hz. Peygamber’in hakemliğine sunulunca, Yahudi kendi tanıklarını getirmiş, Tu’me de kendi kabilesinden Sahabî bir ekibi tanık göstermiş-ti. Bu arada, Tu’me’nin adamları Hz. Peygamber’e gelip onu, Tu’me’yi aklaması için yönlendirmek üzere, şöyle dediler:
 
“Ey Tanrı Elçisi! Bu pis Yahudi, seni ve sana vahyolunanları inkâr eden bir adamdır; zırhı da o çalmıştır. Halka karşı Tu’me’yi savun, Yahudi’yi suçla.” (Taberî, Tefsir, 5/268).
 
Şu tavır, dinci zihniyeti tanımada eşsiz bir kaynak oluşturur. Kur’an’ın bu olaydaki tavrından öğreniyoruz ki, dincilik, dinin çıkarlar için kullanılması, bu çıkarlara karşı koyanların dindışı ilan edilmesi şeklinde özetlenebilecek bir hukuksuzluk ve hainlik sistemidir. Zırhı çalınan Katâde, şikâyetçi olduğunda Peygamber’in şu azarlamasıyla karşılaştı: “İslam’a hizmetleri bilinen bir aileyi, hırsızlıkla mı suçluyorsun!” (Taberî, Tefsir, 5/266).
 
Hz. Peygamber, bir grup Müslümanın tanıklığını esas alarak Sahabî Tu’me’nin lehine, Yahudi Zeyd’in aleyhine hükmetme eğilimi göstermiş ama kesin hükme varmak için süre istemişti. Olay üzerine vahyedilen ayetler işte bu ‘düşünüp değerlendirme’ sırasında inmiş ve Peygamber’in bile yanıldığını, hatasından tövbe etmesi gerektiğini bildiren muhteşem dersi vermiştir. Hırsız Tu’me, işlediği hıyaneti ortaya çıkarıp iftiraya uğrayan Yahudi’yi aklayan ayetler inince, “Mensubu olduğum halde bana bu kötülüğü yapan dine lanet olsun!” diyerek Mekke’ye, müşriklerin yanına kaçmış ve Hz. Peygamber aleyhinde çalışmaya başlamıştır.
 
Kur’an, dinci hıyanetin prototipi olan Tu’me münasebetiyle bize şunu öğretiyor:
 
Dinci hıyanetin temel özellikleri üçtür: 1) İnsanların haklarına, mallarına, imkânlarına çeşitli  oyunlarla musallat olmak, 2) Gasp, talan, hırsızlık, rüşvet ve yolsuzluklarını meşrulaştırmak için dinin değerlerini pervasızca sömürmek, 3) Hırsızlık ve yolsuzluğun, yani hıyanetin ortaya çıkmasına sebep olanları ‘dindışık, komploculuk, dine ihanet, dindarlara çamur atmak’ gibi karalamalarla suçlayarak toplumu aldatmaya çalışmak.
Dinci hıyaneti anlatan ayetler
Kötülüğü hakkında on ayet inen Tu’me bin Übeyrık adlı hırsız-hainin, aynı zamanda dinciliğin de prototipi olarak karşımıza çıktığını önceki yazımızda belirtmiştik. 
 
Dinin ve Sahabîlik’in saygınlığını bir maske gibi kullanıp, insanları Allah ile aldatarak haksız kazanç ve itibar devşirmeye kalkan, bu haliyle şerir bir dincilik örneği ortaya koyan Tu’me hakkında inen on ayetin can alıcı cümlelerini görelim: “Hainlere yandaş olma!” “Öz benliklerine hainlik edenler için didinip durma! Allah, onların yapmakta olduklarını çepeçevre kuşatmıştır.” “Diyelim, siz onlar için dünya hayatında mücadele verdiniz. Peki, kıyamet günü Allah'a karşı onlar için kim mücadele verir, onlar hakkında kim vekillik yapar?” “Kim bir hata yahut günah işler de, sonra onunla bir suçsuzu itham ederse; hiç kuşkusuz, büyük bir iftira ve açık bir günah yüklenmiş olur.” “Eğer Allah'ın senin üzerindeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir zümre seni şaşırtmaya mutlaka yeltenecekti.” (Nisa suresi, 105-115)

Bu ayetlerin iniş sebebi, Tu’me bin Übeyrık adlı Sahabî’nin hırsızlık ve hainliğidir. Bu noktada bütün müfessirlerin ittifakı vardır. Tu’me’nin, Peygamber’den beklediği iltiması görememesi üzerine dinden çıktığı da ittifakla bildirilmektedir.
 
Tu’me üzerinde böylesine genişçe durulması, onun seçkin bir Sahabî olmasına rağmen çok ağır bir hainliğe tevessül etmesi yüzündendir. Mesaj işte budur. Çıkarcılığın insanı dinden, imandan nasıl edebileceğine ilişkin bir mesajdır. Dinciliği tanıtan bir mesajdır.
 
DİNCİ HIYANET MÜNASEBETİYLE VERİLEN MESAJLAR

1. Haine arka çıkan, peygamber de olsa azarlanır: “Allah, Hz. Peygamber’i, Tu’me gibi bir suçlunun aklanmasına meyletmesi yüzünden azarlamıştır.  Yanılgı yüzünden gelen azarlama bu ise, zalimin zulmünü bile bile ona destek vermenin nasıl bir cürüm oluşturduğunu düşünmek lazım.” (Râzî, Tefsir).
 
2. Menfaat duygusu din duygusunun üstüne çıkabilir.
 
3. Dindarlık, insanlar arasında üstünlük göstergesi yapılamaz.
 
4. Bir insanın ‘İslam-din hizmeti’ yapmış olması, haksızlığına rağmen savunulmasına gerekçe yapılamaz: Tu’me’yi aklamak için Peygamber’i âdeta zorlayanlar, Tu’me ve ailesinin ‘din konusunda hizmetleriyle öne çıkmış insanlar’ olduğuna vurgu yapmışlardır. Tanrı ise bu vurgunun yersiz ve İslam dışı olduğuna vurgu yapmıştır. (Kurtubî, Tefsir, 5/375).
 
5. Hakkı çiğneyenler, “Din kardeşimizdir” gerekçesiyle savunulamaz: Suçluluğu sabit olmuş bir Müslüman grubun, suçsuz bir gayrimüslim topluluğa karşı savunulması, hıyanet suçu oluşturur. (Kurtubî, Tefsir, 5/377).
'Anadilde ibadet meselesi'
“Anadilde İbadet Meselesi adlı kitabınızı okuyup bitirdim. Çok mutluyum. Bu kitap önümdeki engelleri yerle bir etti. Bizim için çok uzakta gösterilen Allah’ın ulaşılabilirliği bu kitapla mümkün hale geldi. Okurken, kelimeler boğazımda düğüm düğüm oldu.”
 
“Sizi övebileceğim kelimeler Türk edebiyatında yok. Bu kitabın bana öğrettiğinin, verdiği sevinç ve mutluluğun karşılığı ödenemez. Yıllarca aradığım şey, yokluğunu hissettiğim şey bu kitapmış. İş işten geçtiği bir gün halk olarak biz de akıllanırız. Millet şunu iyi bilsin, düşünsün: Bizim, Yaşar Nuri Öztürk’ten başka kaybedecek bir şeyimiz kalmadı.”
 
ANADİLDE İBADET KİTABI NİÇİN YAZILDI?
O kitap, Kur’an ve Peygamber tarafından tanınmış ve daha sonra kitlelerin elinden alınmış bir hakkın savunulması amacıyla yazılmıştır. Bu hak, anadilde ibadet hakkıdır. İnsan kadar gerçek, insan yaradılışı kadar doğal, ana sütü kadar ak ve berrak bir haktır bu.
 
Anadilde ibadet meselesi, son yıllara damga vuran konulardan biridir. İslam’ı kendi kliğinin defterine kayıtlı olanların özel dini sanan dinciler istedikleri kadar, “Müslümanların böyle bir meselesi yoktur” diye bağırsınlar, konu son derece önemli ve günceldir.
 
OKUDUĞUNU ANLAYAN KİTLEDEN NEDEN RAHATSIZDIRLAR?
Cevap açıktır: Okuduğunu anlayan bir kitle bunların başına dert olur. Okuduğunu anlayan kitle bunların döndürdüğü şeytanî dolapları fark eder, bunları eleştirir. Kur’an’ın verileriyle konuşalım: Okuduğunu anlayan kitle Allah ile aldatılamaz. Bunlar ise bütün saltanatlarını Allah ile aldatmak üstüne oturtmuşlardır. O halde, kitle ya hiç okumamalı yahut da okuduğunu anlamamalıdır. Özellikle Kur’an’ı anlamamalıdır.
 
Osmanlı’nın son meliki adûdu Vahdettin, kitlenin okuduğunu birazcık anlamasından bile korkunç rahatsızlık duymuştur. Öyle ki, o günkü gazetelerde birkaç ayet ve birkaç hadis meali yayınlandığında âdeta kudurmuşlar ve bu tür yayınları fermanla yasaklamışlardır.
 
Araştırmacı Atilla Oral, İşgal İstanbul’u adlı eserinde şunları yazıyor: “Mehmetçik, 13 Eylül 1921’de Sakarya Meydan Savaşı’nda Yunan Ordusu’nu mağlup etti. Padişah Vahdettin bu tarihte saray bahçıvanının kızıyla yeni evlenmişti. Sakarya Savaşı sırasında kendinden 40 yaş küçük beşinci karısıyla balayı yaşıyordu. Zaferin coşkusu halkın moralini ve manevî duygularını yükseltti. Büyük bir inanç ve gerçek bir imanın zaferiydi bu. Anadolu’da basılan gazeteler Kur’an ayetlerini ve hadisleri halkın kolay anlaması için, çoğu zaman Türkçe de yayınlıyordu. Millî hareketi destekleyen gazetelerde Sakarya Zaferi’nden sonra Kur’an ve hadis mealleri daha sık görülmeye başlandı. Millî hareketin liderlerini inançsızlıkla, iftiralarla karalayanların yalanları ortaya çıktı. Anadolu mücahitleri saray hainleri gibi imansız değildi. Ölümü mertçe göze alan, inançlı ve iman sahibi insanlardı.”
 
‘Ölümü mertçe göze alan’ o imanlı erlerin torunlarına şunu söylemek isterim: Allah ile aldatmayı saltanat aracı yapmış maskeli şirk çocuklarının, dini araç yaparak yaşattıkları yalan ve talan hegemonyasını tanımak için mutlaka ve muhakkak okunması gereken kitaplardan biri de ‘Ana Dilde İbadet Meselesi’ kitabımdır. Aydınlığın çocuklarına duyurulur. 
'Zatü Envat hastalığı'
İslam dünyasını, özellikle Anadolu halkını din adı altında felaketten felakete sürükleyen gizli şirkin göstergelerinden biri de zâtü envât hastalığıdır. Ve bu hastalığın üreticisi de tarikatlar tasavvufudur. Öncelikle Türkiye’de yaygın olan bu pis hastalık genellikle türbeperestlikle birlikte seyreder. Anadolu’da hemen her türbenin yanında veya yakınında bir zâtü envât put vardır.

Zâtü Envât, Hz. Pey­gam­ber dev­rin­de putlaştırılan bir di­lek ağa­cı­dır. Bu şirk aracı ağacı bize tanıtan, maskeli şirke sa­vaş aç­mış ün­lü bil­gin Ebu Şâme'dir. Ebu Şâme (ölm. 665/1266), Kur'an di­ninin şemsiyesi altında ne sin­si put­çu­luk­la­rın sah­ne­len­di­ği­ni, el-Bâis alâ İnkârı’l-Bi­de’i ve’l-Havâ­dis  adlı ünlü eserinde bi­ze anlatmıştır.

Zâtü Envât hastalığını deşifre eden Ebu Şâme,  Hu­neyn Sa­va­şı'na ka­tı­lan bir grup sahabîden naklen anlatıyor: “Hz. Pey­gam­ber'le bir­lik­te Hu­neyn'e doğ­ru yol alı­yor­duk. Mekke müşriklerinin o yö­re­de kut­sal ta­nı­dık­la­rı bü­yük bir ağaç var­dı. Müşrikler her yıl bel­li bir sü­re bu ağa­cın al­tı­na ge­lir, si­lah­la­rı­nı ağa­ca asar, ora­da kur­ban­lar ke­ser­ler­di. Bu sü­re için­de tüm di­lek­le­ri için bu ağa­ca bez­ler as­tık­la­rın­dan ağa­cın adı Zâtü Envât kon­muş­tu. Ağa­cın ya­kı­nın­dan ge­çer­ken biz Hz. Pey­gam­ber'e şu ri­ca­da bu­lun­duk: "Ey Tan­rı El­çi­si, sen de bi­zim için bir Zâtü Envât be­lir­le­sen ol­maz mı?" Pey­gam­ber bi­ze şu ce­va­bı ver­di: "Siz ne ca­hil bir top­lum­su­nuz. Siz, ön­ce­ki üm­met­le­rin ge­le­nek­le­ri­ni mi ih­ya ede­cek­si­niz? Si­zin şu sö­zü­nüz, Be­ni­is­ra­il'in Hz. Mu­sa'dan put is­te­yen sö­zü­ne ben­zi­yor: ‘Ey Mu­sa! Şu bel­de hal­kı­nın tap­tık­la­rı ilah­lar tü­rün­den bi­ze de bir ilah bul." (A'raf, 138)

Ebu Şâme, Zâtü Envât ağa­cı­nın­ki tü­rün­den iş­le­vi olan tüm bi­na, ağaç vs.nin or­ta­dan kal­dı­rıl­ma­sı­nı Al­lah'a ima­nın bir ge­re­ği sa­yı­yor. Da­ha il­gin­ci, Ebu Şâme, bu tür iş­lev­le­re araç ya­pı­lan tüm ca­mi, mes­cit ve ben­ze­ri mekânların da şirk ara­cı ol­du­ğu­nu ve yı­kıl­ma­la­rı ge­rek­ti­ği­ni söy­lü­yor. Bu tür mes­cit ve ma­bet­ler, di­yor, Ebu Şâme, Tev­be su­re­si 108. ayet­te sö­zü edi­len bö­lü­cü­lük, hal­ka za­rar ve riyakârlık oda­ğı ‘zarar mes­cit­leri’ cüm­le­sin­den­dir. Bu tür yer­ler­de kı­lı­nan na­maz­la­rın, iba­det gö­rü­nü­mün­de bi­rer şirk ser­gi­le­ni­şi ol­du­ğu­nu da ek­li­yor Ebu Şâme.

İSLAM ADI ALTINDA ŞİRK

Zâtü Envât olayı gös­ter­mek­te­dir ki, şir­kin açık ola­nın­dan kur­tul­mak şirk­ten kur­tul­mak de­ğil­dir. Din-Al­lah-pey­gam­ber yaftaları ar­ka­sın­da en ze­hir­li put­la­rı in­sa­nın ka­de­ri­ne mu­sal­lat eden be­la; ka­muf­le edil­miş mas­ke­li şirk­tir.

Hz. Mu­ham­med, teb­liğ et­ti­ği di­nin ör­tü­lü bir şirke âlet edil­me­me­si için âde­ta çır­pın­mış­tır. Eli­ni öp­tür­mü­yor, ken­di­si için aya­ğa kal­kıl­ma­sı­nı ya­sak­lı­yor, ya­nı­la­bi­le­ce­ği­ni, ha­ta ede­bi­le­ce­ği­ni, iba­det­le­ri­ne de­ğil Al­lah'ın lüt­fu­na gü­ven­di­ği­ni, vah­yin mu­ha­ta­bı ol­ma dı­şın­da hiç­bir üs­tün­lü­ğe sa­hip bu­lun­ma­dı­ğı­nı söy­le­ye­rek ilah­laş­tı­rıl­ma­sı­nın önü­ne ken­di eliy­le en­gel­ler ko­yu­yor­du. Ve tüm bun­lar­dan son­ra, me­za­rı­nı ta­pı­nak ha­li­ne ge­tir­me­ye kal­kan­la­ra Al­lah'ın la­net ede­ce­ği­ni be­lir­te­rek ge­le­cek ku­şak­la­rı uya­rı­yor­du.

Ana­do­lu, kor­kunç bir zâtü envât il­le­ti­nin pen­çe­sin­de kıv­ran­mak­ta­dır. Bu hastalığın mikrobunu taşıyan ve yayan ya­rı ilah ve­ya ka­muf­le edil­miş sah­te pey­gam­ber du­ru­mun­da bir yı­ğın ‘mas-keli müşrik’ or­ta­lı­ğı sar­mış­tır. Bun­la­rın için­de peygamberliğini, Al­lah­lı­ğı­nı ilan eden­ler bi­le var­dır. Bu zihniyet mensuplarının son olarak, Türkiye’nin başbakanı konumundaki kişinin Allahlığını ilan ettiklerini gördük.
Mal putunun zulüm çocukları
“Türkiye’nin Başbakanı” unvanını taşıyan kişinin, adı yolsuzluklara karışmış oğluyla yaptığı telefon görüşmelerinin açığa çıkması üzerine, yukarıdaki başlığı atmak ihtiyacını hissettim. Toplumların çöküşlerini kaçınılmaz hale getirenler, mala ve paraya doymayanlardır ki, Kur’an onlara mütref (servet ve refahla şımaranlar) demektedir. Mütrefler, insanlık suçu işlemeyi hayat kuralı haline getiren, insan emeğini sömüren canavarlardır. Kur’an onları, kendi iddiaları ne olursa olsun, ‘dini yalanlayanlar’ olarak adlandırır ve ibadetlerini lanet vesilesi sayar. (bk. Mâun Suresi).
 
İslam’ın muazzez peygamberi, mal putuna mağlup ve mahkûm olmanın yaratacağı tehlikenin büyüklüğünü, bu tehlikeden kaçmanın yollarını fiil ve sözleriyle bütün hayatında gösterdi. Mal putu tehlikesine şu sözleriyle dikkat çekmiştir:
“Her ümmetin bir bozgun sebebi vardır. Benim ümmetimin bozgun sebebi de maldır”.
“Kişinin mal ve gurura düşkünlüğünün dinine getirdiği zarar, sürü içine dalmış kurtların koyunlara getireceği zarardan daha büyüktür”.
“Allah’a yemin ederim ki, ben sizin için fakirlikten korkmuyorum. Sizin adınıza beni korkutan şey şudur: Sizden önceki topluluklar gibi, dünya nimet ve imkânları önünüzde birikecek ve bu nimetler yüzünden çekişme ve didişmeye gireceksiniz de önceki topluluklar gibi mahvolacaksınız”. Ve aynen öyle olmuştur.
 
Mal putu, Peygamber’in hayata veda edişinden kısa bir süre sonra kitleyi tahribe başlamış ve aradan yarım asır geçmeden iki peygamber torunundan biri zehirletilerek, öteki boynu vurularak ortadan kaldırılmıştır. Mal putunun zehir kusmaya başladığı Halife Osman devrinin doymazlığını gören Sahabî, Abdurrahman bin Avf şöyle diyordu: “Bizler zorluk ve ıstıraplarla denendik sabredebildik de, bolluk ve refahla denenince başarılı olamadık”. (İbn Mübârek; Kitabu’z-Zühd, 182).
 
EMEVÎ’NİN TANRISI MAL PUTUYDU
Bugünkü dincilerin önderleri ve iman babaları olan Emevîlerin esas tanrıları Kur’an’ın tanıttığı Allah değil, mal putuydu. Emevî zulmünün kahrını çekmiş anıt fikir önderlerinden biri olan Hasan el-Basrî şunu söylüyordu: “Şu ümmetin mal hırsı yüzünden maruz kaldığı kötülüğe, başka hiçbir ümmet maruz kalmamıştır. Bu ümmetin herhangi bir ferdi, din kardeşinin kemiklerini, mal hırsı yüzünden parça parça kırabilir”. (aynı kaynak, 231).
 
İslam toplumları, mal putunun açtığı yaraların acılarıyla kıvranmaya devam ediyorlar. Daha iyi yemenin, daha mükellef koltuğa oturmanın âleti yapılmış bir ‘ideolojik din’, Kur’an’ın tanıttığı ölümsüzlükten nasiplenmeye imkân vermemektedir.
 
Bugün, Müslüman vicdanların devirmek zorunda oldukları baş putlardan birincisi, mal putudur. Mal putu kalplere egemen olduğu sürece üç yüz metreye bir kurulmuş ‘zarar mescitleri’, kadınların başını burmak ve reklam aracı yapılmış Mâûn namazları kılmak bu ümmeti kurtaramaz. Bunlar kurtuluş getirebilseydi Türkiye kurtulurdu.
Müthiş mektuplar!
Son olayların etkisiyle, özellikle Berkin’in cennete uçuşu ardından AKP denen partinin mensupları tarafından verilen uğursuz, vicdansız ve bayağı demeçlerin yarattığı infialle yazılmış mektuplardan bazılarını kısmen özetleyerek vereceğim. Tarihe küçük bir not olsun!
 
Mustafa Kara yazıyor: “Uyuyamıyorum hocam, aklıma düşüyor bu zalimlik, bu vahşet. Yazmam lazım. “Anlat bize yolcu! Bize sokakları anlat. Uçurtması vurulan çocukları anlat. Uçurtmayı nasıl vurduklarını anlat. Ya da dur! Sen bize önce uçurtmayı anlat, uçurtmayı! Bize uçurtma uçurmayı anlat”.
 
BİR CUMHURİYET KADINININ YEMİNİ
Gülçin Serin, “Tayyip’e Yeminim” başlığıyla Hamburg’dan yazıyor: “Nerede, nasıl, ne zaman, hatta, nereye olur bilemem ama bir gün senin de bu dünyadan gidişinde ben de, senin kullandığın kendi cümlelerinle seni uğurlarken: ‘Tanrı bir kelle aldı’ diyeceğime, İzmir`e gâvur, Atam’a ve İnönü’ye ayyaş, vatansever bizlere çapulcu, ‘Türk milliyetçiliğini ayaklar altına aldık’ dediğini ömrüm oldukça unutmayacağıma; seni büyük bir nefretle anacağıma, tüm yaptıklarını asla affetmeyeceğime, temelli gidişinin vereceği mutlulukla, ‘Şerefine Tayyip!’ diyerek içeceğime, sonra da, ‘İşte ilahî adalet budur’ diyerek, Tanrı’ ya şükredeceğime, sana Fâtiha yerine çeşitli boylarda kutular göndereceğime; vatanına, bayrağına ve Ata’sına tüm yüreği ile sahip çıkan bir Türk kadını olarak, damarlarımdaki asil kan üzerine söz veriyor ve yemin ediyorum”.

Aynure Veliyeva Azarbaycan’dan yazıyor: “Hörmetli Yaşar Hoca! Hiç kimse sizin yürüdüğünüz yolda ayağınızın altındaki toz bile olamaz! İlminiz Güneş gibi dünyayı aydınlattıkça, körler nurunuzu göremediği için angutluk yapıyorlar. Akılsız köpekler yıldıza karşı havlar! Halbuki dinleyip kavrasalar, aydınlanmış olurlar. Siz yalnız Türkiye’ye değil, bütün beşeriyete lazımsınız. Allah bana da sizinle yüz yüze görüşme şerefini nasip etsin! Allah sizi Kur’an’ı koruduğu gibi korusun”.

Erkan Duru yazıyor: “İlkokuldan beri kitaplarınızı okuyorum. Şu anda 24 yaşındayım. Akademik kariyer düşünüyorum. Merak ettiğim: sizin çalışma disiplininiz, sisteminiz.” “Anadolu’da öyle aileler var ki; ev sohbetlerinde her akşam sizin bir kitabınızı aralarından biri okur, herkes dinleyip üzerinde derin derin düşünür. Sonra size dua ederler. İnanıyorum ki; size duyduğumuz sevginin ve saygının karşılığı olarak Allah bir gün bizi sizinle karşılaştıracaktır. Vicdanımızın ve aklımızın sesi; Yaşar Nuri”.  
Dinciler için namaz neyin göstergesi?
Dinciler için namaz; Maun suçlusu olmaya müsait, bu yolda kurulabilecek işbirliklerine katılıma hazır oluşun göstergesidir. Daha açık söyleyelim: Dinciler namazı bir ahlaksızlık karinesi olarak değerlendirmekteler. Bakın, yaşayan bir vatandaşın kitaplaştırdığı bilgilerden öğreniyoruz ki, TRT gibi egemen oldukları bir anayasal kuruma alacakları elemanların iki niteliği taşımasını şart koşmuşlardır: 1. Alevi olmamak, 2. Namaz kılmak (11 Mart 2014 tarihli gazeteler). Liyakat ve ehliyet aramıyor, namaz arıyor. Aslında onlar, tüm kurumlarda, bütün zeminlerde bu bölücü ve ahlaksız şartı esas aldılar. Neden?
 
Dinciler namazı hep bir parola gibi kullanırlar. Namaz kılmak onlar için bazı şeylerin varlığına karinedir. Elbette ki bu karine bazen umulduğu gibi çıkmaz. Beklediklerinin aksine; namazlı adam gerçek mümin, vakur ve dürüst çıkabilir. O zaman dinciler o adamı başka bahanelerle dışlarlar. Bu, dünyanın her yerinde, her devirde korunan bir dinci yaklaşımdır. Mesela Sudan’da Mahmut Muhammed Tâha (1985’te dinciler tarafından idam edildi) gibi bir seçkin mümini, kazaya namazı kalmamış bir insan olduğu halde, irtidatla suçlayıp idam etmişlerdir. Ve mesela; Mısır’da Nasr Hâmid Ebu Zeyd gibi bir büyük mümin düşünürü, alnı secdeden kalkmadığı halde, mürted ilan etmişlerdir. Neden? Çünkü bu insanlar dinciliğin ahlaksızlıklarına karşı olan insanlardır. Akılcı ve cumhuriyetçidirler.
 
Türkiye’de dinci vicdansızlığın birinci dereceden saldırı hedefi yapılmış nice namazlı mümin vardır. Mesela Prof. Dr. Hüseyin Atay Hoca. İslam dünyasının yaşayan en büyük beyinlerinden biri olan bu imam çocuğu ilahiyatçı düşünür, kazaya namaz bırakmamış bir insandır. Ama dincilerin birinci dereceden saldırdıkları; zındık, hatta mürted ilan ettikleri isimlerden biridir. Neden? Çünkü Atay, Kur’an müminidir, Maun ihlallerine karşıdır. Emevî uydurmalarının din yapılmaması için elli yıldır mücadele etmektedir.
 
İlahiyatçı yazar İhsan Eliaçık ve arkadaşlarını düşünün. Tümü namazlı müminlerdir ama aynı zamanda namuslu, vakur, dürüst, helal lokmacı, Maun ihlaline asla yanaşmayan ve o ihlallerle mücadele eden adamlardır. Dahası var: Bu insanlar Gezi Direnişi gibi bir özgürlük eylemine açıkça destek veren insanlardır. Yeryüzü sofralarını o eylemler sırasında kuran ve dünya literatürüne kazandıran onlardır. Böyle olunca, onların namazları niyazları dinci firavunluk tarafından saldırı hedefinde tutulmalarına engel olamamıştır.
 
Sözü uzatmaya ne hacet, bugünkü dincilerin fikir ve iman (daha doğrusu imansızlık) babası Muaviye, Hz. Ali aleyhine yürüttüğü propagandanın başına şunu koydurmuştu: Ali namaz kılmıyor.
 
Dinciler maskeli müşrik olduklarından şirklerini saklamak için Allah’ı, ahlaksızlıklarını saklamak için namazı hep dillerine dolarlar. Onlar çok iyi bilmekteler ki, müşrikliklerini Allah olmadan,  ahlaksızlık ve hırsızlıklarını da namaz olmadan dokunulmaz kılamazlar. Dincilerin olmazsa olmazları arasında ahlaksızlık ve hırsızlık nasıl esas ise, Allah ve namaz da öyle esastır. Çünkü namaz olmadan Allah ile aldatmayı, hırsızlığı, ahlaksızlığı, yalanı, iftirayı böylesine dokunulmaz bir biçimde yapamazlar. Onları yapamadan da var olamazlar.
 
Dinciler için parola daima şu olmuştur: “Yaşasın ahlaksızlık ve soygun, yaşasın bunlara paravan olan namaz ve cami!”
 
Şirke bulaşmamış müminler (ibadeti olan teist müminler ile ibadeti olmayan deist müminler), namuslu ateistler ve dinsizler bu gerçeği bilecek; namussuzluğa ve hırsızlığa karşı vermeleri gereken ortak mücadeleyi bu bilgiye uygun olarak stratejiye bağlayacaklardır. Aksi halde, beş buçuk katrilyon parayla beslenen yüz küsur bin camiyi güdümüne almış dincilik tümünü yerle bir eder. Nitekim etmek üzeredir.
Egemen Bağış mı dindar, Yılmaz Özdil mi?
Birincisi Kur’an’la alay ediyor. Kur’anla alay etmek, Kur’an’ın açık hükmüyle; kâfirliktir. Otuz küsur ayet, Allah’ın ayetleriyle alay edenleri küfürle itham edip Cehennem’e gönderiyor. Bağış’ın istifasına sebep olan yolsuzluk ithamı ise; Maun Suresi’ni ihlal suçu oluşturduğu için, insanı örtülü şirke götüren bir lanetlenme sebebidir. Yani bu Bağış, kitlenin önünde açıkça tövbe etmediği sürece, Kur’an ve İslam fıkhının verileriyle; tartışmasız kâfirdir.
 
Dincilerin ‘her tarafı’ ve her icraatıyla ‘göz bebeği’ adamlarından biri olan 17 Aralık yolsuzu Bağış’ın Kur’an’a karşı tavrı ve tutumu bu.
 
Destanî dürüstlüğüne, vakarına, aydınlığına, insanlığına, ahlaksal seçkinliğine rağmen; Atatürkçü, cumhuriyetçi olmasından ötürü, dincilerin ‘istenmeyen adam’ ve  ‘zındık’ saydıkları Yılmaz Özdil’in Kur’an’la münasebeti ne? Bakın ne: Katıldığı Arena programında kederini, şikâyetini gündeme getirirken şunu söylüyor: “Bizim neslimiz, en başta okunması gereken iki kitabı okumamak gibi büyük bir hata yaptı: Kur’an, Nutuk”.
 
Demek ki, Yılmaz Özdil’e göre; Kur’an, okunması şart olan temel kitap. Yön ve yol belirleyen kitap. Okunmadığı takdirde büyük kayıplara uğrayacağımız kitap. Egemen bağış için ise; Kur’an, ‘Bakara ile makara’ konusu. Yani; eğlence ve gırgır kitabı.
 
Dincilerin, sakal bıyık eksikliğini bile saldırı sebebi sayan gazetelerinden biri, Egemen Bağış’a ‘ateş püskürüyor (!)… Nasıl, biliyor musunuz? Birinci sayfaya resmini koyuyor, ağzına bir bant çekip altına şunu yazıyor: “Bazen susmak konuşmaktan hayırlıdır”. Kur’an’a hakaret ve Kur’an’la alay etmeye karşılık ‘püskürülen ateş’ (!) bu!
 
Acaba Egemen Bağış’ın yaptığını, mesela Yılmaz Özdil yapmış olsaydı, bu ülkede neler olurdu? Bu ateş nasıl püskürülürdü? Bu dinciler nasıl bir tavır koyarlardı, neler yaparlardı! Kars’tan Edirne’ye kadar ‘Cuma Eylemleri’ çoktan başlamış olmaz mıydı!
 
Adam Kur’an’ın otuz küsur ayetle küfür sebebi saydığı bir suçu işliyor, din avukatlığını kimselere bırakmayanlar, bu suça karşılık, adama sadece ‘Sus. Susman daha iyi olur” diyorlar. Elbette iyi olur. Bak, sizi dindar zanneden milyonlar şimdi ne bilmem ne olduğunuzu gördü. Siz bu melanete ancak “Sussan daha iyi olur’ diyecek kadar karşı çıkıyorsunuz. Neden? Çünkü o adam sizden. Sizden olunca Kur’an’a sövmesi en fazla “Sus!” demeyi gerektirecek bir kabahat sayılır. 17 Aralık Maun talanları da sadece birer ‘kabahat’ sayılmadı mı?
 
DİNCİLİĞİN İMAN ŞARTLARI
 
Aklı, dürüstlüğü, ülkeyi haçlı işgalinden kurtaran Atatürk’ü sevmeyi en büyük suç; Kur’an’a hakareti, Maun talancılığını ise sadece kabahat görenlerin ervahına yuh olsun! Bu ‘veyl çocukları’nın dini imanı bu mu, bu kadar mı?! Ama şimdi ‘tıs’ yok.
 
Ey millet! Bak ve gör, bunlar aynı şeyin soyudur. O şeyin soyundan olanlar, çıkar hesapları yüzünden birbirlerine girseler de; sonuçta bir yerde birleşir, kucaklaşırlar. Birbirlerinin kuyruğuna asla basmazlar. Çünkü; mutlaka ve muhakkak korumaları gereken ortak hedefleri, ortak düşmanları var. Bu ‘ortak düşmanlık’, dincilerin ortak amentüsüdür.

Dincilerin ‘iman şartları’ olan ortak düşmanlıklar şunlardır: 1) Akıl düşmanlığı, 2) İlim düşmanlığı, 3) Özgürlük düşmanlığı, 4) İnsan hakları düşmanlığı, 5) Dürüstlük düşmanlığı, 6) Atatürk düşmanlığı.
Dinci yobazın acı çektirdiği vicdanlar!
O vicdanlardan yüzlercesine, belki binlercesine akılla, Kur’an’la, İslam’la tekrar kucaklaşma şansı yarattığım için çok mutluyum. Her gün onlarcasının mektubunu, dualarını alıyorum. Sokaklarda her gün onlarcasının sevgisine, saygısına, uzanan ellerine, açılan kucağına muhatap oluyorum. Hepsine haklarım analarının sütü gibi helal olsun! Onlara ışık tutmaya, gerçekleri açıklamaya devam edeceğim. Bu gök kubbenin altında benim yaptığım işi, böylesine başarıyla, böylesine hazla, huzurla yapan çok az fani vardır. Tanrı’ya şükürler, halkıma teşekkürler ediyorum.
 
Yobazların acı çektirdiği vicdanlardan biri olan hukukçu meslektaşım Ümit yazıyor: “Uzun zamandır size teşekkür etmek istiyorum. Yıllar önce 18-19 yaşlarında iken dinini bilmeden çok koyu ‘dindar’ olan, çevresini koyu tutucu kişilerle kendi seçimi sonucu dolduran biri olarak, başıma bir şey geldi. ‘Bunu kabul edemiyorum, bu çok fena, onur kırıcı ve berbat bir şey’ gibi düşünceler benliğimden öyle bir taştı ki, doğru bildiklerinden çok emin arkadaşlarımdan uzaklaştım, inancımı tamamen yitirdim”.
“Daldan kopan yaprak gibi oradan oraya savrularak 5 yıl geçirdim. Bu arada hukuk fakültesini bitirdim, bir yığın felsefe kitabını da bitirdim. İnancımla birlikte tüm toplumsal kurallara olan güvenimi de yitirdiğimden, kafamda ve gönlümde büyük bir boşluk açılmıştı. Ne okusam dolmayan, hiçbir şeyle ikna olmayan, her şeye ve herkese meydan okuyan bir boşluk. Çekinmeden şunu söylüyordum: ‘Evet, ben bir ateistim, ne var?’ Gene de hiç kimseyi bu yönde ikna etmek istemem; yani eğer Allah varsa, daha fazla çarpılmayı istemem; çarpıldığım yeter’. İşte böyle düşünüyordum, bazen bundan daha çoğunu da söylüyordum”.
 
KUR’AN OKUNMADAN OLMAZ!
“Bir gün, düşünülmeyen bir şey oldu. Televizyon izlerken, ilk kez sizi gördüm. ‘Kur'an'ı okuyun’ diye bağırıyordunuz. Sanki hipnoz olmuş veya bir yerden, uzaktan kumandama basılmış gibi; kalkıp, televizyonun üstündeki kütüphaneden sizin Kur'an mealinizi aldım. O güne kadar onca kitap okumuştum ama Kur'an'ı okumamıştım. O gün okumaya başladım. Hâlâ okuyorum. Sayısız yazınızı okudum. Her halde kitaplarınızın tamamına yakınını aldım. Ruhum yatıştı, boşluk kayboldu”.
“Siz Hocam; siz, acı içindeki bir ruha kurtarıcı oldunuz; gözleri bağlı birinin bağını çözdünüz. Artık ben bir Müslümanım, yaklaşık 13 yıldır bir Müslümanım. Kuşkusuz, bu, Allah'ın iradesidir ama sizi vesile olarak seçti. Yobazların dininden kaçıp ateizme sığınan, ateizmi daha rahat, huzurlu ve güvenli bulan birini Allah aşkı ile buluşturmak ne demektir? Bunun anlamını benden daha iyi bildiğinizi biliyorum”.
“Üzerimdeki hakkınız çok büyük, sayenizde yeniden nefes alıyorum ben. Bu hakkı nasıl anlatabilirim! Allah sizi ve yolunuzu nuru ile doldursun, iki cihanda da şanınız yürüsün! Her ne diliyorsanız sizin olsun. Rabbim sizi merhameti ile kuşatsın ve sizi bir an bile yalnız bırakmasın”.
“Bir de kendim için bir duam da var: Allah size çok uzun ve sağlıklı bir ömür versin. Çünkü sizin varlığınız bana ümit kaynağı oluyor”.
Allah ile aldatmak
‘Allah ile Aldatmak’ bugünlerde siyasetçiden sanatçıya, ilim adamından çiftçiye, tezgâhtardan bürokrata kadar herkesin, her gün değişik vesilelerle bir veya birkaç kez telaffuz ettiği bir isim durumunda. Görünürde, bir kitabın ismi. Bugün 71. baskısı yapılmış ve on küsur ayrı korsan baskısını da hesaba katarsak, iki milyonun üstünde satılmış bir kitap. Bir devrim kavramın, bir uyanışın, bir hesap soruşun, bazen de yazarına şükranın bir ifadesi olarak anılan bir kitap. Kitabın misyonunu, tarihsel mevkiini anlamak için Yılmaz Özdil’in, Arena programında kullandığı şu cümleyi vermek yeterli olur kanısındayım. Yılmaz Özdil, cumhuriyetçi kitlelerin temiz vicdanlarının sesi olan o vakur kimliğiyle, tarihin önünde şunu söylüyor: “Yaşar Nuri Öztürk’ün ‘Allah ile Aldatmak’ kitabı, bana göre, Nutuk’tan sonra yazılmış en önemli kitaptır”. Gazeteci Uğur Tarıman ekliyor: “Bu kitap üniversitelerde tez konusu yapılmalı. Hatta her öğrenciye bir tane hediye edilmeli”. (Körfezde Olay, 24 Mart 2014).
 
İşte bu kitabın 71. baskısı da yapıldı. Bu baskıda çok önemli bir şey yaptım: Altı bölümlük kitaba 90 sayfalık 7. bir bölüm ekledim: ‘Allah ile Aldatmanın Taksim ve Tahrir Serüveni’ Bu bölüm bence diğer bölümlerin tümü kadar önemli. Çünkü bu bölüm, öteki bölümlerin verdiği mesajların, öne çıkardığı öngörülerin ne kadar isabetli olduğunu gösteriyor, belgeliyor ve geleceğe yönelik yeni yeni ufuklar açıyor. Bu ek bölümü, yaşadığımız günlerin karanlık ve Nemrudî tablolarıyla birlikte değerlendirenler, ‘Allah ile Aldatmak’ kitabının sadece bir ‘aydınlanma rehberi’ olmadığını, aynı zamanda bir ‘kehanetler kitabı’ olduğunu da göreceklerdir. Ortak kanı da budur.
 
EKLENEN BÖLÜMDE NELER VAR?
 
Eklediğim 7. bölümde 12 alt başlık var: 1)Taksim ve Tahrir’in Gösterdikleri, 2) Mursi Neyin Peşindeydi? 3) Tayyip Erdoğan Neyin Peşinde? 4) İnanç, Bilinç ve Istırabın Direnişi, 5) Nazi Zulümleri mi Hortluyor? 6) Türkiye Bir Diktatörlük mü? 7) Özgürlük Direnişinin Getirdikleri, 8-) Cami İle Tahrikin Serüveni, 9) Direnişleri Okuyabilmek, 10) Hava ve Su, Özgürlük ve Laiklik, 11) Doymazlığın Sefaleti Üstüne, 12) Allah İle Aldatmanın Suriye Hüsranı.
 
‘Allah ile Aldatmak’ kitabına vurgu yaparken bir şeyi unutmayalım: Bu kitaptan hayır görmek için öncelikle Kur’an’ı okumak gerekir. Kur’an, deyim yerinde ise aracın benzinidir. Benzin yoksa dekor ne denli mükemmel olursa olsun araç işlevsel olamaz. 
 
Kur’an’ı okumak dendiğinde ise şunu unutmayalım: Kur’an, “Kur’an ne dedi?” sorusuna cevap bulmaktan çok, “Ne demek istedi?” sorusuna cevap bulmak için okunur. Kur’an’ın ısrarla öne çıkardığı ‘tedebbür’ (anlam üzerinde düşünerek okumak) budur. Bunun için birikim lazım. Elbette ki birikim için de okumak lazım. Allah ile Aldatmak ‘birikim sağlayan kitap’ olarak da altı çizilesidir.
Son söz, dahi düşünür Prof. Dr. Hüseyin Atay’ın şu sözüdür: “Her zaman, her yerde, hiçbir şart koşmadan Kur’an’ı aç, oku ve düşün; yolunu bulacaksın”. (Atay, Kur’an’a Göre Araştırmalar, VII, 18). 
Dikkatle okunacak mektuplar
Nedim Tuncel yazıyor: “Size uzun zamandan beri bir teşekkür borcum vardı. 1995 ya da 1996 yılında Amerika’ya geldim lisansüstü derecemi almaya. Gelirken de; pek kitap okumayan ben, koymuştum bavuluma sizin Kur’an’daki İslam adlı kitabınızı. Geleli de bir sene olmuş ama okumamışım daha. Bir sene sonra başladım okumaya. Okudukça, okuyasım geliyordu. Bir yandan da, o güne kadar elime alıp da okumadığım Kur’an’ı bir an önce okuma isteği girdi içime. Babam sizin meallerinizden almış da ‘Evladım, al koy bavuluna’ demişti gitmeden. Bir Kur’an okuyordum, bir sizin kitabınızı.  Okudukça okudum. İkisini de bitirdim. Size de bol bol dua ettim”.
“Bir yanda sizin gibi yıllarca o ya da bu sebepten dininin kitabını okuyamamış, okusa da tam idrak edememiş insanları kendi özgür iradeleri ile Kur’an’ı okuyup anlamaya teşvik edenler; bir yanda da insanları zıvanadan çıkarıp ‘Sen Müslüman isen, ben değilim’ dedirtip günaha sokan yobazlar, ahlaksızlar, katiller, hırsızlar”. 
“Bu gece uyuyamadım. Memleketim için dertlendim. Hayatımda ilk defa ülkemin içinde bulunduğu durum için bu derece endişelenip gözyaşı döktüm. Atatürk’ü düşündüm önce. Her şeyi bir yana, Çanakkale’yi geçilmez kıldıktan sonra şu sözleriyle insanlığa şefkat ve medeniyet dersi veren Atamı: ‘Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler, rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır’ diyen Atatürk; sonra da, ölmüş gençleri, çocukları terörist ilan edip ana babalarını kalabalıklara yuhalatan, bir rahmet okumayı bile zül gören zihniyet geldi aklıma”. 
“Akif'in Çanakkale Şehitleri şiirini okudum baştan sona gözyaşları içinde. Sonra İzmir Marşı geldi aklıma. Vatan için toprağa düşenleri, düşerken kim bilir son nefesinde Kelime-i Şehadet getirmeden önce anası, babası, karısı, çocukları ya da artık yaşayamayacağı hayalleri gözünün önünden geçen gencecik insanlarımızı düşündüm. Onlara ‘kelle’ deyip  sonra da kefen kostümü giyip miting alanlarına fırlayan o izansızları”. 
“Sonra aklıma bir konuşmanız geldi. İbretle dinlemiştim sizi. Şöyle demiştiniz: ‘Bu millet mirasyedi gibi davranmanın, cumhuriyetin kıymetini bilmemenin bedelini ödeyecek”. Ah dedim, ah! Ah ki, ne ah!  Böyle bir gecenin ardından, ‘Artık Yaşar Nuri büyüğüne teşekkürünü etme zamanın geldi’ dedim. Daha geciktirme. Her gün onlarcası da etse teşekkür size, bu sabah benim sıram. Allah sizden razı olsun, sağlık sıhhat versin, korusun, esirgesin”.

Selim Yılmaz yazıyor: “Eserlerinizin çoğunu okumuş, bazılarını defalarca tekrar etmiş ve programlarınızı seyretmiş biri olmak, naçizane bir dilek hakkı verir mi bilmiyorum? Maun Suresi’nden 400 sayfalık muhteşem bir eser çıkartan siz, acaba Osmanlı Devleti’nin İslam anlayışı, harem konusu, şehzade kıyımları, evlat ve kardeşlerin öldürülmesi, halka ‘kullarım’ şeklindeki hitap vs. konularını içeren bir eser yazmaz mısınız? Bu konuyu sizin rehberliğinizle görmek, bize imparatorluk tarihiyle ilgili en doğru bakışı sunacaktır”.
 
Muhammed Çolak yazıyor: “Hiçbir dine inanmadığım halde, inandığım değerler var: Akla, düşünceye, adalete inanıyorum. Dine inanmıyorum ama din tüccarlığı yapmadan inanan sizi izliyor, seviyor ve takdir ediyorum. Bu ülkede, sizin anlatıp yazdıklarınızla, sürüye katılmadan var olmaya devam eden azımsanmayacak derecede aydın, laik, inançlı bir kesim var”.
'Allah ile aldatanla'rın zaferi
Başlığı, ‘Bir 31 Mart Vakası’ diye de atabilirdim. Çünkü bu yazıyı, 31 Mart 2014 Pazartesi sabahı, seçim sonuçlarının netleşmesi üzerine yazdım. Sonuçlar açık: AKP, seçimden zaferle çıktı. “Ülkenin yüzde 60’ı AKP’ye hayır dedi, elektrikler kesildi” falan gibi züğürt tesellilerine sığınmayın; AKP seçimi zaferle bitirdi. Dahası; bir önceki belediye seçimlerinde aldığı yüzde 38’e 7 puan gibi çok önemli bir artış da ekledi.
 
Zaferi kazanan AKP’nin iki yıldan beri maruz kaldıklarına bakın:
 
1- Bu partinin başındaki kişi, dünya tarafından ‘kuvvetler ayrılığını, yani hukuk devletini tasfiye edip yargıyı güdüme alan, dinci teröre destek veren diktatör; internet iletişimini yasaklayan, basını susturup gazetecileri zindanlara tıkan zorba’ gibi ne demek olduğunu ileriki zamanda göreceğimiz korkunç ithamlarla damgalanmış bir siyasal figürdür.
2- Bu siyasal figür, Gezi Direnişi gibi, tarihin kaydettiği en büyük özgürlük ve insan hakları direnişlerinden biri olan koca bir eylemler serisiyle sarsılmış,
3- Bu eylemlerde uyguladığı şiddetle 7 insanın ölümüne, onlarcasının yaralanmasına vücut vererek; Türkiye’nin ve dünyanın nefretine, ithamına, hatta ilencine maruz kalmış,
4- Aralık 2013’ten itibaren patlak veren yolsuzluk, hırsızlık, talan ve yalan ithamlarıyla başına kıyametler koparılmış, 4 bakanı istifa etmek zorunda kalmış,
5- Yolsuzluk meselesinde işin başı olarak itham edilen başbakan, ülke genelinde ‘başçalan’ diye anılmaya başlamış, yolsuzluğun göbeğine oturtulan oğlu ile aralarındaki talan konuşmaları günlerce ekranlara oturmuş,
6- ‘Paralel Yapı’ denen küresel para ve siyaset gücü tarafından çok ağır ithamlarla tokatlanıp sarsılmış.
 
AKP, bunların ardından girdiği seçimden gücüne güç katarak çıktı. Peki, bir siyasal organizasyon, politik anlamda ‘ölümlerin en beteri’ ile yere çakılması beklenirken, böyle bir zaferi nasıl elde ediyor? İşte; Türk Siyaseti’nin de, Türk Milleti’nin de, hatta İslam Ümmeti’nin de selamet reçetesinin anahtarı bu sorunun cevabında. Bu sorunun cevabını bilenlerden biri olarak söylüyorum: AKP’nin ‘her şeye rağmen zafer’inin sebebi tek: ‘Allah ile aldatmayı kullanmak’. Bu kullanım, çok tipik bir kullanımdır. Bu kullanım, ‘en karşıt’ gibi görünenlerin bile ayaklarının bağını çözüp dinciliğin saflarına desteğe iten esrarlı ve zehirli bir cevhere dayanıyor. O ‘cevher’: ‘Allah ile aldatma’dır.
 
AKP’nin ‘Allah ile aldatma’da ortaklarının tümü veya büyük bir kısmı, sergilenen onca kanlı kavgaya rağmen, bu seçimde eski ortaklarına oy vermişlerdir. Aksini söyleyenler ya bilerek yalan söyler, yahut da angutluk ederler. Özellikle İstanbul ve Ankara’da paralel yapı denen ‘örgüt’ün de ‘Türk milliyetçisi’ MHP’nin de oylarının büyük kısmı (bana göre, paralel yapınınkilerin tamamı) AKP’ye verilmiştir. CHP kazanmasın, her şeye rağmen ‘din kardaşlarımız’ (!) olan AKP kazansın, denerek. Yani ‘Allah ile aldatma’ya yenik düşüp teslim olarak.
Neyse o olan kazandı
AKP, son bir yıl boyunca, özellikle son birkaç ay boyunca aldığı onca darbeye, onca yara bereye rağmen, neyse o olduğu için kazandı. Bir defa, başındaki adam, her zaman ‘neyse o oldu’. Ne Türk kelimesini kullandı, ne Türküm dedi, hatta “Milliyetçiliği ayaklarımızın altına aldık” diye demeç verdi. Ne Atatürk’e saygı ve sevgiden söz etti, ne cumhuriyet dönemini övdü. Tam aksine cumhuriyet dönemine sürekli sataştı, çamur attı. Ve paralel yapı dediği eski icraat ortağı örgüt önünde pes etmedi.

RTE, neyse o olduğu içindir ki, onunla ‘dincilik ve Atatürk karşıtlığında ortak’ olanlar, görünüşteki kavgalarına rağmen, derinlerdeki beraberliği esas alarak oylarını ona verdiler.

Ötekiler (CHP ve MHP) neyse o olamadıkları için kaybettiler. CHP, Atatürkçülük, akılcılık diyor ama hiçbirisinin gereğini yapmıyor. Allah ile aldatmaya karşıyım diyor, onun da gereğini yapmıyor; tam tersine Allah ile aldatma teknesinden bir parça hamur nasıl aşırabilirim diye akıl almaz taklalar atıyor. Ve tabii ki akıl almaz hatalar yapıyor. Sonuç ortada: Hezimet.

MHP, dincilerin sahte dinine asla mukavemet edememiş, sürekli bir biçimde Allah ile aldatılmıştır. ‘Allah, din, tekbir’ aldatmalarına yenik düşerek, Türk milliyetçilerinin bir numaralı savunma ve sığınma mercii olan Atatürk’ü çoğu yerde feda etmiştir. ‘Türk’ kelimesini kullanmaktan nefret eden adamlara, sırf ‘Allah ve din’ (!) aşkına sürekli destek çıkmaktadır. Bu zaafının sonucu olarak AKP’nin en netameli geçit noktalarında imdadına yetişmiştir ve buna devam etmektedir. Görünürdeki söylemleri ne olursa olsun, icraatı budur. Atatürk milliyetçisi bir adamım ama şurada ifadeye koyduğum gerçeği görmezlik edemem.

TAVSİYEM O Kİ…
Allah ile aldatmayı aşmak için gereken el birliğiyle yapılmadıkça 31 Mart sonuçları hep karşımıza çıkacaktır. AKP-RTE amblemiyle veya başka bir amblemle.

Akılcılık, cumhuriyetçilik, samimi dindarlık, hele hele Atatürkçülük diye bir meselesi olanların Allah ile aldatmaya karşı her hal ve şartta ortak hareket etmenin bilincine varıp bu bilincin zorunlu kıldığı stratejiyi oluşturmaları artık ölüm kalım meselesi olmuştur. Gereken yapılmaz ise dincilik bu milleti, daha sonra açıklayacağım ‘Veyl Çukuru’na götürecektir.

Bendeniz, bu niyet ve bilincin, örneğin, CHP’de henüz vücut bulmadığını, son dönemlerde Halk TV’de yaptığım programlar sırasında beni oradan uzaklaşmaya mecbur bırakan ‘akıl almaz tavırlar’ vesilesiyle bir kez daha gördüm.

Bu hallerini değiştirmedikleri sürece bunlardan ne köy olur ne kasaba. Hiçbir şeyin farkında değiller. Basiretleri tutuk, kafaları uçuk, tespitleri abuk, bilgileri kopuk. Gezi Eylemleri’nin getirdiği heyecanı kendi eserleri sanarak havalara girdiler, gözleri kimseleri görmez oldu. Sonuç? Sonuç, 31 Mart vakası. İstanbul ve Ankara bile gitti. AKP, yaşadığı onca ölümcül badireye rağmen, oylarını yüzde 7 arttırdı. Anlaşılan o ki, Türkiye’nin çilesi önümüzdeki günlerde iyice ağırlaşacaktır.

Ölümsüz kudretin değişmez yasasını anımsayalım:

“Allah, bir toplumun maruz kaldığı şeyleri, onlar, birey olarak kendilerine ilişkin olanı değiştirmedikçe, değiştirmez. Allah bir topluma bir perişanlık dileyince de artık onu geri çevirecek bir güç yoktur.” (Ra’d suresi, 11)
Zafer ve İstidrac
1 Nisan günkü ‘Allah ile Aldatanların Zaferi’ başlıklı yazım epey insanı tedirgin etmiş. Köşelerinden talimat üzere veya yaranmak için sataşanları buraya taşımayacağım. Ama iyi niyetinden kuşku duyulmayacak bazı yurttaşların sitemleri görmezlikten gelinemez. O sitemlere örnek olarak bir mektubu özetleyeceğim, sonra da cevabî yorumumu arz edeceğim.

Engin Uyar yazıyor: “30 Mart 2014 yerel seçiminden sonra yazmış olduğunuz 'Allah ile Aldatanların Zaferi’ başlıklı yazınızı okudum. Anlatmak istediğinizi çok iyi anladım ama sürekli takipçiniz ve tüm eserlerinizi kitaplığında baş tacı etmiş biri olarak köşe yazınıza attığınız bu başlığın yanlış olduğunu düşünüyorum. Allah ile aldatanlar zafer kazanamazlar. Kazandıklarını sadece zannedebilirler. Bu yazınız, AKP'ye oy vermemiş ve yenilgi aldığını düşünmüş kişiler için psikolojik çöküntüyü körüklemek olacaktır.” 

“Bizleri özgürlükler ve insan hakları konularında iyi günlerin beklemediği açık. Allah helâk edeceği toplumların gözüne perde indirirse o perdeyi kaldırmaya kimsenin gücü yetmez elbette ama bu perdenin inip inmediğini şu an için yalnız Allah biliyor. Birileri ne derse desin siz uyarıcı olmaya, ışık olmaya, zulme maruz kalmışlar için umut olmaya devam edin.”

İŞTE BENİM YORUMUM
Benim yazımdaki ‘Zafer’ tabiri, yerinde kullanılmıştır. 30 Mart sonuçları siyaseten AKP’nin zaferidir. Gerçeğe saygılı olalım. Vakıayı istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz, ona saygı duyarım ama vakıayı yok saymak saygın bir tavır değildir. Vakıa, AKP’nin zaferidir ama vakıanın metafizik arka planı irdelenebilir. Siyaseten bir zafer olan bu sonuç, tarihin diyalektiği açısından bir istidrac olabilir.

İstidrac tabirinin Kur’an terminolojisindeki anlamını Diyanet İslam Ansiklopedisi’nden izleyelim: “İstidrac, Allah’ın ayetlerini, özellikle Kur’an’ı yalanlayanların, bilemeyecekleri yollarla yenilgiye ve azaba maruz bırakılacaklarını ifade eder. İstidrac zalim, kâfir ve azgın kişilerin tedricî olarak felakete yaklaştırılması ve bu esnada kendilerine bazı geçici imkân ve başarıların sağlanmasıdır. Nihayet ilahî azaba uğrayarak yok olurlar.”

Demek ki, zalim azgınların dış görünüş bakımından zafer olarak değerlendirilmesi gereken bazı elde edişleri tarih ve Tanrı açısından birer felaket habercisi olabilir. Kur’an penceresinden baktığımızda, birçok zulme imza atmış bulunan AKP kurmaylarının bir istidrac süreci yaşadıkları söylenebilir.

Allah, 30 Mart sonuçlarıyla birilerine ders verirken birilerine de istidrac yaşatmış olabilir. Biz şu gerçeği göz ardı etmeyelim: Bu günlerden çok daha beterleriyle karşılaşabiliriz. Çünkü bugünlerin dehşetlerini bize yaşatanlar bundan çok daha karanlık dehşetleri de yaşatabilirler. Bunlarda merhamet, dürüstlük, hakka saygı, canlılara sevgi gibi değerlerin bulunmadığı anlaşılmıştır.

Kur’an, insanoğlunun Allah’a eziyet edeceğinden söz etmektedir. Kimler yapar bu eziyeti? Allah’a eziyeti Allah’ın lanetlediği suçları işleyenler yapar. Yaşadığımız günlerin kotarıcıları, işte bu suçları düzineler halinde işleyen ekiplerdir. Daha kötüsünü de yapabilirler.

On iki yıl kol kola, omuz omuza yürüdüğü ve Atatürk karşıtlığında ölümüne beraber olduğu zulüm ortağını ‘zafer balkonu’ndan tehdit eden bir anlayış, ezelinden ‘öteki’ ilan ettiği kitlelere neler yapmaz! 
'Veyl Vadisi'ne sürülüyoruz'
Geleneksel din kitaplarında cehennemin en korkunç azaplarına mekânlık eden yere ‘Veyl Vadisî’ denmektedir. Hurafe gibi duruyor ama ‘veyl’ tabirinin Kur’ansal kullanımını dikkate aldığımızda söylemin yersiz olmadığı görülür. 
Veyl, Kur’an’da en ağır kötülükleri işleyenleri lanetlemek için kullanılan bir sözcük. 27 ayette geçmektedir. Veyl ile lanetlenen suçların tamamına yakını insan hakkı ihlalleriyle ilgili suçlardır. Lütfen, ‘Kur’an-ı Kerim’de Lanetlenen Soy’ adlı eserimi dikkatle okuyun. 
İnsan hakkı ihlallerinin insanı müşrik ve mel’un yapanlarını deşifre eden Maun suresi de bu suçları lanetlerken veyl sözcüğünü kullanmıştır.
Son seçimlerin ortaya koyduğu tabloyu da dikkate alan her vicdan ve akıl sahibi insan şunu soracaktır: Türkiye nereye gidiyor? Bendeniz de bu hayatî soruyu soranlardan biriyim. Bir yurttaş olarak cevabım ve önerim var: Türkiye, akıl düşmanlığının dinleştirildiği, Allah ile aldatmanın saltanatını ilan ettiği ve dinin baştan başa şirk gayyasına yuvarlandığı bir ülke olarak hızlı bir biçimde ‘veyl vadisi’ne doğru gidiyor. 
Türkiye’nin bu vadiye doğru yol aldığını ben, 2006 yılında katıldığım bir ‘Ceviz Kabuğu’ programında 5 saat boyunca ülkenin vicdan ve bilincine ulaştırmaya çalışmış, ayrıca o programı kitaplaştırarak da halka iletmiştim. Türkiye bundan zerre kadar ders almadı, bu mesajı değerlendirmedi. Bela berzahı şimdi iyice derinleşmiştir. ‘Allah ile aldatma’ kırbacını acımasızca kullananlar, 76 milyonluk kitleyi veyl vadisine doğru sürüyorlar.
Yardımcı kırbaçları da var: Beş buçuk katrilyonla kotarılan Diyanet ve onun kotardığı yüz bini aşkın ‘cami’ (Kur’an’ın deyimiyle zarar mescitleri) bu alt kırbaçlardan bazılarıdır.
Aynur Gür, Köln’den yazıyor: “Bu milletin başına pislik yağacak demiştiniz. Bunu derken bugünleri mi kast ediyordunuz? Bundan da beteri olabilir mi? Benim burada yüreğim ağlıyor. Alman vatandaşıyım ama Türküm ve olan bitenden çok üzgünüm. Psikolojik boğulma yaşıyoruz.” 

İKİ MİRAS KUCAKLAŞTIRILMADIKÇA…
Türkiye’de Allah ile aldatmanın temelinde İslam mirasıyla Mustafa Kemal mirasının birbirine düşman gösterilmesi yatıyor. İlk elden tedavi edilmesi gereken yara, dinciliğin emperyalizmle birlikte açtığı bu yaradır. 
Muhalefet, bu yarayı, işbirliği yaparak sarmalıdır. Çünkü hepsinin geleceği bu yaranın sarılmasına bağlıdır. İlk adım olarak, Ağustos ayında Çankaya’ya; vukufu, tefekkürü, dünya önünde saygınlık ve dirayetiyle bu yarayı tedavi edebilecek güç ve yürekte bir isim çıkarılmalıdır. Gün o gündür, siyasal duygusallık günü değil.
‘Süreç’ dedikleri aldatmacanın gerçekten varolması da buna bağlıdır. ‘Süreç, süreç’ denerek halka sürekli yalan söylenmiş, halk, özellikle Kürt halkı aldatılmıştır. Kürt yurttaşlara bütün vicdanımla şunu söylemek isterim: Sizin acılarınıza cevap olacak reçete de Mustafa Kemal’dir; onun vücut verdiği ilk anayasalardır. Bunun böyle olduğunu bir gün göreceksiniz. Dikkatli olun da erkenden görün. ‘Veyl vadisi süvarilerinin yalanlarına artık teslim olmayın.
'Allah ile aldatmak' kitabı üstüne
Dr. Ozan A. yazıyor: “Yılmaz Özdil, Uğur Dündar’ın Arena programında sizin Allah İle Aldatmak kitabınızın mutlaka okunması gereken 2 kitaptan biri (birincisi Nutuk) olduğunu söyledi. Bence bu kitabınız, tüm dünyada bu yüzyılın en önemli kitaplarından biri, belki de birincisi. Bunu kaba bir hayranlıkla falan söylüyor değilim. Dünyanın jandarması ABD, Türkiye'nin de içinde bulunduğu Ortadoğu ile ilgili (bugünlerde çökmüş olan) çok önemli bir proje uyguladı: BOP. Bu proje, adına ‘Ilımlı İslam’ denen yönetim modeline dayanıyordu.”
“Anılan kitabınız, ABD'nin uyguladığı bu projeyi, daha projenin başında, sebepleri, uygulayıcıları ve sonuçları itibariyle deşifre eden bir kitap. Kitapta söyledikleriniz aynen gerçekleşti. Yani kitabınız, dünya jandarmasının, dünyanın bir bölgesinde uyguladığı ve sonuçları itibariyle Avrupa ve Rusya’yı da ilgilendiren bir politikayı çözümledi. Bu nedenle Allah İle Aldatmak kitabına sadece bir ‘dinî eser’ olarak bakılamaz. Onun, aynı zamanda bir ‘dış politika analizi’ olduğunu düşünüyorum.”

BENİM KANAATİM O Kİ…

Allah ile Aldatmak kitabı, Kur’an’ın, tüm dünya için bir kurtuluş reçetesi olan “Allah ile aldatılmayın!” mesajını herkesin anlayacağı bir dille ve büyük bir vukufla kitlelerin önüne koyan kitaptır. Birçok düşünce adımına göre, bu yüzyılın aydınlanma ve uyanış getiren en mühim eserlerinden biridir.
Bu devrim kitabın getirdiği uyanıştan şu gün itibariyle en çok yararlanması gereken ülke ise Türkiye’dir. Bunu herkes biliyor ama kimileri beni kıskandığı için kimileri angutluğu yüzünden kimileri de kitaptaki mesajdan korktuğu için kitabın duyulup okunmaması yolunda gayret gösteriyor. Ne var ki, Yılmaz Özdil gibi büyük ruhlu, büyük yürekli aydınların birkaç cümlelik dikkat çekişleri bile şer çocuklarının bütün gayretlerini etkisiz kılmaya yetiyor.
Kitap için harcanan emek ve çekilen ıstırap, hedefine varmıştır, müsterih olun! Tarihin diyalektiği, etkisini yaratmayacağı bir eserin vücut bulmasına izin vermez. Yaratıcı diyalektik, yoğun engellere rağmen o eserin vücut bulmasına izin verdi. Etkisini de yarattı. Korsan baskılarını da dikkate alırsak eser iki milyonun üstünde satılmıştır. Bu demektir ki birkaç milyon insan tarafından okunmuştur.

Sercan Kaygısız yazıyor: “Keşke bir mucize olsa, benim ömrümden sizinkinin üzerine koyabilsem. Çünkü bu milletin size öyle çok ihtiyacı var ki!!! Son aylarda olanlara bakın! Yüzsüzlük, namussuzluk, Allah ile aldatma ancak bu kadar olur. Hepsi hem suçlu hem mağdur. Vallahi pes!”

Zeki Kanbak yazıyor: “Sizin bu çağda tüm insanlık için Allah'ın bir lütfu olduğunuza inanıyorum ve size sağlıklı ve mutlu uzun ömürler diliyorum.”

Sevim Koyun yazıyor: “Ben öğretmenim. Yükseklisans yapmak istedim, bir üniversiteye başvurdum. Mülakatta sizin kitabınızı okuduğumu söyleyince suratları bir karış oldu. Beni almadılar. İyi ki almadılar. Öyle kara vicdanlı insanların arasında duramıyorum zaten. Türkiye bu kadar acıklı bir duruma düşmüş maalesef.”
'İslamcıların İslam'a ihaneti'
Araştırmacı yazar Nurullah Aydın, ‘İslamcıların İslam’a İhaneti’ başlığıyla yazmış. Dikkatle okunması gereken bir yazı: “İslamcılar din, iman, kitap derler. Dediklerinin tam tersini yaparlar. İslam dünyasında; zenginlik içinde yaşayan dinî önderler, sefaleti yaşayan halk yığınları var. İslam tarihi boyunca; İslam âlimi denen kişiler birbirlerini kâfirlikle suçlamışlar. Mezhepler kurmuşlar, tarikatlar kurmuşlar, böldükçe bölmüşler. Müslümanlar; kim doğru, kim haklı, kim gerçekçi soruları arasında boğuluyor, bunalıyor.”  
“Dinci siyasal liderler yandaş âlim fetvalarıyla katlettikçe katletmişler, soydukça soymuşlar. Aynı anlayış şimdi de sürmektedir.” 
“Siyasal İslamcı hareketler, doğrudan devleti ele geçirmeyi hedefler. Bazıları ise devleti nemalanma aracı olarak görüyorlar.”
“İslam dünyasındaki katliamlar, İslamcıların kendi kardeşlerini öldürme faaliyetidir.
Müslümanları katledenler yanında katlettirenler de İslamcıdır. Müslüman Müslümanın katili, suçlayıcısı, itham edicisi, soyucusu, aldatıcısıdır.”  
“Hırsızlığın meşru olduğuna, bağışın hırsızlık olmadığına, yalan söylenebileceğine, emeksiz, sebepsiz zenginleşmenin haram olmadığına, ölü eşle cinsel ilişki de bulunulabileceğine, kardeş katlinin caiz olduğuna, şeyhi ile badelenmenin, takiyyenin caiz olduğuna fetva verenleri var. Bunlar kendilerini Müslüman diye tanıtıyor. İslam bunların tekelinde. Kendilerinden olmayanları Müslüman bile görmüyorlar.” 
“Müslümanlar; olguları/kavramları yüzeysel tartışıyor. Mağdur-mazlum, haklı-haksız kavramları iç içe geçmiş durumda. Övenler-yerenler, suçlayanlar-suçlananlar sürekli dini kav-ramlar üzerinden gidiyor. Güç, makam, şöhret, servet için çatışan, takiyye yapan, değişen dönekleri var.”  
“Müslümanlar arasında, tuzu kuru olanlarla yoksullar ilişkisi; bîat-itaat odaklı dengeye oturtulmuştur. Çelişkiyi sorgulayanlar; nefrete, öfkeye muhatap oluyor.” 

SAMİMİ MÜSLÜMANLARIN İŞİ ZOR!
“Samimi Müslümanlar; olup bitenleri analiz edemiyorlar, akılcı değerlendiremiyorlar. Samimi Müslümanlar; maddî hayatla manevî hayat arasında ikilem yaşıyorlar. Samimi Müslümanlar; gerçeklerle yüzleşemediler, yüzleşemiyorlar. Söylenenlere güven duyma saflığı, bunları bunaltıyor. Samimi Müslümanlara; her seferinde güvendikleri kişilerce, hayal kırıklığı yaşatılıyor. Samimi Müslümanlar; önderleri olanları sorgulamadılar. Görmek istediklerini görüyorlar, çelişkileri, istismarı yok sayıyorlar. Fikir ayrılıklarını içtihat/yorum ayrılığı görüyorlar. ‘Fikir ayrılığında, ihtilafta rahmet var’ diyorlar. Fikir ayrılığı dediklerinin çıkara dayalı ayrılık olduğunu fark edemiyorlar.”  
“İslamcı önderler; dinî üslubu ve motifleri, iktidar tekelinin tutkalı olarak kullanıyorlar. İslamcı önderler; iktidarı bırakmazlar. Gerekirse çocuklarını, kardeşlerini, halkı katle-derler. İslamcı önderlerde; servet/mal biriktirme, para/maaş, makam/koltuk, şöhret gibi talepler, manevî değerlerden önde gelir. Nefis açlığını doyuramazlar. Gerçekleri konu-şanlara, yazanlara karşı nefret ve öç alma tutkusu ile hareket ederler.” 
“Amaca ulaşmak için her yol mübah derler.” 

Günümüz İslam dünyasında hemen her ülkede Müslümanların durumu bu. Peki, ya ilahî mesaj ne diyor?”
Ahlaksızlık ve şeytan sitesine doğru
‘Şeytan sitesi’ tabirini, ‘ahlaktan Tanrı’ya gidiş’ felsefesinin öncü filozofu İmmanuel Kant’ın ‘Tanrı sitesi’ tabirine mukabil kullanıyorum.

Alman filozofu Kant (ölm. 1804), ‘tabiatın süsü’ diye andığı ahlakı hayatın, felsefenin ve Tanrı’ya imanın olmazsa olmazı bilmesiyle ünlüdür. Kant, felsefeye şunu egemen kılmıştır: Tanrı’dan ahlaka değil, ahlaktan Tanrı’ya gidilir. Aksi mümkün değildir. Kant’a göre, Tanrı’nın varlığı ahlakın varlığına ve gerekliliğine kanıt değildir, ahlakın varlığı Tanrı’nın varlığına ve gerekliliğine kanıttır. O halde, din meselesinde esas olan şu formüldür: “Ahlaklı ol ki, Tanrı’ya iman etmiş olasın.” Bunun aksi olan şu söylem geçerli değildir: “Tanrı’ya inan ki ahlaklı olasın.”

Hemen söyleyelim: Kant’ın tezi, Kur’an’ın tezinin aynısıdır.

Kant, erdem bağıyla birbirine bağlı bireylerden oluşan ahlak toplumunun vücut verdiği ülke ve yönetime Tanrı sitesi demektedir. Buna göre, Kant’ın tespitinin aksini esas almış bir ülke ve yönetim için şunu söylemek gerekecektir: Birbirine çıkar bağlarıyla bağlı ahlaksız fertlerden oluşan bir ülke - yönetim bir tanrısızlık veya şeytan sitesidir.

Ölümsüz Kant, sanki bugünkü dincilerin ciğer röntgenini önümüze koyar gibidir.

Kant’a göre, Tanrı-insan ilişkisi, klasik teolojik delillerin hiçbiriyle sağlam bir temele oturtulamaz. “İnsan-Tanrı ilişkisi ancak ahlak yoluyla kurulabilir. Kendimizi ahlak dışındaki yollarla Tanrı’ya kabul ettirmeye kalkmanın sonu putçuluğa çıkar.”

Bugünkü İslam dünyasında, özellikle bugünkü Türkiye’de çıktığı yer de putçuluktur. Sayıları binlerle ifade edilen ve Kur’an tarafından ‘zarar veren mescitler’ olarak adlandırılan Allah ile aldatma ve riyakârlık arenaları camiler bu putçuluğu, gören gözlerden saklayamaz.

Siyaset ve saltanat dincileri, Tanrı’ya ahlaktan değil de ahlaksızlıktan gitmeye kalkarak, Tanrı’yı yüceltmek yerine kendi putlarını tanrılaştırmak gibi pis bir çukura yuvarlandılar. Bu veyl çukurunun süvarileri, ne yazık ki, şimdi Türkiye’yi o şeytanî-putçu çukura doğru ısrar ve inatla sürüyorlar. Bugünkü Türkiye’nin felaketi işte bu sürülmedir.

KURTULUŞ SAVAŞI’NDAN DAHA KÖTÜ GÜNLERDEYİZ

Türk siyaseti, yarım asra yakın bir zamandan beri şeytan sitesi siyaseti olmaya itiliyor. Son on yılda ise Türkiye’nin bir şeytan sitesi haline getirilmesi resmîleşti, devlet iradesine dönüştü. AKP ile zulüm ve ahlaksızlıkta ortağı olan örgütün oluşturduğu dinci yapı, yolsuzluk ve ahlaksızlık operasyonuyla da görüldü ki, tam bir erdemsizlik ve ahlaksızlık yapısıdır. Bu yapı, Türkiye’yi şeytanın sitesi olmanın eşiğine yaslamış bulunuyor.

30 Mart seçimleri gösteriyor ki, ülke bu eşikten içeri sokulmak üzeredir. Şu an için tek engel, muhalefetin basiretini işleterek ortaklaşa çıkaracağı bir cumhurbaşkanı olabilir.

Cumhurbaşkanı, İslam mirasıyla Atatürk mirasını aynı vukufla hazmetmiş, İslam’la Atatürk’ü aynı samimiyetle seven, iki mirası dirayet ve cesaretle kucaklaştırabilecek ve dünyanın önünde bu birleştirmenin savunusunu liyakatla yapabilecek bilge ve cesur bir şahsiyet olmalıdır. Umarız, muhalefet bu noktada ‘duygusal’ değil de ‘akıllı ve vatanperver’ davranır.

Özetleyelim: Türkiye, Tanrı’ya ahlaksızlıktan gidilebileceğini iddia eden bir ‘veyl ekibi’nin kotardığı ‘Tanrısızlık sitesi’ne doğru yol almaktadır. Bu durum bizi, Türk Kurtuluş Savaşı’na öngelen günlerden daha kötü günlerle yüz yüze getirmiş bulunuyor.
Bize öğretilen, Kur'an'ın dini değil
Orhan Turgut yazıyor: “53 yaşında lise mezunu birisiyim. Sizi yaklaşık 15 yıldır izliyor ve okuyorum. Okul yıllarından beri öğrendiğimiz şu: Allah'ın en iyi kulları bizleriz. Diğer milletler gayrimüslim, gâvur. Oysaki bütün ölüm, zulüm, savaşlar ve bombalar Müslüman ülkelerde. Okul yıllarından beri ibadetini yapan birisi olarak bu çelişki kafamı hep meşgul etmiştir. Kitaplarınızı okudukça karanlıkta göremediğim şeyleri görmeye başladım. Sizin akıl ve ilim ışığınız sayesinde gördüm ki bizler kafamızı kuma sokmuşuz. Düşünüyorum, Allah ne istemiş, biz ne yapmışız! Bunu şimdi çok iyi anlıyorum.”

“Okuma sevgisini, bilimselliği, akılcı düşünmeyi sizin sayenizde kazandım. Şimdi, okumadığım gün yok. Atatürk'ü sizin sayenizde tanıdım. Okullarda biz sadece ismini ezberlemişiz. O dehayı tanıyınca, yabancıların onun için söylediğini görünce dönüp ona nankörlük edenlere bakıyorum, kahroluyorum. Oysaki hepimiz biliyoruz, bu millete Allah'ın bir yardımı, bir lütfudur Atatürk. Bu millet için annesinin cenazesine dahi gidememiş, aylar sonra mezarını ziyaret edebilmiştir. Bu millet bu hakkı nasıl ödeyecek! 

“Allah size uzun ömür versin; ışığınız, aydınlığınız yayılmaya devam etsin. Siz Allah'ın bu millete bir lütfusunuz. Bizler de bu ışığın çevremize yayılmasına yardımcı olmaya çalışıyoruz. Ömrünüz uzun olsun, size çok ihtiyacımız var. Emeğiniz boşa gitmiyor hocam.”

Mustafa Çay yazıyor: “Böylesine kirlenmiş ve birçok insanın dini ticarete çevirdiği bir dünyada inancını yaşamak öylesine zor ki! Sizi çok uzun süredir takip ediyorum. Anlattıklarınız; din tüccarlarından, din adına siyaset yapanlardan öylesine uzak ki! Diğerleri el ayak öpmenin, din adı altında her tür-lü ahlaksızlığı yapmanın hesaplarını yaparken, siz birey odaklı bir inançtan söz ettiniz hep. Kur’an'ı anlamanın, onu papağan gibi tekrar etmekten çok farklı olduğunu dile getirdiniz. İçsel yolculuğumuzda çok önemli farkındalıklar kattınız bize.” 


Mustafa Ekmekçi, ‘Yaşar Nuri’ başlıklı bir şiir yazmış. Gönüldaşlarımızın vicdanlarına bir kayıt düşmek için veriyorum: “Geceleri çağırdı seni zaman Bir sana baktı bir geceye
Emzir dedi beni hiç nefes almadan İlmi emzir, tarihi emzir… Emdikçe emesi geldi gerçeği. Gece yoruldu sen yorulmadın Güneş vurdu kalemine Bir sana baktı zaman bir insanlığa Ve şöyle dedi: Sen sonsuzluğun çocuğusun! Kâğıda yazmıyorsun gerçeği Taşa kazıyorsun. Üzülme! Sana bağıranlar Zamana bağıranlardan farksız Sana bağıranlar korkak ve izzetsiz Onlar alçak ve mesnetsiz.”
'Atatürk'ün anlatmak istediği buydu!'
Başlığımız, Gaziantep’ten yazan bir okuyucumuzun Allah ile Aldatmak kitabımızla ilgili cümlelerinden biridir. Soner Özer adlı bu yüksek ferasetli ve berrak vicdanlı yurttaşımızın tarihsel önemdeki mektubunu halkımızın idrakine ulaştırmayı görev saymaktayım. Şöyle yazıyor: “Değerli hocam! Hangi samimi ve temiz Müslüman, hatta merak saiki ile de olsa, Müslüman olmayan insan vardır ki, şu soruyu, kendine sormamış, üzerinde düşünmemiş olsun: ‘Kur’an gibi bir kitabı, Hz. Muhammed gibi bir peygamberi varken, İslam âleminin ve Müslümanların perişanlığının, bitip tükenmek bilmeyen çilelerinin sebebi nedir? Müslümanlar ile aklın, bilimin, aydınlanmanın ve uygarlığın arasındaki aşılmaz, yıkılmaz duvarlar nedendir? Bunları kim ördü?’
“Yüzyıllar boyunca, ilim ve vicdan sahibi birçok insan, bu soruyu muhtelif yönlerden cevaplamıştır. Ancak, okuyunca görülüyor ki, o trajik, ıstıraplı sorunun, hiçbir kuşkuya yer bırakmayan, açık, net cevabı, derli toplu bir biçimde, ‘Allah İle Aldatmak’ adlı eserinizde verilerek, İslam kamuoyuna ve Müslümanların vicdanlarına iletilmiştir.”
“Allah İle Aldatmak kitabı, İslam’ın ve insanlığın, yüzyıllardır felaketi olmuş ve olmaya devam eden aldatışın, şeytanî şifrelerini çözmüştür.”

‘MÜKEMMEL BİR DAVA DOSYASI’
“Allah ile Aldatmak kitabı, hükme bağlanmış, mükemmel bir dava dosyası. Kılı kırk yaran bir soruşturma yapılıp müthiş bir iddianameye bağlanmış bir dosya. Allah İle Aldatma suçunun failleri olan ‘İdris sûretinde iblisler’ ve ‘Mürşit lakaplı müşrikler’ ile ilgili verilen hükmün isabeti hakkında, vicdanlarda, en küçük bir şüpheye yer bırakılmamıştır. Allah ile Aldatmak kitabı, Kur’an İslamı ile ‘tahakküm teolojisi’ne dayalı (günümüzün ünlü ve popüler tabiriyle) paralel, yapay İslamı birbirinden ayırıp Allah İle aldatmanın zalimlerini, tarih huzurunda mahkûm ediyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün de, Milletine anlatmak için çırpındığı bu değil miydi?”
“Karar gerekçesindeki şu satırların, okuyucunun hafızasından ve vicdanından, kolay kolay silineceğini sanmıyoruz: “Din temsilcilerinin, tarihsel kötülüklerinin eleştirilmesinin bir insanlık görevi olduğu, bugün artık herkesçe, hatta din temsilcilerince kabul edilmektedir.” 

ALLAH İLE ALDATMA VARSA KURTULUŞ YOKTUR
Müslüman halklar, Ortadoğu despotizmlerinin hesabına uygun olarak kutsallaştırılmış buyrukları din sanıyor, onları yaşıyor. Bu durumu çok iyi bilen aldatma sektörleri, halklara sürekli dini kullanarak yaklaşıyor, onları daha ilk anda elsiz, dilsiz hale getirerek istediği şekilde ve istediği oranda aldatıp sömürüyor. Müslüman halkın en büyük zaafı, dinini, uyanma ve sorgulama aracı olarak değil de uyuma ve susma aracı olarak kullanmasıdır. Bütün Müslümanların en büyük zaaflarından biri, belki de birincisi işte budur. En büyük zaaflarından biri bu olmasaydı, Kur’an “Allah ile aldatılmayın!” ihtarına gerek görür müydü! Bu­gün in­san­lık ve o ara­da Türk insanı, Allah ile al­dat­ılmama­nın en zor­lu dev­re­si­ni ya­şı­yor. Kü­re­sel ve or­ga­ni­ze al­dat­ma sektörlerinin fa­a­li­yet­te ol­du­ğu bir sü­reç­tir bu. İşte bunun içindir ki ‘Allah ile Aldatmak’ adlı kitabımızın küresel bir insanlık hizmeti verdiğine inanmaktayız.
Keramet, özgürlük ve onur demektir
Dün, 23 Nisan Bayramı idi. Bütün halkımıza, özellikle çocuklarımıza kutlu olsun! Bu bayramı bize hediye eden Müdafaayı Hukukçu, Kuvayı Milliyeci, kısacası Millî Mücadeleci dedelerimize hürmet ve şükranlarımızı arz ediyoruz. Özgürlük savaşımız kadar aydınlanma ve bağımsızlık şuurumuzun da öncüsü olan ölümsüz Mustafa Kemal’e tâzim ve minnet duygularımızı sunuyor, aziz hatırası önünde şükranla eğiliyoruz. Ve o büyük ruhtan, ona layıkıyla evlat olamadığımız için, onun mirasını tehdit ve tahripten uzak tutamadığımız için bizi affetmesini diliyoruz.

Kur’an, en büyük kerametin özgürlük olduğunu, insanı diğer varlıkların üstüne çıkaran meziyetin ondaki özgürlük cevheri olduğunu söylemekte, bu cevherin hayata geçmesi için kavram ve kurum düzeyinde tedbirler getirmektedir

Keramet, Müslüman dünyayı asırlarca akıl ve özgürlükten nefret eder hale getiren tarikat putçuluğunun dayatmaları değil, işte budur. Bu konu üzerinde birkaç yazıyla duracağız.

KUR’AN’IN KERAMET ANLAYIŞI
Kur’an terminolojisi üzerine ‘el-Müfredât fî Garibi’l-Kur’an’ adlı aşılmamış bir eser yazan Isfahanlı Râgıb (ölm. 502/1108) kerametin Kur’an dilindeki yerini bakın nasıl tanıtıyor: “Kerem ve keramet, Allah’ı nitelemek için kullanıldığında, Allah’ın belirginleşen ihsan ve nimetlerini ifade eder. İnsanı nitelediğinde ise insandan zuhur eden övülesi nitelik ve huyları ifade için kullanılır. Bazı bilginlere göre kerem, hürriyetle aynı anlamdadır, ancak hürriyet, küçük ve büyük bütün özgürlük değerleri için kullanıldığı halde keramet sadece yüksek nitelikli özgürlük değerleri için kullanılır.” (Râgıb, krm mad.)

Kur’an, kerem sözcüğünü, karşıtı olan zillet, pısırıklık, boynu büküklük, bağımlılık anlamındaki ‘hevn’ sözcüğüyle aynı ayette kullanmış ve iki kavram arasındaki zıtlığı çok açık biçimde göstermiştir: “Allah'ın hakir kıldığını/tasallut ve küçümseme altına soktuğunu lütuflandıracak/tasallut ve küçümsemeden kurtaracak kimse olamaz. Allah, dilediğini yapar.” (Hac, 18)

Bu ayette özgürleştirmenin karşıtı olarak kullanılan ‘yühin’ fiili, hevn ve hevan köklerinden gelen bir fiildir. Hevn ise Râgıb’ın beyanına göre, ‘kimsenin tasallut ve küçümsemesi altına girmemek ve kimseyi de tasallut ve küçümseme altında tutmamak’ demektir. Dikkat edilirse bu tanım, Türk Kurtuluş Savaşı’nın öncüleri olan Müdafayı Hukuk kadrolarının anlayışının bir tanımı gibidir. Cumhuriyet devrimlerinin temel felsefesi de budur.

Kerem kökünden sözcükler Kur’an’da elliye yakın yerde geçer. En çok kullanılan sözcük kerîm sözcüğüdür. 27 yerde kullanılmıştır. Allah’ın isim-sıfatlarından biri de Kerîm’dir. (Neml, 40; İnfitar, 6) Cebrail’in sıfatlarından biri de Kerîm’dir. (Haakka, 40; Tekvîr, 19) Kur’an’ın sıfatlarından biri de Kerîm’dir. (Vâkıa, 77)

Bütün bu kerim sıfatları, niteledikleri varlığın aynı zamanda bir özgürlük idesi veya kaynağı olduğuna dikkat çeker. Kerîm sözcüğü mübalağa (ileri derecelik) kipi olduğundan bu kaynaklık ileri derecede olacaktır. Onun içindir ki, biz, Kur’an Meali’mizde Kerîm sözcüğünü Kur’an için anlamlandırırken ‘özgürlüğün kaynağı’ dedik. Aynı şekilde, Esmaül Hüsna’nın Kerîm maddesini anlamlandırırken de Allah’ı ‘özgürlüklerin kaynağı’ diye nitelendirdik. İslam dünyası ise Kur’an’ı asırlardır, köleliklerin kaynağı olarak algılamaktadır.
Yarınlarımızın ışığı işte bu gençler!
Önce şu, filozof mektubu gibi içerikli, etkileyici ve sarsıcı mektubu okuyalım. Ve altını çizelim: Bu mektubu yazan, 19 yaşında bir genç. Yani neredeyse bir çocuk. Ama ne çocuk! Ruhunda aydınlığın, ümidin, sevginin, gayret ve fedakârlığın çiçekleri ağaca dönüşmüş bir ‘ümit ve gelecek çocuk’. Adı, Fuat Tıska. Şöyle yazıyor: “Ben 19 yaşındayım ve sizi 2 senedir takip ediyorum. Öncelikle size şükranlarımı sunuyorum. Dini öğrenmeye çalıştığım yıllarda, bana Kur'an mümini olmayı öğrettiniz. Ve Atatürk'ü savunmayı öğrettiniz. Atatürk'ü 'eleştiren', aslında söven adamlara o yaptıklarınız, dedikleriniz tamamen benim demek istediklerim. Hatta sizin o harikûlade Türkçeniz ile daha da iyisi. Yetmiş milyona hitap eden sanki benim!”

“1999 yılında yazdığınız bir yazıda 'çıplak uyarıcı'dan bahsediyor, çıplak uyarıcı iki yüzyıla yani 20. ve 21. asra hitap edecek diyorsunuz. Öte yandan siz ‘Atatürk yalnızca 20. asrın değil, 21. asrın da lideri olacak’ diyorsunuz. Sizin mehdi anlayışını kabul etmediğinizi düşünüyorum. O halde 'çıplak uyarıcı' olarak Atatürk bu iki yüzyıla hitap eden kişi midir? Bunu mu demek istediniz? Atatürk hurafeyi yıktığı için zaten Kur’anî anlamıyla bir uyarıcıdır. Sadece Kur'an'ı Türkçeye çevirtmesi yetmez mi?”

“Çevremde size dualarını eksik etmeyen, dua eden çok kişi var. Ben de, daha yaşamımın başı denilecek dönemde beni Kur'an ile tanıştırdığınız için şükran ve dualar ediyorum. Sağlığınıza duacıyım. Maun suresi ihlalinin kol gezdiği, hak sayıldığı ülkemizde, hakkın dili olan size elbette tepki olacaktır. Çünkü onlara göre siz haksızsınız. Ama neticede siz Hak'ka karşı sorumlusunuz, O'na hesap vereceksiniz; halka değil.”

Murat Keser yazıyor: “Afyonkarahisarlı Sünnî bir ailenin oğluyum. Yazılarınızı okuyup, televizyon programlarınızı dikkatle ve ibretle izlemekteyim. Dinimize ve ülkemiz insanlarına yaptığınız hizmetleri takdir duyguları içindeyim. Sizin gayretlerinizle Kur’an’ı okuyup düşünmenin ve aklı işletmenin ne kadar önemli ve elzem olduğunu fark ettim. Yüzyıllarca nasıl uyutulduğumuzu, nasıl aldatıldığımızı dehşetle idrak ettim. İnşallah milletimizin büyük çoğunluğu bunun farkına varır.”
“Öğrettiklerinizi büyük bir heyecanla yakın çevreme dilim döndüğünce anlatmaktayım ve kitaplarınızı tavsiye etmekteyim. Bu çabalarınızın bir gün meyvesini vereceğine gönülden inanmaktayım.”

“Çocukluğumdan beri kendi kendime Müslümanların yüzyıllardır süren geri kalmışlığının nedenini düşünüp durur ama bir cevap bulamazdım. Sizi okuyunca aradığım cevabı buldum. Uzun yıllar milletimizi aydınlatmanızı diliyorum.”

Yasin Kerimli Azerbaycan’dan yazıyor: “Sizin verdiğiniz mutluluk formüllerini alıp benimsedim. Sizin varlığınızla gurur duyuyoruz. Tüm konuşmalarınızda tükettiğiniz nefes, yazdığınız kitaplardaki harfler kadar teşekkürler.”

Erkan Duru yazıyor: “Kurtuluş Savaşının Kur’anî Boyutları adlı üç ciltlik eserinizin yayınlanmasını, bir annenin çocuğuna kavuşacağı günü bekler gibi heyecan ve sabırsızlıkla bekliyorum. Atatürk için dökülen gözyaşlarınız ‘cennet ırmağı’ olsun.”  
Tanrı ve tarih zalim toplumu cezalandırır
Murat Toklu yazıyor: “Yıllardır Allah ile aldatanlarla Maun mücrimleri konusunda insanları uyarıyorsunuz. İnsanlara mesajı direkt ve net veriyorsunuz. Adûdlar kadar angutları da uyarıyorsunuz.” “Tüm kalbimle bu anlattıklarınızı okuyorum ve sosyal medyada beni takip eden 5000’e yakın insana bu mesajları birebir aktarıyorum. Kitaplarınızı ve programlarınızı sürekli olarak tavsiye ediyorum. Her kitabınızdan 2 tane alıyorum; birini de Allahın bir kuluna hediye ediyorum.” “Şunu da tarafınıza arz etmek istiyorum. Nemrut’u küçük bir sinekle helâk eden Yüce Allah, bugünkü nemrutları helâk edemez mi? Eder ama etmiyor. Neden?”

Hakan Ürkmez’in mektubu, Murat Toklu’nun beklediği cevabın ta kendisi: “Yüce Allah’ın ‘Bir toplumun bireyleri kendi içindekini değiştirmedikçe ben o toplumun kaderini değiştirmem’ (Ra’d suresi, 11) ayeti sanki bugün için inmiş gibi.”

“Kur’an, firavunları destekleyen, onların yaptıklarını kabullenen, onların her türlü zulmüne boyun eğen kavmi hem bu dünyada hem ahirette lanetlemiş. Günümüze baktığımızda, özellik-le Müslüman âleminin düştüğü duruma projektör tutmuyor mu bu ayetler? Medenî ülkelerde marketin çatısı çöktü diye adamlar istifa ediyor, bizde, ülkenin çatısını çökertiyorlar ve hepsi yerinde kalmaya devam ediyor. ‘Yiyorlar ama iş de yapıyorlar’ sözünün lanet olarak bu ülkenin üstüne döneceğini düşünmeyecek miyiz?

Burak Solmaz yazıyor: “Ben Sürmene'li bir ailenin damadıyım. 25 yaşında evlendim. Eşimin babası Sürmeneli bir denizci idi. Bu dünyadan giderken arkasında öyle bir iz bıraktı ki, onu düşününce gözlerim doluyor. Ona karşı tam bir baba duygusu besledim. Bana söylediği bir cümle beni sizle tanıştırdı. Ben, eğitimi tastamam biriydim ama kayınpederimin karakterinin yüksekliği karşısında ezilirdim. Bir tartışma programında ekranda siz ve karşı konuk konuşuyordu. Kayınpederim döndü ve sizi işaret ederek şöyle dedi: “Bu adamın konuştuklarını bu akşam izleyenler hazmedemeseler de sözleri hepsinin hafızasına kazınacak. Eğer sen Allah katında onurunla, gururunla ve kâmil insan olmak adına yürüyeceksen işte o yolda bu adamla buluşacaksın.”

“Bu söz, beni sizin gittiğiniz yoldan yürümeye sevk etti. Kitaplarınızı okuyorum, Allah yolundan ayrılmamak için kendime sürekli telkinde bulunuyorum. İnsan olmak çok zor, bu yolda olmak çok zor. Yaşadığımız dönem, çevremizdeki insanlar bizleri Tanrı yolundan döndürmek için sanki bir uğraş içindeler. İşte siz öyle bir yerde duruyorsunuz ki, ışığınız ve fikirleriniz bizim bu yolu kaybetmememizi sağlıyor. Sokak TV'de ki programınız haftada bir yetmiyor hocam, bunu artıramaz mısınız?”

Erdal Turan yazıyor: “Siz bu ülkeye Allah’ın lütfusunuz. Bizi Kur’an’la, akılcılıkla tanıştırdınız. İlimde, imanda, irfanda hiç durmak olmadığını, hep ilerlemeye yelken açıldığını size bakarak çok net görüyorum. Sürekli akan bir pınar gibisiniz. Sizde bazen İmamı Âzam Ebu Hanîfe, bazen de Şemsi Tebrizî dile geliyor. Kur’an’ın Sokak TV’deki tefsirini dört gözle bekliyoruz. Ufuk açmaya devam edin. Hallâc-ı Mansûr adlı şaheseriniz, âdeta beni onun yanına götürdü.”
Bu mektubu vicdanlarınız okusun!
Bütün ateistlere, Kur’an’a kayıtsız kalanlara, hatta bütün Türkiye’ye söylüyorum: Aşağıda vereceğim mektubu çerçeveletip duvarlarınıza asın, ama ondan önemlisi, Türkiye’nin dertlerine reçete gibi duran bu mektubu vicdanlarınıza yazın. Bir mektup ama bin kitaba bedel. Bir varoluş hatasını düzelten yaşanmış bir deneyim. Fransızların ünlü tabiriyle bir ‘eksperyans vekü’

Tüm aydınlarımıza, özellikle aydın geçinenlerimize tam bir ibret dersi olan bu mektubu, Vedat Savaş adında yüksek vicdanlı bir adam yazmış. Ben, secdeye taşıdığım pek çok ateistten buna benzer mektuplar aldım ama bu mektup, Kur’an’a odaklanma açısından müstesna bir yazı. Buyurun, ibretle, ürpererek, biraz da gözyaşıyla okuyalım:
“Ben 50 yıllık hayatını ateist olarak geçiren bir kişiyim. Sokak TV’deki programa başladığınızdan beri sizinle birlikte hayatımda ilk defa Kur’an duyuyorum. Kur’an’ı okurken ilk önce kendimde var olan kompleksi yendim. Oturduğum her sohbette, her karşılaşmada lafı siyasete çekmek ve Firavunları eleştirmek bende son zamanlarda kompleks yaratmıştı. Şimdi yüzüme tokat patlatıyor Kur’an. Daha ilk surede ‘Oku’ emrinden hemen sonra benim gibi konuşmaya başlıyor. ‘Kompleksli olan, riyakâr olan, susanlardır; onlar dilsiz şeytanlardır; konuş’ diyor bana Kur’an.”

“Hele bir Maun suresi var ki! Nedir bu!!! Siz çevirirken bir şeyler mi ilave ettiniz buna?! Her sözü, her hecesi, her kelimesi nasıl oluyor da içimi titretiyor! Nasıl olur da bugünkü  Firavun’a söylenebilecek ve söylenmiş olan en güzel söz orada yer alır?!”
“Maun suresini dinlerken Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi geliyor aklıma. ‘Hadi, diyorum, Firavun, bu hitabeyi okullardan indirdin, ya ben Maun suresini normal okullara, hatta imam hatip okullarına asarsam ne yaparsın?!”

“Sizden bir isteğim var: Programınız Sokak TV’den izlenebildiği gibi Youtube’dan da izlenebiliyor ama ne yazık ki Youtube yasaklıdır benim ülkemde. Onlar hırsızlıklarını, makaralarını, cinayetlerini, pisliklerini gizlemek için yasakladılar belki ama aynı zamanda size de ulaşmamızı engellediler. Lütfen, çalıştığınız arkadaşlara söyleyin de bu videoları internette başka video sitelerine de yüklesinler. Buraya yüklenmiş her şey sonsuza kadar kalacak sanırım. Benim isteğim, İstanbul’da bir elinde Arapça, bir elinde Türkçe Kur’an olan annemin de sizi duyabilmesi. O hep bana kızan, ‘Of, sus, yeter, hep siyaset konuşuyorsun’ diyen annemin Maun suresini duyunca nasıl şaşıracağını görmek istiyorum. Lütfen, çalışma arkadaşlarınıza bildiriniz.”
“Sesinizin hiç kesilmemesini dilerim!”

İlker Dağ yazıyor: “Yaşım 28. Erzincanlı bir ailenin Alevi çocuğuyum. Hacı Bektaş ve Hz.Mevlana’nın aşk postundan nasip alan Seyyid Mahmud Hayrani aslındanım. Bugün Tunceli, Erzincan ve Sivas bölgesinde yerleşmiş Kureyşan ocağının bir ferdiyim. Dedebaba statüsünden geliyorum. Sizi 2 senedir takip ediyorum. Kur’an anlayışınız ve bilginiz, doğrusu aklımı fethetmiş durumdadır. Sizin gibi kâmil insan bizim Alevi-Bektaşi inancında Kâbe sayılır. Size ulaşmamız, cemal cemale olmamız, sizden bize bir nasihat, Kur’an bilginizden bir nasip var mıdır? Aklımızı, kalbimizi sizin Kur’an bilginizle meshetmemiz mümkün müdür?”
Gençlik felaketin farkında
Gençlik, ülkeyi yakıp kavuran ‘Allah ile aldatma felaketinin farkında. Farkında ama ellerinden tutan, yanlarında yürüyen yok. Gezi eylemleri münasebetiyle gördük ki, Allah ile aldatmanın yalancı ve talancı güç odakları, bu ‘farkında olan gençler’den çok rahatsızlar. Onların sabi yaştakilerine bile tahammülleri yok.

Allah ile aldatanların tahamülleri de yok, vicdanları da. Bunun içindir ki ‘farkında olan gençler’in haklarını, ümitlerini gasp ederek kendi haramzade çocuklarına Karunî servetler yığmanın gayretindeler. Bunu başarı sanıyorlar. Bunun bir zehirleme, bir cehenneme sevk etme olduğunun farkında değiller. Farkında olamıyorlar, çünkü Allah basiretlerini bağlayıp kalplerini mühürlemiş. Uyanışları ancak cehennemde olacak

Şimdi biz, meselenin farkında olan gençlerin en seçkinlerinden biri olduğunu gördüğümüz A. Topaloğlu’nun tarihsel bir ders gibi duran mektubunu kısmen özetleyerek okuyalım: “Üniversite 1. sınıfta öğrenciyim. Sizi tam anlamıyla takip etmeye başladığımda lise 3. sınıfa gidiyordum. Yaptığınız televizyon programını aksatmadan ağabeyimle birlikte takip etmeye çalışıyorduk. Toplumun genel kabulleri dışına çıkmanız ve alışılagelmiş şeylerin dışında konuşmanız dikkatimi çekiyor ve bu sayede bir şeyleri düşünmeye, sorgulamaya başlıyordum. Din hayatımız, toplumsal baskı ve gelenekçi anlayışla şekilleniyordu. Siz ilk defa bunların aksini  söyleyerek akla ve sorgulamaya önem vermemizi, Kur'an'ı anlayarak okumamızı söylüyordunuz. Korkmadan düşünmemizi söylüyordunuz. Daha önce kimse bize böyle şeyler söylememişti.”
“Küçüklükten beri Kur'an kurslarına gider ve sadece Kur'an'ı Arapça harflerle telaffuz ederdik. Kimse bize Kur'an'ı anlayarak okumayı söylememiş, kimse  insan haklarından, ahlaktan, iyi insan olmaktan bahsetmemişti. Çocuktum ve düşünmekten uzaklaştırılıyordum. Bir şeyleri sorgulamam istenmiyordu. 3 kere cumaya gitmeyenlerin dinden çıkacağı söyleniyordu. Ben de 3 kere cumaya gitmemiştim ve bir süre dinden çıkıp çıkmadığımı düşünüyor, korku içinde geziyordum.”

“Nihayet sizle tanıştım. Artık sorduğum sorulara akla ve mantığa uygun cevaplar bulabiliyordum. Ve en önemlisi bu soruların tümünün Kur'an'da cevabının bulunduğunu öğreniyordum. Sizle tanışmamdan sonra daha çok sorguluyor, daha çok düşünüyordum ve düşündükçe ufkum açılıyor, bir şeyleri daha iyi kavrayabiliyordum. Kur'an'ın dini ile dışarıda yaşanan din çok farklıydı. İnsanlar, farklı şeyler söylediğinizde sizi dinlemiyorlardı. Yaşadıklarının tersine bir şey söylediğiniz anda kâfir olarak nitelendiriliyordunuz.”

“İnsanlar, inandıkları şeyin yanlış olabileceğine ihtimal dahi vermiyorlar. Bir yandan toplumda böyle şeyler yaşanırken bir yandan da prof. unvanlı kişiler çıkıp sizin tam aksinize bunları destekliyor ve gelenekçi dine arka çıkıyorlardı. Evet, onları da dinliyordum, acaba bir şey öğrenebilir miyim diye ama hiçbiri akla ve mantığa uygun şeyler söylemiyordu. Ve en önemlisi sizin düşüncelerinizi belirtirken önümüze Kur'an ayetleri sunmanızın aksine bu prof. unvanlı kişiler hadis patentli şeyler söylüyorlar, her şeyi bu hadisler üzerinden anlatıyorlar.”

“Birçok insan, akıl ve mantığı geri plana atmakta, hissiyat ve sanıyla konuşmakta. Önlerine sürülen Kur'an ayetlerine, doğruluğu belli olmayan hadislerle karşılık vermekteler.”

“Ben şimdi Kur'an'da söylendiği gibi elimden geldiğince aklımı işletmeye çalışıyorum.” 
Kitapsızlık türleri üstüne
Kitap, İslam literatüründe, özellikle fıkıh dilinde Kur’an anlamında kullanılır. Zaten Kur’an’ın adlarından biri de Kitap’tır. Kitap, Türkçe’de Kur’an anlamında kullanıldığında büyük harfle yazılır. Bu yazımda ben de ‘Kitap’ı Kur’an anlamında kullanacağım. Böyle kullandığımızda kitapsızlık, Kur’ansızlık veya Kur’an’a karşı çıkış ifade edecektir.

İslam dünyasında genel bir kitapsızlık var. Çünkü Kur’an’ın getirdiği din Kur’an’ın dışına çekilerek birtakım siyasal hesaplara göre yapılandırılmış. Kur’an’ın adı kullanılıyor ama mesajları devre dışı tutuluyor. Bu siyaset, tarihsel misyonu, Kur’an’dan ve Hz. Muhammed’den intikam almak olan Emevîlerin siyasetidir.

Kitapsızlık siyasetinin mimarı ve prototipi, Sıffîn Savaşı sırasında yenilince Kur’an sayfalarını mızrakların ucuna takıp “Aramızda bu kitap hakem olsun!” diyerek Müslüman askerleri kandıran ‘meliki adûd’ Muaviye’dir. Hz. Ali, bu adûd oyunun bir Emevî oyunu olduğunu, bu zorbanın, Kur’an’a imanının bulunmadığını, yaptığı her işin Kur’an’a aykırı olduğunu, yana yakıla anlatmaya çalıştıysa da askerleri “Biz Kur’an’ı hakem yapalım” diyen bir adama kılıç çekemeyiz” diyerek savaştan vazgeçtiler. İslam dünyasının kaderi işte orada karardı.

Kitapsızlık illetinin baş mimarı Emevîler, özellikle ‘Müslüman ciğeri yiyen karının oğlu’ diye anılan Muaviye’dir. Dincilik, tarih boyunca bu Muaviye şeytanetini ustalıkla kul-lanmıştır ve bugün de kullanmaktadır. Buradan bakıldığında şu gerçek görülür: Dinci-liğin baş önderi, hatta peygamberi Muhammed değil, Muaviye’dir.

Kur’an’a açıkça karşı çıkan inkârcı kitapsızlar da vardır, olacaktır. Bunların büyük ço-ğunluğu solcu kitapsızlardır. Rozet Atatürkçüsü kitapsızlarla liberal denen orta malı ki-tapsızlar bunların hemen ardından gelir. Ancak, Müslümanların hayatını ve geleceğini dikenleyen namert kitapsızlık, dinciliğin eseri ve yöntemidir. Bu kitapsızlıkta ilke şudur: Kur’an’ın kâğıtları baş üstüne, hükümleri ayak altına.

DİNCİ KİTAPSIZLIĞIN YARATTIĞI BÖLÜCÜLÜK

Bugünkü Türkiye’ye baktığımızda kategorik olarak iki tür Kitapsızlık olduğunu görüyoruz: 1. Dinci kitapsızlık veya Emevî kitapsızlığı, 2. İnkârcı kitapsızlık.

Dinci kitapsızlık, dini alabildiğine istismar eden, kitleleri Allah ile aldatan, bunun aksamadan sürmesi için de Kur’an hükümlerinin devre dışı tutulduğu bir dini esas alan kitapsızlıktır. Bu kitapsızlık, bizzat Kur’an tarafından ‘şeytanın yakın arkadaşı olmak’ diye tanıtılmıştır. Bu kitapsızlık, yine Kur’an’ın deyişiyle, dini Kur’an’dan koparıp uydurulmuş birtakım hizip kitaplarına teslim ederek İslam’ı bölüp parça parça etmektir. Dinci kitapsızlığın yaptığı esas iş budur. Onun içindir ki, bu ülkede esas bölücülük dinci kitapsızlığın yaptığı bölücülüktür. Ve bendeniz bu bölücülüğe otuz küsur yıl önce dikkat çeken bir adamım. Dinletemedim, söylediğimde üstüme yürüdüler.

O zaman üstüme yürüyenlerin bugün hepsi belasını buldu. Dinci kitapsızlık artık etnik-terörist bölücülüğe rahmet okutuyor. Dinci bölücülük, etnik bölücülüğü de yanına alarak ülkeyi mahvediyor. Dinci kitapsızlığın karşısında, büyük çoğunluğu inkârcı kitapsızlar olmak üzere koca bir angutlar gürühu var. Güruh büyük ama hiçbir işe yaramıyor.

Angutlar güruhu, basiretsiz eylemleriyle dinci kitapsızlığa sürekli puan kazandırıyor. Dinci kitapsızlık canını yakınca da “Laiklik, Atatürkçülük elden gidiyor” diye ciyak ciyak bağırıyor. Zavallı angutlar güruhu, senin de sana bel bağlayanların da vay haline!
Boko Haram gökten inmedi (1)
Başlığı şöyle de atabilirdim: “Karşınızdakilerin Ne Olduğunu İyi Bilin!” Evet, ey Türkiye, Müslümanlar ve ey dünya! Karşınızdakilerin ne olduğunu, kim olduğunu iyi bilin! Dünya gündemi ‘İslamcı terörist’ diye anılan Boko Haram örgütünün özellikle kadınlara, kız çocuklarına uyguladığı vahşet ve dehşeti konuşuyor. Daha doğrusu bu dehşet ve vahşet karşısında ürperiyor, titriyor, nefretle doluyor. Boko Haram, Batı emperyalizminin kullandığı dehşet çetelerinden sadece bir tanesi. Dehşetlerini Anadolu’da seyrettiğimiz Hizbullahlar, Boko Haram’dan geri miydi!

İslam dünyası denen coğrafyalar Boko Haramlarla doludur. Türkiye de ‘uykuya yatmış Boko Haramlar’la doludur. Fırsatı bulup ayaklarını sağlam bastıklarında hepsinin Boko Haram’a rahmet okutacağından şüphesi olanların aklına şaşarım. Boko Haram veya bir başkası… İsimler üzerinde çakılıp kalmak yerine bu kanlı ve azgın zihniyetin arka planını, İslam tarihi içindeki temel mirasını irdelemek ve yarayı tedaviye oradan başlamak lazım. Tek çare budur. Biz bunu yıllar ve yıllardır söyleyip yazdık ama ne emperyalist Batı’ya anlatabildik ne de bizdeki uzantıları olan Batıcı angutlara. Dincilerin zaten bunu anlamak gibi bir niyetleri yok. Onlar, şu veya bu şekilde bu zihniyete eklemli. Hatta önemli bir kısmı bu zihniyetten besleniyor.

Boko Haram veya benzeri zihniyetler müşrik zihniyetlerdir; İslam tabelası altında şirk pazarlayan zihniyetlerdir. Aynen, izinden gittikleri Emevî saltanatçılığı gibi. Zaten egemen kılmak istedikleri düzen, Emevî saltanat dinciliğidir. Nijerya’daki hayalleri de budur, Suriye’deki de budur, Türkiye’deki de budur.

OLMAK YA DA OLMAMAK MESELESİ
Müslümanların da insanlığın da meselelerinin meselesi budur. Bunu anlamadıkça mutlu, huzurlu, aydınlık bir dünya veya Türkiye kurmanın imkânı yoktur.
Kur’an mümini aydınların bunu hem dünyaya hem de Türkiye’ye anlatmaları gerekiyor. Bunu yapmadıkları sürece kıldıkları namazlar onları Allah katında aklamayacaktır. Kur’an mümini aydınlar bu görevlerini savsaklarsa insanlık, ‘İslam’ adı altında dehşet ve cinayet üreten bu şirk çetelerinin açtığı yara yüzünden akıl almaz acılara maruz kalacaktır.

Nedir Boko Haram zihniyetinin tarihselmüşrik arka planı?
Asrısaadet’teki Müslüman ordunun komutanı Hz. Hamza’nın Uhud harbi sırasında ciğerlerini söküp yiyen Hind’in (müşrik ordunun başkomutanı Ebu Süfyan’ın eşi) iman torunlarıdır bunlar. Bunların zihniyet mirasının anası bu Hind’dir. Bu kadının sahabî neslince belirlenen lakabı ise ‘Âkiletül Ekbâd’ yani ‘ciğer söküp yiyen kadın’dır. Bu Hind’le Ebu Süfyan’ın oğlu olan Muaviye’nin lakabı da ‘İbn âkiletil Ekbâd’, yani ‘Ciğer söküp yiyen kadının oğlu’ olarak belirlenmiştir.
Bu ana ile bu babanın zihniyet ve inanç mirası üzerine oturan Emevî saltanat dinciliği, bugünkü dincilerin ve onların ‘caydırıcı gücü’ olan dehşet çetelerinin metafizik ve siyasal zemini, dayanağıdır. Biz bunların günümüzdeki icraatını ‘Emevî faşizmi’ veya ‘Emevî despotizmi’ diye tanımlarken sürçi lisan etmiyoruz. Ezbere konuşmuyoruz. Ne dediğimizi, nelere dayandığımızı çok iyi biliyoruz.
Boko Haram Gökten İnmedi (2)
Boko Haram zihniyetinin tarihsel iman ve zihniyet kaynağını bir önceki yazımda vermiştim. Boko Haramların iman ve zihniyet kaynağı olan Emevî’den yani o günkü Hint ve Muaviye’den beklenebilecek her şeyi onların devamı olan bugünkü dincilerden bekleyeceksiniz. Ve onlardan beklenemeyecek hiçbir şeyi bunlardan da beklemeyeceksiniz. Bunlardan beklenemeyecek bir numaralı değer, Kur’an’ın Allahı’na imandır. Emevî’nin Tanrısı Kur’an’ın Allahı asla olmamıştır. Olduğunu düşünenler feci âkıbetlerle yüz yüze geldiler; arkalarından gelen nesillerin de tarifsiz acılar çekmesine sebep oldular.

Emevî zihniyetinden insan haklarına saygı bekleyenler büyük hüsranlara uğramışlardır ve uğrayacaklardır. Bunların büyük babaları olan Ebu Süfyan, yani Muaviye’nin babası, Kur’an tarafından ‘şeytan’ olarak nitelendirilmiştir: “İşte size şeytan. O, kendi dostlarını korkutur/sizi dostlarıyla korkutur. Eğer inananlarsanız onlardan korkmayın, benden korkun!” (Âli İmran, 175)

O halde Bütün Emevîler ve Emevî takipçileri, şeytanın çocuklarıdır. Şeytandan anlayış, mer-hamet, vicdan, paylaşım, uzlaşma beklemek akla ve insana ihanet olur. Bu hayatî meselenin ayrıntılarını, ‘Kur’an-ı Kerim’de Lanetlenen Soy’ adlı eserimizde okuyabilirsiniz.

MÜDAFAAYI HUKUKÇULARIN HATASI
Cumhuriyet’in kuruluş günlerinden itibaren ve ne yazık ki, büyük Atatürk de dâhil, Müdafaayı Hukuk öncüleri bu Emevî takipçilerine her zaman (en azından çoğu zaman) merhametle yaklaşarak varoluşlarının en büyük hatasını işlediler ve bu hatanın faturasını hem kendileri çok ağır biçimde ödedi hem de çocukları ve takipçileri.

Büyük Atatürk, karşısındakilerin Hint ve Muaviye’nin zihniyet çocukları olduğunu bilemedi, çevresindekiler de bilemediler. Müdafaayı Hukukçular, Milli Mücadele düşmanı hainlere, Kur’an’ın öngördüğü hıyanetin karşılığını vermediler, onları âdeta korudular, kucakladılar. Karşılık ortada. Bugün hâlâ bu kahırlı faturayı ödemekteyiz.

Soruyorlar: “Atatürk’ün hiç hatası yok mu?” Elbette ki var. Atatürk’ün en büyük hatası, Emevî dinciliğinin devamı olan hainlere her şeye rağmen ‘insan’ muamelesi yapmasıdır. Kur’an onları şeytanın çocukları ve mel’unlar olarak niteledi, Müdafaayı Hukukçular onlara hümanistçe davrandı. Ve tarih bu hatanın faturasını bizlere ödetti.

Aynı hata, çok ibret verici bir tarzda, bugünün kılık değiştirmiş Muaviyeleri için sergilenen yaklaşımda işlendi. Emevî dinciliği ve Muaviye mirasçıları bugün, o hatayı işleyenlerin canlarını yakmaktalar.
 
Sözümüzü, İslam düşünürü Musa Carullah’ın şu cümlesi ile bağlayalım: “Sahte bir din, belaların belası ve bütün fitnelerin baş sebebidir.”
Kur’an’ ın kader anlayışı (1)
Kader; Kur’an’da tabiat kanunları, varlığın değişmez yasaları anlamında kullanılır. Sünnetullah tabiri de bu anlamdadır. Ahzâb 38, kader ile sünnetullah tabirlerinin eşitliğini bildiriyor. Elimizdeki geleneksel akait kitaplarındaki kader anlayışının Kur’an’daki kader kavramıyla bir ilgisi yoktur. O kitaplar yoluyla asırlardır taşınan ve bizlere öğretilen kader, sürüleştirilmiş bir toplum yaratmak isteyen saltanat odaklarının kitleyi uyuşturmak için oluşturdukları Kur’an dışı bir anlayıştır. Bu anlayışla Müslüman kitlelerin getirilmek istendiği yerin ne olduğunu, İslam’ın temel kabulleri gibi benimsettirilen ‘ilkeler’den seçtiğimiz şu birkaç örnek çok iyi göstermektedir:
1. Devlet başkanı, ahlaksızlık da zulüm de işlese azledilemez.
2. Sapık ve zalim bir imamın peşine de olsa namazı cemaatle kılın.
3. Dünya, müminin cehennemi, kâfirin cennetidir.
4. Her insanın cennetlik veya cehennemlik olacağı, önceden belirlenmiştir.

İnanç manifestosunun içine sokulan bu Kur’an dışı hezeyanların tümü Emevî yalanıdır. Bu kader anlayışına teslim edilmiş kitlelerin yarınlara ümitle bakabilmelerinin biricik koşulu, ‘gelecek bir kurtarıcı-mehdî’ beklemektir. Çünkü bu kitlelerin ‘gerekeni yapma’ azim ve iradeleri felce uğratılmıştır; onlar ancak göklerden gelecek olanı bekleyebilirler.
Kur’an’da, bugün dayatıldığı şekliyle bir kader kavramı olmadığı gibi, ‘kadere iman’ diye bir tâbir de yoktur. Türkiye’de bu gerçek, İslam ilahiyatının dahi bilgini Prof. Dr. Hüseyin Atay tarafından 1960 yılında yayınlanan ‘Kur’an’da İman Esasları’ adlı doktora teziyle ortaya konmuştu. Bu, çağdaş ilahiyat literatüründe ilk kez telaffuz ediliyordu. Prof. Atay bu tezi yüzünden, Ehlisünnet inancını bozmakla suçlandı. Oysaki bu gerçek, Hüseyin Atay’dan çok önce yaşamış bilginlerce de dile getirilmiş ama üstü örtülmüştür.
Ehlisünnet adı altında Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye ve işbirlikçilerinin ideolojileştirdikleri Cahiliye kabullerini pazarlayan Arapçı dincilik çevreleri, acaba bu gerçeği bilmiyorlar mı? Bilmiyorlarsa cehaletlerinden, biliyorlarsa, iftiracılıklarından utanmalıdırlar. Şimdi, meselenin gerçek Ehlisünnet inancındaki durumuna bakalım:
Ahkâm ayetleriyle ilgili ilk tefsir kitabının sahibi sayılan ve gerçek Ehlisünnet’in baş imamı olan İmamı Âzam’la aynı yıl ölen Mukaatil bin Süleyman (ölm. 150/676), iman konusunu anlatırken Allah, ahiret, melekler, kitap ve nebilere imanı sayar ama kadere iman diye bir şarttan söz etmez. (Mukaatil b. Süleyman, Tefsîru’l-Hams Mie, 12-13)

Ehlisünnet inancının temel kitaplarından bazılarını yazmış bulunan ünlü Matürîdî kelamcısı ve Hüseyin Atay’ın kaynağı olan Ebul Muînî (ölm. 508/1115), Tabsıratü’l-Edille adlı eserinde, kader konusunda Hüseyin Atay’ın söylediğinin aynısını söylüyor. Atay’dan 850 yıl önce. Nesefî, anılan eserinde imanın şartları konusunda şöyle diyor:
“İman esaslarına gelince bunlar 5 tanedir: 1. Allah’a, 2. Meleklere, 3. Kitaplara, 4. Peygamberlere, 5. Âhirete iman. Aynen bunun gibi ibadetler de 5’e ayrılır.” (Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, 2/92) Nesefî burada iki Kur’an dışılığı aynı anda düzeltmiştir:
1. Kur’an’ın gösterdiği iman esasları içinde kadere iman diye bir şey yoktur,
2. Geleneksel kabullerin ‘İslam’ın Şartları’ diye öne çıkardığı beş kavram, İslam’ın şartı değil, İslam’daki temel ibadetlerdir. İslam’ın şartları Kur’an’ın bütün hükümleridir.
Kur’an’ın kader anlayışı (2)
‘Kadere iman’ tabiri, İslam inançlarının içine, hadis diye ortalıkta dolaştırılan bir söze dayanılarak sokulmuştur. Oysaki o söz, bugünkü kader anlayışını savunanların deyimiyle bir ‘haberi vâhit’tir, yani Peygamberimizden bir tek kişinin rivayetidir. Ve hadisçilerin de kabul ettikleri bir kurala göre, haberi vâhit imanla ilgili konularda delil olmaz. Kader sözcüğü, Kur’an’da 11 yerde geçmekte ve tümünde de ‘ölçü’ anlamında kullanılmaktadır. Türkçe’deki ‘miktar’ (Arapça özgün şekliyle mikdar) sözcüğü de ölçü anlamındadır ve kader kökündendir.

Allah her şeyi bir ölçüye göre yapıp yönetmektedir. Platon’un güzel deyimiyle “Tanrı hep geometri kullanmaktadır.” Gökten su ölçüyle iner (Müminûn, 18; Zühruf, 11); inen suyun yeryüzünde vadilerde dolaşması bile ölçüyledir. (Ra’d, 17) Topraktan pınarlar fışkırması, fışkıran suların birleşmeleri yine belli bir ölçüye göredir. (Kamer, 12)

Tüm bu ölçüye bağlılıklar, kader kelimesi veya türevleri kullanılarak ifade edilmiştir. Ve bu ifadelerle önümüze konan kader kavramının temel amacı, insanın fiillerinin belirlenmiş olduğunu değil, varlık ve oluşta rastlantının bulunmadığını göstermektir.

Kur’an, kader kavramıyla ‘sünnetullah’ da denen tabiat kanunlarını kastetmektedir. ‘Kader asla değişmez’ söyleminin Kur’ansal anlamı budur. Bu kullanım, şu ayetlerde herkesin anlayabileceği açıklıktadır: Ra’d, 8, 17; Hicr, 21; İsra, 77; Fâtır, 43;Müminûn, 18; Ahzâb, 38, 62; Şûra, 27; Zühruf, 11; Fetih, 23; Kamer, 49; Talak, 3; Mürselât, 22.

Kader kökünden gelen ve ölçüye bağlamak anlamında olan ‘takdir’ sözcüğü de tabiat kanunları, değişmez ölçüler, yani sünnetullah anlamında kullanılmıştır. Bu kullanıma göre, Ay ve Güneş’in belirlenmiş ölçülere göre seyretmeleri, kısacası, irade sahibi tek yaratık olan insan dışındaki tüm varlıkların, her türlü iş ve oluşun, her türlü yaratılış ve yaratışın seyri değişmez kurallara, bağlanmış, determine edilmiştir.

İnsana gelince, onun için, kader kavramının, tabiat kanunlarının değişmezliği dışında herhangi bir değişmezlik getirmesi söz konusu değildir. Çünkü insan özgür iradeye sahip tek varlıktır.

Kur’an’daki kaderin anlamı budur. Ve bu anlamda bir kaderin değişmezliği, Allah’ın tabiata, varlığa koyduğu yasaların değişmezliğidir ki, Kur’an bunu açıkça ve defalarca ifade etmiştir. Bu değişmezlerin insanın fiilleriyle, iradesi ve özgürlüğü ile bir ilgisi yoktur. Oradaki değişmezlik, kanunların Yaratıcı tarafından koyulmasıdır; insan fiillerinin Yaratıcı tarafından önceden belirlenmesi değildir.

Biz, varlığın ve evrenin yönetimine, ontolojik yapıya ilişkin kanunlar koyamayız; bizim böyle bir yetkimiz yoktur. Ama biz, kendi fiillerimiz ve yönetimimizle ilgili kanunlar koyarız ve koymalıyız.

Kur’an’daki kader, İbn Teymiye’nin deyimiyle, yaratılışla ilgili ontolojik bir kavramdır; davranışlarla ilgili bir kavram değil. (İbn Teymiye; el-Furkan, 98-99)
Yine İbn Teymiye’nin ifadesiyle kader, Allah’ın yaratış ve dileyişiyle ilgili bir kavramdır, buyrukları ve hoşnutluğu ile ilgili bir kavram değil.

Kemal Sağır yazıyor: “Bildiklerinizi sonuna kadar paylaşın, yayınlamadıklarınızı ne olur çabuk yayınlayın. Sadece Türkiye değil İslam âlemi de doğrular ile yanlışları tartsın ve dünya, İslamiyet’in bize anlattıkları gibi olmadığını görsün de gerçek Müslümanın Allah diye diye boğaz kesenler olmadığını bilsin.”
'Atatürk'le Aldatmak' kitabı yayınlanacak!
Onur Aytacoğlu yazıyor: “Yaklaşık 15 senedir USA’de yaşayan, Türkiye’de ki gelişmeleri internet aracılığı ile takip eden birisiyim. Yaklaşık bir senedir haftalık yaptığınız programları youtube üzerinden izliyorum. İtiraf etmeliyim ki verdiğiniz bilgiler sayesinde dinimizin çocukluğumuzda öğrendiğimiz dinden çok farklı ve çok mantıklı olduğunu öğrendim. Kur’an çevirinizi hemen hemen her gün okuyorum.”

“Katıldığınız Ruhat Mengi’nin programını youtube üzerinden izlerken laiklik ve rakı konusunda diğer kişiler ile tartışmanızı dinledim. Siz bunu sadece bir örnek olarak verirken, oradaki katılımcıların nasıl böyle bir tepki verdiğini anlayabilmiş değilim. Sizin hep soylediğiniz angutizm gerçekten had safhada. Atatürkçülerin Atatürk’ü, dincilerin dini bilmediği Türkiye’de, bu cahilliğin yarattığı kutuplaşma gerçekten ağlanacak bir olgu. Umarım bahsettiğiniz ‘Atatürk’le Aldatma’ adlı kitabınız bu sorunun çözülmesinde bir çare olur.”

Aziz Âşık yazıyor: “Bu iletiyi size 17 yaşındaki bir lise öğrencisi olarak yazıyorum. Yaklaşık 2 senedir sizin kitaplarınızı ve videolarınızı takip ediyorum. Bu videolar ve kitaplardan edindiğim bilgilerden dolayı size teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Kur’an-ı Kerim’i kendi dilimde okuduysam, şu an yaşamımın bir gayesi olduğunun farkına vardıysam, insanları içlerinde oldukları yanlış dinsel inanışlara karşı uyarabilecek bir güvene sahipsem bu sizin sayenizdedir.”

“Son olarak söylemek isterim ki, sizin bu millete ve ümmete kattıklarınızı birçok insan anladığında iş işten çoktan geçmiş olacak. Sizin gibi birisiyle aynı dönemde yaşamış  olmamın  ve sizin gibi bir insanın benim dilimde bu denli muazzam eserler vermesinin Allah’ın bir lütfu olduğunu düşünüyorum ve yine  Allah’ın huzurunda size tekrar ve tekrar teşekkür ediyorum.”

Müyesser Karaibrahim yazıyor: “Siz ülkemize, toplumumuza armağansınız. Varsın anlayamayanlar kendi egoları içinde kıvransınlar. Mustafa Kemal'i anlamadıkları gibi. Siz bir devrim yaptınız ve ülkemin tarihine iz bıraktınız. Ve eyleminiz sürüyor. Ne mutlu bize, çocuklarımıza, torunlarımıza.” “Siz bir evrensiniz. Sığ olanların küstahlığı sizi incitmesin.” “67 yaşında bir ilkokul öğretmeniyim. Ülkeme ve şehitlerimize olan borcumu ödemeye çalışıyorum. Sizin hizmetleriniz karşısında kum tanesi olmaya çalışıyorum.”

Özgür Gedik yazıyor: “Sizi tarih kitaplarından değil de yaşarken tanıma fırsatı bulduğum için Allah'a çok müteşekkirim. Beni ben yapan fikrî ve ilmî yapıtaşlarımın %90'ının mimarı siz oldunuz. Ben, sizin rehberliğinizde, Kur’an ışığında Allah ve insanlık yolunda yaşamaya gayret ediyorum. Fakat ben şimdi çevremdeki sözde Müslüman ama gerçekte zalim insanlar tarafından ateist ilan edildim. Kuran'ın ışığında yaşamak demek ki ateistlikmiş. Ben Kur’an'ı' okuduğum için ne dediğimi biliyorum, ölsem Kur’an'dan vazgeçmem. Ben Kur’an'a inanıyorum. Bana sataşanların tarlalara gübre bile olamayacaklarını biliyorum. Sonsuz hürmetler.”
Sorular ve cevapları
Bizi yıllardır takip eden bir grup aydın adına sorulan aşağıdaki soruları ve cevaplarını dikkatle izleyelim.

M. Kemal Sağır yazıyor: “Bu soruları birçok formasyona sahip olduğunuz için, sadece Türkiye değil, bir ‘dünya değeri’ olduğunuz için sizin cevaplamanız isabetli olacaktır.
 “Bir din bilgini olarak cevaplamanızı istediğimiz sorular:
1. Birbirini boğazlayan cihatçılar, sürekli aldanan ve aldatıldıklarını söyleyen devlet adamları, Allah ile aldatıp dini kullananlar, hırsızlıklarını sadaka ile meşrulaştıranlar İslam dini içinde nasıl barınıyor?
2. Bu tür insanları buraya çeken nedir?
3. Müslüman olduğunu söyleyen bu insanlar bu davranışları nasıl ve neden yapar?
4. İslam bu davranışları neden terbiye edememiştir ya da bu ruhlarda baskın olan ne var ki böyle davranıyorlar?
5. Bu ruhlar nasıl ıslah edilir?”

“Bir hukuk adamı olarak cevaplamanızı istediğimiz sorular:
1. Yargılanma süreçleri nasıl böyle mesnetsiz olabiliyor?
2. Böyle devasa davalarda ‘Ben yanılmışım, beni kandırmışlar’ diyen savcı, avukat, hâkimlerin bir sonraki kararları şüphe uyandırmaz mı?
3. Allah inancını hukuksuzluk aracı yapan bir zihniyetten insana hayır beklenebilir mi?”

“Felsefeci bir insan olarak cevaplamanızı istediğimiz sorular:
1. Bütün bu olup bitenlerin bir üst plan mantığı muhakkak var. Bu mantık nedir ve nasıl işler?
2. Bu mantığın değişmesi için ne yapılmalıdır?” 

Soruların tümünün ayrıntılı cevapları elliyi aşkın eserime yayılmış olarak verilmiştir. O eserler, bu ülke için bir tür ‘okul’ niteliğindedir. Söylemek zorundayım ki bu ülke, o eserleri layıkıyla okumadan, maruz kaldığımız Allah ile aldatmanın yarattığı ıstıraplardan kurtulamaz.

C. Filizli yazıyor: “Bir gece yarısı sizi rüyamda görüp sabahı bile beklemeden uyanabiliyorsam, uyandığımda bu ülkede bir şeylerin değişebileceğine hâlâ inandığımı fark ediyorsam, bu duygularımı saat 3.50 itibariyle acele sizinle paylaşma ihtiyacı hissediyorsam bu milletin hâlâ umudu var hocam.”

Fatih Ayhan yazıyor: “Hurafeye ve cehalete teslim olmuş anlayışın nasıl bir illet olduğunu bize hep Kur'an penceresinden açıklıyorsunuz. Bu ne güzel bir yol ve yöntemdir. Hakkı ve adaleti yazılarınızda dile getirdiğinizden kuşkumuz yok. İlminize ve bilgi birikiminize her zaman güvendik. Asırlardır milletimize anlatılmayan Kur'an hakikatlerini eserlerinizle dile getirip bilgilenmemizi sağladığınız için teşekkürler ediyoruz. Bizlere çok şey öğrettiniz ve öğretmeye devam ediyorsunuz. Size dualar ediyoruz.”
Dini de sorgulayın ateizmi de!
Cihan Erdoğan yazıyor: “Çok büyüksün be hocam! Sana pek çok ateistten benzer içerikli postalar geliyordur; bu yüzden aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum. Ben, Allah’a inanan biri değilim ama ‘Yaşar Nuri Öztürk bir şey söylüyorsa boşuna söylemez’ diyerek defalarca ateizmimi sorguladım. Eğer Allah varsa ve her şeye muktedirse ondan tek bir isteğim var: Benim ömrümden alıp sana versin. Bu millete sen lazımsın. Yaşadığın her fazla gün, değerlendirilmesi gereken bir fırsattır.”

Cihan kardeşim! Tanrı’nın bana biraz daha fazla ömür vermesi için senden bir miktar aşırmaya ihtiyacı olamaz. Tanrı ikimize de mutlu ve insanca bir ömür versin. Uzunluğu ve kısalığı çok önemli değil. Yaratıcı bir ömür olsun, yeter. Sen, ateizmini de dini de sorgulamaya devam et, kardeşim. Eşek gibi inanmaktansa sorgulama pahasına inanmamak (veya inanmamak pahasına sorgulamak) daha insancadır. Kur’an’ın bana öğrettiği gerçeklerden biri de budur. Zaten bunun aksini isteyen bir kudrete Tanrı denemez.

Kendisinin sorgulanmasından mutluluk duymak, Tanrı’nın şanındandır. Güçlü olan, sorgulanmaktan sadece keyif alır. Ve Tanrı çok güçlüdür. Hesap basit ve açık: Sorgulayan, akıl değil mi? Aklı yaratıp “Bunu işletin, işletmezseniz üstünüze pislik indiririm” (Yunus suresi, 100) diyen, Tanrı değil mi? O halde, Tanrı, sorgulanmaktan asla çekinmez. Dinciler bunun aksini din zannettikleri içindir ki, ‘secdeli hayvan’ olmaktan kurtulup bir türlü insan olamıyorlar.

Sinan Çakan yazıyor: “Din konusunda üstü örtülen gerçekleri ortaya koyarak ilahiyatçı, araştırmacı, yazar vs. birçok insana konuşma cesareti verirken bir sanat tarihçisi olan benim de ufkumu genişlettiniz. Bugüne kadar birçok konuda kitaplar yazdınız, Mûtezile mezhebi ile ilgili de bir kitap yazmanıza değer diye düşünüyorum.”

Mehmet Kale yazıyor: “36 yaşında bir makine mühendisiyim. Bir süreden beri Tayland’da iş yapıyorum ve bu maili de oradan yazıyorum. Bizlere vermiş olduğunuz değerli bilgiler ve eserlerinizden ötürü size teşekkürü bir borç biliyorum.”

“Küçükken Kur’an kurslarına giderdik. Özellikle Ramazan ayında. Bilmediğimiz, anlamadığımız halde Kur’an ayetlerini dinlerdik. Üniversite çağlarında bir kez Kur’an’ı okumaya çalıştığımı hatırlıyorum ama bende korkudan başka bir izlenim bırakmamıştı. Tanrı’nın varlığından kuşku duymuyordum ama Kur’an konusunda anlamsızlıklar içindeydim. Çevremdeki hocalar beni tatmin etmiyordu. Hepsi aynı cümleleri, hadis olarak söylenenleri tekrarlıyordu. Oysa benim içimde boşluk vardı ve bu boşluk benim vicdanımı kanatıyordu.”

“Sonraları sizin eserlerinizi okumaya başladım. Kur’an’ı da sizin mealinizden okumaya başladım. Ayet ayet okuyordum, düşünüyordum. Okudukça, düşündükçe ruhumdaki boşluklar dolmaya başladı. Okudukça ne kadar haybeye yaşadığımızı, sözde bir Müslümanlık içine itildiğimizi anladım.” “Büyük bir sorumluluk ve yük altındasınız. Allah size güç versin!”
Kur'an müminlerinden mektuplar
İbrahim Özinan yazıyor: “Gerek dinci münafıkların gerekse dinsiz angutların, Kur’an’dan referans vermeye kalktığınızda rahatsız olup size dil uzatıp alay etmelerinin sebebini, Kalem suresi 51. ayette buldum. ‘O küfre sapanlar, Zikir'i/Kur'an'ı işittiklerinde az kalsın gözleriyle seni devireceklerdi. ‘Bu tam bir cinlidir.’ diyorlardı.’ Demek ki, dinsiz angutlara Kur’an ayetinden referans verilmiyor, dincilere ise ayetlerde tahrifat yaparak vermek gerekiyor. Size yapılan benim çok ağırıma gidiyor.”

“Kul hakkı, günümüz münafıklarının deşifre edilmesine ve Kur’an’dan bugüne kadar anlayamadığımız gerçeklerin tam anlaşılmasına vesile olduğunuz için Allah sizden razı olsun! Bu bilgilerle insanları ve kendimi daha iyi tahlil edebiliyor ve Kur’an’ı daha iyi anlayabiliyorum.”

“Sizi kıskananların Allah cezasını veriyor. Şöyle ki; size eziyet edildikçe ve siz saldırıya uğradıkça sizden daha güzel eserler çıkıyor. Kur’an sizinle âdeta konuşuyor ve mesajını sizin vasıtanızla bize aktarıyor.”

M. Kemal Sağır yazıyor: “Dünyanın gidişatına bakınca aklıma şu soru geldi: Acaba Müslümanlar Tevrat’ı okuyup icra ederken, İsrail de Kur’an’ı mı okuyup icra ediyor?”

Meriç Tekil yazıyor: “Yazılarınızdan, kitaplarınızdan çok faydalandım. Kur’an Meali çalışmanızı 1 kere tamamen okudum ve faydalanacağım temel kitap olarak seçtim. Arapça bilmiyorum. Öğütleri Türkçe dilinden yararlanarak özümsediğimi ve o ruhu yakaladığımı düşünüyorum. İbadetlerim sırasında kendi dilimi kullanıyorum.”

“Ben, bid’at kültüründen gerçekten rahatsız olanlardanım. Bize yakın iki cami var. Kitapta belirtildiği üzere cuma günü toplanmak ve Allah'ı anmak için camiye gittiğimde rahatsız olduğum konular şunlar: 1. İstisnasız her gittiğim cumada namazdan sonra para toplanması, 2. Namazın Arapça kılınması, 3. Farz olmayan namazların camide kılınmasına izin verilmesi.

“Farzı toplulukla birlikte kıldıktan sonra camiden dışarıya çıkacak yol bulamıyorum, herkes sünnet kılmaya başlıyor. Gün içi 3 vakit tek başıma kıldığım namazımı da böyle kılıyorum. Bildiğim dil ile. Ben bu camilerin takva üzerinde olan mescitler olduğundan şüpheliyim.”

Bülent İmir yazıyor: “İniş sırasına göre çevirisini yaptığınız Kur’an mealini 5 kez hatim ettim. 10’dan fazla kişiye satın alıp hediye ettim, ediyorum da. İslam’ı bana siz öğrettiniz. Size ettiğim dualarımın Allah katında kabul olduğu inancındayım. ‘Allahım, dünya gözüyle hocamı görmeyi nasip et!’ diye dua ederdim. 4 sene önce Didim kitap günlerinde sahilde onu da nasip etti.”

“Rabbim, resullerine gösterdiği sevgi ve muhabbeti size, ailenize de nasip etsin inşallah; her sıkıntı ve şerden korusun sizi!”
Gazze'yi yakan kim?
Sorunun en doyurucu cevabını verenlerden biri de Araştırmacı yazar Adil Hacıömeroğlu. 18 Temmuz’da yazdığı ve bize de gönderdiği çok değerli yazısında bakın neler söylüyor: “Flistin davasını tüm dünyaya anlatıp destek sağlayan FKÖ idi. Tüm Filistinli siyasal eğilimleri bağrında toplamaktaydı. Filistin davasının haklılığı neredeyse tüm dünya tarafından kabul edilince ABD-İsrail işbirliğiyle ılımlı İslam çizgisinde Hamas ortaya çıkarıldı. Hamas, güçlenince ilk olarak FKÖ’ye saldırdı. Filistin hareketi, ustalıkla bölünmüştü.”

“Türkiye’deki ılımlı İslamcılar, Hamas ortaya çıkıncaya kadar Filistin davasına duyar-sızdı. Filistin, hep Türk solunun ilgi alanında oldu. FKÖ’nün laik yapısı, Türkiye’deki dincilerin ilgisini çekmedi. Ne zamanki kendi ideolojik çizgilerinde bir oluşum ortaya çıktı, Filistin akıllarına geldi. Çünkü tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’deki ılımlı İslam da bir ABD projesiydi.” “RTE çıkmış, bağırıyor: ‘İslam dünyası nerede?’ Nerede olacak? ABD-İsrail desteğiyle Ortadoğu’yu, kendi ülkelerini, paramparça etmekle meşguller.” “Ey Erdoğan, Filistin direnişinin tüm destekçilerini ABD ve İsrail’le el ele vererek siz yok ettiniz. Filistin’i öksüz bıraktınız. Filistin’in efsanevî lideri Arafat neden zehirlenip öldürüldü, sorup soruşturdunuz mu? Filistin’in birliğini simgeleyen Arafat’ı çözümün önündeki en büyük engel olarak niteleyen sen değil miydin ey Tayyip?”

“Saddam ve Kaddafi neden hunharca öldürüldü? Suriye’de Esat neden yıkılmak istendi? Senin ideolojik örgünde emperyalizme karşı savaşmak diye bir şey yok! Irak’ta bir buçuk milyon insan ölürken tek damla gözyaşı dökmedin ey Tayyip! Suriye’de, Müslümanların kafaları, desteklediğiniz çetelerce kesilirken gözyaşlarınıza ne oldu? Libya, düşmanlaştırılan aşiretler ve ithal çetelerin boğazlaşmasına terk edilirken sen neredeydin?”

“Tam da cumhurbaşkanlığı seçimi arifesinde saldırdı İsrail, Gazze’ye. Tabi, bir de ramazan ayı. RTE, kaçırır mı bu fırsatı? Timsah gözyaşlarını akıtır miting alanlarına ve iftar sofralarına. Yüreğinin yirmi dört saat, İslam dünyasının acılarıyla kan revan olduğunu anlatır durur. Kimse de çıkıp sormaz ona: Ey Tayyip, Malatya Kürecik’teki radarları İsrail’in güvenliği için neden kurdurdun oraya? Yine RTE’nin miting alanlarında oy uğruna döktüğü gözyaşlarına gözyaşı karıştıranların aklına gelmez Gazze’yi bombalayan İsrail jetlerinin yakıtlarının Türkiye’den gönderildiği.”

SİZ İŞTE BUSUNUZ!
“Gazze’yi siz yaktınız, siz! Siz kim misiniz? Siz, yeşil dolarlara aldanarak insanlığını unutanlarsınız. Siz, koltuk sevdasıyla doğup büyüdüğünüz topraklara ihanet edenlersiniz. Siz, bilgisizliğinizle İslam toplumunun kollarına esaret zincirlerini dolayanlarsınız. Siz, ABD ve İsrail’i efendi sayanlarsınız. Siz, Ortaçağ’ın ideolojik bataklığına saplanarak toplumlarınızı geri bırakanlarsınız. Siz, BOP’a ortak olup İslam dünyasını etnik kökenlere ve mezheplere göre paramparça edenlersiniz.”
“Yaşadığı coğrafyada emperyalizme karşı çıkmayanlar, ABD ve İsrail’le el ele yakmaktalar Gazze’yi. Yangın, yakanlarca söndürülemez.”
Ortadoğu gerçeği üstüne
Araştırmacı Nurullah Aydın yazıyor: “Papağan gibi Filistin diye sayıklayanlar var. Filistin sorunu neyi örtüyor? Bilimden, sanattan, teknolojiden uzak din istismarcıları; ortaçağ dinler savaşını yeniden canlandırmak çabasındalar.”
“Filistin sorunu; Ortadoğu Arap ülkelerindeki diktatörlerin halkı sömürmesinin ve gütmesinin bilinmesini önlüyor. Filistin’in konuşulması; Türkiye ve Ortadoğu halklarının insanca ve hakça yaşama bilincine varmasını önlüyor. Filistin sorununun gündemde tutulması; İslam din istismarcılığının örtülmesini sağlıyor. Türkiye’de Filistin sorunun sürekli canlı tutulmasının temel nedeni; çocuklar katlediliyor çığlığı altında Türkiye’deki hırsızlığın, devleti soymanın, haksızlığın, eşitsizliğin, adaletsizliğin konuşulmasını önlemektir.”
“Ortadoğu; kan, vahşet ve yıkım bölgesidir. Ortadoğu; insanlık tarih mirasının bulunduğu kentler yakılıp yıkılırken, müzeler soyulurken, kinin nefretin ve öfkenin din adıyla insanların beyinlerine yerleştirildiği bir coğrafyadır. Dünyanın diğer bölgeleri barış içinde yaşarken, Ortadoğu’nun kan, yıkım, vahşet bölgesi olmasının sebebi; dindar, kindar ve ırkçı insanlar yetiştirilmesidir. Hırsızlığın, yalanın, talanın meşru görüldüğü, barış içinde birlikte yaşama düşüncesinin, insan haklarının, eşitliğin, evrensel değerlerin ortaçağ din hurafeleriyle tersyüz edildiği bölgedir. Bilime, teknolojiye, sanata, estetiğe, sevgiye, hoşgörüye yöneltilmeyen insanların öç alma duygularıyla hareket etmeleri, tahripkâr olmaları kaçınılmazdır.”
“Türkiye; dünya üzerinde sorun olarak gözüken Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Körfez bölgelerinin ortasında yer almaktadır. Bu konumu, onu, bu bölgelerde çıkarları olan ülkeler açısından vazgeçilmez yapmaktadır. Her devlet; kendine göre doğru kabul ettiği bir alanda içinde yaşadığı mücadelenin stratejisini belirler ve uygulamaya çalışır. Her toplumun mücadele alanı vardır. Bir yerde mücadele varsa, bir yerlerden de tehdit geliyor demektir.”
“Türkiye; akıl ve bilim öncülüğünde güçlü ekonomisi, güçlü ordusu, genç dinamik işgücü ile stratejik planlama ile tarihi bölgesel ve küresel rolünü oynamak zorundadır. Ortadoğu bölgesinin huzuru, güveni, barışı; insanî değerlerin esas alınacağı inançta, düşüncede, yaşamda yenilenmedir. Kindar düşünce odaklı eğitimlerle, hırsızlığı, yalanı meşru kabul eden diktatörlerle ve yandaş yalakalarıyla Ortadoğu halkları barış ve huzur bulamaz.” “Türk Milleti çağdaş evrensel değerlerle yetişmiş lider kadrolarıyla yeniden bölgenin ve dünyanın barış, huzur, güven, sevgi, kardeşlik, adalet sağlayan düzenini oluşturacaktır.”

Çevirmen-yazar Tuba Çekinirer yazıyor: “Meclistekiler ‘Hepimiz Gazzeliyiz’ demişler. Irak'ta, Suriye'de, Çin'in kuzeyinde soydaşlarımız Türkmenler, Uygurlar katledilirken neredelerdi acaba? Gazzeliler, Suriyeliler insan da Türkler değil mi? Diyanet de hutbe okutmuş. Arkasından yine para toplarlarsa şaşırmam. Yine para toplayacaklar ve burnumuzun dibinde Van'a bile ulaşmayan yardım paralarının hesabını sormayan milletimiz maalesef yine para gönderecek ve muhtemelen Filistin'in garibanlarına ulaştığını düşünecek. Diğer Arap ülkeleri Suriye'de, Filistin'de keza Lübnan'da olan katliamlara seslerini çıkarmadılar. ABD'li Yahudi cemaatleri bile protesto yürüyüşleri yaparken, İsrail'in yaptıklarından utanç duyduklarını bildirirken, Araplar susuyor. Gitsinler altın tuvaletlerde oturan petrol zengini, soydaşlarına.”

“Gazze'deki sorun İsrail bitene kadar devam edecek. Biz Karadeniz, Akdeniz ve Ege ile boğazlarda egemenlik kurmakla ilgilenmeliyiz. Suyumuzu, toprağımızı, zeytinliklerimizi, madenlerimizi satanların, soydaşlarımızın, vatandaşlarımızın ıstıraplarını görmeyip, gariban Gazzeli ve Suriyelilerin ıstırapları üzerinden menfaat sağlayanları Allah yaksın!”
'Türkiye halkını bekleyen büyük tehlike'
Yakın tarih araştırmalarıyla tanıdığımız Zeki Sarıhan, dikkatle okunması gereken bir yazı yazmış ve bize de göndermiş. Bu çok önemli yazıyı kısmen özetleyerek aktarıyorum: “10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleriyle Türkiye, büyük bir tehlikenin ağzındadır. Ya çoğunluğun sağduyusuyla bu tehlikeyi atlatacak, ya da gene çoğunluğun oyları ile bir diktatörlüğün pençesine düşecektir.”

“Diktatörlük sözcüğü kötü bir durumu çağrıştırsa da onun herkes için ifade ettiği şey farklıdır. Örneğin halk kitleleri uyansalar, örgütlenseler, mücadele etseler ve iktidarı ele geçirseler, sonra da bin yıllardır kendilerini aşağılayan, sömüren, zulüm yapan sınıflara karşı diktatörlük yapsalar insanlık için ne kadar mutlu bir sonuç doğardı! Onlara karşı böyle bir diktatörlük, halk için en geniş demokrasiden başka bir şey değildir.

“İster laik, dinci veya faşist olsun, Doğu veya Batı kültürünü benimsemiş olsun, hâkim sınıfların diktatörlüğü kendileri için bir cennet, halk için ise bir cehennemdir. Böyle bir rejimde iktidar sahipleri yiyecekler, içecekler, çalacaklar, çırpacaklar, her şeyin sahibi ve hâkimi olacaklar fakat kimse kendilerinden hesap soramayacaktır. Kanun devletinin yerini muktedirin iradesi almıştır. O ne derse odur! Ayakta kalmak için kendi çevresini beslemeyi, onlara makam ve mevki vermeyi de ihmal etmeyecektir.”

“Türkiye şimdi böyle bir tehlikeye doğru adım adım yaklaşıyor!”

“Türkiye halkının 150 yıldır örgütlenerek, zaman zaman gösteriler yaparak, hatta ayaklanarak geliştirdiği bir demokrasi kültürü de var. Fakat bugün koskoca bir millet, geliyorum diyen yeni diktatörlüğü önlemekte âdeta aciz durumdadır.”

“Eskiden diktatörlükler, askerî darbe ile gelirdi.  Asker ve polis gücüyle ayakta dururdu. Sonra milletin sesli veya sessiz muhalefetine dayanamaz, zulüm makinelerini yavaşlatır, anayasal düzene dönerdi. Diktatörlüğü önleyecek olanın serbest seçimler olduğuna inanılırdı. Şimdi ise bu şablon işlemez haldedir. Diktatörlük sandıkla kurulmaktadır!”

“Şimdi, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde diktatör olma hevesini açıkça ortaya koymuş bulunan bir adaya oy vermeye hazırlanan bir kitle, kendi lehine gördüğü istikrarın devamı için onun yolsuzluklarını göz ardı etmekte ve tek adam olma isteklerine de tahammül göstermektedir.”

“Türkiye’yi bekleyen tehlike, ekonomik refahın halk kitlelerine doğru yaygınlaşmasına dayanarak, bu kitlelerin oyunun bir gerici mezhep diktatörlüğüne çevrilmesidir. Başbakan, bunu milleti yoklaya yoklaya, adım adım ve her türlü imkânı kullanarak gerçekleştirmeye çalışıyor. Zira yolsuzlukların hesabını vermekten kurtulması için bundan başka bir yolu da yoktur. Söylemine bakılırsa o, gemileri yakmıştır. İktidarını korumak için yapamayacağı bir şeyin olmadığı da anlaşılıyor. Buna bir iç savaş ve daha önce niyetlendiği gibi komşularla savaşa tutuşmak da dâhildir.”

“Tayyip Erdoğan’ın dinci faşist diktatörlük heveslerine son verecek olan politika, bütün iktidarın ve bütün servetlerin halka ait olduğunu ilan etmekten başka bir şey değildir. Ayrıntılarla oyalanmaya yer yoktur. Onun kendi davası için gösterdiği cüreti, inadı, aldatmaları, halk kitleleri için cesarete, kararlılığa ve taktiklere dökmekten, kısacası halkı kazanmaktan başka çare yoktur.”
Halkımı buralara taşıdığım için mutluyum!
Mete Gezer yazıyor: “Öncelikle, üstlenmiş olduğunuz aydınlatma misyonunuz için size saygı ve şükranlarımı iletmek istiyorum. 43 yaşındayım, elektronik mühendisiyim. Kitaplarınız ve Youtube'da bulabildiğim geçmiş konferans ve tv. programlarınız hayatıma ve ailemin hayatına ciddi anlamda ışık tutuyor. Ben tüm kitaplar için ‘okunmalı’ gözüyle bakarken, sizin kitaplarınızı farklı bir kategoride tutuyorum. ‘Okunmalı ve sürekli referans kaynak olarak elimin altında durmalı.” Sizin kitaplarınız sadece okunacak değil, sürekli olarak danışacağımız, aydınlanacağımız ve sürekli destek alacağımız kaynak değerlerdir.”
“Tüm eserlerinizin 4 adet 'İ' harfi üzerinde durduğunu görüyorum: İlim, İdrak, İrfan, İman. Bu benim hayat felsefem olmuştur ve çocuklarıma da sürekli şunu aşılamaya çalışıyorum. Hayat dediğimiz sadece bir seçenektir. Bir tarafta İlim, İdrak, İrfan, İman; diğer tarafta istek, arzu, hırs. Hayattaki bütün eylemlerinizde mutlaka 4 'i'den onay alın diyorum.  Sadece istek ve arzulara söz hakkı verirseniz, siz de her gün etrafımızda izlediğimiz (özellikle din adına işlenen) hezeyanların içinde olursunuz. Yaşar Nuri’nin körler çarşısında ayna satmaya çalıştığı körlerden değil, 4 'İ' ile görenlerden olun ki o aynada Kuran'ın muhteşem yansımasını fark edebilesiniz.”
“Tarih her şeyi gösteriyor. Ben eminim ki, ileride siz bu dünyadan ayrılıp geride eserlerinizi bıraktıktan sonra bugün size karşı olan zihniyet hemen sizin adınızı kullanıp ya bir tarikat ya bir mezhep adı koyarak sizin adınız üzerinden rant elde etme yoluna gidecektir. Sizden öğrendiğimiz, geçmişte yaşamış büyük ruhlar hayattayken türlü zulme maruz kalmış, fakat dünyadaki bedensel varlığı sona erince hemen din tüccarları tarafından manevî mirası talan edilmeye başlanmış. Sizin akıbetizinin de farklı olacağını düşünmüyorum.” “Müsterih olunuz; siz hayattayken değerinizi bilen, mahşerde sizi işaret ederek ‘Ben Kur’an’ı Yaşar Nuri’den öğrendim’ diyecek çok insan var.”

“Kur’an’daki matematiksel bir mucizeyi size göndermek istiyorum. Kur’an’daki sure numaraları ile ayet sayıları bir x-y grafiğinde çizildiğinde ekteki gibi Arapça Allah yazısı çıkıyor. Bu yazının bizzat Allah tarafından yazılmış olması heyecan verici ayrı bir mucize. Bize verdiğiniz hizmet için saygı ve şükranlarımı arz ediyorum.”

Azerbaycan’dan Refik Kasımov yazıyor: “Öncelikle sizi bana tanıttığı için Allah’a şükürler ediyorum. Siz Müselman dünyasına çok gereklisiniz. Allah sizi bizlere çok görmesin. Sizin sayenizde asıl İslam’ı anladım. Sizin Azerbaycan’a geldiğinizi duydum. Sizi göremediğim, elinizi öpemediğim için derin üzüntü duydum. Siz benim hocamsınız. İslam’ı sizden öğreniyorum ve kendi çevreme sizi ve sizin görüşlerinizi aktarıyorum.”

Alper Ertem yazıyor: “İstanbul Üniversitesi İngilizce İktisat Bölümü mezunuyum, 35 yaşındayım, özel bir şirkette yönetici olarak çalışmaktayım. Kendimi bildim bileli sizi takip etmeye çalışıyorum. ATV'deki Ayşe Özgün şov başta olmak üzere, şu anda Sokak TV'de yaptığınız tüm programlara kadar hiçbirini kaçırmadan izledim. Bu maili size şükranlarımı sunabilmek için yazıyorum. Biz ailece sizin sayenizde gerçek İslam dinini tanıdık. Bu muhteşem dinin gerçek mesajlarını bütün sadeliği ile siz bizlere ulaştırıyorsunuz. Allah sizden razı olsun, size uzun ve sağlıklı bir ömür versin!”
Yaptığımız iş tam da bu!
Mustafa Şen yazıyor: “Yirmibeş yıldır sizin takipçinizim. Sizi tanımadan önceki halimle şimdiki halimi karşılaştırdığımda o kadar değiştiğimi gördüm ki anlatılır derecede değil. Bana dini o kadar sevdirdiniz ki mutluluktan uçuyorum. Beni tanıyanlar değişimimi öyle anlatıyorlar ki inanın duysanız bana katılırsınız.”
“Kur'an elimden düşmez oldu. Onu her okuyuşum bende yeni ufuklar açtı. Tabii ki anladığım dilde sizin mealinizden. Her sayfa bende yeniliklerin kapısını araladı. Kur'an'a her kafa yoruşum beni dinçleştirdi, gençleştirdi. Pozitif bir insan olmayı, insanları sevmeyi, cennet için değil beni mutlu ettiği için, insanlığa faydam olması gerektiği için yaşamayı, değerler üretmeyi yani gerçek ibadeti yapmayı öğrendim. 35 kadar kitabınızı da okuyarak kendimi daha dik, daha dinamik hissetmeye başladım. Çünkü kitaplarınız sayesinde bu zamana kadar bizleri ablukaya alıp hayatımızı zehir eden Kur'an dışı nice bilgileri hayatımdan atarak ben olmaya başladım. Kur'an mümini olmaya çalışıyorum artık.”
“44 yaşında Alevi birisiyim. Ali gibi düşünüp Ali gibi yaşamaktır hedefim. Ayırımcılığa sonuna kadar karşıyım. Nasıl Aleviler Ali 'yi tam anlamıyla tanımıyorlarsa Sünnî kesim de ne Hz. Peygamberi ne de mezhebindeniz dedikleri o büyük insan İmam Âzam’ı tanıyor. Peki, insan nasıl olur da tanımadığı birisinin yolundayım diyebilir. İmam Azam'ı, o büyük insanı, o büyük değeri tanımak için neden çaba sarf etmiyorlar? Hanefî mezhebindeniz diyorlar, Muaviye'nin yolundan gidiyorlar, Emevînin sünnetini yaşıyorlar. Ebu Cehil gibi giyinmeyi Peygamber sünneti deyip Ebu Leheb gibi yaşıyorlar. Her ne hikmetse Kur'an'a yaklaşmıyorlar, O'nu kesinlikle anlamak için okumuyorlar, hatta çoğu hiç okumuyor. Ondan kaçıyorlar.”

CAMİLER TEVHİT MABEDİ OLMAKTAN ÇIKARILDI
“Reklam ede ede namaz kılıyorlar ama Besmelenin anlamını bilmiyorlar. Peygamberin  'Kılarsanız evinizde kılın' dediği teravih namazını camilere koşa koşa jet hızıyla kılıyorlar. 33 defa okudukları Kur'an’ın özeti olan Fâtiha suresinin bırakın tamamını, bir cümlesinin anlamını bile bilmiyorlar. Rükû nedir, secde nedir, selam nedir hiçbirinden haberleri yok. Namaz bunlar için bir arınma değil, kıl beşi, bitir işi gibi bir görev. Ben namazlarımı kıldığım zamanlarda canım isteye isteye ve ne dediğimi anlayarak Türkçe kılıyorum ve namazım beni çok mutlu ediyor. Sizin küçük dualar kitapçığınızdan öğrendiğim dualarla namaz kılıyorum. Ve en önemlisi benim kıldığım namaz, zannediyorum ki Maun suresinde lanetlenen namazlar gibi Muviyecilerle, Ebu Cehilcilerle aynı safta namaz kılmayı ben reddediyorum. Bunun için, ne zaman gerçek Muhammedî namaz kılınmaya başlanır o zaman camilere gideceğim. Cuma namazlarında da artık camiye namaz için gitmiyor, o vakitte Kur'an okuyorum. Umarım bu hareketimi olumlu görürsünüz. Mescitlerimiz, camilerimiz ayrımcılık, tefrika kokuyor. Tevbe suresine göre de buralarda namaz kılmamanın gerektiğini biliyorum. Aklını işleten birisi olarak yaşamak istiyorum. ‘Allah, aklını çalıştırmayanların üstüne pislik yağdırır’ ayetindeki üzerine pislik yağdıranlardan olmak istemiyorum.” “Hz Peygamber'in sevgi ve rahmet peygamberi olduğunu biliyor, sevgi ve merhametle dolu bir hayat yaşamak istiyorum. Görüntüde Müslüman değil, özde mümin olmaktır hedefim. Beni bu duygu ve düşüncelere yönelttiğiniz için size sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.”
Sadece Aldatanlar Sorumlu Değil!
Zulüm ve hıyanetlere sessiz kalarak, basit çıkarlar için zalimlere destek vererek, yani ‘zulme isyan’ gerçeğini işletmeyerek aldatanların namussuz hegemonyalarını dokunulmaz kılan ‘aldatılmış kitle’ de sorumludur. Allah, zulme isyan yerine itaat edenlerden intikam alacağını söylediğine göre (bk. Zühruf suresi, 54-56), bu aldatılanlar da zalimdir ve gerçek bir hak adamı bunlarla da mücadele etmelidir.

Meseleyi tam omurgasından yakalamış bir okuyucum, Ufuk Erkıvanç şöyle yazıyor: “Neden sadece Müslüman kesimi hedef aldığımı soruyorlar. Tek cevabım var: Balık baştan kokar! İslam'a en büyük hıyaneti, Müslüman kesimin içindeki aldatan ve aldatılanlar yapıyor. Farkında olsunlar veya olmasınlar nihayetinde işbirliği içindeler!”

“Kuyruğunu yutmaya çalışan bir karayılan gibi fasit bir daire, bir kısır döngü içindeler. Kuyruğu kopmuş bir karayılanla kafası kopmuş bir karayılan arasındaki farkı bir düşünün. Yüzeyde olan çürüme ile merkezden gelen çözülme arasında en azından yayılma hızı farklıdır. Bir öğretmenin talim ve terbiye vermeye çalıştığı öğrencileri arasında; en titiz davrandığı, en müsamahasız yaklaştığı, öğrencilerinin en sevgilileri, en yetenekli, en zeki ve en çalışkan olanlarıdır.”

ATATÜRK’ÜN MELAMÎLİĞİ
Mustafa Yıldırım yazıyor: “Kur'an Verileri Işığında Tasavvuf ve Tarikatlar’ adlı kitabınızın birinci cildinin 294'üncü sayfasındayım. ‘Aydınlanma Sanatı Olarak Melâmet’ bahsini okuyunca Atatürk'ü hatırladım. Yurt gazetesinde ‘Aydınlanma Sanatı Olarak Melâmet ve Atatürk’ konulu bir yazı yazmanızın çok anlamlı olacağını düşünüyorum.”

Büyük sûfî düşünür Muhyiddin ibn Arabî’nin dediği gibi, “Melâmet, Kur’an ahlakının esası, ruhudur.” Ve Atatürk, tarihin en büyük, en muhteşem melâmîlerinden biridir. Atatürk’ün bu yanını, ‘Atatürk Gerçeği’ adlı eserimde inceledim. Yakında yayınlanacaktır.

MENDERES’İ DE İNÖNÜ YETİŞTİRDİ 
Doç. Dr. Aylin Kantarcı yazıyor: “Kitaptan Aydınlığa programında dile getirdiğiniz İnönü'nün dinî konulara kayıtsızlığı ile ilgi-li düşüncelerimi sizinle paylaşmak istedim: Atatürk Cumhurbaşkanlığı sırasında Kur’an'ın Türkçe'ye çevrilmesi ve tefsiri konularını ele almış ve başarılı olmuştu. Din Eğitimi de okullarda gerçek dinin öğretilmesini sağlayacak şekilde düzenlenmişti. Diyanet İşleri Başkanlığı da halkı gerçek din konusunda aydınlatmak amacıyla kurulmuştu. Dolayısı ile bu konu rayına oturmuştu.”

“Gerçek dinden sapma Adanan Menderes zamanında başladı. Dolayısı ile İnönü'nün bu konuda bir sorumluluğu olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca o devirde sizin gibi bir filozof yoktu. Olsaydı muhakkak hem Atatürk hem de İnönü sizin bilgi ve düşüncelerinizin halka ulaşması için size çok büyük destek olurdu diye düşünüyorum.”
“Mazbata'da ‘TC’ neden yok?”
Araştırmacı yazar Adil Hacıömeroğlu, çarpıcı yazılarından birini daha yazıp bize de göndermiş. Tarihin kulağına çok anlamlı bir mesaj üfleyen bu yazıyı aktarıyorum.

“Son yıllarda AKP hükümeti, bazen sinsice bazen de açıkça devlet kurumlarının tabelalarındaki ‘TC’ yi kaldırdı. Bu konuda halkın tepkisi olunca da geri adım atmak zorunda kaldı.”
“Gerici çevreler oldum olası ‘cumhuriyet’ sözcüğünden nefret ederler. Saltanat ve hilafet özlemi içindeki bu grupların 1923’ten beri, Cumhuriyet’e karşı bir öfke biriktirdikleri bilinmektedir. Aslında onlar ‘Türkiye’ sözcüğünü de çok benimseyip içlerine sindiremediler. Her fırsatta devletin adındaki ‘Türk’ sözcüğünden rahatsız oldular.”
“RTE, cumhurbaşkanı seçildi. Birden birkaç tane unvanı oldu: 12. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve AKP Genel Başkanı. Bu konuda hukuksal tartışmalar da sürmekte. Çünkü RTE’nin koltuğunda birden çok karpuz var. Yakında yeni unvanlar eklenirse şaşmam.”
“YSK Başkanı Sadi Güven, Erdoğan’ın mazbatasını hazırlayıp TBMM Başkanı Çiçek’e sundu. Bizi ilgilendiren, mazbatanın verilişi değil, içeriği. Mazbatada ‘Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’ diye yazmakta. Ayrıca Güven’in basın açıklamasında “12. Türkiye Cumhurbaşkanı” demesi de ilgi çekici.”
“RTE’nin cumhurbaşkanı olduğu devletin adı ne? Türkiye Cumhuriyeti. Peki, neden ‘cumhuriyet’ sözcüğünü kullanmak ağır geliyor bazılarına? ‘Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’ demek çok mu zor? YSK gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli bir kurumunun, bu konuda daha özenli olması gerekmez mi?”
“YSK’nın da duyurduğu üzere RTE, Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı seçilmemiş? Acaba nerenin cumhurbaşkanı olmuş, söyleyin de öğrenelim!”

“ÖLDÜ” HABERLERİNİN ANLAMI ÜSTÜNE
Çiğdem Kayaoğlu yazıyor: “Neden sizin için ‘Öldü’ haberleri çıkıyor biliyor musunuz? Ne zaman bize güveniniz sendeliyor, ‘Kim için savaşıyorum? Bu nankör ve kadir-kıymet bilmeyen tembeller için mi?’ diye düşünüp üzüldüğünüzde. Bence rabbim sizi seven ve gerçekten kıymetinizi bilip de yaptıklarınızın değeri altında ezilenleri göresiniz diye böyle şeylere izin veriyor.”

MAUN SUÇLULARININ DİNİ OLAMAZ
Canan Şimşek yazıyor: “Siz bize Maun suresini açıklamasaydınız her zaman şüphe içinde yaşıyor olacaktık. Öyle ya, adam çalıyor, çırpıyor, talan ediyor ama beş vakit namaz kılıyor, Allah'ın adını da ağzından düşürmüyor, bizi de ‘Ne biçim Müslümansınız?’ diye durmadan itham ediyor. Bu adam dinsiz-imansız olur mu? Maun suresi ‘Olur’ diyor.”

“Sayenizde Kur’an okuyorum. Yanında ‘Kur'an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’ kitabınızı okuyorum. ‘Allah ile Aldatmak’ kitabınız da sırada. Büyük heyecan duyuyorum. Dualarım sizinle. Ama işiniz çok zor. Tabii, bizim işimiz de çok zor.”
Ar, nâr ve şinâr
Baş­lı­ğı­mız­da­ki ke­li­me­le­rin üçü de Arap­ça. Ar, Türk­çede de kul­la­nıl­dı­ğı şek­liy­le utanç de­mek. Nâr, Türk­çede ba­zen kul­la­nıl­dı­ğı şek­liy­le ateş ve ce­hen­nem an­la­mın­da. Baş­lı­ğı­mız ka­fi­ye­li ol­sun di­ye ay­nen ko­ru­du­ğu­muz şinâr ise ah­lak­sız­lık, er­dem­siz­lik anlamların­da. Ke­li­me­ler, Hz. Pey­gam­ber'in sa­ha­bî­le­rin­den bi­ri­si ta­ra­fın­dan, ka­mu malın­dan bir­ şey­ler aşır­ma­ya kal­kan­la­rı azar­lar­ken kul­la­nı­lan bir söz­de ge­çi­yor. Kamunun hak­kı olan ve an­cak dev­let baş­ka­nı sı­fa­tıy­la Hz. Pey­gam­ber'in paylaştırabilece­ği ga­ni­met­ler­den "Bu o ka­dar önem­li de­ğil" di­ye­rek bir­kaç iğ­ne al­ma­ya kal­kan­la­ra, şöy­le di­yor sa­ha­bî: "Ye­ri­ne ko­yun o iğ­ne­le­ri! Ka­mu­ya ait mal­lar­dan bir­ şey­ler aşır­mak ar, nâr ve şinârdır." (İbn Hemmâm, el-Mu­san­nef, 5/243)

Gü­nü­müz Türk­çe­siy­le tek­rar­la­ya­lım: "Ka­mu­ya ait mal ve hak­lar­dan bir­ şey­ler aşırmak, bir­ şey­le­re el koy­mak utanç, ce­hen­nem ate­şi, ah­lak­sız­lık ve er­dem­siz­lik­tir."  Bu aşı­rı­lan şey, bir iğ­ne bi­le ol­sa. Aca­ba mil­yarlık dolarları, Avroları­ ve tril­yon­la­rı aşırmak ne olu­yor? Dü­şün­mek bi­le deh­şet ve­ri­ci.

Tüm ha­dis­çi-ta­rih­çi­ler bu ve ben­ze­ri tes­pit­le­ri, eser­le­ri­nin ‘gulûl’ baş­lı­ğı­nı ta­şı­yan bölüm­le­rin­de ve­rir­ler. Ha­dis ve si­yer (Pey­gam­be­ri­mi­zin ha­ya­tı­nı an­la­tan ta­rih da­lı) kaynak­la­rı­nın tü­mün­de yer alan bu baş­lık bu­gün­kü dil­le "ka­mu ma­lın­dan, hal­ka ait mal ve ni­met­ler­den ça­lıp çırp­mak, aşır­mak, ka­mu mal ve imkânlarını ki­şi­sel çı­kar­lar için sö­mür­mek" an­lam­la­rı­na ge­li­yor. (bk. Âli İm­ran, 161)

Bu suça Maun ihlali suçu da diyebilirsiniz. Çünkü Maun suresi bu suçu işleyenlerin namazlarını lanetliyor, onları dinsiz-imansız ilan ediyor.

Hz. Pey­gam­ber'in, gulûle bu­laş­mış sa­ha­bî­le­ri­ne kar­şı tav­rı ür­per­ti­ci­dir. Gulûlculuğu kesin­leş­miş ki­şi­le­rin ce­na­ze na­maz­la­rı­nı kıl­ma­dı­ğı bi­lin­mek­te­dir. Gulûle bu­laş­mış ama da­ha son­ra ken­di diz­le­ri­nin di­bin­de şe­hit ol­muş bir sa­ha­bî­si için: "Ne mut­lu şe­hit­sin sen!" di­ye ağ­la­yan­la­rı sus­tur­muş ve o ki­şi­nin ka­mu ma­lın­dan çal­dı­ğı bir ku­maş yüzünden şe­hit­li­ği­ ve cen­ne­ti kay­be­dip ce­hen­ne­mi boy­la­dı­ğı­nı söy­le­miş­tir.

Din, İs­lam, Peygamber, cen­net-ce­hen­nem slo­gan ve ede­bi­ya­tıy­la or­ta­lı­ğı ka­sıp ka­vu­ran tüm siyaset dincileri, Kur'an di­ni­nin, biz­zat Al­lah El­çi­si ta­ra­fın­dan al­tı çi­zi­len bu yaklaşı­mı­nı dik­ka­te ala­rak ken­di­lerine sor­ma­lı­lar: Biz bu di­nin mensubu muyuz?

Bu so­ru­nun bi­zi ge­ti­re­ce­ği ger­çek, ana baş­lık ola­rak in­san ger­çe­ği,  alt baş­lık ola­rak da in­san hak­la­rı ger­çe­ğidir. Bu­ra­ya gel­di­ği­niz za­man, ken­di­si­ne ‘İs­lam dün­ya­sı’ di­yen o koca kit­le­nin, Kur'an'ın elin­den sı­nıf ge­çe­cek bir not al­ma­sı müm­kün de­ğil­dir. Bı­ra­kın Kur'an'ı, bu İs­lam dün­ya­sı, in­sa­na ve onun hak­la­rı­na say­gı ba­kı­mın­dan Kur'an'ın çok ge­ri­sin­de kal­mış bu­lu­nan ça­ğı­mız­dan da sı­nıf ge­çe­cek not ala­maz.

Di­ni ya­lan say­ma­nın iki te­mel alâmetini ka­mu hakla­rı­na ta­sal­lut ve iba­det­le­ri şov ara­cı yap­mak ola­rak tescil eden Kur’an’ın iman ço­cu­ğu ol­du­ğu­nu söy­le­yen­le­rin, du­rum­la­rı­nı ye­ni­den göz­den ge­çir­me­le­ri ge­re­ki­yor. Ve her­ke­sin sor­ma­sı ge­re­ki­yor: “Biz bu di­nin nere­sin­de­yiz?”

Gulûl esp­ri­si açı­sın­dan bak­tı­ğı­mız­da, ül­ke­miz­de, "Biz bu di­nin ve in­san hak­la­rı­na say­gı­nın ne­re­sin­de­yiz?" so­ru­su­nu gün­de bir­kaç kez sor­ma­sı ge­re­ken­le­rin ba­şın­da saltanat dincilerinin gel­di­ği tar­tış­ma­sız bir ger­çek­tir. Çün­kü ar, nâr ve şinâr it­ha­mı­na ön­ce­lik­le çar­pan Mer­cü­mek­le­me, Deniz Feneri, 17 Aralık talanlarının ve daha nicelerinin babaları on­lar­dır.

Ar, nâr ve şinâr it­ha­mı al­tın­da­ki­le­rin bu­na kar­şı in­san­ca ve mert­çe bir ta­vır sergilemeleri bek­le­ni­yor. Onlara sesleniyoruz: Ar, nâr ve şinâra uzak­sa­nız, Kur’an’a ve onun tanıttığı Allah’a gerçekten imanınız varsa, ilk adı­mı atın: Kitlenin önünde tövbe edin. Aksi halde, Kur’an’ın tanıttığı anlamda bir Allahınız olduğuna asla inanmayacağız!
Kurtuluşumuz bu uyanışta!
Özgürlük haykırışlarının bu yüzyıldaki en güçlülerinin zuhur mekânı da Türkiye’dir. Türkiye’de anlam ve önemi gelecek zaman içinde daha iyi anlaşılacak bir büyük iş yapılmıştır: Siyaset dinciliğinin kimliği ve tahribatı deşifre edilmiştir. Bunu yapanların en güçlülerinden birinin de, bu satırların yazarı olduğunda Batı’da hemen hemen ittifak vardır. Batı üniversitelerinin bizimle ilgili on küsur doktora tezine imkân vermesinin ve Time Dergisi anketinde bizi dünya kamuoyunca ‘Yüzyılımıza etki etmiş en büyük yüz adam’ listesinde 9. sıraya koymasının anlamı üzerinde bu açıdan da durmak gerekiyor. Türkiye, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da bir ‘farkediş tembelliği’ içinde olabilir ama Batı, durumun farkındadır. Türkiye, dinci iktidarın neronik zulümlerinin kahrı altında kendine gelmeye başlamıştır. Gezi Eylemleri bu kendine gelişin ilk işareti oldu. O eylemdeki gençlerin ruhu tüm ülkeye egemen olsun diye dualar etmeliyiz. Aşağıda o ruhtan gelen mektuplardan örnekler okuyacaksınız.

Prof. Dr. Füsun Özer yazıyor: “Ben Pensilvanya Üniversitesi diş hekimliği fakültesinde öğretim üyesiyim ve 6 yıldır bu ülkedeyim. Şu anda hem internetten sizin programınızı dinliyor hem de size yazıyorum. Birçok kitabınızı okudum ve buradan kitaptan aydınlığa programınızı izliyorum. Size binlerce defa teşekkür ederim hocam, bana kitabımı, dinimi öğrettiniz. Sizi dinledikçe Allahıma binlerce defa teşekkür ediyorum bana sizi dinlemeyi okumayı nasip ettiği için. Sizi dinledikçe, okudukça nasıl üzülüyor, nasıl kahroluyorum anlatamam. Uçakta gelirken Allah ile Aldatmak kitabınızı okuyordum ve kitabı uçakta bitirdim. Kapağını kapattığımda ağlıyordum. Bu nasıl bir şey böyle. İnsanlarımızı dinimizle ve Kur’an’la nasıl tanıştıracağız. Bütün dualarım ülkem insanlarının daha fazla suç işlemeden doğruyu bulmaları için.” “Size buradan saygılarımı iletiyor, sağlık ve mutluluk dolu uzun bir ömür diliyorum. Siz benim ülkem için ve bütün İslam âlemi için o kadar önemlisiniz ki! Ne olur kendinize çok ama çok iyi bakın.”

Deniz Topuz yazıyor: “Yaz tatillerinde Kur’an kursuna ya da mahalle hocalarına giderek bu tatili tamamlardık. Tekrar yapınca bazı sureler ezbere yakın okunabiliyor ama dur şunun anlamını bulup okuyayım deyince başın ağrıyor; anlamıyor, bunalıyorsun; yorgunlukla kapatıyorsun. Bir gün ölüp gideceğim. O kadar kitap okudum, Kur’an’ı okumadan bu dünyadan gideceğim düşüncesi bir yerlerde yumruk gibi iniyor. 20’li yaşlardan 40’lı yaşlara böyle geliniyor. Tarikatlar mezhepler... İşin içinden çıkamıyorsun. Hâlbuki sana bir kitap verilmiş. Bir dene. Şimdiye dek nelere vakit harcadın, bir de buna harca. Defalarca başladığım ve niyet ettiğim bu kitabı okuyorum, henüz bitiremedim. Önce kendim sırayla okuyayım dedim. Sonra zaten iniş sırasına göre var onu da Yaşar Nuri Öztürk hazırlamış dedim, aldım. Şimdi namaz surelerini Türkçesiyle ezberleyip okuyorum. Türkçesi içimi titretiyor. Düşünmek güzeldir. Allah tövbeleri sürekli kabul eder, Gafurdur. Bana yardımcı oldunuz Allah da size yardımcı olsun!”

Bilgin Erözlü yazıyor: “Yaşar Hocam! Kitaplarınızla, konuşmalarınızla karanlık müptelası bu milleti aydınlığa taşıma ödevimizde bizlere ışık tutmaya lütfen devam edin.”
Ne dediğini anlamadan namaz kılanlar lanetlenmiştir
Ne dediğini anlamadan namaz kılanları lanetleyen ben değilim, filan veya falan müfessir veya fıkıhçı da değildir. Ne dediğini anlamadan namaz kılanları lanetleyen, Kur’an’dır. Kur’an, namaz kılanların iki tipini lanetliyor:
1. Bir yandan namaz kılıp bir yandan da insanların haklarına tecavüz edenler, özellikle kamunun haklarına tecavüz edenler.
Maun suresinin temel mesajı işte bu lanetlemedir. Bu mesajın ayrıntılarını ben, ‘Maun Suresi Böyle Buyurdu’ adlı devrim yaratmış kitabımda verdim.
2. Anlamını bilmediği, ne dediğini anlamadığı şeyleri okuyarak namaz kılanlar.
Ayrıntılarını ‘Ana Dilde İbadet Meselesi’ adlı kitabımda verdiğim bu çok önemli konuyu burada kısaca açıklayacağım. Önce, meseleye zemin oluşturan bir mektubu okuyalım.

Armağan Karamanlı yazıyor: “Hacı olmuş, 5 vakit namazını kılan kişilere, ‘Namazda okuduğun şu duanın anlamını biliyor musun?’ diye sorduğumda bilmedikleri yanıtını aldığım anda çok üzülüyorum. Diyorum ki, ‘Namazı Türkçe kılın, ne farkı var, anlam olarak aynı şeyi söylemiyor musunuz?’ Bunu dediğimde, ‘Olmaz öyle şey, sen de Yaşar Nurileşme’ diyorlar.” “Kuran'ı Kerim’in Türkçesini okudum, hâlâ baştan sona okuyorum. İnen ilk ayet ‘Oku!’ Okumak ne demektir? Arapça’yı zaten öğrenemem; bütün hayatımı ona adamam gerekir ki, öyle bir vaktim yok. İlk emir “Oku!” ne demek? Bana otur Arapça’yı öğren ve anla mı diyor yoksa bu kitabı anla mı diyor? Kutsal kitabımızı anlamam yönünde telkin veriyor. Ben insanların Türkçe namaz kılınmaz derken nasıl bir vebal altına girdiklerinin farkına varamadıkları için çok üzülüyorum. Allah’a yöneliş nasıl kısıtlanır, aklım almıyor.”

ALLAH, SADECE ARAPÇA MI BİLİYOR?
Dinci güruh, hemen hemen tüm konularda bugün bana yaptıkları zulmün aynısını, İmamı Âzam’a yapmışlardır. ‘İmamı Âzam’ adlı iki eserimi okuyanlar bu gerçeği çok yalın olarak görürler. Kur’an’ın tercümesiyle namaz meselesi, İmamı Âzam’a zulümlerine âlet ettikleri konuların başında gelir. İmamı Âzam 767 yılında dinci namussuzlar tarafından öldürüldü. Aradan 1250 yıl geçti. Allah, o günden beri İslam dünyası denen âlemin başını beladan kurtarmadı. Dinci imansızların bugün yaptıklarına bakılırsa, Allah’ın cezalandırmasının daha uzun süre devam edeceğine rahatlıkla hükmedilebilir. Dinci imansızlar, sadece kendilerini mahvetmekle kalmadılar, bütün Müslüman kitleleri perişanlığa ittiler. Dahası: İnsanlığın başına da bela oldular. Ve olmaya devam ediyorlar. İslam dünyası, bu imansız güruhun iftira, itham, akıl düşmanlığı ve Kur’an’dan rahatsızlık gibi temel cürümlerini deşifre edip yeni nesilleri bu güruhun aldatmalarından kurtarmadıkça mutlu olamaz. İmanını Kur’an’ın istediği şekle getirip aklını işletmeli, eskilere tapmayı din zannetmekten kurtulmalıdır. Aksi halde, cami sayısını arttırıp mabet sandığı o nifak ve şirk mekânlarında yatıp kalktıkça Allah da onun perişanlığını arttıracaktır. Bunun böyle olacağı Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in açık ihbarlarıyla belirlenmiştir.
Biz; akla dost, Kur’an’a imanı tam insanlar olarak, Arabizme, Arapçılığın soysuz uşaklarına teslim olmadan Allah’ın dinini Allah’ın muradına uygun şekilde anlamak için elimizden geleni yapalım; gerisini Cenabı Hak kotarır.
Boyutlarımızı tutan idrak, işte bu!
Serhan Bakır yazıyor:
“Birçok kitabınızı birkaç sefer dikkatle okudum, konuşmalarınızın çoğunu dinledim. Dilerdim ki toplum olarak çok daha yüksek düzeyde bir kavrayış ve eğitim seviyesine erişmiş olsak ve günümüzün sığ ve basit konularını aşıp cevherinizden tam anlamıyla faydalanabilsek. Bazen sizi izlerken, üstat bir virtüözün Afrikalı bir kabileye Bach çalması ve anlaşılmayı beklemesi gibi bir sıkıntı içinde olduğunuzu düşünüyorum.”

“Lise çağlarındayken televizyonda ilk kez sizi izlediğim ve ‘Kur’an okuyun’ sözünüzü duyduğum gün Kur’an’ı elime aldım ve bir daha bırakmadım. Bu süreç içinde hayretle şunu fark ettim: Ülkemizde Kur’an, aklını sıkı çalıştıran insanların gönlünden uzak, gönlüne yakın olan insanlarınsa aklından uzak kalıyor. Dosdoğru yolu sayenizde tutturduğumu düşünüyorum.”

“Ben mühendisim. Yapısal analiz, işimin gereği. Sizin Kur’an’ı analiz etme biçiminizi gerçekten etkileyici buluyorum. Bakış açınızın ve yorumlayış biçiminizin radikal veya reformist olduğunu düşünmüyorum. Tam aksine, bence tam olması gerektiği gibi özçağrılı. Kur’an’ı yine Kur’an ile yorumluyorsunuz. Bunu yapabilmek içinse kitabın tamamını, beynin kılcallarında çözümlemiş olmak gerekir ki bu da insanların yolunu aydınlatmanız için size verilmiş bir hikmet, sayenizde bize de bir nimet.”

“Yaptığınız programları takip ettim ve insanın yaradılışına dair bir yorumunuz beni yeni bir aydınlanmaya doğru adım attırdı: Melekler, ‘Yeryüzüne bozgunculuk edecek, kan döken birini mi atayacaksın?’ diye sorduğunda, Allah, ‘Ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ diyerek cevap verdi. Dediniz ki, Melekler gaybı bilemeyeceklerinden, insanın kan döktüğünü ancak daha önce görmüş oldukları için biliyorlardır. Şunu da eklediniz: Buradan da insanın, farklı planlarda, daha önceden yaratılmış olduğunu ve bu sebepten meleklerin insan doğasına zaten aşina olduklarını çıkartabiliriz.”

Sonsuzluk ve biz

“Sonsuzluğun Allah’a mahsus olduğunu düşünürsek dünya hayatının da ahiret hayatının da bir başı ve sonu olduğunu söyleyebiliriz. Bizim için, dünya hayatı başlayıp biteceği gibi, ahiret hayatı da başlayıp bitecektir. Bu belki bizim farkındalığımızın dışında bir bitiş olabilir, fakat bittikten sonra Allah boş duracak değil ya, yaratılış döngüsünü belki başka bir formatta, belki benzer bir biçimde tekrarlayacaktır. Böyle döngüler içinde döngüler ile aslında gerçekleşmekte olan bir arıtma, saflaştırma, iyileştirme süreci midir? Bu büyük tasarım hakkında sizin nasıl bir çözümleme yaptığınızı ve nasıl bir sistem tasarımı gördüğünüzü merak ediyorum.”

“Son dönemde yapılan teorik fizik çalışmaları, zamanı mekân ile birbirine bağlayan Einstein’ın kuramlarından uzaklaşıyor ve zamanı 4. boyut olarak değil bağımsız bir unsur olarak tanımlama eğilimi gösteriyor. Siz, Kur’an koordinatları çerçevesinde, nasıl bir zaman algılıyorsunuz? Allah’ın yaratışını, büyük tasarımını nasıl görüyorsunuz, mekanizmanın temel çalışma prensiplerini, döngülerin başını, sonunu nasıl tanımlıyorsunuz? Kendi katında var olmayan zaman kavramını bizim algılayacağımız bir forma sokan, muhteşem ve kusursuz bir tasarım ile her şeyi var eden Rabbimizin bunu neden yaptığını düşünüyorsunuz?”

“Son günlerde sizinle ilgili çıkan yalan haberden sonra fark ettim ki sizi gözleriyle ve sözleriyle devirmeye çalışan bir grup var. Umarım ne sizin sağlığınıza ne de keyfinize zerre bir zararları olabilir ve yaptıklarının da cezası asla affedilmez.”
Ümidimiz bu gençlerde
Serdar Cihan Güleç yazıyor: “1982 doğumluyum. Ailem Boğaziçi Üniversitesi mezunu mühendis bir çift. Ben lisans eğitimimi klasik diller üzerine yaptım. Eski Yunan Dili ve Edebiyatı mezunuyum. Ardından Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe Tarihi'nde yüksek lisans yaptım. Lisans eğitimime ilaveten Klasik usulde aldığım eğitimle, Modern Arapça ve İslam bilimleri üzerine aldığım eğitimi de koyarsak 10 seneyi aşkındır bu alanda çalışıyorum. Aynı zamanda, çeşitli seviyelerde İngilizce, Klasik Yunanca, Latince, Arapça dersler veriyor, çeviriler yapıyorum.”

“Çocukluğumda ve gençliğimde size karşı nefret ve önyargılı bir söylem içinde, tahammül edemediğim bir süreç yaşadım. Söylediklerinizi araştırma ve inceleme gereği duymamıştım. İşin gerçeği İslam’ı da pratik olarak yaşamıyor ve tamamıyla ütopik bir dinin imkânsızlığıyla adeta onu rafa kaldırmış gibi davranıyordum. Üniversite yıllarında tekrar İslam'a döndüm.”  

“Daha sonra bir filoloji öğrencisi olarak Allah'ın mesajını anlamak için Arapça öğrenmeye karar vererek onu da ‘aziz’ addettiğim geleneğin mirasına sahip çıkmak üzerinden yapmaya meylettim. Medreselere gittim, çeşitli insanlarla oturdum, kalktım. Bir dizi metin okudum, farklı coğrafyaların insanlarıyla görüştüm. Arapça öğrenmek suretiyle farklı dünyaları kendilerinin anlattığı biçimiyle tanıdım. Daha sonra, ihtilaf kültürünü tanımam sizin gibi bazı modern araştırmacılara birtakım suçların isnat edilmesine şahit oldum ve bunda siyasal tutumların dinsel hezeyan olarak yansıtıldığını gözlemledim. Bu benim için ikinci bir uyanış oldu.”

“Arapça öğrendiğimde ve temel kaynakları taradığımda getirdiğiniz eleştiriler ve çözümlemelerin kaynaklarına ilk elden ulaştım ve aradan geçen yıllar sonunda gördüm ki verdiğiniz bilgiler doğruymuş.”
“Söylediklerinizi sorgulanamaz bir dogma gibi kabul etmiyorum. Ama artık sizden nefret etmiyorum, hak yolunda yaptığınız işlerden dolayı diğer bütün Müslümanlar gibi, gayret eden bir insan evladı olduğunuz için size bir borcu ödüyorum: Size teşekkür ediyorum. Peşinen taklitçiliğin altında örselenmeyen bir zihinle söylediklerinizi Allah’ın ve Kur’an’ın, iyi niyetin, aklın çerçevesinde ele almak benim şiarım artık.” 
“Kendimi hesaba çektiğim düşünce serüvenimde, Yaşar Nuri Öztürk'ün haklı olduğuna inandığı davasında üslubunun ve iletişiminin herkesten daha nazik, mütevazı olmasının
kaçınılmaz olduğu önerisini de kendisine ileterek, kendisinden helallik isteyerek saygı ve selamlarımı sunuyorum.”

Tahsin Sırsaklar yazıyor: “32 yaşında inşaat mühendisiyim. Size duyduğum saygıyı, sevgiyi ve hayranlığı burada anlatmaya çalışsam, inanın maillere sığdıramam. Bence siz Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli ilim adamısınız. Ve en önemli aydınısınız. Ben ve benim gibilerin ufkunu açan, hurafelerden kurtaran, gerçek Kur’an'ı anlamamızı sağlayan yegâne insansınız.” “Kitaplarınız, TV programlarınız sayesinde hurafeye bulaşmadım, gerçek dini öğrenmeye çalıştım ve beynimi kimse zehirleyemedi. Katıldığınız programların internet üzerinden tekrarını izliyorum geceleri. Allah sizi başımızdan eksik etmesin. Sizi çok seviyoruz.”
Her komünist ateist değildir!
Komünizm, ekonomik bir düzendir. Baş düşmanı da sömürü, kapitalizm ve onların hamleci gücü olan emperyalizmdir. Bir komünist ateist olabileceği gibi, son derece dindar da olabilir. Tarih, özellikle İslam tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Emperyalizmin öncüleri olan kapitalist kodamanlar, komünizmin kendileri için bir tür Azrail olduğunu bildiklerinden onu sahneden silmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Ve bu, insanlığın en büyük kayıplarından biri oldu. Emperyalizmin komünizm aleyhine birinci dereceden kullandığı araç iftira olmuştur. Emperyalizmin kapitalist firavunları, baş düşmanları komünizmi yenik düşürmek için tarihin en büyük namussuzluklarına tevessül etmekten çekinmediler. Bu namussuzlukların en başta geleni, “Komünizm eşittir ateizm” sloganıdır. Özellikle Müslüman kitleler, emperyalizmin komünizme karşı verdiği onursuz savaşta, işte bu slogan kullanılarak aldatıldı. Ve ne yazık ki, tek düşmanı zulüm (sömürü, istila, hak ihlali, haram servet, emeğe ihanet) olan İslam, baş düşmanı olması gereken emperyalizmin yanında, hatta hizmetinde bir konuma getirildi. Son yüzyılda, insanlık için de İslam ve Müslümanlar için de en büyük kayıp bu olmuştur. Şimdi, bu kaybın acılarını fark eden, vicdanı yerinde bazı insanların mektuplarından örnekler verelim.

Adem Çolak yazıyor: “Elimde, yazmış olduğunuz ‘Kur'an’ı Tanıyor musunuz?’ adlı kitabınız var. Bence insanlar bu eserinizi okumalılar ve bunu okuduktan sonra Kur'an-ı Kerim’i okumalılar. Allah senden razı olsun, kalemine ve yüreğine sağlık.”

“Yalnız, kitabınızın 212. sayfasında dini Allah adını kullanarak sömürü yapanlardan bahsederken, 1990’lı yılların en hararetli 'şeriat' demagogları içinde, eski yılların en hızlı ateist-komünistleri de vardır, şeklinde bir cümle kullanıyorsunuz. Buradan şunu anlıyoruz ki ateist olan aynı zamanda komünisttir de. Yahut komünist olan ateisttir. Ben bir komünistim hocam ve komünizmin İslamla asla ters bir yapı olduğunu da düşünmüyorum; bilakis, komünizmin, Kur'an-ı Kerim’in bahsettiği doğruluk, dürüstlük, hak yememe, yardımlaşma, sosyal adalet ilkelerine en yakın bir ekonomik sistem olduğunu kabul ediyorum. Her komünist ateisttir diye bir şey yoktur. Ateizm ve komünizm farklı şeylerdir. Sadece söylemek istedim.”

“Sen yüce rabbimin bizlere bahşettiği tebliğcilerden birisin. Seninle daha bir sever olduk yüce dinimizi, senin bilginle ve önderliğinle keşfettik yüce kitabımızı ve seninle anlar olduk yüce peygamberimizi. Biz senden ziyadesiyle razıyız, Allah da senden gani gani razı olsun!”

İrem Özkaya yazıyor: “Ne güzel ilham kaynağısın anlayana! Öğrenmeye meraklı olanadır mesajınız. Düşünme ve algı çok önemli ve bu da angutlarla çok zor. Bu çabalarınızdan bir ışık doğacaktır.”

“İlkin, sevgili annemden duydum adınızı, o gün bugündür konuşmalarınızı gönülden severek dinliyorum.”
Yanmak ve uyanmak
"Ham­dım; yan­dım, piş­tim" di­yor Mevlana Ce­la­led­din Rumî. Var­lık­ta­ki oluş ve eriş sırrı­nı ifa­de eden ölüm­süz söz­ler­den bi­ri­dir bu. Ham­lık­tan piş­miş­li­ğe, to­hum­dan fi­li­ze, filiz­den çi­çek ve mey­veye ge­çiş, yol­cu­la­rı ka­dar yol­la­rı da yü­rü­yen ha­ya­tın her an ye­ni bir men­zi­le ulaş­ma aşk ve ira­de­si­nin ser­gi­le­ni­şi­dir. Bu hal­den ha­le ge­çiş, di­ğer varlıkların ak­si­ne, in­san­da, ‘ken­di­ni fark e­den de­ğiş­me’ ola­rak yü­rür.

İn­san­da­ki şu­ur­lu yol alı­şın gös­ter­ge­si ıs­tı­rap­tır. Bu yüz­den, Mevlana, in­san­da­ki oluş ve eri­şi ‘yan­mak’ di­ye ni­te­li­yor. Taş-top­rak da ya­nar a­ma on­la­rın ya­nı­şı ıs­tı­rap de­ğil­dir; çün­kü on­lar şu­ur­lu de­ğil­ler­dir. Ya­ni on­la­rın ‘ben’i yok­tur.

Ya­nış­sız ula­şı­lan zevk­ler aşk ol­mu­yor. Ya­nış­sız el­de edi­len ka­dın, sev­gi­li ola­mı­yor, sadece ‘dişi’ olu­yor. Aşk, vus­la­tı hep da­ğın ar­ka­sın­da tu­tar ki âşık bi­raz da­ha yanabilsin. Arzu­la­dı­ğı­nı­zı kolayca kol­la­rı­nı­za tes­lim eden bir sev­da aşk de­ğil, et ve kan hoşnutluğudur.
Ya­nış­sız iş­le­nen gü­nah­la­rın bi­le zev­ki yok­tur. Ya­nı­şı ol­ma­yan yüz­ler­de nur, göz­ler­de fer gö­re­mez­si­niz. Ya­nış­sız el­de edil­miş ser­vet­ler­le bes­le­nen­ler in­san ola­mı­yor; in­san görünü­mün­de hay­van olu­yor.
Ya­nı­şı ol­ma­yan iba­det­ler Hakk'a var­dır­mı­yor, sa­de­ce nef­si oya­lı­yor. Ya­ra­tı­cı ruh­la­rın, ya­nı­şın eş­lik et­ti­ği gü­nah­la­rı ya­nış­sız iba­de­tlere ter­cih et­me­le­ri bun­dan­dır.
Ya­ra­tan kar­şı­sın­da bo­yun bük­tü­rüp göz­ya­şı dök­tü­ren gü­nah­la­rı, uka­la­lık ve tam­lık duy­gu­su­na gö­tü­ren iba­det­le­re ter­cih edin. Çün­kü bi­rin­ci­sin­de yan­mak, ikin­ci­sin­de aldan­mak var­dır.

Al­lah'a, iddia ve gurur ka­pı­sın­dan git­me­ye kal­kan, yol­da ka­lır; Al­lah'a, bo­yun bü­küş ve göz­ya­şı ka­pı­sın­dan git­me­ye ba­kın. Çün­kü o ka­pı­da ya­nı­şa bağ­lı eriş var­dır.

Yan­mak, ger­çek uya­nışın ana­sı­dır. Ya­nış­sız uya­nan­lar, ger­çek ayık­lı­ğa ula­şa­maz­lar, uyur-ge­zer olur­lar. İs­ra­i­lo­ğul­la­rı, ya­na­rak uyan­mış bir kit­le ol­duk­la­rın­dan dün­ya­yı avuç­la­rın­da tu­tu­yor­lar. İs­ra­i­lo­ğul­la­rı­’na hep ıs­tı­rap ve­ren çöl, Arap'a bol pet­rol ver­di de ne ol­du! Ya­hu­di hâlâ güç­lü, Arap hâlâ hor ve ze­lil.

EN BÜYÜK NİMET, CUMHURİYET
Tan­rı bi­ze pet­rol ver­me­di di­ye ya­kın­ma­yın. Bi­ze, uyu­şuk­lu­ğa ye­nik dü­şür­me­yen bir nimet ge­re­kir­di; Tan­rı bi­ze onu ver­di. O ni­met, Atatürk Cum­hu­ri­yet­i’dir. Be­da­va bulan­lar kıy­me­ti­ni bil­me­se­ler de bu cum­hu­ri­yet, bu yüz­yıl­da İs­lam dün­ya­sı­na ve­ril­miş ni­met­le­rin en bü­yü­ğü­dür. Bü­yük ya­nış­la­rın kar­şı­lı­ğı ola­rak el­de edil­miş bir eriş­tir Atatürk Cum­hu­ri­yeti: Yüz bini aşkın şe­hit Ça­nak­ka­le'de, 20 bin şe­hit Kur­tu­luş Savaşı'n­da.

Tür­ki­ye'ye, 21. yüz­yıl­da tev­hi­din en bü­yük ka­le­si ol­ma ka­de­ri­ni layık gö­ren Yü­ce Tanrı, her tür­den mi­ras­ye­di hainin yay­ga­ra­sı­nı, cum­hu­ri­ye­tin ye­ni oluş ve eriş­ler el­de etmesinde ‘deneyim’e dö­nüş­tü­re­cek­tir. Sabredin göreceksiniz.

Al­lah'ın va­a­di hak­tır. El­ve­rir ki, da­ha iyi pi­şe­bil­mek için ya­na­bil­me gü­cü­nü­zü ko­ru­yun!
Müşriklere karşı tavrımız ne olmalı?
Önce bir mektubu okuyacağız. Nazlı Özhan ve arkadaşları yazıyor: “Yayınlamış olduğunuz kitaplarınızı zevkle okuyoruz ve çevremize de öneriyoruz. ‘Lanetlenen Soy’ adlı kitabınızın 199. sayfasında bahsettiğiniz müşrikler konusunda iki sorumuz olacak:
1. Müşriklerle nikâh caiz değildir. Müşrikler kadın veya erkek müminlerle nikâhlanamazlar. 2. Müşriklerin kestiği etler yenmez. Yahudi ve Hıristiyanların kestikleri hayvanların etleri yenilir, müşriklerin kestiği yenmez. “Burada bahsi geçen veya kastedilen müşrikler kimler ve hangi topluluktur. Bu konuda bizleri aydınlatırsanız seviniriz.” 

ŞİRKİN ESAS ÇEHRESİ HEP SAKLANDI, ÇÜNKÜ…

Şirk, Müslüman kitlelere, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in anlattığı gibi hiçbir zaman anlatılmadı. Konuyu, Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in beyanlarına uygun olarak anlatan ilk eser benim ‘Din Maskeli Allah Düşmanlığı: Şirk’ adlı eserimdir.

Neden anlatmadılar şirki? Çünkü Kur’an’ın anlattığı şirk, Arap-Emevî saltanatının din diye dayattığı şeyin ta kendisiydi. Emevî Arabizmi Kur’an’ın tanıttığı şirkin anlatılmasına izin verseydi kendisinin gerçek kimliğini deşifre ettirmiş olacaktı. Buna izin veremezdi. Emevîleri aynen takip eden saltanat dincileri bugün aynı yolu izliyor ve Kur’an’ın tanıttığı şirkin örtülü kalması için her oyunu oynuyorlar. Şirkin tevhit dinine karşı bir din olduğunu söylemiyorlar; şirki ateizm veya dinsizlik diye tanıtarak kitleleri aldatıyorlar. Şirki Kur’an’ın tanıttığı şekilde tanıtırlarsa camilerde bir yığın maskeli müşrikin kol gezdiği ortaya çıkacak ve dinciliğin maskesi düşecek. O bakımdan durumu olabildiğince idare etmeye çalışıyorlar.

Bana sataşmalarının sebebi, benim bu durumu Kur’an’ın karşı çıkılamaz hüccetleriyle ortaya koyarak insanlığı ve Türk halkını uyandırmamdır. Ben; ‘Allah ile Aldatmak’, ‘Din maskeli Allah Düşmanlığı: Şirk’, ‘Maun Suresi Böyle Buyurdu’ ve ‘Kur’an’da Lanetlenen Soy’ adlı kıyamet koparan kitaplarımla, maskeli müşrik olan dincilerin maskelerini yırttım veya tama-men düşürdüm. Benden nefret etmelerinin sebebi budur. Şaşılacak bir şey yok.

Şirk konusunda uyanmak isteyenler, ‘Şirk’ adlı kitabımı mutlaka okuyacaklardır; başka çare yoktur. Mektuptaki sorunun özel cevabına gelince, o şudur: ‘Müşrikler’ denince Kur’an bir kategorik topluluk anlamaz; şirke batmış kişileri anlar. Bir müşrik, Allah’a inanabilir, namaz kılabilir, oruç tutabilir, hacca, umreye gidebilir. Ama bunları yapması onu müşriklikten kurtaramaz. Bakacağımız esas nokta şudur: Bir kişi, Allah ile insan arasında yaklaştırıcılar, şefaatçılar, kurtarıcılar kabul ediyor mu! Allah’ın yetkilerinin bir kısmını bir biçimde birilerinin kullanmasına seyirci kalıyor mu! İnsan haklarını çiğniyor, kamu haklarını yiyor mu! Dine, ibadet hayatına ve özellikle de namaza riya bulaştırıyor mu! Buna bakacaksınız; bunlara bulaşarak müşrik durumuna düşmüş kimseyle evlenmeyeceksiniz, onun kestiği eti yemeyeceksiniz, onunla aynı safta namaz kılmayacaksınız. Çünkü Kur’an’a göre, müşrikler ‘Allah düşmanıdır ve bizatihi pisliktir.’ (Tevbe suresi, 28, 114) Bu kadar açık ve net.
Yıllardır beklediğimiz, bu sesti!
Asırlardır beklediğimiz yaratıcı, kurtarıcı, erdirici ses nihayet yükselmeye başladı. Allah’a sonsuz şükürler olsun! Mutluyum, bu sesin yükselmesinde tarih ve Tanrı bana görev verdi. Çok ıstırap çektim, çok zulme maruz kaldım; haklarım çok çiğnendi ama geldiğimiz yer bütün bunları unutmamı gerektirecek bir büyük ‘mutluluk çizgisi’dir. Son zamanlarda birbiri ardınca aldığım her düzeyde mektuplar, iletiler bu söylediklerimin tarihsel belgeleridir. Bir bilim ve düşünce adamı, bu belgelere sahip olabilmek için neler vermez! O beklenen sese çok güzel bir örnek sunuyorum.

Ali Topaloğlu yazıyor: “Yaşadıkça, bir şeyler öğrendikçe sizi saygı, sevgi ve duayla anmaya devam edeceğim. Din konusunda bize sorgulamayı ve düşünmeyi öğrettiğiniz için size minnettarız. Devrim niteliğindeki (Şirk, Maun Suresi Böyle Buyurdu, Allah ile Aldatmak, Kur'an'daki İslam, İslam Nasıl Yozlaştırıldı, Lanetlenen Soy, Kur'an'ın Yarattığı Devrimler) kitaplarınızı okumuş bulunmaktayım. Şu anda da ‘Kur'an'ın Temel Kavramları’ adlı iki ciltlik eserinizi okuyorum.”

“Kitaplarınızı okudukça toplumun geleneksel tabular altında nasıl sıkıştığını, cehalet ve ilimsizliğin nasıl din sanıldığını görmekteyim. Yüzde 99'u ‘Müslüman’ (!) olan bir ülkede insanlar inandıkları kitabı okumuyor veya okuyamıyorlar. Birileri onlara Kur'an'ı anlamadığı dilde okutuyor ve bir şeyleri anlamalarını engelliyor. Dini saltanat dincisi hocalardan öğrenmekteler. Ve işin ilginç yanı dini, bu hocaların dedikleri sanıyorlar. Kimse ‘Neden?’ diye sormuyor veya birileri onlara bu soruyu sordurtmuyor. Din adına söylenenler kimse tarafından sorgulanmıyor. Kimse ‘Nerede yazıyor, Kur'an'da böyle bir şey var mı?’ sorusunu sormuyor. Gerçi sorsak ona da cevapları hazır: Hadis adı altında bir sürü yalan söz üretiyorlar. Akılla, ilimle, mantıkla, Kur'an ile bağdaşmayan bu sözleri sorgulayanlar sünneti inkârla suçlanıyor.”

“Toplum olarak müthiş bir çıkmazın içindeyiz. Saltanat dincisi hocalara kayıtsız şartsız itaatin bizi sefalet ve karanlığa götürmekten başka bir işe yaramadığını görüyoruz.” 

“Anılan hocalar ve onun gibileri bizi dinsiz gibi görüyor. Biz onların anlattığı gibi bir dine inanmıyoruz. Biz, Allah'ın gönderdiği Kur'an'ın dinine inanıyoruz, saltanat dincilerinin dinine değil. Biz, insan haklarına saygılı, bütün insanları eşit gören, yetimin itilip kakılmasını lanetleyen, insanlık adına değer üretmemizi isteyen Kur'an’a inanıyoruz, Allahu Ekber nidalarıyla insanları yakan veya kafa kesenlerin dinine değil.” 

“Bize, bu anlamda yol gösterdiğiniz için size bir kez daha teşekkür ediyorum ve ne kadar teşekkür etsem az, onu da biliyorum.”
O ses eyleme dönüşmeli!
Bir önceki yazım, beklediğimiz sesin artık çıkmaya başladığını ifade için yazılmıştı. Okuyucularım, o sesin epey zamandan beri var olduğunu bildiren iletiler gönderdiler. Çok mutlu oldum. Bu yanılmamı mutluluk vesilesi sayarım. O halde şunu söyleyelim: Artık o ses eyleme dönüşsün. Çünkü Türkiye ve genelde tüm İslam dünyası, korkunç bir karanlığa ve yıkıma doğru gidiyor. Mademki ses var, eylem de gelsin.

Doç. Dr. Hakan Yıldırım’ın mektubunu bu temennimi unutmadan okuyalım: “Yıllardır Beklediğimiz, Bu Sesti’ yazınızı okudum. Biraz alındım. 45 yaşındayım. Sizi ben, 1983'ten bu yana okumaktayım ve emin olunuz sizi milyonlar okuyor. Milyonlar sizin söylemlerinizle bu dini tanıdı, bildi ve ona yaklaştı. Atatürk’e de… 12 yaşımdan bu yana, ben de sizi, Allah'ın dinini gerçek anlamda anlatan, özel görevlendirildiğine inandığım insanlardan biri olarak görmekteyim. Yanlış anlaşılmasın; sadece insan olarak görmekteyim; insanüstü bir varlık olarak değil.”
“Yazdıklarınızın hepsine gönülden katılıyorum. Ülkede her şeyin içinin boşaltıldığı, üniversitelerin hiçbir niteliğinin kalmadığı şu karanlık günlerde ifade etmek isterim ki, beklediğiniz o ses hep vardı. Olacak da.  En azından ben 12 yaşımdan bu yana o sesi hep işitiyorum.” “Sağlığınıza iyi bakınız ve sinirlenmeyiniz. Çünkü insanlar kitaplarınızı daha çoook okumak istiyor. Elbette ben de.”

DİNİ KUR’AN’DAN KOPARANLARI LANETLEYİN!

Gökhan Derbent yazıyor: “Ben Sünnî bir aileye mensubum ama kendim yaklaşık beş sene önce Müslüman oldum (Kur’an Müslümanı) şimdi ailem ve çevremdeki herkes beni dinsiz, deli ilan etti. Sizi çok önceden beri takip ediyorum. Raflarım sizin kitaplarınızla dolu, bundan dolayı, ‘Seni o Yaşar Nuri yoldan çıkarttı' diye bir de sizden şikâyet ediyorlar, hatta annem sizin için: 'O adamın telefonu yok mu, ver bana arayıp konuşacağım, dinden çıkarttı seni' diye söylenip duruyor. Tabii ki ben inandığım yoldan dönmedim, dönmeyeceğim!”
“Tüm elçiler böyle ne dediğini anlamayan kişilerin kınama ve iftiralarına maruz kaldılar. Ben bir Müslüman olarak bunları gördüğümde ne kadar doğru yolda olduğumu anlıyorum. Sizin gibi âlimlerden Allah razı olsun! İnsanlara ışık oluyorsunuz. Ben de Kur’an ile bu ışığı taşıyabildiğim yere kadar ulaştıracağım. Tümü bir araya gelip dinsiz ilan etseler de umurumda değil. Esas umurumda olan, Allah. Ben de O’nun kitabı ile şaşmadan yürüyeceğim.”

Gökhan kardeşim! Tevhidin büyük peygamberi Hz. İbrahim’in, müşrik babası tarafından, bizim peygamberimizin de müşrik amcası tarafından ‘dinsiz-imansız, sapık’ ilan edildiğini unutma. Şunu da bil: Mevlana Rumî diyor ki, “Kapalı kapı sana nasıl açılır, anahtara düşman kesilmişsin!” Bugünkü İslam dünyasının ve Türkiye’nin çelişkisini, dramını bu söz kadar güzel anlatanı olamaz. Müslümanlar, bir yandan, kurtuluş kapısının kendilerine açılmadığını en acıklı sesleriyle haykırıyorlar, öte yandan o kapıyı açacak ne kadar anahtar adam varsa onları dışlıyorlar. Örnek mi arıyorsunuz? Atatürk’e ve ona yapılanlara bakın! Daha elle tutulur örnek mi istiyorsunuz? Bana yapılanlara bakın!
İmamı Âzam bilinmeden olmaz!
Asırlarca aldatıldık. Kur’an okumak adına Arap harflerinin telaffuzunu bize kutsal bir uğraş olarak dayattılar. Hem beynimizi hem gönlümüzü hem de imanımızı perişan ettiler. Kur’an ‘tedebbür’ (yani ne dediğini anlayarak okuyup okuduğu üzerinde düşünmemizi) istiyor, Arapçı dayatmacılarsa ‘tedebbür’den hiç söz etmiyor, sadece ‘telaffuz’ dayatıyorlardı. Çünkü saltanatları, Kur’an’ın ne dediğinin anlaşılmamasına uyarlanmıştı. Onu tehlikeye atamazlardı.

Bu imansız ve namert oyunu tarih içinde ilk darbeleyen ilim ve irfan öncüsü, İmamı Âzam oldu. Arapçılık onun yaptığından çok rahatsızdı. Onu ilmen ve fikren aşamadılar, teslim alamadılar. Sonunda zehirleyip öldürdüler. Ama onun yaktığı ışık, Batı’da kilise kodamanlarının saltanatını yıktı. Luther’in devrim yaratan fikirlerinin öncüsü İmamı Âzam’dır.

İmamı Âzam’ın fikirlerini bir devletin omurgası, bir devrimin ruhu yapan önderse Mustafa Kemal Atatürk oldu. Bu gerçeği insanlığa ilk kez ama çok özet olarak Pakistanlı düşünür Muhammed İkbal (ölm. 1938) açıkladı.

İmamı Âzam’ın muhteşem mesajıyla Atatürk icraatı arasındaki irtibatı, ayrıntılı biçimde ortaya koyma onuru bize nasip oldu. ‘Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmamı Âzam’ adlı eserimiz, yaptığımız o işin belgesi ve göstergesidir.

Şimdi Arabizmi din diye yutturanların dayatmalarından ıstırap çekmiş milyonlardan birinin ibret dolu mektubunu okuyalım:

Necdet Kaplan yazıyor: “İyi eğitim görmüş, ana kucağında İslam dini ile tanışmış biriyim. Sülale boyu dindar bir aileden geliyorum. Helal lokma yiyerek büyüdüm. İnşaat mühendisliği mesleğimi helal lokma yiyerek sürdürüyorum. Rahmetli babam beni ilkokul sonrası, Kur’an’ı okuma eğitimine gönderdi. Tecvitli telaffuzla Kur’an’ı Arapça olarak okumayı öğrendim. Ancak Besmele’nin dahi anlamını öğrenemedim.”

“Sizi televizyon programlarınızdan tanıdım. Yaklaşımlarınız, beni Kur’an’ı kendi dilimden okuyup, anlamaya sevk etti. Babamın bana verdiği Kur’an’ı Arapça okuma eğitimi, manevî haz dışında bir katkı sağlamadı. Eserleriniz ve sıkı uyarılarınız sayesinde Kur’an mealini okumaya ve Kur’an’ı anlamaya yöneldim. Aman Allahım!!! Her bir ayet bir ışık.”
“Hayatım boyunca; İmamı Âzam Ebu Hanîfe adlı kitabınız kadar beni etkileyen, Müslüman âlemde bu gün yaşanan sefilliklerin ve rezilliklerin nedenlerini bu kadar güzel anlatan bir eser okumadım, görmedim, duymadım. Birçok konuya cevap bulmakta zorlanıyordum. Dünyamı aydınlattınız. Cenabı Allah her iki dünyanızı aydınlık kılsın. Karşılaştığım herkese, İmamı Âzam adlı eserinizi büyük bir heyecanla anlatıyor, okumalarını tavsiye ediyorum. ‘Okumadan ölmeyin!’ diyorum. Eserinizin hepsini okuyorum. Ancak İmamı Âzam adlı eseriniz  her şeyi bir arada anlatıyor. Neden Müslümanlar bu kadar sefil duruma düştüler? Bu sorunun cevabı mükemmel bir anlatımla bu eserinizde veriliyor.”

“Siz; İslam âlemi  ve insanlık için, çok değerlisiniz. Allahın izniyle siz ve sizin gibiler sayesinde İslam aslına dönecektir. Sayenizde, İslam âleminde yaşanan olayları, bunların nedenlerini artık çok rahat anlayabiliyorum. Uyardınız, uyandırdınız. Allah, bu ışığı etrafınıza yaymaya devam etmekten sizi mahrum bırakmasın!”
Muhammed İkbal'i mutlaka tanımalıyız!
Ömer Eren yazıyor: “Gaziantep Üniversitesi'nde genç bir İngilizce okutmanıyım. Düşünce dünyamın, açtığınız ufuklarla ne kadar geliştiğini kelimelerle tarif etmem imkânsız. Tarihin size verdiği kutlu görevin bizler de şahidiyiz. Biz de bu yolda bir toz parçası olabilirsek ne mutlu.”
“Muhammed İkbal'in eserleri ile ilgili araştırma yaparken, üstadın 1908 yılında vermiş olduğu bir konferansın Lahor’da 1977 yılında basılmış ikinci baskısını buldum. Kitap
Avustralya'daydı oradan getirttim, bugün elime geçti. Kitabın adı ‘Islam as an Ethical and a Political ideal’. Bu kitabı Türkçeye çevirerek halkımıza bir katkıda bulunmak istiyorum.”
“İkbal konusunda tartışmasız bir otorite olan sizin bu konuda eğer mümkünse tavsiyelerinizi ve uyarılarınızı öğrenmekten mutluluk duyarım. Çeviriye hemen başlayacağım. Size çok minnettarım. Bu duygularımı bir defa rüyamda size ilettim ama dünya gözü ile de sizinle bir kahve içmek için neler vermezdim! Allah sizden razı olsun!”

TÜRK DİLİNDE İKBAL
İkbal’in bir konferansı olan bu eserin ilk baskısı, 1955, ikinci baskısı 1977 ve üçüncü baskısı 1988 yılında Lahor’da yapıldı. Benim elimde üçüncü baskısı var. Baskıyı gerçekleştiren S.Y. Haşimî, eseri dipnotlar ve açıklamalarla zenginleştirmiştir. İkbal’in bu önemli eserini ben, son yedi sekiz kitabımda geniş sayılacak ölçüde değerlendirdim. Ama bu yetmez. Hayatî mesajlar taşıyan o eserin bağımsız bir kitap olarak ve İkbal’le ilgili geniş bir giriş de eklenerek basılması çok yararlı olur. Bu işi genç bir İngilizce okutmanının üstlenmesi sevindiricidir.

İkbal, hem dinciler hem de angutlar tarafından yadırgandı. Angutlar onu, Kur’ancı olduğu için sevmediler. Dincilerin onu dışlaması içinse pek çok sebep vardı: İkbal akılcıydı, Kur’ancı idi, hukuk devletinden yanaydı, felsefeye çok önem veriyordu. Dahası: İkbal, bazı küçük eleştirileri olmakla birlikte cumhuriyetçi ve Atatürkçü idi. Atatürk’ü, İslam dünyasının tıkanan yolunu açıp karartılan kaderini aydınlığa çıkaran önder olarak görüyordu. Kendisi için yapılan duaları da “Bu duaları Mustafa Kemal için yapın” diye Atatürk’e yönlendiriyordu.

İkbal, Atatürk’ün devrimlerini İmamı Âzam fıkhının modern bir uygulanışı olarak görüyordu. Cumhuriyeti ve parlamenter sistemi, Kur’an’ın taleplerine tamamen uygun sistem olarak değerlendiriyordu. Parlamenter sistemin, Kur’an’ın ruhuna hilafet sisteminden çok daha uygun olduğu kanaatini taşıyordu.

İkbal’i Türkiye’de ve Türkçe okuyarak tanımak isteyenlerin başvuracağı kaynak bizim eserlerimizdir. Özellikle, ‘İmamı Âzam’ ve ‘Hallâc-ı Mansûr’ adlı eserlerimiz bu konunun temel kaynaklarıdır. ‘İmamı Âzam’ kitabımın 13. bölümünün adı, ‘Muhammed İkbal’in İmamı Âzam Fıkhıyla Atatürk Cumhuriyeti Arasında Gördüğü Paralellik’tir. ‘Hallâc-ı Mansûr’ adlı eserimin ikinci cildinde yer alan yaklaşık yüz sayfalık dokuzuncu bölüm ise ‘Hallâc’ın Yirminci Yüzyılda Zuhuru: Muhammed İkbal’ başlığını taşıyor.
Mustafa Kemal Atatürk’ün; ölümsüz tespitleri:
5 Şubat 1924 günü, İstanbul’da gazetecilere yaptığı bir konuşmada şöyle diyor: “Bu milletin şimdiye kadar Arapların, Acemlerin din maskeli iğfalleriyle aldatılmış olduğunu ispat etmek isteyen bir adamım.”-ABE. 16/208 *ABE.: Atatürk’ün Bütün Eserleri
 
29 Ekim 1923 günü, sorularını cevapladığı Fransız gazeteci Maurice Pernot’ya din meselesinde şöyle diyor: “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum. Şuura muhalif, ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor.”
 
Pernot’ya cevabının devamı şöyle: “Bu Asya milletinin içinde daha karışık, yapay, batıl inançlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler, sırası gelince aydınlanacaklardır. Onlar eğer aydınlığa yaklaşamazlarsa, kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.”-ABE. 16/150
 
İmzasız Baş Makaleler: Bilindiği gibi, Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları, Milli Mücadele’yi destekleyen basın organlarında, özellikle Milli Mücadele’ye desteğin sembolü konumundaki Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde en hayati yazıları yazan insanlardı. Bu yazıların önemli bir kısmı, Hâkimiyet-i Milliye’nin ‘Baş Makale’ adlı köşesinde, Mustafa Kemal tarafından yazılmıştır. Mustafa Kemal, ayrıca ‘İleri’ gazetesinde de müstear isimlerle yazılar yazmıştır. Hâkimiyet-i Milliye’nin 10 Ocak 1921 tarihli nüshasındaki ‘Hayatta Cidal’ adlı başmakalede şu satırlar var:
 
“Ocağının ırzını muhafazaya Muhammedi bir imanla kalkışmış olanlarla başa çıkılmaz. Bu dava, tarihte yüzlerce misaliyle kayıtlıdır. Bu tarih harikalarının en parlakları, Müslüman ve Türk âleminde görülür. Müslüman ve Türk! Evet, bu iki kelimenin üzerinde durduğumuzun büyük bir hikmeti vardır. Evvela Müslüman deyince bunda hürriyet ve adalet duygularının yükseldiği kat’i bir iman parlar. Müslüman’ın yurdu bütün dünyaya uzanır! Öyle ki Türkiye’deki Müslüman Hindistan’dakini düşünür. Mısır’daki ta Mağrib’dekini, Mağrib’deki ta Cidde’dekini anar. Birine dokunan diken ötekini de incitir. Ehlisalib diyar-ı İslam’a tecavüz ettiği vakit karşısında hem Kılıçarslanı, hem Selahaddini Eyyubi’yi gördü. Daha ileri gitse idi, Hintli’yi, Çinli’yi, Acem’i, Afgan’ı, Arab’ı, Tatar’ı görecekti. Bu pek açık bir meseledir…”
 
“Tam Müslümanlıktaki kuvvet ve heybet başkadır. O doğruluk, adalet bir adamı on defa büyütür. On misli vakar ve azamet sahibi yapar, ondaki büyüklükten hem dost iftihar eder hem de düşman korkar. Zira her şeyden evvel asıl mertlik, doğruluktur, menfaat hissiyle başkasının malına el uzatmamaktır. Onda muhtaç da olsa yine kendini menetmekte büyük bir necabet ve kalpte irade kuvveti var demektir. Hülasa, hayatta cidal vardır. Fakat doğruluk esas vazifedir. Her ikisinin yerleri ayrılmıştır. Tabirleri suiistimal etmemelidir. Biz bu kelimeleri ve delalet ettikleri olayları daima Müslüman’ca ve Türkçe düşünmeliyiz ki hakikate vasıl olabilelim. Bize Frenkçe düşünmek yaramaz.”
 
Tam Bağımsızlık Savaşı’nın başlangıç tarihi 19 Mayıs 1919 ise Türk Aydınlanma Savaşı’nın başlangıç tarihi de İzmir İktisat Kongresi münasebetiyle yapılan o uzun konuşmanın tarihi olan 2 Şubat 1923’tür. Atatürk’ün dehası, bu aydınlanma savaşını o bağımsızlık savaşının içine sokmuş, ikisini birleştirmiş, böylece tarihin önüne bir benzerini görmediği büyük bir diriliş örneği koymuştur. İşte birkaç satır. Ve işte, aydınlanma öncüsü Gazi Mustafa Kemal:
 
“Eğer Müslümanlardan, Kur’an’ı yüceltmek dini bir vazife olarak talep olunuyorsa hiç şüphe yok ki, Müslümanlar ne kadar kuvvetli, kudretli ve bütün bu kuvvet ve kudret akılca ne kadar yüksek olur, ilmen, fennen gelişmiş bulunursa, Kur’an’ı yüceltmeyi iyi yapmasını bilir ve Allah ancak bu mesai tarzından daha çok memnun olabilir. Bütün Müslümanlara da ne yapmak lazım geleceğine dair kuvvetli ve maddi bir misal gösterilmiş olur…”
 
Müdafaai Hukuk Başbuğu Atatürk, aydınlanmanın önünü açmaya şöyle devam ediyor:
“Daima ileri sürülen bir şey vardır ki, o da din engellemesidir… Bunda büyük bir hata vardır. Bizim dinimiz hiçbir vakit böyle bir şey talep etmez. İlim ve irfanı aramaya mecburuz. Nerede bulunursa bulunsun oraya gitmek, onu bulmak, almak, onunla donanmak mecburiyetindeyiz. Allah’ın emri, kadın ve erkek bütün Müslümanların aynı derecede ilmen, fazileten her bakımdan olgunlaşmasıdır… Kur’an ile hatırlatmak istiyorum ki, bu nerede ise oraya kadar gidecektir. Kim? Hepsi gidecektir, kadın da gidecektir, erkek de gidecektir. Dinin bir engellemesi yoktur…”
 
“Tesettür şekli, kadını hayattan, faaliyetten ve insanlıktan tecrit edecek, gayri meşru, aşırı mertebeye gelmiş olmasın!”
 
“Biz, elhamdülillah Müslüman’ız. Dinin hakiki esaslarını incelediğimiz zaman onun bize ifade edebileceği hükümet şekli, yalnız ve yalnız bizim takip ettiğimiz hükümet şeklidir. İlahi emirlerde hükümet şekli yoktur. Şu veya bu şekil ifade edilmiş değildir. Yalnız hükümetin nasıl olması lazım geleceğine dair esaslar ifade edilmiştir. Bu esaslardan biri şuradır.-Yani yönetenlerle yönetilenlerin birbirini denetlemesi sistemi. Bizzat Cenabı Peygamber şurasız muamele yapmazdı.”
 
“İkinci esas adalettir, Üçüncüsü ululemre-devlete, devleti yönetenlere, itaat etmektir. Ne yazık ki bu güzel hakikati, çok fena insanlar, yine din kisvesi altında çok fena yorumlamışlardır. Ve herkese tanıtmaya çalışmışlardır ki, emir demek, amir demek padişah demektir. Bu şekilde başa geçen bir canavar demektir. Ve böyle bir canavara ne olursa olsun mutlaka itaat etmek lazımdır. Müstebit olsun, rezil olsun, itaat edeceksin.”
 
“Millet ancak seçtiği insanlardan, vekillerden meydana gelen bir yönetime sahip olursa ve bu yönetim adalet üzere hareket ederse işte Allah’ın ve Kur’an’ın istediği hükümet bu olur. Çok iftihara değerdir ki, milletimiz ancak 1300 küsur sene sonra Kur’an’ın bu hakikatini fiil halinde göstermiş oldu.”
 
“Şahıslar gibi, meclisler de müstebit olur. Ve meclislerin istibdadı şahısların istibdadından daha tehlikelidir… Onun için, bilhassa bizim gibi canı yanmış olan bir milletin meclisi dahi her ihtimale karşı müddeti çok olmamalıdır… Meclisin yapacağı kanunun tasdikini bir adama vermek demek, milli hâkimiyeti kökünden yıkmak demektir… Milleti daima aldatanlar, büyük tanıdığımız fakat çok küçük olan heriflerdir…”
 
“Devletler yapan, büyük imparatorluklar yaratmak kudret ve kuvvetinde bulunan Türk milletini mahvetmek hususunda mevcut kanaat pek derindir. Bugünkü Avrupa diplomatlarının kafalarında hâsıl olmuş bir görüş değildir. Bundan evvel, çok çok evvelkileri zamanında yerleşmiştir. Bu, adeta babadan evlada intikal eden bir zihniyet, bir adet, bir anane olmuştur…”
 
“Türk milleti intikamını, zalimlerin zulmünü yıkıncaya kadar kalp ve vicdanından çıkarmayacaktır. Bu cihan bizim kalp ve vicdanımızda düşmanlık hissi bırakmak istemiyorsa bizim hakkımızda kalp ve vicdanındaki zulmü çıkarsın. Zulüm hissi baki kaldıkça intikam hissi devam edecektir.” “İngilizler, en hasis maksatlarını temin edebilmek için dünyanın en alçak hislerini ortaya koymaktan bir an ayrılmıyorlar…”
 
“Devlet serbest olmazsa, hariçten gelecek mal üzerinde tesirli olmazsa, el koyacağı gümrük vergisinde serbest olmazsa bu mesele kapitülasyon ruhundan hariç sayılabilir mi?... Barış istiyoruz, fakat tam bağımsızlık istiyoruz. Barışın anlamı budur.”
 
“Arkadaşlar! On sene sonra, yirmi sene sonra, elli sene sonra ölmektense, sefil ve aşağılık dereceye indirildikten sonra ölmektense, kalp ve vicdanımız açık olarak bugün ölelim ve tarih bizi böyle yazsın… Milletimiz namusludur ve namuslu muhataplar ister… Asıl kurtuluşa ulaşmak, mücadeleyi tatil etmekle değil, ilelebet mücadeleyi sürdürmekle mümkün olacaktır.”
 
“Türkiye halkı denildiği zaman, mukadderatını birleştirmiş olan ve hissen, dinen birbirine kalplerini bağlamış olan insanlardan meydana gelen halk demektir. Bunlar içinde ırken muhtelif olanlar vardır.”
 
“Bizim dinimiz İslam, en makul, en doğal dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son dindir ve en mükemmelidir. Doğal olabilmek için akla uygun olması lazımdır. Akla, ferasete, muhakemeye, mantığa, ilme ve fenne, hepsine tamamen uygun olması lazımdır ki, uygundur… Bizim dinimizde ruhbanlık yoktur.”-Bu seçilmiş sözler için bk. ABE. 15/50-103
 
Şimdi, bu noktayı irdeleyelim: Atatürk için Hz. Muhammed, esaret tanımamanın sembolüydü. Arap fistanı, sakal, şalvar veya takkenin değil. Atatürk, 5 Ağustos 1920’de Pozantı Kongresi’nde yaptığı konuşmada ‘Peygamber’in esaret tanımayan dindar ümmetinin cihat ordularının öncüsü olmanın şerefiyle iftihar ettiğini’ dile getiriyordu.-ABE. 9/133 Evet, Hz. Muhammed’in bağlısı dindar, esaret tanımaz, esaretle bir arada yaşamaz. O bilir ki, Hz. Muhammed, her şeyden önce, Müslümanların bukağılarını parçalayan, onları özgürlük ve efendiliğe doğru kanatlandıran bir öncüydü. Kur’an Hz. Muhammed’i böyle tanıtıyor: Prangaları kıran rehber…-bk. A’raf suresi, 157 Batılı emperyalistler Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk’e şu adı koymuşlardır: ‘Müslüman dünyanın Militan Lideri.’-ABE. 8/115
 
Tarihte ilk kez bir istila zulmüne karşı çıkan bir kurtuluş savaşının temeline ‘Müdafaai Hukuk’ ilke ve düşüncesi konmuştur. Müdafaai Hukuk’un tek basın organı olan Hâkimiyeti Milliye gazetesi o hengâmede, Fransız İnsan Hakları Beyannamesi’ni gazetenin ilavesi olarak vermiştir. Aynı Hâkimiyeti Milliye’de, büyük çoğunluğunu Atatürk’ün yazdığı imzasız başmakalelerden birinde ‘sevgi’ konusu işlenmektedir. O günün işgal, kan, barut, dehşet ortamında, Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı’nın baş mimarı, Türk milli vicdanının temel karakterlerinden birinin de sevmek olduğunu makale konusu yapıyor ve şu başlığı atıyordu: ‘Milli Düşüncelerden: Sevmek Kanunu’. Baş mimarın, istila-hıyanet-yoksulluk üçgeninde verilen savaşın acıları içinde sevgiyi anlatan bu makalesinden birkaç satır verelim:
 
“Her şeyin yaradılışındaki muvazene ve ahenk kanununu muhafazaya memur olan duygu, sevmek duygusu imiş. Bu histen dışta kalan her şey, her iş mutlaka bozuk ve terk olunmuş demektir; ziyanı olmasa bile fayda vermeyecek halde ruhsuz ve tesirsiz bir şey menzilesindedir. O halde, maddelerin, manaların, işlerin ve hislerin temasında ve ihtilatında bu muvazene kanunu cari olmazsa her şeyin iyiliği ve güzelliği de belli olmadan kalır.” “Sevmenin büyük ıstıraplarını ancak büyük kalpler taşıdığı için sevmek her vakit güzel ve her vakit yüksektir. Zaten böyle olmasaydı insanlar birçok acılara dayanamazlar ve yüreklerinde kuvvet bulunmasaydı pek çok duyguları muhafaza edemeyerek böcekler gibi ezilirler, çok hakir derecelere inerlerdi.”-Devrin Yazarlarının Kalemiyle Gazi Mustafa Kemal, 413-416
 
Demokrasinin insana hayır getiren bir sistem olarak işlemesi, onun kazandırdığı yetkinin mutlak kudrete dönüşmemesiyle mümkün olmaktadır. Mutlak kudret, evrensel değer olan hakkındır. Demokrasi bu hakkın çiğnenmesine araç haline gelmemelidir. Çünkü istibdat yani hakka tasallut, çoğunluğun, daha fazla parmağın verdiği imkânla doğduğunda istibdat olmaktan çıkmaz. Atatürk bu kaygıyı daha ilk günden duymuş ve çoğunluk istibdadına atıf yaparak dava arkadaşlarının, milletinin ve tarihin dikkatini bu önemli noktaya çekmiştir. Şöyle diyor: “Milletler, egemenliklerini geçici olarak da olsa tevdi edecekleri meclislere dahi güvenmemelidir. Çünkü meclisler dahi istibdat yapabilir. Ve bu istibdat, şahsi istibdattan daha öldürücü olabilir. Bunun için, meclisler belli ve sınırlı bir süreden sonra yenilenir. Bu sayede milli egemenlik daha emin esaslara ve şartlara bağlanmış olur.”
 
Müdafaai Hukuk’un başı olan ve Anadolu hümanizmini 20. yüzyılda devletleştiren büyük Gazi, haçlı işgalcilerin üstümüze cehennemi güçleriyle kan ve şiddet yağdırdıkları işgal günlerinde, onlara perde arkasından haince ve namertçe destek veren gayri-müslim azınlıklarla ilgili olarak halka ve kolordulara şu genelgeyi yayınlıyordu:
 
“Bugünler zarfında, vatanımızda yaşayan Hıristiyan ahali hakkında göstereceğimiz insaniyetkarane muamelenin kıymeti pek büyük olduğu gibi hiçbir yabancı hükümetin fiili veya görünüşte himayesini görmeyen Hıristiyan ahalinin tam bir huzur ve sükûnetle hayat sürmeleri, ırkımızın yaratılıştan donanmış olduğu medeni kabiliyete en kati bir delil teşkil eyleyecektir. Vatan menfaatlerine aykırı faaliyetleri görülenler ve memleketin huzur ve asayişini ihlal eyleyenler hakkında din ve milliyet mensubiyetine bakılmayarak, kanuni hükümlerin eşit olarak ve şiddetle tatbikini ve mahalli hükümete itaat etmekte ve tabiiyet vazifelerini yerine getirmekte kusur etmeyenler hakkında da tekmil alakadarlara süratle tebliğini ve bütün millet fertlerine münasip vasıtalar ile tamimini rica ederiz.”-ABE. 7/126-127 “Müslüman olmayanların muhafazasına bilhassa itina edilmelidir.”-Age. 7/130
 
“Gerek düşmanlar ve gerekse düşmanlarla birlikte aleyhimize ayaklanan diğer unsurlar ile vuku bulacak çarpışmalarda elimize geçecek esirlerin muhafazasına son derecede itina edilmesi, milletimizin donanmış bulunduğu merdane ve alicenabane hissiyat icabından olup bunun ihlaline hiçbir surette meydan verilmemesi ve girdiğimiz hayat ve memat mücadelesinde, Hakk’ın yardımıyla elde edilmesinden kuvvetle ümitvar bulunduğumuz milli haklarımızın hakiki medeniyet âlemine karşı müdafaasında bizi müşkülata düşürebilecek harekâttan kati surette sakınılması, vatanın selameti namına tamimen rica olunur.” “Gerek askeri kıtalar ve gerekse Kuvayi Milliye tarafından esir edilen düşman efradının hayatlarının muhafazasına fevkalade itina edilmesi talep olunur. Daha evvel milletimizin fertlerine en ağır tecavüzler yapan katiller bile esir edildiği vakit, intikam hissine kapılmayarak hayatlarının muhafazasını mutlaka temin etmelerini bütün amirlerden rica ederiz. Esirlerin hastalık sebebiyle elimizde vefat etmeleri, dini ve milli şiarımıza uygun düşmedikten başka, vatanımızın menfaatlerini esaslı surette yaralar. Bütün kıtalara ve bütün Kuvayi Milliye teşkilatına bu tavsiyelerimizin hakkıyla anlatılmasını rica ederiz.”-ABE. 7/290
 
27 Mart 1930 günü sabahı, doğmakta olan güneşe bakmaktadır. Yanındakilere, edebiyat ve felsefe tarihine de altın harflerle yazılabilecek şu muhteşem sözleri söyler:
 
“Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Doğu milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve hürriyetine kavuşacak daha çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşları şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelik olarak vuku bulacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere rağmen engelleri yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı geçecektir. Size bu sözleri söyleyen Cumhurreisi değil, sadece Türk milletinin bir ferdi olarak Mustafa Kemal’dir. Bu hususa bilhassa nazarı dikkatinizi çekerim.”-ABE. 26/144
 
Müdafaai Hukuk tarafından yaratılan büyük devrim her bakış açısı tarafından elbette ki farklı yorumlandı ama temel felsefe, baş mimar tarafından çok açık ve net olarak ortaya konmuştu: “Hiç kimsenin, hiçbir milletin adetlerine, ahlakına, milliyet esaslarına karşı değiliz. Yalnız istibdada, emperyalistlere karşı düşmanız.”-ABE. 8/82
 
Müdafaai Hukuk’un yarattığı kurtuluş ve aydınlanma mücadelesinin hedef aldığı emperyalizm-kapitalizm ikili zulmünün kanlı çehresi Atatürk tarafından 3 Mart 1922’de şöyle tanıtılmıştır:
 
“İstilacı, saldırgan olan devletler yerküreyi kendilerinin malikânesi kabul etmekte ve insanlığı kendi hırslarını tatmin için çalışmaya mahkûm esirler saymaktadırlar. Onlar, ilan ettikleri insani ve adaletkarane esasları, kabule değer gördükleri için değil, senelerden beri tahakküm zinciri altında tuttukları insanlık kütlesini büsbütün silahlardan tecrit etmek ve daha kolay esaret altında tutmaya devam etmek için bir aldatma vasıtası kabul etmektedirler.
 
Buna diğer bir saik daha vardır: Birbirlerini aldatarak biri diğerinden fazla menfaat koparmak. Hilekârlıkta yekdiğeriyle müsabaka etmektedirler. Bunlar sırf kendi hırslarını tatmin için çalışmaktadır. Bunların gayesi, insaniyetin iyiliğine yönelik olmadığı gibi, bilhakis, zulüm, baskı olduğu için, onları lanetle anmakta kendimizi haklı görüyoruz. Bunlar kudret ve kuvvet mevkiinde bulundukça mazlumlara merhamet ve şefkat göstermelerine imkân yoktur. Böyle bir şeye inanmak büyük bir gaflettir. Bu kuvvetleri maddi, manevi silahlarından tecrit edeceğimiz zaman ancak böyle bir hareket beklenebilir. Batı ancak bu kuvvet karşısında silahını teslime mecbur kalacak ve bu gayri insani muamelelerine, zulüm ve zorbalığına nihayet verecektir. Bunun husule gelmesi çok zamana bağlı değildir.”-Age. 12/299-300
 
Kur’an’a göre, israf bizatihi bir zulümdür. İsrafın kelime anlamı da zulümdür. Zulmü düşman bilenler, israfı da düşman bileceklerdir. Bu böyle olduğu içindir ki, ortak düşmanları zulüm olan Kur’an ve Müdafaai Hukuk zihniyeti israfı da ortak düşmanları arasına koymuşlardır. İsrafın, Kur’an tarafından tanıtılan büyük belalardan biri olduğunu ifade edelim ve bu konuda ayrıntılar için bizim ‘Kur’an’ın Temel Kavramları’ adlı eserimizin Savurganlık maddesine bakılmasını önerelim. Meseleye, Müdafaai Hukuk açısından baktığımızda, formül, Müdafaai Hukuk’un başbuğu tarafından, bugün de ve bütün coğrafyalarda geçerli olmak üzere şöyle ifadeye konmuştur: “Tasarruf, milli şiarımız olmalıdır. Dolayısıyla mali usulümüz, halka baskı yapmaktan ve zarar vermekten kaçınmakla beraber, mümkün olduğu kadar harice ihtiyaç duymadan ve el açmadan, kâfi gelir temin etmek esasına dayalıdır.”-ABE. 15/172
 
Atatürk şahsi hayatında da devlet hayatında da son derece kanaatkâr bir insandı. Hatta onun bu tavrı, adının ‘cimri-pinti Mustafa’ya çıkmasına yol açmıştır. Onun ‘pintiliği’ ile ilgili anekdotlar dillere destandır. Ama ölümüne kadar bu destanî kanaatkârlığını sürdürmüştür. Gazi’nin, o ‘kanaatkâr’ anlayışının yemek ve sofra açısından kısa bir izahı şudur: “Biz Türkler, misafirlerimizi ağırlamak için verdiğimiz ziyafetlerde çok adette yemek yapıyoruz. Bu, iktisada aykırı olduğu gibi, takdir buyurursunuz ki, sıhhate de zararlıdır. Milletimizin misafirperverlikteki bu yüksek hasletini makul bir hadde çevirmeyi hepimiz vazife saymalıyız.”-ABE. 18/33
 
4 Mart 1923 günü, Daily Mail gazetesi muhabiri Ward Price’a verdiği mülakatta şunları da söylemiştir: “Eski Osmanlı İmparatorluğu hükümeti sürekli, kaynaklarından fazla borçlanarak mahvedici hatasını ve böylece yabancıların, Türkiye üzerinde, memleketi bu kadar mahveden, o mali tahakkümlerini kurmalarına fırsat verdi. Türkiye’nin mali bağımsızlığını bu kadar derinden ihlal eden bir müessesenin, ‘Düyunu Umumiye-i Osmaniye’nin ortaya çıkmasına yol açtı.”
 
“Gelecekte bu gibi mali prangalardan kaçınmakta kararlıyız. Yabancı sermayenin yardımına ihtiyacımız olacaksa ve buyur edeceksek, ancak kendi idaremiz dâhilinde, hâkimiyetimizi tamamıyla muhafaza edecek şartlarda olmalıdır.” “Giderlerimizi gelirlerimizle denk yapmak için elimizden gelenin en iyisini yapacağız. Harbin son senelerini dış borçsuz idare ettik, barış zamanında da borçsuz yaşamaya muktedir olmalıyız.”-ABE. 15/190-191
 
Kamu haklarına tasallut bizim bütün tarihimizin en kahırlı illetidir. Ama Atatürk ve İnönü dönemi bu bakımdan hala bir istisna olmayı sürdürmektedir. Falih Rıfkı, bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: “Bu bir tek parti devri iken, yolsuzluk yüzünden bakanlar yalnız o devirde Yüce Divan’a verilmiştir. Nüfuz zenginleri olmamış değildir; fakat 27 yılın bütün zenginleri, 1950 sonrası çok partili devrin nüfuz tüccarlarının sayısı yanında hemen hemen sıfır sayılabilir. Eski hidivden yardım istekleri kendine anlatılınca, Atatürk başyaverini de genel sekreterini de hemen yanından atmıştı. Bakanların yolsuzluğu için ispat hakkı kullanılması, çok partili devirde yasak edilmiştir. Seçmenler, çoğunluğu çaldıkları açıkça bilinen nüfuz tüccarlarını hacı-hoca etkisi altında, tekrar tekrar seçmiştir. Bir Fransız hukukçusu şunu niçin demiştir: ‘Geri bir toplumu ilerletecek en uygun demokrasi sistemini Atatürk bulmuştur.’ Bir Fransız hukukçusu dalkavukluk etmez.”-Atay, Atatürkçülük Nedir, 31-32 Aynı Falih Rıfkı, Atatürk’le ondan sonrakileri mukayese ederken şu muhteşem tabiri kullanmıştır: “Boyları onun ayak bileklerine ancak yetişen politika cüceleri ülkenin bütünlüğünü tehlikeye sokmuşlardır… Ona hiçbirimiz Frenk övgüsü yapamazdık. O kadar Türk gururlusu idi.”-Age. 40, 42
 
Cümle âlem bilir ve itiraf eder ki, Atatürk hayatı boyunca devletten bir kuruş harcırah almamıştır. İkinci örnek de Mareşal Fevzi Çakmak’tır. Yolluk teklifi önüne getirilince şöyle derdi: “Ne harcırahı?! Ordu evinde yedik içtik, yattık kalktık. Görev yapıp döndük.”-Yurdakul Yurdakul, Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, 48
 
Harcırah şöyle dursun, Gazi, Ankara’da hem çalışması hem de oturması için, Ankara Müftüsü Rifat Börekçi’nin aracılığı ve eşrafın yardımıyla bir ev satın alınıp kendisine verilmek istendiğinde, evin tapusunun kendisi üzerine yapılmasını kabul etmemiş, ısrarlara rağmen eve taşınmamıştır. Nihayet, bir çözüm olarak, evin tapusu ordu adına Milli Savunma Bakanlığı’na verilmiş, Atatürk bunun üzerine eve taşınmıştır. Atatürk gulul-kamu malı hırsızlığı zulmünün devreye sokulmak istendiğini fark ediyor, bundan büyük acı duyuyordu. Bunun bir namertlik ve ihanet olduğunu da biliyor ve telaffuz ediyordu.
 
Atatürk devrinin emniyet genel müdürlerinden ve sonraki sağcı iktidarların dışişleri bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil-ölm. 1993 anlatıyor:
 
“Atatürk, Ziraat Bankası’nın genel müdürlük binasının holündeki geniş salonlarda halka eğlenceler düzenlenmesini emretmişti. Ben de emniyet görevlisiydim. Eğlencelere gittik. Saat gece 12’ye doğru tam dağılıyorduk ki, ‘Atatürk Ziraat Bankası’na geliyor’ dediler. Ben, bunun güvenlik açısından doğru olmadığını belirtirken Atatürk çıkageldi. Kendisini genel müdürün odasına buyur ettiler. Atatürk, genel müdür odasına baktı baktı, sonra hiç unutamadığım şu sözleri söyledi: “Amma da lüksmüş!”Atatürk, odanın ihtişamını tekrar gözleriyle izledi ve odada bulunanlara dönerek sözlerini şöyle tamamladı: “Ben, bu banka yüzünden gadre uğrayanlar çok gördüm de, adam olanı hiç görmedim.” Odada o sırada Ziraat Bankası’nın yöneticileri yoktu. Atatürk biraz daha oturdu. Sıkıldı.”-İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım, 37
 
Bu kısa sözler, öyle bir ortamda, Atatürk gibi birinin ağzından çıktığında kitaplık çapta bir ‘kamu haklarına saygı dersi’ olmaz da ne olur? Atatürk’ün ve genelde Müdafaai Hukuk öncülerinin kamu haklarına, devlet yönetimine bakışları bu zihniyetteydi.
 
Kurtuluş Savaşı’nın en büyük kumandanlarından ve devleti yöneten kadronun ilk birkaç adamından sayılan ve Atatürk’ün de en yakın arkadaşlarından olan Ali Fuat Cebesoy ve Refet Paşaların, barışın imzası üzerine, terfi ile taltifleri teklif edildiğinde Başkumandan’ın, 26 Temmuz 1923 tarihinde, Meclis ve İcranın Reisi sıfatıyla verdiği cevap şudur: “Ali Fuat ve Refet Paşa arkadaşlarımızın taltifleri hakkındaki yüksek teklifinize Fevzi Paşa Hazretleri ile birlikte hissen iştirak ederiz. Hatta bu, benim eski bir arzumdur. Ancak adı geçenler için bugün tasavvur edilebilecek bir terfiin resmi mahiyeti fevkaladeden bir terfi olacaktır. Fevkalade terfilerin icrası içinse barışın imzası bir vesile teşkil edemez. Bunun tespit edilmiş bir askeri vazifeye dayanması icap eder. Bu üzücü zaruretin tarafı âlilerinden de teslim buyrulacağına eminim.”-ABE. 16/53
 
Meseleye bu mantık ve vicdanla bakan ilim ve fikir adamlarımız vardır. Onlardan biri olarak gördüğümüz Prof. Dr. İlber Ortaylı, üzerinde olduğumuz konuda yani haniflik zihniyetinin evrensel kodlarını tespit sadedinde bakın neler yazıyor:
 
“19. yüzyılın Türk toplumu yeryüzü tarihinin en büyük devrimini yaşayan yerkürenin devlerine karşı varlık mücadelesi vermiştir. Burada toplum tarihini tasvir edecek değilim; 19. yüzyılın sadece iki portresine işaret etmeliyim. Mısır Çarşısı’nın fakir kapıcısının oğlu olan Osmanlı İmparatorluğu’nun unutulmaz sadrazamı Mehmet Emin Ali Paşa; devlet adamlığı, kültürü ve Babıâli’de öğrendiği Fransızcasıyla herkesi hayran eden büyük adam. Gene aynı çarşıda fakir bir çırakken 19. yüzyıl Türk toplumuna muallimlik eden Ahmet Mithat Efendi. Ahmet Cevdet Paşa, Şemsettin Sami, Ahmet Vefik Paşa. Birisi Paris Saint Louis lisesinde, diğeri Fatih medreselerinde, öbürü Balkanlar’daki mekteplerde yetişen ve toplumlarının muasır kültürünü inşa eden adamlar. Misyoner okullarına karşı fetva ve kışkırtmayla değil, Galatasaray Lisesi gibi, Darül Muallimat gibi okulları ve Bursa’da tiyatroyu kurarak direnen savaşçılar…”
 
“1930’ların fakir, endüstrisiz, az nüfuslu ve tahılla beslenip incir, üzüm, tütün satarak geçinen Türkiye’sinin, gözlenen ve yorumlanan ikinci sınıf toplumlardan değil, birinciler arasında yer alma iddiasında olduğu görülür. Daha doğrusu bu iddia ve heyecan, Atatürk’e ve bir grup arkadaşına aittir. ‘Türk tarihini araştırmak’ diye adlandırılan faaliyet, aslında yeryüzündeki insan toplumları arasında geniş bir coğrafyaya yayılan bir kavmin tarihteki macerasını inceleme ve giderek dünya tarihinin bir yorumunu yapma isteğine dayanıyordu. Bu saygın bir çabadır.”
 
“Çağdaş Batı’nın ulaştığı en yüksek noktada bayağılaşması ve canavarlaşmasıyla kendi münevver evlatlarını boğazladığı bir dönemde; Sinolog, Hindolog, Mezopotamya tetkikleri uzmanları, Hititologlar, Rohde gibi eski Yunan-Roma öğretmenleri ve benzeri seçkinleri Türkiye’ye celbeden ruh, böyle bir iddiaya oturur. Dönemin Başvekâlet ve Hariciye vekâleti binasından daha görkemli bir fakülte yapıldı. Dil Tarih’in mimarı ünlü Bruno Taut idi. Tahılla geçinen fakir cumhuriyet, mesela Bizans araştırmaları için dışarıya öğrenci yollamıştı. Bugün bu dal Türkiye’de yok bile…”
 
“1947 yılının meşum üniversite olayları da gösterdi ki, Türkiye’de iktidar çevreleri Atatürk’ün bu büyük iddia ve heyecanını anlayamamıştır. Hala da Türk akademi dünyası bu yolda topal adımlarla ilerlemektedir. Geçtiğimiz zaman içerisinde Türkiye mühendislikte, tıpta, sanayide büyük hamleler yapmış; cumhuriyet kurulduğu döneme göre çok ileride bir maddi kudrete sahip olmuştur. Ama kültürel alanda eski atılım ve heyecanın bulunmadığı ve bir zamanlar çölde bir nehir gibi patlayan Kemalist dönem kurumlarının hızının kesildiği açıktır. Bu nehrin buharlaşıp yok olmasını istemiyorsak bütün akademik politikalarımızı değiştirmek ve yeryüzünün kültür ulusları arasında yer almak zorundayız. Bir üniversitede mühendislik bölümü kadar klasik dillerin Hindistan, Ortadoğu ve Afrika araştırmalarının da önemli olduğunu anlamak gerekir. Ulusal tarih bilinci yerküreyi bilmekle oluşur.”-İlber Ortaylı, Türkiye’nin Yakın Tarihi, 233-236
 
Milli Mücadele’de şer ve zulmün adamı olanların kod adları şu üç kelime-kavramdır: 1: Namussuzluk, 2: Hainlik-vatan ve bağımsızlığa ihanet, 3: İrtica. Bu üç kavramın zıddı olan kavramlar ise hayır ve adaletin adamı olanların kod adlarıdır: 1: Namusluluk, 2: Vatanperverlik, 3: Dindarlık. Şimdi bu hayati kavramı biraz irdeleyelim.
 
Milli Mücadele literatüründe namus kavramı müstakil bir çalışma konusu olmalıdır; yapılmamıştır. Üniversiteli arkadaşlara buradan duyurmak isterim. Ben öyle bir çalışma görmedim, bunu birinin yaptırması lazım: Kurtuluş Savaşı literatüründe namus kavramı. Bir tek kavram üzerinde yoğunlaşmıştır dedelerimiz bu savaşı verirken: Namuslu adam. “Bu şahsı size gönderiyorum; ne istiyorsa yapın” der Müdafaai Hukuk mensupları. İki kelimelik tek gerekçe gösterirler: Namuslu adamdır. Veya şöyle derler: “Bu adam bizimle olamaz; çünkü namuslu değildir.”
 
Cenabı Peygamber, dürüstlüğüne tanıklık ettiği kişileri tanıtırken bu sıdk kavramını kullanırdı. Mesela, tarihin en büyük ve en cesur toplumcusu olarak gördüğümüz ve üstü örtülen mesajını bağımsız bir eserle kitlenin önüne çıkardığımız ölümsüz sahabi-Müslüman olan 4. veya 5. kişidir Ebu Zer el-Gıfari’yi “Güneş, bu Ebu Zer’den daha dürüst bir insan üzerine doğmadı” diye tanıtırken bu sıdk kavramını kullanmıştır. Filolojik verilerden hareketle, ‘Müdafaai Hukuk’un namuslu Adamı’nın şu niteliklere sahip insan tipi olduğunu söyleyebiliriz: Gerçekçi, dürüst, doğru sözlü, kişilikli, münafıklıktan uzak, ona buna yalakalık yapmayan, kendisine sır tevdi edilebilecek güvenirlikte, feraset, nezaket ve uyum sahibi olan vakarlı kişi. Kur’an dilinin büyük ustası Isfahanlı Ragıp-ölm. 502/1108, sıdkı, ‘sözün, içte saklananı ile dudaktan telaffuz edileninin aynı olması’-el-Müfredat diye tanımlamıştır ki, bu, dolaylı yoldan namuslu adamın da tanımıdır.
 
Zaman zaman geliyorlar Atatürk’e, yakınıyorlar: “Efendim, filanca çok yıkıcı muhalefet yapıyor; memlekete zarar verecek, durdurulması lazım.” Atatürk’ün cevabı: “Ona dokunmayınız.” Israr ediyorlar: “Efendim, çok sıkıntı yaratıyor, bize büyük engeller çıkarıyor.” Cevabı şudur ölümsüz Atatürk’ün: “Namuslu adamdır, dokunamayız.” Bir gün diyorlar ki, “Bize çok zarar veriyor, bıçak kemiğe dayandı. Bertaraf etmeliyiz.” Kükrüyor büyük Atatürk: “Bertaraf edemeyiz, muhalefetine katlanacağız; çünkü namuslu adam. Bertaraf ettiğimizde, yerine hem muhalif hem namussuz biri gelirse ne yapacaksınız!?” İşte Mustafa Kemal bu!
 
Atatürk, irticayı iki temel açıdan değerlendirmiştir: 1: Felsefi açıdan, 2: Türk tarihi ve Türk Kurtuluş Savaşı açısından. Birinci anlamda irtica, hayatı geriye götüren ve güzel olan her şeyi tahribe yönelen bir şer unsur olarak görülmektedir. Şöyle diyor Atatürk:
 
“Hayatın felsefesi, tarihin garip tecellisi şudur ki, her iyi, her güzel, her faydalı şey karşısında onu imha edecek bir kuvvet belirir. Bizim lisanımızda buna irtica derler.”
-ABE. 14/339 İrtica hıyanetinin Kurtuluş Savaşı’na problem çıkardığı günlerde Atatürk şöyle diyor: “İrticai harekâtın teşvikçisi İngilizler olup merkez beyni de İstanbul’dadır.”
 
İrticanın, yine o günlerde, Ermeni hainleriyle işbirliği yaptığını da Kurtuluş Savaşı ile ilgili zabıtlardan öğreniyoruz.-bk. ABE. 6/325; Karabekir Paşa, İstiklal Harbimiz, 3/1079 Atatürk; irtica gibi, hurafeye de karşıdır ama hurafeyle irticayı aynı kefeye koymamıştır. Neden? Şundan: İrticanın ağır biçimde mahkûm edilişi, dinsel karakteri yüzünden asla değildir; hıyanet karakteri yüzündendir. Mürteci-hain kadrolar, işin bu püf noktasına asla değinmezler; tam aksine onu sürekli gözden kaçırarak Atatürk’ü irticaya değil de dine karşı gösterirler. Oysaki Atatürk, hıyaneti söz konusu olmayan dinsel karşı çıkışların hiçbir eksiklerine, hiçbir hurafeciliklerine bakmadan onları bağrına basmış, övmüş, yüceltmiştir. Şu sözlere bakın: “Müslüman ahaliden, vatan haini olanlardan gayrısının manevi kuvvetleri pek yüksektir. Anadolu’ya kalpten bağlanarak geleceği beklemektedirler.”-ABE. 7/155
 
Atatürk, bir yerde şu ‘tanımı’ da yapmaktadır: “Vicdan yerine düşman parası tanıyan alçaklık.”-ABE. 5/329 Bir tanım daha veriyor Atatürk: “Millete düşman, düşmanlara dost olarak takip edilen haince siyaset…”-ABE. 5/356
 
İspanyol şarkiyatçı Asin Palacios-ölm. 1944, İtalyan şairi Dante’nin İlahi Komedyası’nın kaynaklarını İslam düşüncesine çıkaran çalışmasında şu tespiti yapar:
 
“Ortaçağ İslam medeniyeti, insanlığın tam dönüm devrinde, eski kültür silinip de yenisi gelirken yaratılmış ilk rönesanstan başka nedir?”-Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, 90
 
Bütün zamanların en büyük kelam bilgini ve en büyük fakihlerinden biri kabul edilen Mütezile-Şafii imamı Kadı Abdülcebbar-ölm. 415/1025 ünlü eseri el-Muğni’de, önce, akıl ile vahiy ilişkisinin dayandığı ve kendisinden sonraki tüm Müslüman düşünürlerce de tekrarlanan şu ilkeyi belirliyor: “Akıl ile vahyin kaynağı birdir, Allah’tır; dolayısıyla bu ikisi çelişip çatışmaz. Eğer çatışır gibi bir görünüm ortaya çıkarsa akıl esas alınır, vahyin verileri akla uygun hale getirilmek üzere tevil edilir.”-Kadı Abdülcebbar; el-Muğni, 8/280
 
Abdülcebbar bu temel ilkeden çıkacak pratik sonuçlara da dikkat çekmiştir. Şöyle diyor: “Akıl ile zaten bilinebilecek hükümleri dine izafe etmek gerekmez. Vahiy olmasaydı bilinemeyecek hükümler olan ibadetler ise akla havale edilmez. Akıl bunların hikmet ve maslahatlarını bilemez.”-Aynı eser, 15/26, 17/102
 
Bu anlayışın zorunlu sonucu olarak Abdülcebbar, insanlık tarihinde ilkin onun telaffuz ettiği şu muhteşem tespiti yapmaktadır: “Dinsel deliller sıralamasında ilk sıra aklındır.” Dahi kadımız bu delile ‘hüccetü’l-akl’ demektedir. Kur’an ikinci sırada, sünnet-Peygamber’in uygulamaları ise üçüncü sırada yer alıyor. Dördüncü sıra, bilginler ittifakının yani icmaındır. Geleneksel anlayış ve manifesto, bu sıralamada aklın yerini değiştirmekle kalmamış, aklı tümden devreden çıkarmıştır. Geleneksel Emevici kabule göre, dinde, deliller sıralaması şöyledir: 1: Kur’an, 2: Sünnet, 3: Kıyas, 4: İcma.
 
Geleneksel dinciliğin bu sıralamasındaki sünnetin içinin, uydurma hadislerle doldurulduğunu da dikkate alırsak, böyle bir ‘dinsel deliller-edillei şer’iye sıralamasından insanlığa ve Müslümanlara bir hayır gelmeyeceğini anlamakta gecikmeyiz. Nitekim tarihin, önümüze koyduğu gerçek de budur. Ölümsüz eserinden bahsettiğimiz Kadı Abdülcebbar’ın, altına ‘Cumhuriyet devrimleri manifestosu’ veya ‘Atatürk’ün din-akıl anlayışı’ diye rahatlıkla yazabileceğiniz şu muhteşem tespitine de kulak verelim:
 
Ona göre, din de dâhil, bütün alanlarda akıl ve onun verileri-akliyat önde gelir. Din verileri-şer’iyyat ise esas hüküm sahibi olan akla yardımcı olur. Akıl, ayrıca, vahyi kavramanın ön şartı olarak da vahiyden önce gelir. Abdülcebbar’a göre, “Akıl, delillerin delilidir.”
 
Aklın ve özellikle maslahat ilkesinin önemini ve fıkhın bu ilke esas alınarak yeni ihtiyaçlara göre yeniden oluşturulması gerektiğini, ‘Maslahat Risalesi’ adlı anıt eseriyle bir ekol tezi olarak öne çıkaran düşünür, Hanbeli fakihi Necmuddin et-Tüfi-ölm. 716/1316 olmuştur. Tüfi, temsil ettiği muhteşem ekolün temel anlayışını şu cümle ile ilkeleştirilmiştir:
 
“Muamelatta hükümler maslahata-kamu yararı göre belirlenir; bu alanda dinin verileri sadece birer örnektir; tüm zamanları bağlamaz.” Kur’an-ı Kerim; “Allah, aklını işletmeyenler üstüne pislik atar” diyor. Bu, Yunus suresi 100. ayet.
 
Bunu bilmeyen birine, dindar veya dinci birine; “Mustafa Kemal böyle demiştir” desem,
bana isyan eder. Şükürler olsun ki, Kur’an söylüyor. Pislik, aklı olmayanlar üzerine iner denmiyor, aklını işletmeyenler üzerine iner deniyor. Aklın varlığı yetmez, işlevsel akıl lazım. Buradan hareketle, İslam mirası şunu tespit etmiştir: Akıl, komutan olacaktır. Dinin de komutanı akıl olacaktır. “Atatürk bize akıldan başka yol gösterici bırakmamıştır.” diyor Falih Rıfkı. Ve derin bir hakikati tam isabetle ifade ediyor.-Atay, Atatürkçülük Nedir, 46
 
İzmir İktisat Kongresi’nde 2 Şubat 1923 günü yaptığı tarihi konuşmada şu satırlar da var: “Bizim dinimiz İslam dini, en akılcı, en tabii dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son dindir ve en mükemmeldir. Tabii olabilmek için akılcı olması lazımdır. Akla, ferasete, muhakemeye, mantığı, ilme ve fenne, hepsine tamamen uygun olması lazımdır ki, uygundur. O halde bu kadar açık bir hakikati bir defa anladıktan sonra, tekrar anlatabilmek için, İslam toplumsal hayatında özel bir sınıfa hiç kimsenin hakkı yoktur.”-ABA. 15/95
 
Bir Anadolu hümanisti olarak Atatürk bütün doğu milletlerini de dikkate alarak, bu politikasının esasını şöyle belirliyor:
 
“Asya, Batı âleminin ölümünü istemiyor. Bu memleketler müthiş ve feci bir esaretten yeni çıkıyor. Asyalılar başka milletleri kendilerinin asırlarca çektikleri ıstıraplara uğratmak istemiyorlar. Onlar kendi hesaplarına memleket fethetmek fikrinde değillerdir. Onlar yalnız bağımsızlık istiyorlar ve bunu alacaklar.”
 
“Bağımsızlık, yabancı düşmanlığı demek değildir. Bilakis, eğer yabancılar, Türklere esir muamelesi etmek arzusunda değillerse, gelsinler, hangi millete mensup olurlarsa olsunlar, bunlar çalışmak istedikleri takdirde Türkiye’de iyi karşılanacaklardır. Fakat Türkleri Avrupalılardan aşağı tutan teorinin artık tatbik zamanı geçmiştir. Bundan sonra Doğulular ve Batılılar yekdiğerine aynı suretle muamele etmelidir. Birbirleri için eşit insanlık hakları tanımalıdır. Artık Doğuluları Batılıların altına düşüren imtiyazlar kalkmalıdır.”-ABE. 12/295
 
Doğu’yu ve Batı’yı çok iyi bilen Türk düşünürlerinden biri olan Peyami Safa-ölm. 1961, aynen bizim gibi, İslam dünyası için en hayati soru olarak şunu görüyor:
 
“Niçin Ortaçağ Türk ve İslam düşüncesi, Yunan düşüncesinden sonra ve onun ilhamıyla, bugünkü Avrupa kafasının temellerini attığı halde, birden bire sapıtarak sabit bir iman içinde yan gelmeyi tercih etmiştir? Şimdiye kadar ileri sürülen bütün sebepler sabit kalmış olduğu halde bu değişikliğin sırrı nedir? Üstüne şimdiye kadar hiçbir garp, şark ve Türk mütefekkirinin ihtiraslı bir dikkatle eğilmediği bu muammayı halletmeden kendimizi anlamış olmak imkânı yoktur.”-Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, 97
 
Peyami Safa’ya göre, akılcı İslam düşüncesinin “İleri bir Avrupa kafasından çıktığı halde bir Asya kafasında karar kılmasının sebebi, tekâmül etmiş Greko-Latin kültüründen uzaklaşarak ilkel kalmış Brahma-Buda kültürüyle temasını arttırmasındandır.”-Safa, age. 105
 
Daha başka bir ifadeyle, “Niçin, İslam dini, kitabında akılcı bir düşünceye sahip bulunduğu halde sonradan mistik bir düşünce doğurmuş, Hıristiyanlık da kitabında mistik bir ruh sahibi olduğu halde, sonradan akılcı ve tabiatçı bir medeniyet yaratmıştır? Hâsılı, niçin Hıristiyan garp, düşüncesinde Müslüman’dır ve İslam şark, düşüncesinde Hıristiyan’dır? Bu çaprazlama tekâmülün, bu kafa değiş tokuşunun sırrı nedir?”-Peyami Safa, age. 106
 
Atatürk’ün gözünde bilimin öncülüğü, hayatın ve mutluluğun garantisidir. Atatürk’ü hatırlayalım, bütün yapıp ettikleri ilim ve aklın öncülüğündedir. Bu öncülüğü söyleme dönüştürdüğü söz şu: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.”
 
Atatürk’ün bu sözü, Kur’an’ın iki yüze yakın ayetinin Türkçe ifadesidir. Biraz daha Kur’anileştirerek söyleyelim: “Hayatta tek mürşit ilimdir.” Atatürk, tam bir Kur’ani yaklaşımla, insan fıtratının dinsizliği reddettiğini, hiçbir insanın yaradılış bakımından dinsiz olamayacağını ifade etmiştir. Bütün mesele, imanı ilimle aydınlatmak ve olumlu üretime sokmaktır.
 
Bu konuda, İzmir İktisat Kongresi’nde, bir büyük İslam düşünüründen beklenecek güzellik ve ihtişamdaki şu sözleri söylüyor:
 
“Bugün biliyoruz ki, Batı’da dinsizliği kendine meslek yapanlar vardır. Fakat bence, dinsizim diyen, mutlaka dindardır. İnsan için dinsiz olmanın imkânı yoktur. Bu bahiste sizi daha çok yormak istemem. Yalnız bu sözü ne için söyledim, arz edeyim.” “Dinsiz kimse olamaz. Bu umumiyet içinde şu dinin veya bu dinin tercih edilmesi söz konusu olabilir. Bittabi biz, mensup olduğumuz dinin en çok isabetli ve en mükemmel olduğunu biliyoruz ve imanımız da vardır. Fakat bu iman, aydınlanmak lazım, güzel ve iyi olmak lazımdır ki, hakikaten kuvvetli olabilsin. Yoksa imanı çok zayıf insanlardan sayılırız. O zaman bu milleti, bu memleketi yıkmak için çalışan Şükrü Hoca gibi olabiliriz.”-ABE. 15/97
 
Atatürk, 1 Mart 1923 günü, TBMM’nin 4. toplantı yılını açarken yaptığı konuşmada dinin ilimle buluşturulması yönünde, daha önce bir benzerini göremediğimiz muhteşem bir kararlılığa şöyle temas ediyor:
 
“Tetkikat ve Te’lifatı İslamiye Heyeti’nin vazifeleri arasında hikmeti İslamiyeyi Batı’nın ilmi ve felsefi teorileriyle mukayese ve İslami kavimlerin itikadi, ilmi, içtimai, istatistikî, iktisadi hayatlarına ait işleri incelemek ve neticelerini yayımlamak, anmaya değer ehemiyete sahiptir. İnceleme için bir kütüphane tesis edildi. İstanbul’dan, Avrupa’dan ve Mısır’dan bir kısım mühim kitaplar getirtildi. Ehemmiyetli birçok kitap da Avrupa ve Mısır’a sipariş edildi. Şer’iye Vekâleti, medreselerin birleştirilmesini ve asri müessese haline getirilmesini hedeflemektedir. Vekâlet, asri müçtehit ve müfessirlere kaynak olmak üzere bir Külliyei İslamiyye vücuda getirmeye büyük ehemmiyet atfetmektedir.”-ABE. 15/175
 
16 Mart 1920 günü Heyeti Temsiliye reisi Mustafa Kemal imzasıyla yayınlanan protestoda bile yer almaktadır: “Bu işgalin mahiyetinin takdirini, resmi Avrupa ve Amerika’nın değil; ilim, irfan ve medeniyet Avrupa ve Amerikasının vicdanına bırakmakla yetinir ve bu hadiseden doğacak büyük tarihi mesuliyete son defa bir kere daha herkesin nazarı dikkatini çekeriz.”-ABE. 7/121
 
27 Ekim 1922 günü Bursa’da yaptığı konuşmada ise çok daha açık seslenmiştir: “Medeni bir millet olarak medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. Bu ilim ve fen nerede ise oradan bulup alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur. Dinimiz bu yüce emri ihtiva ettiği içindir ki, ekmel dindir. Dinimiz, ilim ve fenni putperest memleketlerde aratır, ta Çin’de bile aratır. Bu hakikatleri bütün milletin bilmesi lazımdır.”-ABE. 14/44-45
 
21 Aralık 1937’de, yani ölümünden bir yıl önce, Suriye Başbakanı Cemil Mardam’la yaptığı görüşmede, rozet Atatürkçülerinin asla gündeme getirmedikleri şu sözleri de söylemiştir:
 
“İmparatorluğun idare tarzındaki kabalığın doğurduğu birçok hoşnutsuzlukları da nazarı dikkate almak icap eder. Ben şahsen bütün camia için gayret sarf etsem bile bazı kitlelerde hâsıl olmuş bulunan zihniyetler, bizi birbirimize yaklaştıramayacak kadar mühim idi. Bu sebeple, ben bütün kuvvetimi ve kudretimi, yalnız bu imparatorluk içindeki Türk olan unsura hasretmek mecburiyetinde kaldım. Ancak, ben bu işi yaparken çok emindim ki, asırlardan beri beraber yaşamış, dindaşlık yapmış insanlar, ayrılamazlar. Yalnız, imparatorluğun yarattığı birtakım yanlış anlamaların unutulabilmesi ve nihayet beraber yaşamış bu insanların birbirlerini anlayabilmesi için belli bir zamanın geçmesi lazımdı.”
 
“Türkiye Cumhuriyeti’nin arzu ettiği şey, Suriye’nin bağımsız bir İslam devleti olmasıdır. İsterlerse Suriyeliler bizimle dost olurlar veyahut olmazlar. Bu onların bileceği bir şeydir. Fakat herhalde bağımsız bir Suriye İslam devleti kurulmalıdır. Fakat Fransızlar bunu istemiyorlar. Fransızlar Suriyelileri adam yapmak istiyorlarmış. Fakat evvela kendileri adam olsunlar. Suriyeliler zeki, modern ve nazik insanlardır. Fransızların terbiyesine ihtiyaçları yoktur. Suriyeliler böyle düşünmelidirler. Ben Suriye’yi bilirim. Gençliğimde Şam’da bulundum. Sürgün olarak, Abdülhamit zamanında. Suriye’nin daha birçok şehirlerinde de yaşadım. Daha sonra kumandan olarak da bulundum. Bütün kabahat Osmanlı İmparatorluğu’ndadır. Balkan Harbi sonunda Gelibolu’da idim. Ben Talat Paşa’ya teklif ettim. Suriye’ye, Irak’a bağımsızlık veriniz dedim. Talat Paşa ‘Bunu başkasına söyleme, seni asarlar’ dedi. Fakat yapılacak şey bu idi. Eğer yapılsa idi bugün Türkiye, Suriye ve Irak ki zaten kardeştirler, daha samimi kardeş olacaklardı, bağımsız Suriye, Irak ve Türkiye.”
 
“Suriyeliler henüz olgun değillermiş. Fransızlar acaba ne zaman olgun olmuşlardır? Suriyeliler mükemmelen medeni iken acaba Fransızlar ne vaziyette idi? Daha birçok meselelerimiz vardır. Fakat ve maalesef bunların ortaya konulması için kuvvet lazımdır. Suriyelilerin ellerini kollarını bağlamışlar. Çözünüz onları, koparınız o bağları! Bu namus meselesidir. Bunun için en büyük tehlikeyi bile göze aldım. Mesele, Suriye ile aramızda kalınca bin bir dostluk yolları ile uyuşuruz. Hatta Suriye Başvekili ile benim aramda kalsa daha çabuk olur. Bunu yapacağım. Fransızlara veremem. Açık söylüyorum. Eğer Ekselans yarın Suriye’ye ve Şam’a dönerlerse lütfen benim bütün Suriyelilere ve bütün dostlarımıza selamımı söylesinler ve açık olarak desinler ki, ben ve hükümetim sizin tam bağımsızlığınızı istiyoruz. Eğer Fransızlar engel olursa Fransızlara da söyleyeceğimiz sözler vardır. Ona da kefilim. Suriyelilerin ordusu yoktur. Fakat bizim ordumuz kâfi. Söz veriyorum: İcap ederse girerim ve sonra yine çıkarım. Temenni ederim ki, buna mecbur olmayalım. Katiyen bırakamam. Suriye’yi terk etmek istemiyorlar. Fakat terk edeceklerdir. Bir kere tutununuz, ordu yapınız. Korkmayınız. Bir şey yapamazlar. Kuvvet kullanmaz iseniz her şey yaparlar.”-ABE. 30/120-122
 
Müdafaai Hukuk Başbuğu’nun, 1 Mart 1923 günü Meclis’te yaptığı konuşmanın sonu, onun, milleti nelerin kaynağı ve sahibi olarak gördüğünün tarihi belgesi niteliğindedir. Şöyle sesleniyor:
 
“Muhterem ve muazzez arkadaşlarım! Hep beraber ihtiram bakışlarımızı, vicdanımızın kıblesi olan millet muhitine dikelim. Orada faziletin, vefa ve sadakatin, yenilik arzusunun, hâkimiyet ve bağımsızlık aşkının söndürülemez ateşi yanmaktadır. Bu mukaddes ateş kendi içindeki cehaleti ve karanlığı yakacak ve bağımsızlığımız önüne dikilecek bütün engelleri yıkacaktır. Bu muazzam iradenin huzurunda büyük bir hürmet ve bağlılıkla eğilelim.”-ABE. 15/184
 
Mustafa Kemal milletten şu sözlerle de bahsetmektedir: “İlham ve kuvvet kaynağı, milletin kendisidir.”-Age. 17/47 “Hayatımdaki en büyük dayanak ve kuvvetim, vatandaşlarımdan gördüğüm itimat ve destektir.”-Age. 18/364
 
Ve Kastamonu’daki 30 Ağustos 1925 tarihli konuşmasında bir varlık kanununu ifadeye koyuyor: “Milletimizde gelişme kabiliyeti mevcut olmasaydı, bunu yaratmaya hiçbir kuvvet kudret kâfi gelmezdi. Herhangi bir gelişme vaziyetinde bulunan bir insan kitlesini, bulunduğu vaziyetten kaldırıp damdan düşer gibi filan gelişme mertebesine ulaştırmanın imkânsızlığı izaha muhtaç değildir.”-Age. 17/293-294
 
Millet ve millet için çalışmak dendiğinde, akla ilk gelen sorulardan biri, belki de birincisi para meselesi olarak belirginleşir. Millet için çalışmak, ama bunun maddi desteğini, parasını kim karşılayacak? Milletten para almak, gerekçeniz ne olursa olsun kolay iş değildir. Atatürk, milletini bütün iyilik ve güzelliklerin kaynağı bilen bir lider sıfatıyla bu konuyu da Türk milleti adına cevaplamıştır. Şöyle diyor:
 
“Efendiler! Senelerce evvel bu memleket, bu millet büyük bir felaketin içinde bırakılmıştı. Ben, memleket ve milleti, düştüğü felaketten çıkarabileceğim kanaatiyle Anadolu’ya geçtiğim ve maksadın icap ettirdiği teşebbüslere giriştiğim zaman cebimde, emrimde beş para olmadığını beyan etmeliyim. Fakat parasızlık, milletle beraber atmaya yöneldiğim koca adımları durdurmaya değil, zerre kadar azaltmaya dahi sebep teşkil edememiştir. Yürüdükçe, muvaffak oldukça maddi müşkülat ve engeller kendiliğinden halloldu.”
 
“Ankara’da, mukaddes topraklarımızı her taraftan sarmış ve fiilen işgal etmiş düşman ordularını bu topraklardan atmaktan bahsettiğim zaman bana en şuurlu, en uzak görüşlü oldukları iddia olunan zevat, bütün bu teşebbüslerin paraya bağlı olduğundan bahsettiler. Ne kadar paran vardır veya nereden, nasıl para bulabilirsin gibi sorular yöneltiyorlardı. Benim verdiğim cevap şu idi: Türk milleti, teşebbüsün ciddiyetine kanaati halinde, onun gerektirdiği kadar servet kaynağını müteşebbislerin emrine amade kılar.”
 
“Hükümet teşekkül ettiğinde onu teşkil eden kişilerin dahi bana, ‘Hükümet teşekkül etti fakat devlet ve hükümetin idaresi için nereden para alacağız?’ dediklerini hatırlarım. Verdiğim cevap çok sade olmuştu: ‘Mesainiz devleti, milleti kurtarmaya yönelik olunca ve bu hedefiniz büyük Türk milletince malum olunca sorunuz tekerrür etmeyecektir.’ Türk milleti, kendi için, kendi geleceği ve selameti için çalışan müteşebbisleri ve heyetleri müşkülat karşısında bırakmayacak kadar yüksek vatanperverlik ve yüksek şeref hissiyatıyla donanmıştır.”-ABE. 18/283
 
19 Eylül 1921 günü TBMM’de yaptığı uzun konuşmanın bir yerinde o günkü Türk hükümetini değerlendirmekte ve şu tarihi tespiti yapmaktadır: “Hükümetimizin şekli, gerçek kanuna ve İslam şeriatına tamamen uygundur. ‘Bunun şekli yoktur, vaziyeti yoktur, şüphelidir belirsizdir’ demek, elbette isabetli olamaz. Fakat belki saygıdeğer arkadaşlarımızdan bazılarıyla öneri yazarı beyefendinin söylemek istediği başka bir şeydir. Yani, ‘Bu hükümet demokrat bir hükümet midir, sosyalist bir hükümet midir, yani şimdiye kadar okuduğumuz kitaplarda ismi söylenen hükümetlerden hangisidir?’ buyurdular!”
 
“Bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir. Sosyalist bir hükümet değildir. Ve gerçekten kitaplarda var olan hükümetlerin, bilimsel mahiyeti bakımından, hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat milli hâkimiyeti, milli iradeyi oluşturan tek bir hükümettir, bu öze sahip bir hükümettir! İlmi ve sosyal noktadan bizim hükümetimizi ifade etmek gerekirse ‘halk hükümeti’ deriz. Teşkilatı Esasiye Kanunumuzun birinciden dördüncüye kadar olan maddeleri hükümetin ne olduğunu, kimin tarafından yönetildiğini, yöneten heyetin kuvvet ve yetkisini açıklamıştır. Şekli belirlenmiştir. Fakat sosyolojik açıdan bile düşündüğümüz zaman, biz hayatını, istiklalini kurtarmak için çalışan gayret ve emek sahipleriyiz, zavallı bir halkız! Konumumuzu bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız! Bundan dolayı her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını çalışmaktan arınmış geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur, hakkı yoktur.”
 
“Halkçılık, sosyal düzenini çalışmasına, hukukuna dayandırmak isteyen bir sosyal meslektir. Biz bu hakkımızı saklı bulundurmak, bağımsızlığımızı güven altına almak için toplumumuzca, milletimizce bizi yok etmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe mücadeleyi uygun gören bir mesleği takip eden insanlarız. Bundan dolayı bu ve bu gibi yönlendirmelerle ve açıklamalarla hükümetimizin dayandığı temelin, ilmi çalışmaya dayanan bir temel olduğunu açık bir şekilde görürüz; fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş!”
 
“Efendiler biz benzememekle ve benzetmemekle övünmeliyiz! Çünkü biz bize benziyoruz efendiler.”-Atatürk, Söylev ve Demeçler, 211-212
 
Atatürk, milletiyle münasebeti açısından nedir? Vahdettin gibi ‘millete çoban’ mı, yoksa diğer bütün sultanlar gibi ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ mi? Hayır, hiçbiri değil. Ne olduğunu, bizzat kendisi, bir büyük melaminin azizlik ve temizliği içinde bakın nasıl anlatıyor:
 
“Sizden olan bir şahsa sizden fazla ehemmiyet atfetmek, her şeyi milletin bir ferdinin şahsiyetinde toplamak, geçmişe, bugüne, geleceğe bütün bu devirlere ait bir toplum meselesinin açıklanmasını ve ortaya konulmasını, bu yüksek topluluğun mütevazı bir şahsiyetinden beklemek, elbette ki layık değildir; elbette ki lazım değildir.”
 
“Memleket ve milletin hayat ve geleceğine olan muhabbet ve hürmetimden dolayı huzurunuzda bir hakikat noktasını izaha mecburum. Vatandaşınız olan herhangi bir şahsı istediğiniz gibi sevebilirsiniz; kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, evladınız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz. Fakat bu sevgi sizi, milli mevcudiyetinizi, bütün muhabbetlerinize rağmen, herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize vermeye sevk etmemelidir. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olamaz. Bir millet için, bir millet varlığı, bir millet şerefi ve haysiyeti, bir millet büyüklüğü için bu kadar hata olamaz. Ben, mensup olduğum büyük milletimin böyle bir hatayı artık işlemeyeceği hakkında tam bir itimada sahip olmakla müsterihim ve iftihar ediyorum.”-ABE. 17/45
 
2 Aralık 1925 günü gazeteciler ve kumandanlarla konuşmasında, kendisinin ‘Sürekli Cumhurbaşkanlığı’ ile ilgili şöyle diyor:
 
“Birçok yerlerden müracaatlar görüyorum. Yaşadığım müddetçe reisicumhurluğumu istiyorlar. Bu, bizim prensiplerimize aykırıdır.”-ABE. 18/127
 
12 Haziran 1925 günü, yani Türkiye’de ve dünyada güç, şöhret ve itibarının zirvesinde olduğu sırada, milletiyle bütünlüğünün, milletinde eriyip yok olduğunun ifadesi olan şu konuşmayı yapıyor:
 
“İki Mustafa Kemal vardır; biri karşınızda oturan ben; et ve kemik, fani Mustafa Kemal. İkinci bir Mustafa Kemal var onu ‘ben’ kelimesiyle ifade edemem. O, ben değil, bizdir. O, burada oturan sizler, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve yeni mefküre için uğraşan aydın ve mücahit bir zümredir. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüs ettiklerim, onların hasret duyduklarını tatmin içindir. O Mustafa Kemal bütün bir aydın ve mücahit zümrenin temsilcisidir. Fani olmayan, yaşaması ve muvaffak olması mukadder olan Mustafa Kemal odur.”-ABE. 17/255
 
5 Ocak 1925 günü Konya’da yaptığı şu konuşma, Müdafaai Hukuk devrimi ve Atatürk meselesinin tarihe ışık tutan bir vicdan belgesi gibidir:
 
“Biz, keyfi hareket etmeyiz. Müstebit asla değiliz. Hayatımız, bütün faaliyetimiz memleket işlerinde keyfi ve müstebitçe hareket edenlere karşı mücadele ile geçmiştir.”
 
“Bizim; akıl, mantık, zekâ ile hareket etmek şiarımızdır. Bütün hayatımızı dolduran vakalar, bu hakikatin delilidirler.”
 
“Memleket ve millet işlerinde, şahıslarıyla, fiilleriyle, fikirleriyle zararlı olmak vaziyetine düşenlere karşı zaman zaman sertleştiğimiz vakidir. Milleti hakiki kurtuluş yolunda yürümekten mene çalışmak isteyenlere şiddetli ve amansız olmak eğilimindeyiz! Toplumsal nizamımızı bilerek veya bilmeyerek ihlal edici kimselere müsaadekar olamayız! Bunlar doğrudur. Bizden bu hususlarda sükûnet ve tarafsızlık talep edenleri tatmin edemiyorsak, bunun sebebi, memleket ve millet menfaatini her şeyin üstünde gördüğümüzdendir.”-ABE. 17/149
 
İzmir suikastında cezaların verilmesini ve infazını, kendisine yönelik bir hareketin mahkûmiyeti olarak düşünmüyor, Türk devlet ve milletine yönelen bir ‘irtica’ yani dinci hıyanet olayı olarak düşünüyor. 1 Kasım 1926 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmada şunları söylüyor:
 
“Türk milletinin gelişmesine asırlardan beri set çeken engelleri kaldırmak ve genel hayata muasır medeniyetin kanunlarını ve vasıtalarını vermek için sarf ettiğiniz mesainin bütün milletin tasvibine kavuştuğu muhakkaktır. İhtiraslarını ve içlerinde gizlediklerini milletin selameti yolunda tatmin edilmemiş görenlerin boğazlanmışçasına teşebbüsleri milli irade karşısında daima kahrolmuştur ve daima kahrolacaktır. Suikast hadisesi naçiz şahsımızla alakası itibarıyla değil, fakat Türk milletinin merdane vasıflarına yaraşmayan ve millet vekâleti gibi yüksek bir itibar mertebesini tecavüz vasıtası kılmayı düşünecek kadar soysuzlaşan irticai bir zihniyet göstermek itibarıyla üzücü olmuştur.”-ABE. 18/297
 
Atatürk, Türk halkını raiyyelikten kurtarıp millet yaptı. Nedir Atatürk’ün bu ‘millet’i? Önce kendisini dinleyelim. O günlerden çok bugünlere çözüm getiren bir reçeteyi andıran şu sözleri ibretle okuyalım:
 
“Muhafaza ve müdafaasıyla meşgul olduğumuz millet, bittabi bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif İslami unsurlardan meydana gelmektedir. Bu topluluğu teşkil eden her bir İslam unsuru, bizim kardeşimiz ve menfaatleri tamamıyla ortak olan vatandaşımızdır ve yine kabul ettiğimiz esasların ilk satırlarında bu muhtelif İslami unsurlar ki, vatandaştırlar, yekdiğerinin karşılıklı hürmet ile riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna; ırki, toplumsal, coğrafi hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrar ve teyit ettik ve hepimiz bugün samimiyetle kabul ettik. Dolayısıyla, menfaatlerimiz ortaktır. Kurtarılmasına azmettiğimiz birlik, yalnız Türk, yalnız Çerkez değil, hepsinin karışımı bir İslam unsurudur. Bunun böyle kabul edilmesini ve yanlış anlamaya meydan verilmemesini rica ediyorum.”-ABE. 8/157
 
Müdafaai Hukuk Başbuğu’na göre, millet, aynı zamanda kendisine hesap verilmesi gereken bir yüce makamdır. Bu makama verdiği hesabı aynı zamanda tarihe de verdiği hesap olan Nutuk’la yerine getirmiştir. Afet İnan’ın Nutuk’la ilgili şu sözleri derin bir hakikatin ifadesidir: “Nutuk, bir devlet kurucusunun milletine hesap verme örneğidir ve tarihte eşine az rastlanır.”-Sinan Meydan, Nutuk’un Deşifresi, 40
 
Bizzat Atatürk, Nutuk’u, ‘millete hesap vermek için’ yazdığını dile getirmiştir. CHP İkinci Kurultayı’nda yaptığı konuşmada şöyle diyor: “Senelerden beri devam eden çalışmalar ve icraatımızın millete hesabını vermenin görevim olduğu kanaatindeyim.”-Hâkimiyeti Milliye gazetesi, 16 Ekim 1927 Aynı gerçeği, Nutuk’u okuduğu kongrenin açılışında yaptığı konuşmada bir soru üzerine şöyle dile getiriyor:
 
“Geleceğe yönelen tedbirler hakkında fikirlerinizi söylemeden önce geçmişe ait olaylar hakkında bilgi vermek ve yıllardan beri süregelen davranış ve yönetimimizin milletimize hesabını vermek, ödevim olmuştur. Olaylarla dolu dokuz yıllık bir sürenin tarihine değinecek demecim uzun sürecektir. Ama bu güç iş, yerine getirilmesi gereken bir ödev olduğuna göre sözü uzatırsam beni hoş karşılayacağınızı ve bağışlayacağınızı umarım.”-Sinan Meydan, Nutuk’un Deşifresi, 43
 
Atatürk, çok ilginçtir, Kur’an’da yapılanın aynını yaparak millet ile kavmi birbirinden ayırıyor. Türk milleti denince bir kavim değil, bir halk anlaşılmalıdır. Bu ne demektir? 1926 tarihini taşıyan Nutuk’a hazırlık dosyasındaki notlarında şu satırlar var: “Millet kelimesiyle kavim kelimesi karışır. Şu farkla ki millet kelimesiyle siyasi teşekkül kast olunur; kavim-people kelimesi ise her şeyden evvel kökeni ve ırkı hatırlatır.”
 
“Irk, lisan, din, hükümet, ayrı insanların millet halinde teşekkülüne yardım etmişlerdir. Fakat muhtelif lisan konuşan ve muhtelif dine sahip olan muhtelif ırklardan meydana gelen milletler vardır. Bunun gibi, siyasi müesseselerle ayrılmış veyahut Yahudiler gibi bütün dünya üzerine dağılmış oldukları halde yekdiğerine sıkı milli bir bağ ile bağlı kalmış kavimler vardır. Aynı lisanı konuştukları halde aynı millete mensup olmayanlar da vardır. Bazı milletler, birbirinden esaslı bir surette farklı ırklardan meydana gelir. Bir milletin sinesinde birbirine en zıt dinlerin yan yana mevcudiyeti de görülmektedir.”
 
“Aynı arazide yaşayan ve millet haline gelen kavimlerin müşterek siyasi müesseseler tarafından idare edilmesi icap eder. Bir millet, tarihin derin inkılâplarının mahsulü olan manevi bir unsur, manevi bir ailedir. Arazinin şekliyle tayin olunmuş bir grup değildir. Bu fikir üzerinde ısrar ederek, millet hakkında ancak eksik bir fikir veren geçici ve ikinci derecedeki unsurları hariç bıraktıktan sonra Renan, çoğunlukla pek ayrı kavimlerin insanlarını iki şeyin birleştirdiğini ilave eder: Birisi zengince bir hatırat mirasına sahip olmak, diğeri beraber yaşamak hususundaki arzu ve rıza. Bu rıza, sahip olunan mirasın muhafazasına devam hususundaki iradedir.”
 
“Milli birlik meselesinde ırk ve dil ihtilafına rağmen anlaşılması lazım gelen budur. Fakat müşterek fikrin belirmesine, hayati benzeyişler ile köken birliğinin ahlak yakınlığı inşa etmesine müessir olduğu ilk esas ki köken ve ırktır, bunların tesirini inkâr etmemelidir. Her şeyin mukaddes hazinesini muhafaza eden lisanın da tesirini unutmamalıdır. Bir millet diğer milletlere nispetle tabii veya kazanılmış haklara, hususi karaktere sahip olması, kendisini kuşatan milletlerden farklı bir uzviyet teşkil etmesi, çoğunlukla onlardan ayrı olarak asra paralel gelişmeye çalışması keyfiyetine milliyetler prensibi denir.”
 
“Her kavim, hükümetinin şeklini tanzim etmek ve değiştirmek hakkına sahiptir. Bir kavim diğerlerinin hükümetine karışmak hakkına sahip değildir. Bir kavmin hürriyetine tecavüz, bütün kavimlere tecavüz demektir. Millet, ahlak, lisan ve kanunları muhtelif kavimleri ihtiva edebilir. Devlet, milletin ancak bir teşkilat unsurudur, şekillenmesidir.”-ABE. 18/317-322
 
Atatürk, milletin birliğinden yürüyerek insanlığın birliği idealine yol arar, o yüceliğe tırmanır. Bunun için atıf yaptığı temel kavram ne dindir ne de ırk. Atıf yapılan temel kavram, medeniyet olmuştur. Belli ki Atatürk, bu noktada bir devlet adamı, bir asker olmaktan çıkmakta, bir filozof haline gelmektedir. Bu noktada, izninizle şu tabiri kullanmaya cesaret ediyorum: Atatürk, insanlığın birliğini sağlamada, bir ortak-evrensel medeniyet fikrini ileri sürüyor. Ve insanlığın birliğinin bu ortak-evrensel medeniyet etrafında vücut bulmasını öneriyor. Türk milletini de bu ortak-evrensel medeniyetle eklemlendirerek, Fransız Maurice Pernot’ya fikrini şöyle açıklıyor:
 
“Biz, yabancılara karşı herhangi düşmanca bir fikir beslemediğimiz gibi, onlarla samimi münasebetlerde bulunmak arzusundayız. Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin ilerlemesi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmek lazımdır. Siyasetimizin, ananelerimizin, menfaatlerimizin bizi fikir ve eğilim itibarıyla bir Avrupa Türkiye’si, daha doğrusu Batı’ya yönelmiş bir Türkiye arzu etmeye meylettirmesi olacaktır. Biz daima Doğu’dan Batı’ya doğru yürüdük. Eğer bu son senelerde yolumuzu değiştirdikse, itiraf etmelisiniz ki, bu bizim hatamız değildir. Bizi siz mecbur ettiniz. Vücutlarımız Doğu’da ise fikirlerimiz Batı’ya doğru yönelik kalmıştır. Medeniyete girmek arzu edip de, Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir? Eğer yabancı düşmanlığından, o kadar pahalı elde edilen bir bağımsızlığa halel verecek her şeyden nefret manası çıkarılıyorsa, evet, bizim yabancı düşmanı olduğumuz söylenebilir.”-ABE. 16/148-149
 
Millet olmak nedir sorusu da önem arz etmektedir. Osmanlı hiçbir zaman millet olamamıştır. Bu millet olamamış topluluğun kader meselelerini kotaran, var oluşunu sağlamak için sürekli hayatını ortaya koyan unsur-Türk unsur ise en fazla ihmal edilen, hatta horlanan unsur durumundadır. Denebilir ki, raiyyelik, sadece o unsurun canını yakmıştır. Ve Osmanlı batıp dağıldığında da onun bütün günahlarını ve borçlarının faturasını ödeme işi bu horlanan unsurun boynunda kalmıştır. Atatürk bu noktaya büyük bir vukuf ve hakşinaslıkla parmak basıyor:
 
“Osmanlı İmparatorluğu’nun kuvvetli devirlerinden itibaren, milletin bağımsızlığı zararına, hayati menfaatleri zararına o kadar çok şey feda edilmiş idi ki, netice yalnız kendisinin mahvolmasından ve çökmesinden ibaret kalmadı, belki kendinden sonra da memleketin hakiki sahibi olan milleti hak ve mevcudiyetini ispat için büyük müşkülata maruz bıraktı.”
 
“Vatan dediğimiz kutsi mevcudiyete genel bir bakışla bakalım. Onun hayat namına, ümran namına her mazhariyetten mahrum bir siyah toprak sahasından ibaret bırakılmış olduğunu görürüz. O siyah toprak sahasının altında defineler ve üstünde asil ve kahraman bir millet yaşıyor.”-ABE. 16/77, 79
 
Millete verilen hâkimiyetin hangi temel değerlere dayanacağını Gazi Mustafa Kemal şöyle ifade etmektedir: “Hâkimiyeti milliye üç büyük dayanak noktası tanır: Zekâ, irfan, hamiyyet. Bunlar haricinde hiçbir şeye dayanamaz.”-ABE. 6/125
 
Atatürk, bu konuya, İzmir İktisat Kongresi’nde 2 Şubat 1923 günü yaptığı konuşmada, bir büyük Müslüman fakihten beklenebilecek bir vukufla şöyle açıklık getirmektedir:
 
“Biz elhamdülillah Müslüman’ız, dinin hakiki esaslarını incelediğimiz zaman onun bize ifade edebileceği şekil, yalnız ve yalnız bu hükümet şeklidir. İsterseniz bu noktada ufak bir izah yapayım.”
 
“Biliyorsunuz ki, şer’i esaslarda, ilahi emirlerde hükümet şekli yoktur. Şu veya bu şekil ifade edilmiş değildir, yoktur. Yalnız hükümetin nasıl olması lazım geleceğine dair esaslar ifade olunmuştur. Bu esasların biri de şuradır, meclistir. Hükümet mutlaka meclis halinde olmak lazımdır. O kadar ki, bizzat Cenabı Peygamber şurasız muamele yapamazdı, Allah tarafından men edilmişti. İkinci esas, adalettir. Şura, adaletle hükmünü icra eder. Adaletten yoksun bir hükümet şekli kınanmıştır.”
 
“Herkese tanıtmaya çalışmışlardır ki, emir demek, amir demek, sultan demektir, padişah demektir; böyle başa geçen bir canavar demektir. Ve böyle bir canavara ne olursa olsun mutlaka itaat etmek lazımdır. Müstebit olsun, rezil olsun, itaat edeceksin.”
 
“Millet her bakımdan kendi menfaatlerini muhafaza edecek olan ve bu menfaatleri muhafaza etmek için lazım gelen vasıflara ve meziyetlere sahip bulunduğunu kabul ederek seçtiği insanlardan, vekillerden meydana gelen bir şuraya sahip olursa ve bu şura adalet üzere hareket ederse, işte Allah’ın ve Kur’an’ın talep ettiği hükümet odur. Çok iftihara değerdir ki, milletimiz ancak 1300 sene sonra Kur’an’ın bu hakikatini fiil halinde göstermiş oldu.”
 
“Bizim çok korktuğumuz ve daima korkmakla hayatımızı kurtaracağımız bir şey vardır ki, herhangi bir şahsın, herhangi bir heyetin dahi istibdadı altında kalmaktır. Çünkü efendiler, şahıslar gibi meclisler de müstebit olur. Ve meclislerin istibdadı, şahısların istibdadından daha tehlikelidir. Dolayısı ile uzun müddet iktidara sahip olmak üzere toplantı halinde kalacak olan mebuslar, yavaş yavaş kendilerini seçen milletin arzusundan, emellerinden, hislerinden ve fikirlerinden uzak kalır, arada bir ayrılık olur. Bir gün bakarsınız ki, millet başka türlü çalışıyor, milli emeller başkadır.”-ABE. 15/76-83
 
Atatürk devriminin en hayati ilkesi, belki de tek ilkesi şudur: Sürekli devrim içinde olmak, sürekli yaratıcılık sergilemek. Atatürk, bir aksiyon felsefesi mimarı gibi konuşmaktadır. Hem kurgulayan hem de yaratan adamın şu sözünün altına, aksiyon felsefesinin mimarı filozof Maurice Blondel-ölm. 1949 imzasını atsanız kimse yadırgamaz. Şöyle diyor ölümsüz Atatürk:
 
“Yerinde duran bir şey geriye gidiyor demektir. Bu münasebetle, maarif hakkındaki görüşlerimi tespit ediyorum. Bir taraftan genel olan cehaleti gidermeye çalışmakla beraber, diğer taraftan toplumsal hayatta bizzat etkili iş gören verimli uzuvlar yetiştirmek lazımdır. Bu da ilk ve orta öğrenimin pratik bir tarzda olmasıyla mümkündür. Ancak bu sayede toplumlar iş adamlarına, sanatkârlarına sahip olur. Bittabi milli dehamızı geliştirecek, kültürlerimizi layık olduğu dereceye ulaştırmak için yüksek meslek erbabını da yetiştireceğiz. Kız çocuklarımızı da aynı tahsil derecelerinden geçirerek yetiştireceğiz.”-ABE. 14/45
 
Ve şu sözünün altına ego-yaratıcı özgür benlik felsefesinin mimarı ve Kur’an’ın vicdan düşünürlerinden biri olan Muhammed İkbal’in adını yazsanız kim garipser? Şöyle diyor Gazi:
 
“Büyük ve kutsi hedefler, ulaşılamayacak hedeflerdir. Dolayısıyla herhangi bir hedefe ulaşmakla kanaat etmeyeceğiz. Daima daha ilerisine varmak için mesai sarf edeceğiz.”-ABE. 18/46
 
Ankara Halkevi’nde Bursalı gençlere hitabesinde şu sözler de var:
 
“Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey, yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan için, her mahlûk için tabii bir halettir. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevi bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler asla ve asla yorulmazlar.”-ABE. 29/175
 
Türk devrimi, kitabi bir devrim değildir, hayatın içinden gelen bir devrimdir. Savaş meydanlarında kazanılmış, yaratılmış bir devrimdir. Teoriden yola çıkan bir devrim değil, hayatın çileli patikalarında kendi kendini inşa eden bir devrimdir. Teorisini pratiğine yazdırmış ve yaptırmış bir devrimdir. Peyami Safa’nın usta ifadesiyle, “Türk devrimi evde yaptığı hesapla çarşıya çıkmamıştır; hesabı bizzat çarşının içinde yapmıştır.”
 
“Atatürk devrimi savaş meydanlarında kan ve gözyaşıyla yapıldıktan sonra kalem ve mürekkeple yazılmıştır. Yani önce yapılan sonra yazılan bir devrimdir. Gerçekleşmeden önce; bir sistem halinde, Türk inkılâbının hiçbir kitapta yeri yoktu. Türk inkılâbının izahına başlamak ancak vukuundan yıllarca sonra mümkün olabiliyor. Bu inkılâp, kendinden evvelki bazı dağınık fikir cereyanlarının tekâmülü ve taazzuvu olsa bile, bir ideoloji haysiyetiyle hiçbir peşin düşünceye mal edilemez. Türk inkılâbının bir kitabı varsa o, canlı bir tarihtir ve hayatın ta kendisidir.”-Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, 117
 
Türk devrimiyle ilgili önemli eserlerden birinin yazarı olan Avusturyalı diplomat Norbert von Bischoff, Ankara adlı eserinde şu satırlara da yer veriyor:
 
“Sevk ve idarenin tamamen hayata göre yapılması, inkılâbı ve devletle cemiyetin inşası işini, önceden kabul edilmiş bir idealle karşılaştırılmak külfetinden kurtarmıştır. Hakikatler dünyasının idealler dünyasına tamamen uyması imkânsızdır. Türk inkılâbında ise ideal, devlet yaratılır yaratılmaz ortaya çıkmıştır ve bu, yeni Türk dünyasının inşasıdır. Bu suretle, hakikatle ideal birbirini bulmuştur. Böyle olmakla beraber üstünlük hakikatindir ve ideale bir yer verilmesi hakikate yer verilmekte olmasından dolayıdır. İdeal, tek başına bir hayata malik olamaz ki, eskiyi devirip gelen yeni, hakikatin önüne bir engel gibi dikilsin.”-Peyami Safa, age, 118
 
Sürekli atılım, bir anlamıyla da sürekli taarruz halinde olmak demektir. Sürekli savunma halinde olmak, çöküşe gitmenin başka bir ifadesidir. Atatürk’ün hayat felsefesi ve siyaset anlayışının temelinde bu ‘sürekli taarruz’ ruhu yatar. Bu ruh, onun için sadece askeri harekât açısından anlam ifade eden bir taktik değildir; tam aksine, hayatın bütün alanlarında geçerli bir varoluş idrakidir. Şöyle diyor:
 
“Kati netice daima taarruzla alınır; fakat müdafaa ile yerine getirilecek birçok vazifeler de vardır.”-ABE. 16/220
 
Sürekli atılımın bir gerçeği de sürekli savaş halinde olmaktır. Hiçbir başarı, hiçbir barış savaşa hazır olmayanlar için bir anlam ifade edemez; çünkü her an yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. Özellikle Türkiye gibi ülkelerin konumlarından doğan gerçeklerin başında bu ‘sürekli savaş halinde olmak’ vardır. Büyük Gazi, bu gerçeğe, hayatının en büyük zaferini kazandığı tarihte, 13 Ağustos 1923’te, TBMM’de yaptığı bir konuşmada parmak basmıştır:
 
“Bugün ulaştığımız barışın, ebedi barış olacağına inanmak, elbette safdillik olur. Bu, o kadar mühim bir hakikattir ki, ondan bir an gaflet, milletin bütün hayatını tehlikeye sokar. Şüphesiz ki haklarımıza, şeref ve haysiyetimize hürmet edildikçe mütekabil hürmette katiyen kusur etmeyeceğiz. Fakat ne çare ki, zayıf olanların haklarına hürmetin noksan olduğunu veya hiç hürmet edilmediğini çok acı tecrübelerle öğrendik. Onun için, bütün ihtimallerin talep edeceği hazırlıkları yapmakta asla gecikemeyiz.”-ABE. 16/79
 
Sürekli atılım ruhunun bir gereği de ‘sürekli savaş’ içinde olduğumuzun bilincine varmaktır. Hayat, inanmak ve savaşmaktan ibarettir. Bu bilinç korunduğu sürece ve gereği yapıldığı oranda bir miktar barış ve sükûn beklenebilir. Sadece barış ve sükûna uyarlanan, öyle kurgulanan bir hayat zillet ve sefalete götürür. Müdafaai Hukuk Başbuğu’nun 2 Şubat 1923 günü İzmir’de halka yaptığı konuşmadan aldığımız aşağıdaki satırlar, büyük bir aksiyon filozofunun en hayati öğretilerinden birini ifade eden sözler gibidir:
 
“Hayat demek, mücadele demektir, çarpışma demektir. Hayatta muvaffakiyet, mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da, kuvvete, kudrete dayanan bir keyfiyettir. İnsanların bütün meşgul olduğu meseleler, bütün maruz kaldığı tehlikeler ve bütün elde ettiği muvaffakiyetler, genel bir mücadelenin dalgaları tarafından doğurulagelmiştir. Herkesçe bilinir ki, insanlığın bizce malum olan çarpışması,
Doğu kavimlerinin Batı kavimleri üzerine hücumuyla taarruzuyla başlar.”
 
“Fakat her taarruza karşı, daima mukabil taarruz düşünmek lazımdır. Bunu, asker olanlar çok iyi bilir. Vukuu bulan taarruza karşı, mukabil taarruz düşünmeden hareket edenlerin akıbeti, mutlaka mağlup olmaktır, hezimete uğramaktır, yok olmaktır.”-ABE. 15/57
 
Sürekli atılım ruhunu tehlikeli kılan bir numaralı hata, hayalciliktir. Çünkü hayalcilik, varlık kanunlarını zorlamaktır. Varlık kanunlarını zorlamak Allah’ın iradesini zorlamak ve yaradılış sırrını tersine çevirmeye kalkmaktır. Kur’an’ın, ‘sünnetullahta yani varlık kanunlarında değişme, değiştirme olmaz’ söylemini birkaç kez ifadeye koyması boşuna değildir. Yaratıcı Kudret, sünnetullahın değişmesine izin vermez. Hesabınızı kitabınızı bu ‘değişmezliği’ unutmadan yapmak zorundasınız. Büyük cengâverlerin, muhteşem sultanların büyük hataları işte burada ortaya çıkar. Buradaki dengeyi bulamamak, nerede duracağını tayin edememek onların muhteşem zaferlerini de çoğu zaman işe yaramaz hale getirir. Atatürk, yine büyük bir filozof tavrı ve
fark edişiyle bu noktayı tam omurgasından yakalamış ve hem dünya tarihini hem de Müslüman tarihi bu açıdan bir tahlile tabi tutmuştur. Gazi’nin bizce, en filozofik konuşmalarından biri olan 2 Şubat 1923 İzmir konuşmasında bu konuya ilişkin sarsıcı sözler vardır:
 
“Osmanlı devletinin, devlet siyaseti olarak, millet siyaseti olarak, halk siyaseti olarak, belli, açık bir siyaseti mevcut değildi. Devletin başına geçen hükümdarlar, kendi arzularına, heveslerine göre bir nevi siyaset icat ederlerdi ve o siyasetin peşinden bütün milleti sürükler, götürürlerdi.”
 
“Bütün Müslümanların bir noktada birleşmesi ve hep beraber çalışarak kuvvetli olması, mesut olması, muhakkak arzu edilir. Fakat dünyada elde edilemez olan hedeflere yürümek, insanları çok aldatmıştır, çok aldatır. İnsanlar parlak olan siyasetlere doğru mutlaka yürümek ve oraya ulaşmak ister. Çünkü parlak olan şeyler caziptir. Bu dediğim nokta da parlaktır, caziptir. Fakat hayat hayallere dayanamaz; hayat maddiyata dayanır. Herhangi bir millet hayatını muhafaza için, hayat vasıtalarını elde etmek ve düzenlemek için adım attığı zaman seçtiği hedef hayali olursa elbette muvaffak olamaz. Bu, asırların ve asırlarca yaşamakta olan insanların, belki çok acı, çok kanlı hadiseler ile ve belki çok büyük felaketlerle bulmuş olduğu bir neticedir.”
 
“Büyük bir cesaretle söylüyorum ki, dünyanın bugünkü genel şartlarına ve asrın, insanların kafasında yapmış olduğu bugünkü değişikliklere göre, bütün İslam âleminin şimdiye kadar vehmedildiği gibi bir noktadan sevk ve idaresine maddi imkân yoktur ve olamaz. Bunu bu kadar kuvvetli söyleyebilmek için çok şey bilmeye, çok şey düşünmeye, çok şey hatırlamaya hacet yoktur. Çünkü ‘bu olmamıştır ve olamayacaktır’ dediğim zaman bu benim ifadem değildir, tarihin ifadesidir, vakaların ve hadiselerin ifadesidir; en nihayet ilmin, aklın, mantığın ifadesidir. Arkadaşlar, bin üç yüz şu kadar seneden beri bu teori, nerede ve ne vakit tatbik kabiliyeti bulabilmiştir?”
 
“Bir Osmanlı devleti vardı. O da en nihayet yok olmaya mahkûm oldu. Ne için? Çünkü millet kendi hayatıyla ve kendi eviyle hiçbir vakit meşgul olmadı; daima hayali birtakım hedeflere karşı sürüklendi ve kendi kendini sürükledi, en nihayet bu hal ve vaziyete düştü.”
 
“Hepsinin iradesine sahip olanın iradesi, umumun iradesi yerine geçer. Dolayısıyla bütün görüşleri bir noktada özetlemek lazım gelirse, mahv ve yok olduğunu, sefil olduğunu gördüğümüz bu toplumların, mahv ve yok olma sebepleri, kendi iradelerine sahip olmamış bulunmalarıdır. İradenin başkaları tarafından gasp edilmiş olması veya başkalarına terk edilmiş ve bırakılmış olmasıdır. Bir toplum, bir devlet müessesesi, bu hatadan yakasını kurtarmaksızın, ne şekilde tesis olunursa olunsun, her halde netice itibarıyla felakete mahkûmdur. Biliyorsunuz ki, Osmanlı devleti saltanat devresini, haşmetini, debdebesini yaşadıktan sonra düşmeye başladı.”-ABE. 15/57-60
 
Mustafa Kemal şöyle diyor:
“Her millet, icraatına tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine ortak sayılır.”
 
Hz. Muhammed’de şöyle diyor:
“Esas cihat, zalim sultan karşısında hakkı seslendirmektir.”
 
Her toplum, müstahak olduğuna maruz kalır, layık olduğunu da mutlaka elde eder. O halde, çöküşün de yükselişin de esası ve motoru, toplumun yapısı ve hak edişidir. Koordinat alışın tipik örneklerinden biri de Nutuk’taki 97. vesikada görülmektedir. Orada, toplumun layık olduğunu görmesi gerektiğine dikkat çektikten sonra sözü şöyle bağlar: “Çünkü Peygamberimiz, ‘Kema tekunu yüvella aleyküm’ yani ‘Siz ne mahiyette olursanız evliyayı umurunuz da o mahiyette olur’ buyurmuşlardır.”-Nutuk, eski harf basım, 2/86
 
Burada Muhammed-Mustafa birlikteliğinin muhteşem güzelliklerinden birkaçı esrarlı bir şekilde kucaklaşmıştır: 1: Bir toplumun, layık olmadan bir mevkie sahip olamayacağı gerçeğinin ifadesi, 2: Layık olunan hakların elde edilmesi için toplumun bizzat ayağa kalkmasının kaçınılmazlığı, havalecilik ve ihaleciliğin, hakların elde edilmesinde hiçbir işe yaramayacağı, 3: Atatürk’ün, Muhammedi-Kur’ani metinleri özgün Arapça metinlerinden bizzat okuması ve sonra da tercümelerini en isabetli biçimde anında vermesi.
 
Güç böylesine anlamlı ve böylesine yaratıcı ise milletin kuvvetinin sembolü olan ordu daima hücum hedefi olacaktır. Ve Türk tarihini esas alırsak bin yıldır da böyle olmuştur. Atatürk, aynen Kur’an’da ifade edildiği gibi, bu anlamda ‘kuvvet, ordu’dur gerçeğine inanmaktadır. Sadece o günleri değil, bizim Anadolu’daki kaderimizi ve o kaderi, haçlı efendilerinin desteğiyle karartan hainleri, bir tür kehanet gibi deşifre eden şu cümlelere bakın:
 
“Kuvvet, ordudur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdani imanıdır. İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii, evvela onu ordudan mahrum etmek çaresine giriştiler… Sonra, kumandanlarımıza ve subaylarımıza taarruz ve tecavüze başladılar. Askerlik izzeti nefsini yok etmeye gayret ettiler.”
 
“Her halde, ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu. Orduyu mutlaka imha etmek, subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller ve müşkülat kalmaz. Düşmanlarımız herkesten evvel subayları öldürdüler; onları aşağılar ve hor görürler… Subayın yaşamak için bir çaresi vardır: Şerefini korumak. Düşmanlarımızın kast ettiği ise o şerefi ayaklar altına almaktır.”-ABE. 9/112-113
 
Müdafaai Hukuk öncüleri, bir mücadele veya idealin gerekli kuvvete sahip olmadıkça hedefine asla varamayacağı, sadece zalimden merhamet dilenmekle yetineceği, bunun ise zalimin sadizmini arttırmaktan başka bir işe yaramayacağı bilinç ve inancındadırlar. Atatürk 3 Mart 1922 günü, Rus diplomat Aralof’un konuşmasına cevaben yaptığı konuşmada tarihi ve tarihi yaratacak olanları şöyle uyarıyor:
 
“İstilacı, mütecaviz saldırgan olan devletler yerküreyi kendilerinin malikânesi kabul etmekte ve insanlığı kendi hırslarını tatmin için çalışmaya mahkûm esirler saymaktadırlar. Onlar, ilan ettikleri insani ve adaletkarane esasları, kabule değer gördükleri için değil, senelerden beri tahakküm zinciri altında tuttukları insanlık kütlesini büsbütün silahlardan tecrit etmek ve daha kolay esaret altında tutmaya devam etmek için bir aldatma vasıtası kabul etmektedirler.
 
Buna diğer bir saik daha vardır: Birbirlerini aldatarak biri diğerinden fazla menfaat koparmak. Hilekârlıkta yekdiğeriyle müsabaka etmektedirler… Bunlar sırf kendi hırslarına çalışmaktadır. Bunların gayesi insaniyetin, iyiliğine yönelik olmadığı gibi, bilakis, zulüm, baskı olduğu için, onları lanetle anmakta kendimizi haklı görüyoruz. Bunlar kudret ve kuvvet mevkiinde bulundukça bunların mazlumlara merhamet ve şefkat göstermelerine imkân yoktur. Böyle bir şeye inanmak büyük bir gaflettir. Bu kuvvetleri maddi, manevi silahlardan tecrit edeceğimiz zaman ancak böyle bir hareket beklenebilir.”-ABE. 12/299, 300
 
Müdafaai Hukuk Başbuğu, kuvvet olmadan hak sahibi olmanın hiçbir anlam taşımayacağı bir dünyada yaşamak zorunda olduğumuzu biliyor ve bunun için hazırlıklı olmamız gerektiğine değişik vesilelerle vurgu yapıyordu. Arkasında caydırıcı bir kuvvetin bulunmadığı bir barış teklif ve temennisinin emperyalist kurtlar sofrasında çiğ çiğ yenmeyi kabul anlamında olduğunu da biliyordu. Bir yandan ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ diyerek yüreğinin, vicdanının arzusunu ifade ederken, bir yandan da aklının ve hayat kanunlarının gereğini yaparak 19 Nisan 1926 günü İtalyan ve Rus sefirlerine şöyle konuşuyordu: “Savaşları arzu etmiyorum; her türlüsünden kaçıyorum; ama bizi buna zorlarlarsa bendeki güç sadece savunmayla sınırlı değildir.”-ABE. 18/176
 
Bakanlar kurulunca alınan bazı kararlardan tedirginlik duyduğunu ifade eden ve 9 Eylül 1937 günü Başbakan İsmet İnönü’ye hitaben yazılan şu cümle de dikkat çekmektedir: “Bütün insani anlaşmazlıkları barışla neticelendirecek teşebbüslere iştirak ederiz. Bunun haricinde Türkiye Cumhuriyeti’ne empozisyon-dayatma olamayacağı tabiidir.”-ABE. 29/306
 
Atatürk, bir insan olarak başarısının temel felsefesini ‘kuvvetli olmak’ esasına oturtmuştur. Bu, onun sadece siyasetinin değil, hayat anlayışının da esasıdır. Bu temel felsefeyi şöyle tanıtıyor:
 
“Arkadaşlıkta ve kardeşlikte dahi kuvvet dengesini nazarı dikkate almak lazımdır.
Zayıf olan, kuvvetli olanın mutlaka mahkûmudur. İnsanlık, adalet, bütün prensipler, kaideler ikinci derecede kalır. Her şeyden evvel kuvvettir. Dolayısıyla, bizim kurtuluşumuz için vuku bulacak yardımlar karşısında ki bağımsızlığın korunması içindir, kendi kuvvetimize dayandığımızı ispat etmeliyiz. Bize yardım etmek için gelecek kuvvetler bizi yutacak kadar olursa yutar.”-ABE. 9/391
 
İnsanlığın oluşturduğu hiçbir hukuk kurumu, kuvveti hukukun emrine verememiştir, veremez. Atatürk bunu daha o günlerde görmüş ve mesela bugünkü Birleşmiş Milletlerin o günkü şekli olan Milletler Cemiyeti için, 1923 Temmuz’unda şöyle demiştir:
 
“Milletler Cemiyeti’nin hatası, belli bazı milletleri yönetmek, diğer milletleri de yönetilmek üzere ayırmış olmasıdır. Wilson’un ‘kendi kaderini tayin’ fikri garip şekilde ortadan kaybolmuş görünüyor.”-ABE. 16/39
 
Barış ve silahsızlanma ideali, daha doğrusu hayali, teorik olarak güzeldir ama tarih boyunca bu hayal, mazlumların daha çok ezilmesiyle zalimlerin daha çok ezmesinden başka bir şey üretmemiştir. Silahsızlanma ve barış ideali dahi, tüm toplumların gelişme ve güç seviyelerinin denk olmasıyla elde edilebilir. Bu bir hayat kanunudur. Gazi, bu hayat kanununa dikkat çekerken şöyle diyor:
 
“Silahsızlanma ve daimi barış, ancak ve ancak büyük devletlerin devlet adamlarının büyük ve küçük bütün milletlerin bağımsızlık ve gelişme haklarına eşit surette sahip olduklarını kabul etmeyi öğrendikleri zaman mümkün olacaktır.”-ABE. 15/24
 
Mustafa Kemal bu kader sırrını isabetle teşhis etmiş ve onun gereklerini samimi ve net ifadelerle tarihin ve milletin önüne koymuştur. Yalnız kendi emeğine güvenmek, Türkiye’nin yarınlara taşınması bağlamında değerlendirildiğinde iki şeye güvenmek, başka bir şeye de güvenmemek anlamına gelmektedir. Gazi, bunu, 24 Şubat 1924’te yaptığı bir konuşmada şöyle ifade etmektedir:
 
“Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir: Biri millet kararı, diğeri en acı ve en müşkül şartlar içinde dünyanın takdirlerine hakkıyla layık olan ordumuzun kahramanlığı. Bu iki şeye güvenir.”-ABE. 16/221
 
Türk ordusu, Türk milletinin sahip bulunduğu en büyük değerdir. Bu konuda dünyada hiç kimsenin bir tereddüdü olmamıştır. Bu gerçeği en iyi bilen insan ise Kurtuluş ve Cumhuriyet Ordusu’nun mimarı ve başkumandanı olan Atatürk’tür. Atatürk, Türk Ordusu’nun, tarih boyunca alet edildiği hanedan ve kişi ihtirasları koruyuculuğu ile ileride emperyalizm tarafından vuku bulacak ‘karakol görevi’ taleplerine asla alet edilmemesi gerektiğini düşünmekte ve bunu çok erken bir tarihte Türk milletine ve Türkiye’yi yöneteceklere duyurmakta, onları uyarmaktadır. 18 Nisan 1922 günkü TBMM konuşmasında bu anlamlı uyarısını şöyle dile getiriyor:
 
“Yüce Meclisimizin malum olan elim müşkülat içinde vücuda getirmeye muvaffak olduğu ordular, gerçi Viyana surlarına dayanan eski Osmanlı ordularından biri değildir. Ancak sahip olduğu yüce ve insani mefkûre itibarıyla onlardan daha yukarı meziyette, kıymette bir çelik parçasıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin ordusu istilalar yapmak veya saltanatlar yıkmak veya saltanatlar kurmak için şunun veya bunun elinde ihtiras aleti olmaktan uzaktır. İnsanca ve bağımsız yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin aynı mefkûreyle mütehassıs ve yalnız onun emrine tabi ve sadık öz evlatlarından meydana gelen muhterem ve kuvvetli bir heyettir.”-ABE. 12/383
 
Gazi, “Ordumuz, her zaman, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi olmuştur.” diyerek Türk-İslam tarihiyle ilgili en hayati gerçeklerden birini ifadeye koyuyor ve devam ediyor:
 
“Diğer milletlerde ordu ile millet yekdiğeriyle daima karşı karşıyadır. Hâlbuki bizde iş tamamıyla tersinedir. Meşrutiyeti kahraman subaylarımız ilan ettirdiği gibi, bu inkılâbı da yine onların fedakârlığına borçluyuz.”-ABE. 17/290
 
Batının Türk Ordusu düşmanlığının temel sebebi, işte budur. Türk Ordusu sarsıntıya uğratılıp etkisizleştirilmeden Türkiye’de istenen haçlı hedeflere varılamayacağı hem haçlı kurmayların hem de onların içimizdeki dinci ve dinsiz işbirlikçilerinin çok iyi bildiği bir gerçektir. Türk Ordusu’nun hücum hedefi olmasını terviç eden önemli bir sebep de bu ordunun, diğerlerinde, özellikle Osmanlı’da görülenin aksine, ilericiliğin, aydınlanmanın yanında hatta önünde yürümesidir. TSK, mesela, Yeniçeri’nin aksine, din yobazlığıyla veya ilmiyenin yobaz takımıyla bir işbirliği içine asla girmemiştir.
 
Avrupa’nın Türk Ordusu’na öfkesi, tarihin tanıdığı en amansız öfkelerden biridir. Bu öfke sadece Avrupa’daki silahlı güçlerde, siyasetçilerde değildir. Avrupa’nın en hümanist aydınları, filozofları, şairleri, edipleri, ressam ve heykeltıraşları da, Türk ordusuna duyulan bu müthiş öfkenin taşıyıcıları arasındadır. Luther’den Kant’a, Dante’den Engels’e, Hugo’dan Marx’a, Voltaire’den Byron’a kadar… Melherbe, Ronsard, Boileau, Hegel… gibi isimler de bu öfke listesinde yer alanlardan bazıları.
 
Birkaç örnek verelim: Fransız yazarı Hugo, Osmanlı’dan ‘katil imparatorluk’ diye söz eder ve “Bundan yakamızı kurtarmalıyız, bağnazlık ve zorbalığı susturmalıyız!” diye ekler. Engels’e göre, Osmanlı Türk İmparatorluğu ‘ayak takımının egemenliği’dir.
 
Engels’in beklentisi şudur: “Bu egemenlik er geç sona erecek, Avrupa’nın en güzel toprakları ayak takımının egemenliğinden kurtarılacaktır. Zaten Türkler devlet asker gücünü ellerinde tutmasalardı çoktan yok olup giderlerdi. Ama artık güçsüzlüğe doğru gidecekler. İşin doğrusu şu ki, Türkler’in ortadan kaldırılması gerekir.”
 
Marx’a göre, İstanbul, Doğu ile Batı arasındaki altın köprüdür. Batı uygarlığı, bir güneş gibi bu köprüye uğramadan dünyanın çevresinde dönemez. Osmanlı Sultanı’nın İstanbul’u elinde tutması, gerekli devrimin yapılmasına kadar olacaktır.
 
Bu asırlık Avrupa düşünün gerçeğe dönüşmesinin tarihsel talep belgesi olan Sevr, Mustafa Kemal’in komuta ettiği ordu ve millet tarafından engellendi. Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik Batı düşmanlığını değerlendirirken bu arkaplanı unutmamak gerekir.
 
Batı’nın bizimle ilgili neler düşündüğünün en şaşmaz göstergesi onun Türk Ordusu hakkındaki fikridir. Falih Rıfkı Atay, bize bir belge vermek üzere şöyle diyor:
 
“İşgal sırasında ordu kumandanlarını şu veya bu vasıta ile küçük düşürmek bir parola idi. Bu hücumlar, nihayet Mustafa Kemal’e kadar ulaştı.”-ABE. 3/86
 
Bu parola bugün de kullanılıyor. Haçlı kodamanlarla işbirliği yapmış dincilerin
haçlılarla ortak uğraşlarının birincisi Türk ordusu ve ordu kumandanlarına bir vesile bulup sataşmaktır. İki binli yıllardan itibaren, Türkiye yeniden ‘Hasta Adam’ haline getirildi. Düyunu Umumiye yeniden yaratıldı. Sevr’in şartlarını, çeşitli gerekçelerle ‘sineye çekilir’ bulan yeni Damat Ferit ekipleri ihdas edilip gereken yerlere oturtuldu. Batının Türk ordusuna düşmanlığı çok derin ve tatmin edilmez bir düşmanlıktır. Öyle bir düşmanlık ki, Türk ordusunu hatırlatan her şeyden rahatsız olur ve adeta tabii bir itişle o hatırlatan şeye saldırtır.
 
Müdafaai Hukuk devrimlerinin bir anlamı da Türk milletinin ‘kendisi olma’ arzu ve ihtiyacına cevap getirmekti. Bağımsızlık Savaşı bu cevabı getirmiştir. Ve Atatürk bunu gerçekleştirmiş olarak bu dünyadan ayrıldı. Sonrası onun ne işidir ne de suçu. Kendisi olmak, ‘şahsiyet sahibi olmak’ demektir. Şöyle diyor Atatürk:
 
“İnsan, cüret edebilmeli ve tehlikeyi göze alabilmelidir.”ABE. 23/69
 
Atatürk bir insan olarak da, bu milletin bir mümessili olarak da şahsiyet sahibi olmayı insan olmakla eşanlamlı bilmiş ve hem kendi hayatını hem de önüne geçtiği milletin hayatını bu anlayışa göre düzenlemiştir. Daha 1919’da ilkeyi şöyle koyuyor:
 
“Dünyada insan diye yaşamak isteyenler, insan olmak vasıflarını ve kudretini kendilerinde görmelidirler. Bu uğurda her türlü fedakârlığa razı olmalıdırlar. Yoksa hiçbir medeni millet, onları kendi sırasında ve safında görmek istemez.”-ABE. 3/83
 
Yalnız kendine, kendi emeğine güvenmenin iki belirişi vardır: 1: Kim ne derse desin, aldırmadan ve sarsılmadan hedefe yürümek, 2: Kim ne kadar överse övsün, yaratmadığı değerlerin sahibi havasına girmemek. Yani ne yermeye teslim olmak ne de övmeye. Bu, Atatürk’te gördüğümüz melâmet ahlakının belirişidir. Gerçekten de, melâmet ahlakının veya ‘sadece kendi ürettiği değerlere güvenme’nin Türk-İslam tarihinde en muhteşem anlatımlarından birini Mustafa Kemal’de buluyoruz. Böyle bir anlatımı, İslam düşünce tarihi uzmanı bir insan sıfatıyla söylüyorum, mesela tasavvuf literatüründe görebilmiş değilim. Gazi Paşa, Selanik’te, bir gazeteye yazdığı yazı hakkında fikirlerini soran Cemal Paşa’ya görüşlerini anlatırken adeta asırlara ders verircesine şunları söylemiştir:
 
“Birtakım kuş beyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz. Bunun hiçbir kıymeti ve önemi yoktur. Siz, içinde bulunduğumuz vaziyeti değerlendiriniz. Ve evvela kabul ediniz ki biraz feragat sahibi olmak lazımdır. Eğer şunun bunun teveccühünden kuvvet almaya tenezzül ederseniz, bugününüzü bilmem, fakat geleceğiniz çürük olur. Çünkü bizim henüz hakikatle hiç temasa gelmemiş geniş muhitlerimiz vardır. Bu muhitlerde henüz acemkari hayaller ile dolu olanlar çoktur. Büyüklük odur ki hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için hakiki ülkü ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda mukavemeti yok eden kişi olacaksın. Önüne sonsuz engeller yığacaklardır, kendini büyük değil, küçük, zayıf, vasıtasız, hiç kabul ederek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Ondan sonra sana bu yüksek adam derlerse, bunu diyenlere de güleceksin!”-ABE. 3/29
 
Adana Türk Ocağı’nda, 15 Mart 1923 günü yaptığı konuşmada şöyle diyor: “İtiraf etmeliyiz ki, memleketimiz baştan nihayete kadar sonsuz hazinelerle dolu olduğu halde, biz o hazinelerin üstünde aç kalmış insanlar gibiyiz. Bütün bu hazineleri açmak ve bunları işletmek, bütün servet ve saadet kaynaklarını bulmak, bizlere, milletimize düşen vazifelerdir. Bu vazifelerin kolaylıkla yapılacağını kabul etmek doğru değildir.”-ABE. 15/204
 
16 Mart 1923 günü Adana’da şunu söylüyor Gazi: “Hakiki fetihler yalnız kılıçla değil, sabanla yapılandır. Milletleri vatanlarında sağlam bir şekilde yerleştirmenin, millete istikrar vermenin vasıtası, sabandır. Saban, kılıç gibi değildir. O, kullandıkça kuvvetlenir. Kılıcı kullanan kol çok geçmeden yorulduğu halde sabanını kullanan kol zaman geçtikçe toprağın daha çok sahibi olur. Kılıç ve saban; bu iki fatihten birincisi ikincisine daima mağlup olur. Tarihin bütün vakaları ve hadiseleri hayatın bütün gözlemleri bunu teyit ediyor. Milletimiz çok büyük elemler, mağlubiyetler, facialar görmüştür. Bütün onlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa, bunun asıl hikmeti şundadır: Çünkü Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken, diğer elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin büyük çoğunluğu çiftçi olmasaydı biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık.”-ABE. 15/210
 
Saban burada, üretmenin, çalışmanın, yaratmanın sembolüdür. Atatürk’ün çalışmakla ilgili şu tespitleri, bir Kur’ancı filozofun, örneğin bir Muhammed İkbal’in-özellikle onun sözleri olarak rahatlıkla kabul edilebilir:
 
“Tabiat bir şey vermez, her şeyi kazanmak lazımdır. Kazanmanın tabii kanunlarını arayacak olursak, yalnız tek bir esas görünür: Çalışmak… Bundan başka çare yoktur. İnsan, tabii olarak, şahsına sahiptir; bu hassa, insanı bütün dünyaya sahip kılabilir. Yani insan, zekâsı, sanatı, iradesi sayesinde bütün unsurlara boyun eğdirebilir. Bu, bize çalışmanın yüksek kıymetini, ahlaki vasfını ve her şeyden mukaddes olan bir hakkı, çalışmak hakkını gösterir. Tembellik, bütün fenalıkların anasıdır. İnsan, çalıştığı için, eli altında veyahut kafasının içinde eserini büyümekte ve yükselmekte gördüğü zaman ne büyük zevk duyar! Çünkü neticesiz uğraşmak, çalışma sayılmaz. Hiçbir şey yapmamak veyahut neticesiz, manasız şeyler yapmak, çalışma kanununa karşı büyük kabahattir. Bu eser, ister çiftçinin hasadı, ister mimarın evi veyahut heykeltıraşın heykeli, ister bir âlimin veya bir sanatkârın keşfi, kitabı olsun; zevk birdir. Bu zevk, bütün zahmetleri, saban arkasında dökülen terleri, sanatkârın, fikir adamının bazen pek elemli olan yorgunluklarını derhal unutturur.”-ABE. 23/66-67
 
Çalışmak, beklenen sonuca götürmese de bu uğurda katlanılan maddi kayıp, insanın tarih önündeki ruhsal ve fikirsel doygunluğunu, onurunu zedelemez. Önemli olan, gayretin gösterilmesidir. Atatürk, bu anlamda çalışmayı, ‘gayret’ ile eşitler. Ve şu muhteşem tespiti yapar:
 
“Bu hayat müsabakasında diğerleri, kabiliyetleri itibarıyla sizi geçebilirler. Bir muvaffakiyet elinizden kaçabilir. Bundan dolayı onlara kızmayınız ve elinizden geleni yapmışsanız, kendi kendinize de kızmayınız. Asıl mühim olan muvaffakiyet değil, gayrettir. İnsanın elinde olan ve onu memnun eden ancak gayrettir.”-ABE. 23/68
 
İşe girişirken şöyle düşünüyordu-8 Temmuz 1920 Meclis konuşmasından: “Efendiler, memleketimizin ellide biri değil, tamamı yakılıp yıkılsa, tamamı ateşler içinde bırakılsa, biz bu toprakların üstünde bir tepeye çıkacağız ve oradan savunma ile meşgul olacağız-gayet şiddetli alkışlar. Bundan dolayı iki karış yer işgal edilmiş, üç beş köy yakılıp yıkılmış diye burada feryada gerek yoktur. Ben size açık söyleyeyim efendiler, bazı yerler işgal edilmiştir ve bunun üç misli daha işgal edilebilir. Fakat bu işgal, hiçbir zaman imanımızı sarsmayacaktır.”
 
Ümitsizliği bir ihtimal veya söz gelimi olarak bile telaffuz etmedi. 21 Eylül 1919’da Amerikalı General Harbord, Sivas’ta şu soruyu sordu Gazi’ye: “Millet, tasavvur edilen her türlü teşebbüste ve fedakârlıkta bulunduktan sonra dahi muvaffak olunamazsa ne yapacaksın?” Cevap şu olmuştur:
 
“Bir millet, mevcudiyetini ve bağımsızlığını temin için tasavvur edilebilen teşebbüsleri ve fedakârlığı yaptıktan sonra muvaffak olur. Ya muvaffak olamazsa demek o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek demektir. Dolayısıyla, millet yaşadıkça ve fedakârca teşebbüslerine devam eyledikçe muvaffakiyetsizlik söz konusu olamaz.”-ABE. 4/84
 
Ümitsizliğin en haklı sanılacak şekilde akla geleceği konu, ekonomi ve para konusudur. Onu bile bir ümitsizlik sebebi saymıyor. Yaratmanın zevkine varmış olan benlik, 19 Ocak 1923 günü İzmit’te yaptığı 7,5 saat süren konuşmasında bakın o konuda da ayaklarını nasıl ufukların üstüne koyuyor:
 
“Efendiler! Yollarımızı, şimendiferlerimizi yapmak için, limanlar vücuda getirebilmek için ve gemiler inşa edebilmek için ne kadar para ve ne kadar ihtisas lazımdır! Bir an düşünürsek ve bütün bunların bizde olmadığını hatırlarsak ne kadar hüzün duyarız değil mi? Hakikaten üzüntü ve acı vericidir. Bununla beraber asla ümitsiz olmak gerekmez. Biz bu kadar geniş, kıymetli ve sayısız türlü türlü hazinelere sahip olan bu memleketin sahibi oldukça ve milletimiz gayet kıskanç bir surette milli hâkimiyetini elinde tutarak, mukadderatını bizzat idareye devam ettikçe, sermaye de, müesseseler de, ihtisas da bulur! Her şey bulur…”-ABE. 14/342
 
Mustafa Kemal, ekonomik gerekçelerle göçe bile razı değildir; o kapıyı hiçbir zaman açmamıştır. Çünkü göç, beleşçiliği, ümitsizliği, kaçıp kurtulmayı ümit haline getirir. Bu da bir davanın daha başından cascavlak kalması demektir. “Yaşamaya azmetmiş olan milletimiz, isterse geçici olsun, hiçbir yabancı işgal ve denetimi kabul etmez. Göç doğru değildir; bilakis, aziz topraklarınızda kalarak milli teşkilatınızı genişletiniz.”-ABE. 5/49
 
Batı’nın bu şeytani oyunu, Atatürk tarafından daha 1922’de ayrıntılarıyla ifade edilmiştir. 6 Mart günkü TBMM oturumunda yaptığı tarihi konuşmada şu sözler de var:
 
“Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye bilakis gerilemiş ve düşme vadisinde yuvarlanadurmuştur. Türkiye’yi imhaya müteşebbis olanlar, Türkiye’nin imhasında menfaatler ve hayat görenler münferit kalmaktan çıkmışlar, aralarındaki menfaatleri denkleştirerek birleşmişler ve ittifak etmişlerdir.
 
Bunun neticesi olarak birçok zekâlar, hisler, fikirler Türkiye’nin imhası noktasında yoğunlaştırılmıştır. Bu yoğunlaşan şey, asırlar geçtikçe gelecek nesilleri adeta tahripkâr bir anane şeklini almıştır ve bu ananenin Türkiye’nin hayat ve mevcudiyeti üzerinde devamlı tatbikatı neticesi olarak en nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi medenileştirmek gibi birtakım görünüşteki vesilelerle, bahanelerle Türkiye’nin dâhili hayatına, dâhili idaresine girmişler ve nüfuz etmişlerdir. Böyle müsait bir zemin hazırlamak kudretini, kuvvetini kazanmışlardır.
 
Hâlbuki efendiler, bu kudret ve bu nüfuz Türkiye halkında mevcut olan ilerleme
cevherine zehirleyici ve yakıcı bir sıvı ilave etmiştir. Bunun tesiri altında olmak üzere milletin ve bilhassa ricalin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık hayat bulmak için, hali iyileştirmek için, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler açılım buldu. Hâlbuki hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir hadise kaydetmemiştir. Tarihte böyle bir hadise kaydetmek teşebbüsünde bulunanlar acı neticelerle karşılaşmışlardır.
 
İşte Türkiye’de, bu fikir yanlışıyla, bu zihniyet yanlışıyla malul olan birtakım ricalin yüzünden her saat, her gün, her asır biraz daha çok gerilemiş ve daha çok düşmüştür. Efendiler, bu düşüş, bu gerileme yalnız maddiyatta olsaydı hiçbir ehemmiyeti yoktu. Ne yazık ki, Türkiye ve Türkiye halkı ahlaken düşüyor ve bu halet incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu maneviyatı ile başlayan ve Batı maneviyatı ile sona erdirilen bu yol üzerinde bulunuyordu. Batı ve Doğu’nun birleştiği yer üzerinde bulunduğumuzu ve ona yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde Batı asli mayası olan Doğu maneviyatından tamamen kopuyoruz, yalnızlaşıyoruz.”
 
“Efendiler, bu düşüşün ortaya çıkışı korku ile acz ile başlamıştır. Türkiye halkı ve nasılsa bunların başına geçmiş olan birtakım insanlar galip düşmanlar karşısında sessizliğe mahkûm imiş gibi Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Kendi kendilerine memleketin ve milletin menfaatleri icaplarını yapmakta soysuzlaşmış ve alçak idiler. Türkiye müttefikleri adeta kendi kendilerine hareket ediyorlardı. Diyorlardı ki, biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur. Bizi kayıtsız şartsız canımızı, tarihimizi, mevcudiyetimizi düşman olan ve düşman olduğuna hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara vermek istiyorlardı. Onlar bizi idare etsin diyorlardı. Bunu da en yakın bir misal olmak üzere İzzet Paşa’yı hatırlatmak isterim. Malumu âlinizdir ki, Balkan Muharebesi’ni müteakip, vicdanı, kafası zayıf olanlar bu milletin artık hayat ve kurtuluş bulamayacağına kani olmak batıl zannında bulunmuş oldular. Bunların başında İzzet Paşa vardı. İzzet Paşa o zaman dedi ki, biz kendi kendimizi adam ve insan edemeyiz. Biz kendi kendimizi ıslaha muktedir değiliz. Dolayısıyla kayıtsız şartsız bir ıslah heyeti getirtelim ve onlara mevki verelim.”
 
“Efendiler, Türkiye’yi bu tuttuğu hastalıklı yollardan, tükenişe ve yok olmaya sevk eden bu vadiden kurtarabilmek için bütün âlimlerin keşfedebildikleri bir hakikat vardır. O da Türkiye’nin düşünen kafalarını yeni bir imanla istila etmek lazımdı. Yani Türkiye çıkmazında hükümet teorisini değiştirmek lazım idi. Milleti düştüğü felaket çıkmazından kurtarabilmek için millete benliğini tanıtarak, haysiyetini tanıtarak hayat bağımsızlığını kurtarmak için uğraşmaya kabiliyetli olduğunu anlatmakta yeni bir maneviyatın gelişmesi lazım geliyordu.
 
Bu maneviyat ise hükümet teorisinin aslen değiştirilmesi ile mümkün olabilir. İşte bugün, efendiler, milletimiz ve milletimizin hakiki temsilcileri bulunan yüksek heyetiniz, ilmen tarihi vakalarla benzerliği kurulmak ve sarılmak lazım gelen hakikati keşfetmiş ve fiilen meydana gelmiş ve ortaya çıkmış bir hale koymuş bulunuyorsunuz ve emin olalım ki, memleketi ve milleti kurtarmakta bundan başka çare yoktur. Dolayısıyla bugünkü vaziyetimiz gayet mühim bir yeniliktir. Millet ve devlete hayat verecek bir yeniliktir. Bu itibarla bütün memleketin canıyla, başıyla buna sarılması lazımdır. Bütün milletin bu uğurda en son nefesini ve en son kanını akıtarak azim ve sebat göstermesi feraizi ayındadır.”
 
“En alçak düşman olan İngiliz, asıl bu cepheyi yıkmak için iki üç seneden beri ve asırlardan beri mesai sarf etmektedir. Malumu âliniz, bizim eski Osmanlı tabirimizce ‘Kale içinden yıkılır’; işte düşmanlarımız bizi içimizden yıkmaya çalışıyorlar. Ne yazık ki, düşmanlarımız bu uğurda her türlü fedakârlığı ihtiyardan kaçınmamaktadırlar. Çünkü Türkiye’nin mahvı kendi hayatlarıyla karşılıklı bir vaziyet teşkil ediyor. Dolayısıyla en çok ehemmiyetle atfı nazar ettikleri, milli teşebbüsleri içinden yıkmak ve dâhili cepheyi yıkmaktır. Bu arada nazarı dikkat çeken vakalardan bulunduğu için arz edebilirim ki, güneydoğu cephemizde bir Kürdistan meselesi ortaya çıkarmak ve oradaki masum ahalinin fikirlerini karıştırmak ve ihlal etmek ve genel birliği bozmak için her türlü teşebbüse kıyam etmişlerdir. Şüphe yok, hükümetimizce, bunların vaktinden evvel önüne geçmek için lazım gelen tedbir dahi alınmıştır ve bu aslolan cephe korunmuş oldukça bittabi görünüşteki cephede ufak tefek yaralar vukua geldiğini farz etsek bile bunları derhal tamir etmek imkân dairesindedir.”-ABE. 12/312-315
 
Atatürk, Hıristiyan Batı’nın Müslümanlara düşmanlığı söz konusu edildiğinde özellikle İngilizlere yollama yapmaktadır. İşte birkaç tespit: “Dinimizin ve bağımsızlığımızın haini olan İngilizler-ABE. 10/108, Müslümanların en alçak düşmanlarıdır.”-Age. 12/314
 
İngilizlerin İslam’ın baş düşmanı olduklarını mükerreren ifade eden Atatürk, bu düşmanlığın özellikle Türkiye’ye yönelik olduğuna, çünkü Türkiye’nin güçlü ve kuvvetli olması halinde İslam dünyasının çökmeyeceğinin bilindiğine vurgu yapmaktadır. “Mahvımızı emel edinmiş olan İngiltere’nin, bütün İslam âlemini kapsayan genel bir esaret tesisi hususundaki hainane teşebbüsüne mukavemet ve muhalefet edebilecek yegâne İslam hükümeti Türkiye devleti olduğu içindir ki, bütün Batı emperyalizm ve kapitalizminin en müthiş taarruzları Anadolu üzerine yöneltilmiş bulunuyor.”-ABE. 10/22
 
TBMM’nin 6 Mart 1922 tarihli gizli oturumunda yaptığı konuşmada, İngilizlerin diğer ülkeleri ve o arada Türkiye’yi içeriden parçalayıp yıkmak için nasıl şer ve hıyanet cephesi açtığına şöyle dikkat çekiyor:
 
“Görünüşteki cephe, ordu cephesinin sarılması, değişmesi, mağlup olması, çözülmesi hiçbir vakitte bir milleti ve bir memleketi mahvedemez. Bunun hiçbir ehemmiyeti yoktur. Asıl ehemmiyete sahip olan ve asıl memleketi temelinden yıkan ve halkını esir eden, dâhili cephenin düşmesidir. İşte bu hakikate bizden daha ziyade vakıf olan düşmanlarımız, başta en alçak düşman olan İngiliz, asıl bu cepheyi yıkmak için iki üç seneden beri ve asırlardan beri mesai sarf etmektedir.”-ABE. 12/314-315
 
İngilizler ‘amansız düşmanlarımızdır.’ İngilizler, bütün Doğu milletlerini çiftlik hayvanları mesabesinde görmekteler.-ABE. 10/31 “Hile ve desiseler imal ve bazen cebir ve şiddet kullanmak suretiyle bütün Asya âlemini kendi bencil emellerine ve maksatlarına boyun eğdirmeye ve sonsuz zulümleriyle, bilhassa İslam milletlerini rahatsız etmeye çalışmış olan İngilizler, sonraki yıllarda da İslamlar arasındaki uyanış eserleri ve dayanışma eğilimlerinden pek ziyade endişelenerek darbelerini şiddetlendirmeye ve asırlardan beri iman ehlinin hizmetindeki kılıç mesabesinde olan Osmanlı Türklerinin milli ve siyasi mevcudiyetini imhaya kalkıştılar.”-ABE. 9/207
 
İngilizler, Türklere ayrı bir kin ve düşmanlık beslemektedirler:
 
“Müslüman ve bilhassa Türk olunca, insan hayatına zerre kadar kıymet vermeyen ve bu itibarla dahi Türkiye hakkındaki suikastın bin türlü eserlerini göstermekten zevk duyan İngilizlerin, bilinen özelliklerinden olduğu üzere, yalnız birkaç İngiliz’in hayatının muhafazası endişesiyle vaki olan mübadele teklifinin ortaya konuluş tarzında bile mevcudiyetin ve bağımsızlığın muhafazasına kesin olarak karar vermiş ve tarihi ve tabii muhitinde zannolunduğundan çok kuvvetli ve sağlam bir milli hükümet tesis eylemiş olan bir milleti, hala hafife almak ve hakir görmek kibri, tesir icra etmekten geri kalmamıştır.”-ABE. 9/167
 
Yine İngilizler: “Alçak İngilizlerin Mezopotamya’da yapmakta oldukları canavarlıkları ve haksızlıkları öğrenmiş bulunuyoruz. Kendi kuvvetlerimiz ve teşebbüsümüzle sizinle birleşmeyi ve en nihayet bölgenizi bu insanlık mikroplarından temizlemeyi düşünüyoruz; ancak, içinde bulunduğumuz çok ağır şartlar bunu yapmamıza elvermiyor. Neticede bu mühim İslami vazifenin tamamlanmasını bizzat üstlenmemiz lazımdır.”-ABE. 7/167
 
Elcezire kumandanına İngilizleri anlatıyor: “Müşterek düşmanımız ve dinimizin, bağımsızlığımızın haini olan İngilizlere karşı Irak mücahitlerinin cesurca ve aslanca mücadelelerini hükümetimiz büyük bir iftihar ve takdir ile takip etmektedir. Muhterem mücahitlere maddeten ve fiilen yardım etmek başlıca emelimizdir.”-ABE. 10/108
 
Kur’an, imandan imkân yaratanların kutsal kitabıdır. Ne yazık ki bu kitap, müteselsil hainlikler ve hainler yüzünden, imkânları imansızlık bahanesi yapanların kitabı gibi algılanır oldu. Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı’nın baş mimarı, zevki çilede arayan bir benlikti. Şöyle diyor: “Her güç şey zevklidir.”-ABE. 18/351
 
Hayatın zevk ve coşkusunu çile ve ıstırapta arayan ruhların yarattığı bir destandır Anadolu Bağımsızlık Savaşı. O ıstıraplı destanın çilekeş başbuğu, Türk milletinin uyuyan cevherini açığa çıkarmada ıstırabın çok yaratıcı bir rol oynayacağına imanını sık sık tekrarlamıştır. Çekilen ıstıraplardan adeta mutluluk duymuş gibidir. 16 Mart 1923’te Adana’da yaptığı konuşmada şöyle diyor:
 
“Felaketler, elemler, mağlubiyetler, milletler üzerinde birtakım etkenler vücut bulmasına sebebiyet verir. Bu etkenlerin başlıcası, öyle kara günlerinden sonra milletlerin uyanış ve ağırbaşlılığını bulması, kendi benliğini duymasıdır. Uzun asırların elemli neticeleri, nihayet bizim milletimizde de bu hassaları doğurdu. Tam bir emniyetle söylerim ki, milletimiz baştanbaşa böyle bir uyanışa nail olmuş, tamam ve kâmil bir millet halindedir. Açıklıkla ve büyük bir iftiharla ilan ederim ki, bu millet milli benliğini idrak ve bunu bütün dünyaya ispat eylemiştir. Milletimiz son zaferleri hep bu hassaları, bu idraki sayesinde kazandı.”-ABE. 15/210
 
Parasızlık, bir ıstırap alevi gibi bütün Milli Mücadelelerin içinde yanmakta ve onlara acı vermekteydi. Bizzat Atatürk’ün defalarca tekrarladığı yakınma ve şikâyetler var. Rahmetli Talat Paşa’ya yazdığı mektupta şöyle diyor: “Parasızlıktan bahsediyorsunuz. Ne yazık ki ben de ondan bahsedeceğim. Bugün içinde bulunduğumuz vaziyete girerken beş param olmadığını kolayca tahmin edeceğinizden eminim. Girdikten sonra da İstanbul’da bol bol vaatlerde bulunan zengin zevatın bizi hatırlayacaklarını farz etmek gafletinde bulundum. Milletten para istemek, onları en mukaddes gayeler hakkında bile şüphe ve tereddütte bırakıyor.”-ABE. 411-412
 
Çekilecek çile, ölümle de bitebilir. Eğer tarihe şerefli ve saygın bir ad bırakılacaksa bu bitiş dahi gururla kabul edilmelidir. Şöyle diyor büyük Gazi:
 
“Barış istiyoruz, fakat dediğim gibi tam bağımsızlık istiyoruz. Barışın manası budur. Bunu istemeye hakkımız vardır ve kudretimiz vardır. On sene sonra, yirmi sene sonra, elli sene sonra ölmektense ve yine şimdiye kadar olduğu gibi sefil ve aşağılık bir derekeye indirildikten sonra ölmektense, hiç korkmayınız, kalp ve vicdanımız açık olarak bugün ölelim ve tarih bizi böyle yazsın.”
 
“Asıl kurtuluşa ulaşmak, mücadeleyi tatil etmekle değil, ilelebet mücadeleyi devam ettirmekle mümkün olacaktır.”-ABE. 15/86-88
 
Tüm oluş ve erişlerin, tüm zaferlerin iki temel dayanağı vardır: İman ve imkân. İman yoksa imkân hiçbir işe yaramaz; ama iman varsa imkânın azlığı zaferi engelleyemez. İman, imkân yaratır ama imkân iman yaratmaz. Tam tersine, imkânın bolluğu, imanı zaafa uğratabilir. Çünkü imkân bolluğu gevşeme, pelteleşme, gurur ve yozlaşma getirebilir.
 
Tarih yaratanların en büyüklerinden biri olan Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a, dümeni bozuk, çürük bir tekne yerine, güvertesinde hizmetlilerin dolaştığı görkemli bir vapurla gitseydi, mayalandıracağı savaş Kurtuluş Savaşı değil, İngilizlere manda olma savaşı olurdu.
 
İman varsa imkânın azlığı tasavvur edilemeyen kuvvetler oluşturur. Yani iman varsa imkânın azlığı veya yokluğu güce dönüşebilir. Güçsüzlerin gücünün korkutması bundandır.
 
İmkân yiyenlerin sonu bitiş ve çürüyüştür. Türkiye, Atatürk’ün ölümünden itibaren imkân yiyenlerin yönettiği ülke oldu. Büyük bir imkândı yedikleri. Öyle bir imkân ki, bugün hala, kendisine sövenleri bile lütuflandırmaya devam ediyor.
 
Atatürk, çok büyük bir imkân yaratmıştı. Ona en küçük bir ekleme yapılsaydı Türkiye bugün Japon mucizesini geride bırakmış olacaktı. Ama hiçbir ilave yapılmadı. Çünkü Atatürk sonrasındakilerin hiçbirinde yaratıcı diyalektikten nasip yoktu. Hepsi imkân yiyici, hazıra duacı idi. Keşke sadece böyle olsalar; epey bir kısmı aynı zamanda haindi. Türkiye’de imkân yiyenlerin, dincisi ve Atatürkçüsü ile geldikleri ve ülkeyi getirdikleri yer ortadadır. Bunlarda yaratıcı iman olmadığı için sürekli imkân yediler.
 
Hiçbir imkân, büyüklüğü ne olursa olsun, sonsuz güç sağlamaz. Çünkü imkân, yaratılma süreci bitip tükeniş süreci başlayan varlık alanlarını ifade eder. Ama iman, sürekli yaratan, yenileyen, engel aşan kudrettir. İman, yaratıcı diyalektiğin işlemekte olduğunun göstergesidir. İmkânın ise böyle bir özelliği yoktur. Kurtuluş Savaşı’nın aziz kumandanlarından Ali Fuat Paşa, o günleri anlatırken vicdan kulağımıza şunu üflüyor:
 
“Yurdun müdafaasında, zengin kaynakları ellerinde tutanlar, maneviyatsızlık ve ahlaksızlık yüzünden çözülüp bozulmuşlardı.”-Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, 71
 
Bizim bu millete, Tanrı’nın ve tarihin huzurunda söyleyeceğimiz şudur:
Eğer Türkiye toparlanamaz, yeni Kurtuluş Savaşı’nı kazanamaz, haçlı kurtların hırs ve kinlerine yenilirse, tarih ve bu millet bilmelidir ki bunun sebebi imkânsızlık değil, imansızlık olacaktır.
 
Çare, Muhammed ile Mustafa’nın birlikteliğini, tıpkı Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, kurmaktır. Nihayet, şunu söylemek borcundayız: Atatürk’ü gerçekten anlayanlar ve sevenler, ‘Türk milletinin şimdiye kadar Arapların, Acemlerin din maskeli iğfalleriyle aldatılmış olduğunu ispat etmek isteyen’ adamları devrede tutmak zorundadır. Bu zorunluluğu, çarpıtılmış bir ‘laiklik’ gerekçesiyle veya kanlarına bulaşmış İslam nefreti virüsünün itişiyle ‘yok’ göstermeye çalışanlar, Atatürk’e ihanet etmiş olurlar. Nitekim bu, ‘fark edilmeden yürütülen ihanet’ yüzündendir ki Türkiye bugün bulunduğu trajik-dramatik noktaya gelmiştir. Allah herkese basiret ve feraset nasip etsin!
 
Dünya Basınında; Yaşar Nuri Öztürk:
 
“Yaşar Nuri Öztürk, günümüz Türkiyesinin en ünlü ilahiyatçısı ve laik-reformist bir İslam’ın öncü teorisyenidir.-Die Zeit, 20 Şubat 2003
 
“İkna edici bir dil ve hünerli bir kaleme sahip bulunan Öztürk, yüz binlerden oluşan kitlelerle iletişim kuruyor… Öztürk, İslam konusunda çok yüksek düzeyli bir eğitim aldı. Onun düşüncesine göre, ‘Müslümanların laikler-inanmışlar şeklinde bir ayrıma tabi tutulmaları siyasal İslam’ın bir icadıdır. İnsan aynı zamanda Müslüman ve laik olabilir.’ Öztürk, halkın şu gerçeği anlamasında onlara yardımcı oldu: Laik ve Müslüman olmak ayrı ayrı iki madalyon değil, bir tek madalyonun iki yüzüdür…”
 
“Öztürk, siyasal İslam’ın özel ajandasında belirlenen paradigmaların dışına çıktı; aynı zamanda dindar ve modern olma imkânı ile geleneksel İslam arasında sıkı bir bağ kurmak suretiyle Müslümanlara yeni bir ufuk açtı.”-Margot Bardan; al-Ahram Weekly, 1-7 Şubat 2001
 
“Öztürk’e göre, İslam gelenekleri, Kur’an’ın ışığında yeniden gözden geçirilmelidir. Sadece geleneklerle yürütülen bir dini, İslam olarak algılamamak gerekir. Bu tarz bir yaklaşım tüm Müslümanlara zarar verir.”-Alexandra Kemmerer; Frankfurter Allgemeine Zeitung, 23 Haziran 2000
 
“Öztürk, kendini, İslam’ın her yüzyılda yaşayan yenilikçilerinden biri olarak görmektedir… Öztürk’ün sergilediği açık görüşlülük, onun beşiğine, doğduğu gün konmadı… Babası onu Arapça ve Farsça’da eğitti. Evde, mistik şiirler ve teolojinin standart eserlerini okudu… Hiçbir Türk teologu Türk televizyonlarına Öztürk kadar çıkamadı…”-Rainer Hermann; Frankfurter Allgemeine Zeitung, 21 Ekim 2002
 
“Öztürk’e göre, bombalarla demokrasi sağlanamaz. Böylesi bir yol insana layık bir yol değildir. Demokrasi içeriden, yani toplumun bağrından yükselmelidir… O, şöyle düşünüyor: ‘İslam dünyasına kansız ve İslam’la uyuşum içinde bir demokrasi götürmenin tek yolu, Mustafa Kemal Atatürk’ün laik Türkiye modelini almaktır.’ Öztürk’ün görüşüne göre, Batı, Atatürk’ü İslam karşıtı göstermekle bir hata yapmıştır. Bu hatanın sonucu olarak, İslam toplumları Atatürk modelinden ürkmektedir. Öztürk, İslam’ın modern bir yorumunu savunmaktadır.”-Godehart Uhlemann; Rheinische Post, 19 Mart 2003
 
“Öztürk, İslam’ın iki yüzünü ortaya koydu. Bunlardan biri olan ‘Kur’an’daki İslam’, Öztürk tarafından ‘Otantik İslam’ olarak tanımlanıyor. Öztürk’ün, ‘Uydurulmuş İslam’ olarak adlandırdığı İslam’ın diğer yüzüne ise tüm dünya 11 Eylül’de tanık oldu…”-Silke Koppers; Westdeutsche Allgemeine Zeitung, 25 Mayıs 2003
 
“Öztürk, dinsel içerik ile kültürel verileri birbirinden ayıran yeni bir hareketin başında bulunuyor ve bu nedenle birçok övgü ve tenkit alıyor.”-Meinhard Schmidt-Degenhard; ARD Televizyonu programcısı
 
“Profesör Öztürk, şu anda Türkiye’nin en popüler, aynı zamanda da en çok tartışılan İslam düşünürüdür.. Öztürk’ün ‘Kur’an’daki İslam’ adlı eseri ‘Kur’an’a Dönüş Hareketi’nin temel taşı olarak kabul ediliyor.”-Prof. Dr. Werner Arnold; Heidelberg Üniversitesi
 
“Öztürk; inançları hurafeden arındıran biri ve zamanımızın en tanınmış Türk teologu olarak biliniyor… 20 yıldan beri devrede olan siyasetçiler, Türkiye’nin bu en itibarlı ve deneyimli teologuna politik görevler sundular ama o kendini bunların hiçbirine teslim etmedi.”
 
“Star eğitimci, milyonlarca basılan 42 kitabının müellifi, köşe yazarı ve televizyon programcısı olarak kendini en doğru yere konuşlandırdı. Ona göre, akılcı bir cumhuriyetin yoluna girmiş insanların akılcı bir din anlatımına ihtiyaçları vardır.”
 
“Öztürk; Siyasal İslam’ı, reform dışında bir şeyle adlandırılamayacak olan dinsel eserine bir tehdit olarak gördü. Birçok kişi onu ‘Türk Lutheri’ olarak adlandırıyor. Gerçekten de o, Luthervari bir girişimle, temel kitaba, ‘Kur’an’a Dönüş’ü başlattı. Bu faaliyetiyle, geleneksel İslam yapısını paramparça eden Öztürk, gelenekçi İslami öğretileri gereksiz bir yük, son 800 yıllık teolojinin ise akıldışı oluğunu ortaya koydu.”
-Welt am Sonntag, 20 Şubat 2005
 
“Yaşar Nuri Öztürk bir bestseller yazardır. Öztürk’ün kitaplarına hemen her kitapçıda rastlanmaktadır. Onun kitapları hemen her köşede bulunan kırtasiye dükkânlarında bile bulunabilmektedir.”
 
“Yaşar Nuri Öztürk külliyatında kadının örtünmesiyle ilgili bir talep bulunmamaktadır. Arapça kaligrafik dekor elemanlarından birdenbire dinde reforma sıçrama yapan odur. Reform sözcüğünü büyük harflerle hafızamıza o kazımıştır.”
 
“Onun belirgin niteliklerinden biri, modernleştirilmiş ama aynı zamanda halkın anlayacağı şekle getirilmiş bir dil zenginliği ile kaynaşmış hicivli üslubudur. Dinde reformu son derece tedrici bir biçimde aktarmıştır.”
 
“Onu düşünce yapısı, modern ve gelişmeye açık olarak tanımlanmalıdır. Bu yapıda belirleyici bakış açısı, insan haklarıdır.”
 
“Öztürk, öncelikle halk kitlelerine yönelmiştir. Öztürk, kutsallaştırılmış geleneksel söylemlere karşılık, günümüzde işe yarayan alternatif çözümler sunuyor.”
 
“Öztürk, emperyalizmin boyunduruğundan şikâyetçidir. Ona göre, emperyalizm
yüzyıllardan beri İslam’ın gelişmesine engel olmaktadır.”
 
“Şimdi ne yapmak zorundayız? sorusuna Öztürk’ün verdiği nihai yanıt şudur: Gayret gösteriyoruz, umuyoruz, dua ediyoruz ve bekliyoruz.”-Körner, Felix; Koranhermeneutik in der Türkei heute; Herder Verlag, Freiburg-Basel-Wien, 2006, sayfa: 237-243
 
“Öztürk, Kur’an’ın zamana uygun ve modern bir şekilde yorumlanması gerektiğini savunuyor. Ona göre, Kur’an’ın ibadetle ilgili zaman üstü bölümleri, her zaman geçerlidir. Ama Kur’an’ın diğer bölümleri, zamana, bölgeye ve hatta iklim koşullarına göre yeniden yorumlanmalıdır.”-Kemal Güler; Fraenkische Nacht, Ekim 2000
Pakistanlı filozof-şair Muhammed İkbal’in; Türkiye Cumhuriyeti ve Mustafa Kemal Atatürk hakkındaki, tespit, yorum, görüş ve fikirleri:
Genel kabule göre, yirminci yüzyılın, bu satırların yazarına göre, son yedi yüzyılın en büyük İslam düşünürü olan Pakistanlı filozof-şair Muhammed İkbal-ölm. 1938 Kur’an ile ona iman etmiş insanın ‘olması gereken münasebet’ini, şu cümleyle ifade etmiştir: Bu devrim cümlenin Türkçesi şudur: “Kur’an-ı Kerim’i, tıpkı Hz. Peygamber’e vahyedildiği gibi mümine de vahyedilmedikçe anlamak, mümkün değildir.” İkbal, benliğinin en derin noktalarına nüfus etmiş bu cümleyi değişik zamanlarda değişik biçimlerde ifade etmiştir. Şiirlerini toplayan kitaplarından biri olan ve Cebrail’in Kanadı anlamına gelen ‘Bali Cibril’de şu kıta vardır: “Tanrısal kitabın her suresi ve ayeti bizzat senin kalbine de vahyedilmedikçe, müfessirler istedikleri kadar derin tefsirler yapsınlar, Kur’an’ın ince manaları vuzuh kazanamaz.”
 
İkbal’in felsefesine aşina olanlar, onun, başlı başına bir devrim olan bu söyleminin amaçladığı mesajın şu iki cümlede özetlenebileceğini anlamakta zorluk çekmezler: 1: Kur’an’ı birey ve toplum olarak onunla sizin aranıza giren tüm vasıtaları dışlayarak bizzat kendiniz anlayacaksınız. O, sizi yaratan kudretin size, sizi anlatmak üzere gönderdiği prospektüstür. Sizin benliğinizin kullanımını gösteren bu prospektüsü en iyi anlayanın siz olmasından doğal bir şey düşünülemez. 2: Kur’an’ın insana yüklediği kozmik sorumluluğu, tıpkı Peygamber’in hissettiği gibi hissetmedikçe Kur’an size, gerekeni vermez.
 
Muhammed İkbal, hayata, tarihe, İslam dünyasına bu söylemin ışığıyla baktığı gibi, Türk Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı’na, onun getirdiği Cumhuriyete, onun mimarlarına ve nihayet Türk Devrimi’nin baş mimarına da bu ışıkla bakmıştır. Ve bu ışıkla bakarak, Türk Devrimi’nin Kur’an’ın taleplerine uygun, hatta o taleplerin beklediği bir atılım olduğunu değişik vesilelerle defalarca ifade etmiştir. Elbette ki, tarihin tüm alışkanlıklarına ters düşecek kadar kısa bir zamanda gerçekleştirilen bu büyük devrimin, İkbal gibi bir iman ve düşünce önderinin bazı eleştiri oklarına hedef olmaması düşünülemezdi. Ve İkbal, bir ilahi lütuf ve mucize gibi gördüğü bu devrimi, özellikle kadrolarının bazı zaafları yüzünden zaman zaman eleştirmiştir. Bize düşen, o eleştirilerin ruhunu yakalamak ve İkbal’in Türk devrimini tamamlayıcı nitelikte gördüğümüz o eleştirilerinden yararlanmaktır. Ne yazık ki bunun bugüne değin yapıldığını görebilmiş değiliz.
 
İkbal’in Türk Devrimi ile İslam Mirası, özellikle Hanefi fıkhı arasında tespit ettiği ortak noktaların çok kısa bir sıralanışı şöyle verilebilir: 1: Akılcılık, 2: Anti-Arabizm, 3: Ana dilde ibadet, 4: Kadına özgürlük, 5: Hadislere eleştirel bakış, 6: Despotizme karşı çıkış, 7: İçtihadın sürekli işlemesi gereken bir Kur’ani ilke olduğunun kabul ve ilanı, 8: Halifenin/Devlet Başkanının seçimle belirlenmesi.
 
İkbal, bu yaklaşımını, düz yazıda ana eseri olan ‘The Reconstruction of Religious Thought in Islam: İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Yapılandırılması’ adlı kitabının ‘The Principle of Movement in Structure of Islam: İslam Bünyesinde Hareket İlkesi’ adlı bölümünde ortaya koymuştur.  
“İslam Bünyesinde Hareket İlkesi” “İslam bünyesindeki hareket ilkesi nedir? Bu ilke, ‘içtihat’ olarak anılır...” “Bu çalışmamda ben, içtihadın sadece birinci mertebesine, başka bir deyişle, kanun koymada tam otorite konusuna odaklanacağım. İçtihadın bu derecesinin mümkün olduğu, teorik açıdan tüm Sünni ekollerce kabul edilmiştir, fakat pratikte bu ekollerin kurulduğu günden beri işlemez hale sokulmuştur. Çünkü ‘tam içtihat’ fikri, bir tek şahısta vücut bulması neredeyse imkânsız olan şartlarla kuşatılmıştır. Böyle bir tavrın, hayatı esaslı biçimde hareketli bir yapıya oturtan Kur’an’a dayandırması gereken bir hukuk sistemine son derece yabancı olduğu ifade edilmelidir.” “Bazı Batılı yazarlar, İslam fıkhının donuk bir karakter taşımasını Türklerin etkisine bağlamaktadır. Bu tamamıyla tutarsız bir görüştür; çünkü kabul görmüş İslam fıkıh ekolleri, İslam tarihinde Türk etkisinin başlamasından çok önce kuruluşlarını tamamlamıştı. Kanaatimce, gerçek sebepler başkadır…”
 
“Türkiye’ye gelince, modern felsefi düşüncelerle takviye edilmiş ve genişletilmiş içtihat fikrinin Türk milletinin dini ve siyasi düşünce hayatında uzun süreden beri devrede olduğunu görmekteyiz. Bu, Halim Sabit Şibay-ölm. 1946 tarafından modern sosyolojik kavramlara dayandırılan ‘yeni İslam fıkhı’ teorisinde açıkça dikkat çekmektedir.”
 
“Eğer İslam Rönesansı, yaşayan bir realite ise ki ben onun yaşayan bir realite olduğuna inanmaktayım, bir gün bizler dahi, tıpkı Türkler gibi, entelektüel mirasımızı yeni bir değerlendirmeye tabi tutmalıyız.”
 
“Şimdi, Türkiye’de dini-siyasi düşüncenin durumunu anlatmaya geçebilirim. Bu anlatımım sizlere, bu ülkenin son zamanlardaki fikir ve faaliyet alanında içtihat kuvvetinin nasıl belirginleştiğini gösterecektir.”
 
“İslam’ın ruhu olan tevhidin esası, başka bir deyişle, korunması gereken esas ide, eşitlik, dayanışma ve özgürlüktür. İslam açısından devlet, saydığımız bu ideal ilkeleri zaman-mekân kuvvetlerine dönüştürecek gayret ile bunları elle tutulur beşeri bir organizasyon sayesinde hayata geçirme arzu ve iştiyakının kurumlaşmasıdır. İslam’da devlet, sadece ve sadece bu anlamda teokratiktir. İslam, kişisel despotluğunu sanal bir yanılmazlık perdesi altında gizlemeyi her zaman başarabilecek bir ‘Tanrı vekili’nin egemen olduğu devlet şeklini kabul etmez. İslam’a yöneltilen tenkitler, dikkate alınması gereken bu önemli gerçeği gözden kaçırmaktadır…”
 
“Kutsal olan-kutsal olmayan diye bir ayrım yoktur; kutsal olmayan âlem diye bir şey yoktur. Şu sınırsız madde âlemi, ruhun kendisini ortaya koyması için bir alan teşkil etmektedir. O halde her yer kutsaldır. Yüce Peygamber’in ifade buyurduğu gibi, ‘Bütün yeryüzü, bütün varlıklar âlemi bir secdegahtır, bir mabettir.’ İslam’a göre, devlet, ruhsal olanı beşeri teşkilatlar aracılığıyla hayata geçirmenin gayretini ifade etmektedir. İşte bu anlamda olmak üzere, sırf istilacılık peşinde koşmayan ve anılan ideallerin hayata geçirilmesi teşebbüsüne öncülük eden her devlet Tanrısal iradeye uygundur.”
 
“Öte yandan, liderliğini 1921’de ölen Sadrazam Said Halim Paşa’nın yaptığı ‘Dini Islahat Fırkası,’ İslam’ın, idealizmle pozitivizmin ahenkli bir kucaklaşması olduğu yolunda esaslı bir tezde ısrar ediyordu.” “Said Halim Paşa’ya göre, önümüzde açık bulunan tek çare, esası itibarıyla dinamik olan bir hayat tecrübesini hareketsiz hale getiren sert kabuğu İslam’ın üzerinden çekip atarak, ahlaksal, sosyal ve siyasal ideallerimizi onlara has orijinallik ve evrenselliğe uygun şekilde inşa etmek üzere özgürlük, eşitlik ve dayanışmanın özgün hakikatlerini yeniden keşfetmektir.”
“Görüyorsunuz ki, bu zat, İslam fıkhının modern düşünce ve deneyimler ışığında yeni bir bakış açısıyla yeniden yapılandırılmasına imkân verecek bir içtihat hürriyetini savunuyor.”
 
“Şimdi, izin verin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, anılan içtihat gücünü, halifelik kurumu açısından nasıl kullandığına bakalım. Sünni fıkha göre, bir halife-imam-devlet başkanı atamak mutlak bir kaçınılmazlıktır. Bu bağlamda akla gelen ilk soru şu olmaktadır: ‘Halifelik hak ve yetkisi bir kişiye verilebilir mi?’ Türkiye’nin bu noktadaki içtihadı şu olmuştur: İslam’ın ruhuna göre, devlet başkanlığı demek olan halifelik hak ve yetkisi tek bir kişiye tevdi edilebileceği gibi, seçilmiş bir meclise de tevdi edilebilir. Bildiğim kadarıyla, Mısır ve Hindistan fukahası bu konuda henüz bir görüş beyan etmiş değildir. Şahsen ben, Türk içtihadının, mükemmeli yakalamış ideal bir görüş olduğu kanısındayım. Bu nokta üzerinde tartışma açmak tamamen yersizdir. Hükümetin cumhuriyet ilkelerine uygun şekli, İslam ruhuyla tam uyuşum sergilemekle kalmaz, İslam dünyasında başıboş kalmış yeni kuvvetlere bir bakış açısı kazandırmak bakımından da bir zaruret olarak karşımıza çıkar.”
 
“Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin içtihadını anlamak için izin verin sizi, İslam’ın ilk tarih felsefecisi İbn Haldun’un öncü fikirleriyle tanıştırayım. İbn Haldun-ölm. 808/1405 ünlü eseri Mukaddime’de, küresel İslam hilafetiyle ilgili üç farklı görüşe vurgu yapmaktadır. 1: Küresel hilafet, tanrısal bir kurumdur ve bunun için de kaçınılmazdır, 2: Hilafet meselesi normal bir kamu yararı meselesidir, 3: Hilafet diye bir kuruma ihtiyaç yoktur. Son görüş, haricilerindir. Anlaşılan o ki, Türkiye, birinci görüşten vazgeçip küresel hilafeti sıradan bir kamu yararı meselesi olarak değerlendiren Mütezile görüşünü benimsemiştir. Türkler şu görüşü savunuyorlar: ‘Siyasal düşünce sistemimizde,’ geçmiş politik deneyimlerimizi dikkate almak zorundayız. O deneyimler bize gösteriyor ki, küresel hilafet fikri, ameli bakımdan iflas etmiştir. Küresel hilafet sistemi, İslam imparatorluğu eksiksiz işlediği zamanda uygulanacak bir sistemdir. Bu imparatorluk dağıldığında bağımsız politik birlikler vücut bulmuştur. Küresel hilafet fikri artık uygulanabilir olmaktan çıkmıştır; çağdaş İslam’ın organize edilmesinde, yaşayan bir faktör olarak anlam ifade edemez.”
 
“Küresel hilafet fikri, yararlı bir amaca hizmet etmek şöyle dursun, bağımsız Müslüman devletlerin bir birlik oluşturmalarına giden yolda ciddi bir engel oluşturmaktadır. İran, hilafete ilişkin doktrin farkları yüzünden Türklerden tamamen ayrı bir tavır takınmıştır. Fas, onların tümüne her zaman güvensizlikle bakmıştır. Arabistan’a gelince, o bu konuda özel emeller taşımıştır. İslam’daki bütün bu kırılmalar, uzun zaman önce yok olmuş bir gücün anlamsız bir sembolü uğruna vuku bulmuştur. Bu durumda biraz daha ileri giderek şöyle söylenebilir: ‘Siyasal düşüncemizde yaşanan deneyimden neden ders almayalım?’ Kadı Ebu Bekr el-Bakıllani-ölm.403/1012, yaşanan tecrübelere bakarak ‘hilafette Kureyşilik’ şartından yani Kureyş’in gücünü yitirmesine bağlı olarak, onun İslam dünyasını yönetmesine ilişkin kabulden vazgeçmedi mi? Hilafette Kureyşilik şartına şahsen inanmakta olan İbn Haldun bile, asırlar önce, aynı tezi daha da ileri bir düzeyde savundu. İbn Haldun şöyle söylüyor: ‘Mademki Kureyş’in gücü işe yaramaz hale gelmiştir, tek çare, en güçlü kişiyi, gücünü gösterebileceği ülkede halife olarak kabul etmektir.’ İbn Haldun, böylece, vakıaların zorlayıcı mantığını fark eden bir insan sıfatıyla bir görüş teklif etmektedir. Bu görüş, zayıf belirtileri henüz fark edilmeye başlanan ‘enternasyonal İslam’a ilişkin ilk ve bulanık vizyon olarak mütalaa edilebilir.”
 
“Hayatın bambaşka şartları altında yaşamış olan fakihlerin skolastik akıl yürütmelerinde değil de yaşanan deneyimlerin ortaya koyduğu gerçeklerden ilham alan modern Türklerin tavırları bu olmuştur.”
 
“Benim düşünceme göre, Türklerin öne çıkardığı bu kanıtlar, doğru değerlendirilecek olursa, uluslararası bir idealin doğduğunu ilan eder mahiyettedir. Öyle bir ideal ki bu, İslam’ın özünü oluşturmasına rağmen bu dinin ilk asırlarında Arap emperyalizmi onu gölgelemiş veya onun yerine geçmiştir.”
 
“Bu yeni ideal, şiirleri Auguste Comte’un felsefesinden mülhem olan ve Türkiye’nin bugünkü tefekküründe çok önemli bir paya sahip bulunan büyük milliyetçi şair Ziya Gökalp’in eserinde yankılanmıştır. Ziya Gökalp’in şiirlerinden bir tanesinin özetini, Profesör Fischer’in Almanca tercümesinden aktarıyorum: “İslam adına gerçekten etkili bir siyasal birlik vücuda getirmek için her şeyden önce, bütün Müslüman ülkeler bağımsız hale gelmeli, daha sonra da bir bütün halinde bir tek halifeye bağlanmalıdırlar. Böyle bir şey, şu an itibarıyla mümkün müdür? Eğer mümkün olmayacaksa herkes beklemeli. Bu arada, halife de, layıkıyla işleyebilecek modern bir devletin temellerini atabilmek için kendi evini yeniden düzenlemelidir. Milletlerarası âlemde zayıfa ilgi söz konusu değildir, hürmete layık görülen, sadece kuvvettir.”
 
“Ziya Gökalp’in bu satırları, günümüz Müslümanlarının eğilimlerini açıkça dile getirmektedir. Yaşadığımız günlerde her Müslüman millet, benliğinin derinliklerine çekilip güçlenmeli ve kudretli bir cumhuriyetler ailesi oluşturana kadar bakışını bir süre için sadece kendi varlığına çevirmelidir.”
 
“Ziya Gökalp-ölm. 1924 gibi milliyetçi düşünürlere göre, gerçek ve yaşayan bir birlik oluşturmak, sadece sembolik bir liderlikle elde edilebilecek kadar kolay değildir. Böyle bir birlik, gerçek ifadesini, ırki rekabetleri, birleştirici ortak bir bağın ruhsal iştiyakıyla ahenkli bir biçimde dengelenmiş bağımsız ve özgür birliklerin çokluğu ile vücut bulur.”
 
Ziya Gökalp’in ‘Din ve İlim’ adlı şiirinden alacağım aşağıdaki parça, günümüz İslam dünyasında yavaş yavaş şekillenmekte olan genel din anlayışını anlamamıza biraz daha ışık tutacaktır:
 
“İnsanların ilk mürşidi kimlerdir?
Hiç şüphesiz, peygamberler, veliler;
Bu devirde din hikmete rehberdir,
Ahlak, sanat hep o nurdan alır fer.
 
Fakat sonra din yerini ham zühde
Verir, artık coşkun vecdi azalır;
Velilerin yeller eser yerinde,
Mürşit adı fakihlere irs kalır.
 
Fakirlerin kılavuzu nakliyat,
Dini zorla sürüklerler bu yola,
Hikmet der ki ‘Bana rehber akliyat;
O halde siz sağa gidin, ben sola.’
 
Din mürebbi olur, hikmet muallim;
Her birisi çeker ruhu bir yana.
Savaşırken bunlar, çıkar meydana
Tecrübeden doğma müspet bir ilim.
 
O şey nedir? Bir vecidli gönül mü?
Kutsi olan her şey ona dil midir?
Öyleyse al benim de son sözümü:
‘Din,’ kalpteki vecdin müspet ilmidir.”
 
“Bu satırlar, Türk düşünürünün, Comte’un, insan zihninin gelişmesinde esas saydığı dini, metafizik ve bilimsel üç devre teorisini İslam’ın din perspektifine ne kadar güzel uyarladığını açık bir şekilde göstermektedir. Şunu da ifade etmeliyiz: Bu satırlarda kristalleşen din anlayışı, Ziya Gökalp’in, Türkiye’nin eğitim sisteminde Arapça’ya verilen payeye karşı tutumunu da göstermektedir.”Gökalp, bu noktada şöyle yazıyor:
 
“Bir ülke ki, camiinde Türkçe Kur’an okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın…
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
Büyük küçük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın…
Ey Türkoğlu işte senin orasıdır vatanın!”
 
“Eğer dinin gayesi, kalbi ruhanileştirmek ise insan ruhuna nüfuz etmek kaçınılmazdır. Ve Ziya Gökalp’e göre, insanın iç âleminde bu nüfuzun en iyi şekilde gerçekleşmesi için, ruhanileşmeyi sağlayacak fikirlerin, kişinin ana diliyle giysilendirilmesi gerekir.”
 
“Hindistan’da çoğu insan bu şekilde Arapça’nın yerine Türkçe’nin geçirilmesini itham konusu yapacaktır. Zaman içinde görülecek bazı sebepler yüzünden, Gökalp’in içtihadı, ciddi sataşmalara açıktır ama kabul edilmesi gerekir ki, Gökalp tarafından önerilen reform İslam tarihinin geçmişinde örneği olmayan bir öneri değildir. Müslüman Endülüs’ün liderlerinden biri ve milliyeti bakımından bir Berberi olan Muhammed bin Tumart-ölm. 525/1130 iktidara gelip Muvahhitler devletinin ruhani kadro ve sistemini oluşturduğunda, eğitimsiz Berberilerin durumunu düşünerek şu emri vermiştir: Kur’an Berberi diline tercüme edilip bu dilde okunacak. Ezan da Berberi dilinde okunacak. Bütün din uleması ve din adamları Berberi dilini öğrenmeye mecbur tutulacak.”
 
“Ziya Gökalp, bir başka yerde kadınlıkla ilgili düşüncesini ifadeye koyuyor. Kadın-erkek eşitliğini sağlamaya yönelik iştiyakını ortaya koyarken, İslam aile hukukunda bugünün anlayış ve uygulamasını bile tadil edecek radikal değişiklikler talep ediyor:
 
“Bir kadın var ki, ya annem ya kardeşim ya kızım,
Odur bende o mukaddes duyguları yaşatan,
Bir diğeri sevdiğim ki, günüm, ayım, yıldızım,
Odur bana hayattaki şiirleri anlatan.
Bu mahlûklar nasıl hakir olur şer’in gözünde?
Bir yanlışlık var mutlaka müfessirin sözünde.
Ailedir temeli milletin ve devletin!
Eksik kalır milli hayat, kıymeti anlaşılmazsa kadının,
Hak ve adalet üzere yetiştirilmelidir aile;
Bunun için üç şeyde müsavat lazımdır:
 
Talak, ayrılık ve miras.
Kadın veraset işlerinde erkeğin yarısı,
Evlilikte dörtte biri addolundukça,
Ne aile ne de memleket yükselebilir.
Başka haklar için milli mahkeme açtık,
Diğer yandan aileyi fıkhın elinde bıraktık,
Kadını neden yüz üstü bıraktık bilmiyorum.”
 
“Gerçek şudur ki, bugünün Müslüman milletleri arasında dogmatik uykusundan uyanıp bağımsız ve öz benliğinin bilincine ulaşmış tek millet Türkiye’dir. Zihni özgürlük hakkını isteyen yalnız odur. Hayali olandan gerçek olana geçen, yalnız odur. Böyle bir geçiş, zorlu bir entelektüel ve ahlaksal mücadele gerektirir. Hareketli ve habire genişleyen bir hayatın habire büyüyen griftliklerinin, Türkiye için yeni bakış açıları sunacak yeni konumlar vücuda getireceği kesindir. Bu bakış açıları, temel esasların yepyeni yorumlarını kaçınılmaz kılacaktır. O yorumlar ki, gerekli ruhsal genişliğin zevkine varamamış bir toplum için sadece akademik ilgiden ibarettir. Şu sarsıcı tespit sanıyorum, İngiliz düşünürü Hobbes’undur: Birbirinin halef-selefi olan aynı duygu ve düşüncelere sahip olmak, hiçbir düşünce ve duyguya sahip olmamak demektir. Bugünkü Müslüman ülkelerin büyük kısmının durumu budur. Bu ülkeler, eski değerleri mekanik bir alışkanlıkla tekrarlayıp durmaktalar. Ama Türkler, yeni yeni değerler yaratmanın yoluna girmiş bulunuyorlar.”
 
“Türk, öz benliğinin derinliklerinden ilham edilen muhteşem deneyimlerden geçmiştir. Onun benliğinde hayat yeniden hareketlenmeye, değişmeye, genişlemeye başlamıştır. Bu olgu onda bir yandan yeni iştiyakların doğuşunu sağlarken bir yandan da yeni zorluklara, yeni yorumlara vücut vermektedir. Bugün onun karşısına dikilen soru ki, yakın bir gelecekte diğer Müslüman ülkelerin de karşısına dikileceğe benziyor, şudur: ‘İslam fıkhı tekâmüle müsait midir? Çok zorlu zihinsel gayretlerle cevaplandırılabilecek bir sorudur bu ama cevap olumludur. Elverir ki, Müslüman dünya bu soruya, İslam tarihinde tenkitçi aklın ve bağımsız zihnin ilk mümessili olan Hz. Ömer’in ruhuyla yaklaşabilsin. O zihin sayesindedir ki Ömer, İslam Peygamberi’nin son nefeslerini vermekte olduğu bir sırada ‘Allah’ın kitabı bize yeter!’ diyebilecek ahlaksal cesareti gösterebilmiştir…”
 
“İslam fıkıh mezhepleri, bütün idrak ve şümullerine rağmen, nihayet kişisel söylem ve yorumlardan ibarettir. Bu itibarla da hiçbirisi son sözü söylemiş olmak gibi bir iddiada bulunamaz. Şunu bilmiyor değilim: Müslüman fakihler, tam bir içtihadın teorik imkânsızlığını inkâr etmeye cesaret edememelerine rağmen, oluşturdukları popüler fıkıh mezheplerinin varılabilecek son gayeyi temsil ettiğini iddia etmişlerdir. Peki, mezhep imamlarımızın bizzat kendileri, kişisel istidlal ve yorumlarının varılacak son nokta olduğunu iddia etmişler midir? Hayır, asla etmemişlerdir…”
 
“Bugünün liberal Müslüman kuşakların, kendi deneyimleri ışığında ve çağdaş hayatın değişmiş bulunan koşulları muvacehesinde, temel fıkıh ilkelerinin yeniden yorumlanması gerektiği yolundaki iddiaları, kanaatime göre, tamamen haklı bir iddiadır. Kur’an’ın, ‘hayat sürekli gelişen bir yaratılış sürecidir’ mealindeki öğretisi, her neslin, kendinden öncekilerin çalışmalarını önlerinde engel değil de kılavuz tutarak kendi problemlerini kendisinin çözmesine izin verilmesini kaçınılmaz kılmaktadır…”
 
“Türkiye’de kadınların uyanışı, temel ilkeleri yeni bir yoruma tabi tutmadıkça karşılanmayacak talepler öne çıkardı mı bilmiyorum. Pencap’ta, Müslüman kadınların istenmeyen kocalardan kurtulmak için din değiştirmek zorunda kaldıkları durumlarla karşılaşıldığı herkesin malumudur. Kendisini insanlığa tanıtmak isteyen bir dinin amaçlarına bundan daha ters bir şey tasavvur etmek mümkün değildir. Büyük Endülüslü fakih Şatıbi-ölm. 790/1388, el-Muvafakaat adlı ünlü eserinde, İslam’ın şu beş şeyi korumayı amaç bildiğini söylemektedir: Din, nefs, akıl, mal ve nesil. Dinin beş temel amacına-makaasıdı hamse vurgu yapan bu ölçüye dayanarak şunu sormak cesaretini kendimde buluyorum: Eski fıkıh kitabı Hidaye’deki irtidada ilişkin hükümleri bu ülkede, bu şartlar altında uygulamanın İslam imanının beklentilerine cevap vermeye müsait olduğu söylenebilir mi? Hintli yargıçlar, bu ülkenin Müslüman halkının ağır tutuculuğu karşısında, ölçü alınmış fıkıh kitaplarına sarılmaktan başka hiçbir şey yapamazlar. Sonuç şudur: Halk hareket halinde olmasına rağmen kanunlar yerinde sayıyor.”
 
“Çağdaş toplum, ağır sınıf kavgalarına sahne olan yapısıyla bizi ciddi biçimde düşünmeye sevk edecek mahiyettedir. Kanunlarımızı, çağdaş ekonomik hayatı tehdit sinyalleri veren devrimi dikkate alarak değerlendirirsek şu gerçeği keşfedeceğiz gibi görünüyor: Temel İslami ilkelerde bugüne kadar fark edilmemiş veçheler vardır ve o veçheleri o ilkelerin hikmeti ışığında yenilenmiş bir imanla çalıştırabiliriz…”
 
“Bir peygamberin yöntemi, belirli bir halkı eğitmek ve onları evrensel bir hukuk oluşturmakta çekirdek olarak kullanmaktır. Peygamber bu suretle, bütün insanlığın sosyal hayatında anlamı olan ilkelere vurgu yapar ve onları, içinde bulunduğu toplumun özel adetleri ışığında karmaşık özel durumlara tatbik eder. Bu uygulamadan vücut bulan şeriat değerleri-özellikle suçlarla ilgili ceza kuralları bir anlamda o topluma mahsustur. Bu kuralların icrası, gaye anlamında son uygulama olmadığına göre, onlar, gelecek kuşakların karşılaşacakları durumları çözmek üzere dayatılamaz.”
 
“Belki de bu bakış açısının ışığı sayesindedir ki, İslam’ın evrensel karakterini keskin bir nüfuzla yakalamış olan İmamı Azam Ebu Hanife, söylendikleri dönemin uygulamalarını gösteren hadisleri, yaşadığı zamanın normları için esas almamıştır. Görülen o ki, İmamı Azam, hukuki tercih anlamına gelen ‘istihsan’ prensibini öne çıkardı. İstihsan, mevcut şartların hukuki bir tefekkür içinde dikkatlice incelenmesini gerektiren bir prensiptir. İmamı Azam’ın, istihsanı bu şekilde öne çıkarması, onun, İslam fıkhının bu yeni kaynağına ilişkin tutumuna yol açan saiklerin anlaşılmasına ziyadesiyle ışık tutmaktadır. Şunu söyleyenler de vardır: İmamı Azam, hadisleri kullanmadı, çünkü onun gününde muntazam bir ‘hadis koleksiyonu’ yoktu.”
 
“Bir kere, ‘Ebu Hanife’nin yaşadığı zamanda muntazam bir hadis koleksiyonu yoktu’ iddiası doğru değildir. Çünkü Abdülmelik ve İbn Şihab ez-Zühri’nin hadis koleksiyonları İmamı Azam’ın ölümünden en az otuz yıl önce oluşmuş bulunuyordu. İkincisi, bu koleksiyonların Ebu Hanife’ye ulaşmadığını veya fıkhi değeri haiz hadisler ihtiva etmediklerini varsaysak bile, Ebu Hanife, eğer gerekli görseydi, tıpkı kendisinden sonra gelen İmam Malik, Ahmed bin Hanbel gibi, kendi özel hadis koleksiyonunu kolaylıkla oluşturabilirdi. Benim bu konudaki görüşüm, sonuç olarak şudur: Ebu Hanife’nin fıkhi önem taşıyan hadislerle ilgili tutumu mükemmel ve çok anlamlı bir tutumdur.”
 
İkbal, başka bir eserinde, İslam’ın temel özelliklerinden birinin de demokrasi olduğunu vurguladığı satırlarında şu tespiti yapıyor: “Siyasal bir mefkûre olarak, İslam’ın en önemli veçhesi, demokrasidir. Bu böyle olmakla birlikte şunu itiraf etmeliyiz ki, Müslümanlar, Asya’nın siyasal gelişimine, özgür birey ideallerine yakışır şekilde herhangi bir katkı veremediler. Müslümanların demokrasileri-ilk dört halife dönemiyle kayıtlı olarak, sadece otuz yıl sürdü ve politik gelişmelerle birlikte ortadan çekildi. Asya milletleri için son derece yabancı olan ‘seçim’ bu milletlerce, İslam’ın ilk zamanında da benimsenmemiştir.”-İkbal, Islam As An Ethical and Political Ideal, 103-104
 
İkbal’in esas bahsimiz olan eserine tekrar dönelim: “Cumhuriyetçi ruhun gelişmesi ve Müslüman coğrafyalarda teşrii meclislerin yavaş yavaş oluşması, ilerlemede çok önemli bir aşama teşkil etmektedir. İçtihat gücünün mezheplerin ferdi temsilcilerinden alınıp Müslüman bir teşrii meclise verilmesi, birbirine muhalif hiziplerin geliştiği modern zamanlarda icmaın alabileceği biricik uygulama şeklidir. Bu şekil, gelişmelere ve olaylara nüfuzu olup da din ulemasından veya hukuk mesleğinden olmayan kişilerin teşrii müzakerelere katılmasını da garantiler. Yalnız bu sayededir ki, fıkıh sistemlerimizdeki uyuşuk ruhu eyleme geçirip ona devrimci bir veçhe kazandırabiliriz.”
 
“Burada, icma konusuyla ilgili olarak sorulması ve cevaplandırılması gereken bir iki soru vardır. İcma, Kur’an hükümlerini fesih ve ilga edebilir mi? Öyle sanıyorum ki, burada mesele, ‘somut olaya ilişkin soru’ ile ‘kanun ve hukukla ilişkin soru’yu birbirinden ayırmaya bağlı bulunuyor. Olaya ilişkin sorunun cevabını ancak sahabe bilebilir. Ve biz onların icmaı ile bağlı oluruz. Kanun ve hukuka ilişkin soruya gelince bu bir yorum ve ifadelendirme işidir. Ben burada, Hanefi fakihi Ebul Hasan el-Kerhi-ölm. 340/952 tarafından gösterilen cesarete dayanarak şunu söylemek cüretinde bulunacağım: Sonraki nesiller, sahabenin icmaına bağımlı değildir. Kerhi şöyle diyor: “Sahabenin icmaı, kıyasla halledilemeyecek olaylarla sınırlıdır; kıyasla çözüme ulaştırılabilecek meselelerde sahabeye uymak gerekmez.”-bk. Serahsi, Usul, 2/106
 
“Çağdaş Müslüman bir meclisin teşrii faaliyetine ilişkin de bir soru sorulabilir. Böyle bir meclis, en azından şimdilik, Muhammedi fıkhın inceliklerine vukufu olmayan kişilerden oluşacaktır. Böyle bir meclis, hukuksal yorumlarında ciddi hatalar yapabilir. Bu tür hatalı yorumları nasıl önleyebiliriz, en azından nasıl azaltabiliriz?”
 
“Müslümanlar tarafından fethedilmiş ülkelerde işlerlikte olan farklı sosyal ve tarımsal şartlar muvacehesinde, İmamı Azam’ın fıkhi mezhebi, hadis literatüründe kayda geçmiş önceki vakalardan, değil tamamen, kısmen bile yararlanmamış görünüyor. Hanefilere açık tek şık, yorumlarında, işletilen akla müracaat etmekti…”
 
“İmamı Azam’ın kullandığı kıyas, başlangıçta, müçtehidin kişisel kanaatini tanınmaz hale getiren sahte bir elbise gibi göründü ise de zaman içinde, İslam fıkhında bir hayat ve hareket kaynağına dönüştü…”
 
“Anılan çekişmelerin sonuçlarını tümüyle içselleştirmiş olan İmamı Azam fıkhı, kendi özgün ilkelerinde tamamen özgürdür ve bu niteliğiyle, yaratıcı intibak kudretine diğer fıkıh ekollerinin hepsinden çok daha yüksek derecede sahiptir. Ne var ki, günümüzün Hanefi fakihi, kendi mezhebinin ruhuna aykırı olarak, kurucu imamının veya onun yakın öğrencilerinin yorumlarını ebedileştirmektedir. Bu durum, İmamı Azam’ı eleştiren ilk muarızlarının somut vakalar üzerine verilen fetvaları ebedileştirmelerine benziyor.”
 
“Hanefi ekolün asli ilkesi olan kıyas, gerektiği gibi anlaşılıp hakkıyla uygulandığında, İmamı Şafii’nin de haklı olarak söylediği gibi, içtihadın diğer bir adından başka bir şey değildir. O içtihat ki, vahyedilen kitabın sınırları içinde, her zaman ve tamamen serbesttir…”
 
“İçtihat kapısının kapandığı yolundaki söylem, kısmen, İslam fıkıh tefekkürünün kristalize olmasından, kısmen de, özellikle ruhsal düşüş sürecinde vücuda gelen zihni tembellik yüzünden, büyük fakihleri putlara dönüştüren bir hayal, bir yalandır. Sonraki dönem fakihleri bu yalanı sahiplenmiş olsalar da çağdaş Müslümanlar zihni bağımsızlığın istekli bir teslimi olan bu sahiplenmeyle bağlı değildirler. Sekizinci asrın Şafii fakihi Türk müfessir Bedruddin ez-Zerkeşi-ölm. 794/1392 haklı olarak şu tespiti yapıyor: “İçtihat kapısının kapandığı iddiasına geçerlilik tanıyanlar eğer eski ulemanın, içtihat için daha çok kolaylığa sahip olduğunu, sonraki ulemanın ise daha çok zorluğa maruz kaldığını söylemek istiyorlarsa bu anlamsız bir iddiadır. Çünkü içtihat meselesinde, sonraki ulemanın eski ulemaya nispetle daha büyük imkânlara sahip bulunduğunu anlamak için çok fazla bir kavrayışa sahip olmak gerekmiyor. Gerçek şu ki, Kur’an tefsiri ve hadis şerhlerine ilişkin eserler öylesine artmıştır ki, bugünün müçtehidinin elinde, bir müçtehidin muhtaç olduğundan çok daha fazla malzeme vardır.”
 
İkbal şöyle devam ediyor: İslam dünyası, nüfuz gücüne sahip tefekkür ve taze deneyimlerle donanmış olarak, kendisini bekleyen yeniden yapılanma işini yerine getirmek üzere cesaretle ilerlemelidir. Bu yeniden yapılanma işinin, hayatın modern şartlarına düzen vermekten daha ciddi bir yanı vardır ve şudur: “Büyük cihan harbinin getirdiği uyanış, bir Fransız yazarın, ‘İslam dünyasının sağlamlık ve denge unsuru’ olarak tanıttığı Türklerin uyanışını da sağladı. Müslüman Asya bölgesinde yaşanan yeni ekonomik tecrübe, gözlerimizi, İslam’ın derin anlamını ve kaderini kavramak üzere açmalıdır…”
 
“Son olarak şu tespiti yapmama izin verin: Bugünün Müslüman’ı kendi konumunu önemsemeli, temel esaslar ışığında sosyal hayatını yeniden inşa etmeli, İslam’ın şu ana kadar sadece kısmen ortaya konmuş gayretleri arasından bu dinin nihai hedefi olan ruhani cumhuriyeti meydana çıkarıp geliştirmelidir.”
 
Bağımsız Yaşama Coşkusu Ve Mustafa Kemal: İkbal’e göre, işgal ve köleliği kabul eden Hintli Müslümanların karakteri ‘insana yakışmayan’-unmanly bir karakterdir. Bu karakter onların, bireysel ve ulusal morallerini mahvetmiştir. Ve bu karaktere yenik düşen Müslümanlar, işleri ve kazançları, mevki ve siyasal kariyerleri ne olursa olsun, çöküşe, mahvolmaya mahkûmdurlar. Çünkü onlardaki ‘hayat coşkusu, varoluş aşkı ve bağımsızlık sevdası’ mecalsiz kalmış, sönmüştür. Büyük İkbal, içini yakan bu acısını, Armağanı Hicaz adlı eserindeki şu Farsça beyitle dile getirmiştir: “Şebi Hindi ğulamanra seher nist, Be in hak, afitabira gozer nist.” Yani, “Köleler Hindistan’ının gecesine şafak yok; bu toprak üzerinden bir güneşin geçmesi söz konusu değil.”
 
Ölümsüz düşünüre göre, bu karanlık kaderin müsebbipleri Hintli Müslümanların bizzat kendileridir. Çünkü onlar, Türklerin aksine, özgür ve bağımsız yaşamayı sağlayacak bir karaktere sahip olamamışlardır. İkbal, burada, Hintli Müslümanlar için gerçekten çok ağır bir sıfat kullanmıştır: ‘Characterless Host.’ Yani ‘Karaktersiz kalabalık veya karaktersiz ev sahibi veya karaktersiz ordu.’ Kullandığı ‘host’ sözcüğü bu anlamların üçünü de taşımaktadır ve İkbal’in öfkesini ifadeye belki de en uygun sözcüktür. Bu tabiri kullandığı konferansında üç soru soruyor ve üçünün cevabının da olumsuz olduğunu bildiriyor. Sorular şunlardır: 1: Hintli Müslüman güçlü bir bedende güçlü bir iradeye sahip midir? 2: Hintli Müslüman, var olmak iradesine sahip midir? 3: Hintli Müslüman, kendine ait olan sosyal vücudu darmadağın etmeyi amaçlayan güçlere karşı koymayı başaracak yeterlilikte bir karaktere sahip midir? “Üzgünüm ama diyor İkbal, bu soruların tümüne olumsuz cevap vermek zorundayım.” Ve ekliyor: “Efendiler! Bilmelisiniz ki, büyük var oluş savaşlarında, sosyal bünyenin hayatta kalmasını sağlayacak olan temel değer sayı çokluğu değil, niteliktir. İnsanoğlunun en mükemmel ve kader belirleyici sermayesi nitelik, namı diğer karakterdir.”
 
İkbal’in, İslam dünyasının kaderini mutluluğa doğru kanatlandıracak ruhu, İmamı Azam’ın mücadelesiyle, onun zihniyetini izleyen Türklerin fikir ve siyaset anlayışında bulmasının sebebi, işte buradadır. Yani İkbal, İslam ümmetinin selametini Hintli Müslüman’la Türk Müslüman’ın mukayesesinde dikkat çeken, ‘Türk Devrimi’nin yarattığı fark’ta bulmaktadır. Hintliyi zavallı köleye dönüştüren o fark olduğu gibi, Türk’ü vazgeçilmez ve öncü kılan da o farktır. Mustafa Kemal’e duyduğu hayranlık da anılan farkı yaratan önderin Mustafa Kemal olması yüzündendir. İkbal, kader belirleyen Gazi’ye bu derin hayranlığını, Peyamı Maşrık-Şarktan Haber adlı şiir kitabına koyduğu şu manzumesiyle ölümsüzleştirmiştir:
 
MUSTAFA KEMAL PAŞA’YA HİTAP-Allah Ona Yardım Etsin!
 
“Bir millet vardı ki, biz onun hikmet, akıl ve idraki sayesinde takdirin gizli âlemindeki sırlara vakıf olduk.” “Bizim aslımız, rengi uçmuş bir kıvılcım iken onun bir bakışı ile cihanı kaplayan ve aydınlatan güneş haline geldik.” “Din büyüğü Harem piri, gönlünden aşk mefhumunu çıkardı. O zaman, âlemde kusurumuz derecesinde zelil olduk.” “Bize yarayan, ovaların sert rüzgârlarıdır. Bahar rüzgârının nefesleri altında dargın ve mustarip bir goncaya döndük.” “Allah dışındaki şeylerin tuzağına düştüğümüzden beri, o, feleklerin kubbesini aşan feryatlarımız, birer iniltiye dönüştü.” “Tuzak kurmadan nice avlar avlayıp terkimize asmıştık. Şimdi ise okumuz ve yayımız koltuğumuzda, avlarımız bizi öldürüyor.” “Atın nereye kadar giderse oraya yürü, düşünme! Biz bu meydanda nice kereler tedbirli olalım diye diye mat olduk.”-İkbal, Peyamı Maşrık, Ali Nihat Tarlan tercümesi, 79
Anahtar, Mustafa Kemal'dir
İslam dünyası, itiraf etsin veya etmesin, Atatürk’ün bıraktığı yere gelebilmek için çabalıyor. Çabalıyor ama gelemiyor; gelemediği için de başı beladan kurtulmuyor.

İslam dünyası bahtını aydınlığa çıkaracak kapıyı bir türlü açamıyor. Neden? Cevap, Mevlana Celaleddin Rumî’nin şu sözünde saklı:

“Kilitli kapı sana bir türlü açılmıyor, çünkü anahtara düşman kesilmişsin.”

İslam dünyası, bahtını aydınlığa açacak kapının anahtarı hükmündeki adamların tümüne düşman, tümünü dışlıyor. İslam dünyası, asırlardan beri, anahtar adamlara acı çektiriyor. Onları kendisinden saymamayı hüner sandığı için onlara acı çektirmeyi de zafer bellemiş. Sürünmesinin esas sebebi bu…

Bu yüzyılın en büyük Müslüman düşünürlerinden biri olan Sudanlı aksiyoner Mahmud Muhammed Tâha, ana eseri ‘İslam’ın İkinci Mesajı’nın 4. baskısına yazdığı önsözde şunu demiştir: “Bu kitap, cumhuriyetçi davanın temel metnidir.” Muhammed Tâha, ne demek istediğini şu satırlarla daha açık hale getirmektedir:

“İslam iki mesajdan oluşur: Birincisi Kur’an’ın ikincil metinlerine dayalı ilk mesaj, ikincisi, Kur’an’ın birincil metinlerine dayalı ikinci mesajdır. İlk mesaj şimdiye kadar yorumlanmıştır, ikinci mesaj ise yorumlanmak için beklemektedir. Bu ise uygun kişi ve millet geldiğinde gerçekleşecektir.” (Tâha, İslam’ın İkinci Mesajı, 4. baskıya önsöz)

Bize göre, uygun kişi ve millet, tarihin diyalektiği tarafından Mustafa Kemal ile Türk milleti olarak tarih sahnesine gönderildi ama beklenen yorum tam yapılamadı. Onu bugün biz yapmaya çalışıyoruz. İslam dünyası Atatürk’e ve mesajına düşman kesilerek ondan yararlanmanın yollarını kendi eliyle kapattı. İslam’ın ikinci mesajının tamamlanması için yine aynı millet mi devreye sokulacaktır, başka bir millet mi, ileriki zamanda göreceğiz.

DİNCİLİK İŞTE BÖYLE VİCDANSIZDIR!
Mahmud Muhammed Tâha’nın sözü, Mustafa Kemal’in cumhuriyeti kurup devrimlerini hayata geçirişinden yaklaşık 90 yıl sonra söylenmiştir. Yani, İslam dünyasının en ileri devrimcileri bile, Mustafa Kemal’in hayata geçirdiği bir mesajın rüyalarını yeni yeni görmeye başlamışlardır. Ve dahası: Adına ‘İslam dünyası’ (!) dedikleri dünya, bu rüyayı görenlere bile tahammül edememektedir. Bu rüyayı görenlerden biri olan Tâha’yı ‘mürted oldu’ diyerek astılar. Beş vakit namaz kılan sûfî bir mümindi Tâha. Ne var ki mevcut iktidara muhalifti. Böyle olunca da dinciliğin ‘irtidat’ ithamından kurtulamadı. Dincilik işte böyle imansız, böyle namussuzdur!

Sözün özü: Mustafa Kemal’in kudret ve azametini anlamak için şu ‘İslam dünyası’ dedikleri âlemin tutarsızlıklarına, pisliklerine, sefalet ve rezaletine bakmak yeterlidir.
Sudan’da Bir Müslüman Devrimci; Mahmud Muhammed Taha
İSLAM’IN İKİNCİ MESAJI
Aşağıda ilk yayın tarihi Mayıs 1976 olan Taha’nın İslam’ın İkinci Mesajı kitabının bir özetini bulacaksınız. “İnsanlığın ilerlemesinin çağlar boyu hedefi sonunda uzaya insan göndermek değildi. Hedef insan teklerini kendilerini gerçekleştirecekleri yörüngelere oturtmaktır. Bunun böyle anlaşılma zamanı geldi. Her akıl sahibi kadın ve erkek bu hedefe yürümek için insani çabayı düzeltmelidir.”

Önsöz
Bu kitapçığın amacı okuyucuya ‘Cumhuriyetçi Kardeşler’i tanıtmaktır. Kurulduğundan beri ve hareketin değişik aşamalarında Yeni İslami Hareket, Üstat M. M. Taha’nın önderliği altında, İslam’a dayanan, ya da daha doğrusu, İslam’ın evrensel unsurlarına dayanan bir fikriyatı benimsedi. Bu unsurlar inanç, cins, ırk ve diğer sınırları aşar. Yeni İslami Hareket’in benimsediği İslami fikriyat ‘İslam’ın İkinci Mesajı’ olarak anılır. Bu kitapçıkta ana hatlarının açıklandığı şekliyle yenilenen İslami ideal, ideal bir toplumun inşasının temellerini oluşturacaktır. Burada demokrasi ve sosyalizm de el ele vermiş ve sosyal eşitlik hâkim olmuştur. Böyle bir topluma olan ihtiyaç gerçekte küreseldir.

Dahası, İslam’ın ihyası, bu kitapçıkta açıklandığı gibi, her insan tekinin kendi ‘kişilik’ ve ‘aslilik’ boyutunu gerçekleştirme; ya da başka tabirle kendi mutlak insani özgürlüğünü kazanma imkânını verecektir. Kişilik Yeni İslami Hareket’in sunduğu yeni İslami anlayışın etrafında döndüğü ana eksendir. Bu gerçek, İslam’ın yeni anlayışının çağdaş insanlığı asıl ilgilendiren yanıdır. Dr. John Voll adlı bir Amerikalı ile yazışmasında Taha şöyle demiştir:

“Şimdiki kitlevi uygarlığımız ve şahsiyetsizleştirici büyüklükler artık yerini küçük-şahsi, sokaktaki adama ait-şeylere bırakacaktır. Her insan kendi içinde bir amaçtır. Başka bir amacın aracı değildir. İsterse geri zekâlı olsun, oluş halinde bir ‘Tanrı’dır o. Ve ona kendini böyle geliştirmesi için tüm fırsatlar verilmelidir.”

Giriş
Artık ‘Din’ sorununu, modern insanın krizi ile ilgili bütün tartışma girişimlerinin başına koymanın zamanı gelmiştir. ‘Din’ tabiri, şüphesiz, burada genel anlamında bir hayat tarzı ya da bir ahlaki davranışlar sistemini tanımlamak için kullanılmakta olup; buna doğru bir dünya görüşü ve izlenim ile tasarımlarını toplumsal ve ferdi planda gerçekleştirme imkânları da dâhildir. Böylece her fert iman ve inanç ile kesinlik ve hakikate ulaştırılacak, bu sayede korkularından kurtulacak, huzura, gerçek özgürlüğe ve hep artan, ebedi saadete erecektir.

Bu anlamda ‘Din’ sorunu çağımızla çok ilgilidir. Bu çağda karşılaştığımız zihin karışıklığı tek bir ana nedene indirgenebilir: Bilim ve teknolojideki büyük atılımlara karşın insan davranış ve ahlakındaki açık gerilik. Bu nedenle, çağdaş insanın probleminin bir ‘ahlak krizi’ olduğunu söylemek gerçekten anlamlıdır. Modern insan, maruz kaldığı baskılar altında nasıl doğru ve bilgece davranacağını bilmedikçe, delirmek ve kendi ile birlikte tüm insanlığı yok oluşa götürmek kaderi olur.

İslam
İslam en genel anlamıyla, akıl sahibi olan olmayan her ‘yaratılmışın’ yol gösterici ve ilksel İlahi İrade’ye teslimiyeti demektir ki bu İrade belli bir amaca doğru evrimi yürüterek İnsan’ı tarih sahnesine çıkardı. Ama daha sınırlı ifadesiyle İslam, insanı, nihai mükemmelliği oluşturan tüm İlahi sıfatlara halife (varis) kılındığı o Kayıp Cennet’e geri götürecek yolu gösteren vahyedilmiş tüm monoteist dinleri kucaklayan bir üstün fikriyatın adıdır. Bu şekliyle İslam, bu asil amaçlara yürüyen her dini kapsar; onların yol ve yöntemleri geldikleri zaman ve mekâna göre değişse de. Yine sınırlı anlamıyla İslam, Kuran’da Allah’ın Peygamber Hz. Muhammed’e vahyettiği mesajı tarif eder; bu gelen son kitaptır. Biz bundan sonrasında bu bağlamdakilerle ilgilenecek ve Kuran’ın evrensel içeriklerine hitap ederek, Yeni İslami Hareket’in, ‘Din’in ‘ilmi’ aşamasını ortaya koyuşunu göstereceğiz. Buna İslam’ın İkinci Mesajı da diyoruz; o, insanları birbirine bağlayan şeylerden, yani akıl ve kalbin ortak yetilerinden kalkarak, tüm inanç, cins, ırk ve diğer sınırları aşmakta’ ve bizi İnsanlık Çağı’na taşımaktadır.

KURAN: MEKKELİ VE MEDİNELİ AYETLER
On üç yıl boyunca Kuran, Mekke’de Peygamber Hz. Muhammed’e indi. Ona, Rabbinin yoluna güzel öğüt ve hikmetle çağırmak ve insanlarla akıl yoluyla tartışmak görevi verdi, çünkü dinde zorlama yoktu. Aynı zamanda ona, erkek-kadın tüm insanların hayatın her alanında eşit olduğunu ilan görevi de verdi. Kısa sürede yeni din toplumun her alanından katılımcıları kendine çekti; gelenler özellikle Mekke’nin köle ve ezilmiş sınıflarındandı. Bu Mekke’nin yönetici ve hâkim sınıflarını huzursuz etti; onlar kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarının elden gittiğinden korkuyorlardı.
 
Bu korku, ‘Muhammed kendi çocuklarımızı bize karşı kışkırtıyor’ gibi sözlerde açığa çıkar. Ama bu kesimler korkularını dindarlık kisvesi altında gizleyerek, atalarının dini adına İslam’ın takipçilerine karşı lanetli bir terör kampanyası başlattılar.

Müslümanların Mekkeli hâkimler ve din adamları sınıfı elinde maruz kaldıkları muamele ve onların Hz. Muhammed’i öldürme girişimleri, birçok insanın o dönemde daha gelişmiş ve aydın bir hayat tarzına barışçı bir çağrıya karşı akıllıca cevap vermekte yetersiz kaldıklarını gösterir. Sonuçta, Peygamber Medine’ye yerleştiğinde, temel insan haklarını, her alanda kadın erkek eşitliğini vazeden ve her kula mutlak kişisel özgürlük yolunu açan Ulu Mekkeli ayetler dönemi sona erdi ve Medeni ayetler inmeye başladı.

Medineli metinler Peygamber’i, kendi umurlarını başarılı şekilde idare edemeyen insanların üzerinde gözetici atadı. Dahası Peygamber ve Müslümanlar, ilk defa Medineli metinlerde kendilerini korumak için savaşmaya çağrıldılar; oysa Mekke döneminde bundan bahis yoktu. Bu daha sonra İslam’ı kılıçla hâkim kılmaya dönüştü. Bunun nedeni birçok insanın tebliğ ve irşat ile arzulanan seviyeye gelmesindeki yetersizlikti.
 
İslam’ı kılıçla yayma, artık Medeni metinlerde insanların eşitler olarak muamele görmemeleri de demekti. Bu dönemde sosyal plana da bakarsak, artık kadınlarla erkeklerin de eşit muamele görmediklerini görüyoruz. Medeni ayetler erkekleri kadınlardan sorumlu kılmış, bunun sebepleri bu metinlerde açıklanmıştır. Siyasi ve ekonomik alanlara da bakarsak Mekki ayetlerdeki eşitliğin de Medeni ayetlerde eşitsizliğe yerini bıraktığını görüyoruz.

Dolayısıyla çok açıktır ki, Medeni ayetler, her ne kadar kendi indikleri dönemin seviyesine nazaran büyük bir sıçramayı da temsil etseler de, temel hak ve hürriyetleri sağlayan ve kadın erkek tüm insanları hayatın her alanında eşit kabul eden Mekki ayetlerle kıyaslandığında ikinciler daha üstündür.
Öyleyse buradan dosdoğru şu sonuç çıkar: Kuran’ın Mekki ve Medeni ayetlere bölünmesi temel bir ayırımdır, çünkü Mekki ayetler temel ve asli hükümler, Medeni ayetler ise dönüştürücü hükümlerdir; amaçları dönüşüm halinde bir toplumu organize ederek Mekki ayetlere dönüş için yolu açmaktır.

İslam’ın İlk Mesajı
Medeni ayetlere dayalı İslam’ın ilk mesajında Peygamber Medine’deki İslami düzeni kurdu. Bu ilk rejim büyük bir devrim idi ve önce Arap yarımadasında sonra dünyanın diğer bölgelerinde yaşayış biçimini kökten değiştirdi. Gerçekten de bu düzen, erkek, kadın ve çocukların yaşadığı korkunç şartları iyileştirmekte büyük hizmet görmüştür.
 
Örneğin o çocukları öldürmeyi kesin olarak yasaklamıştır; hâlbuki bu kız çocuklarını öldüren Araplar arasında yaygın bir uygulamaydı. Zekât verme müessesesini zorunlu bir dini emir haline getirerek muhtaç ve fakirlerin ekonomik koşullarını düzeltmeye çalıştı; Peygamber’i ashabıyla şuraya davet etse de, onu şuranın fikrini kabul ya da redde serbest bıraktı ve kadınların durumunu İslam’ın gelişinden önce yaşadıkları koşullara nazaran hayli düzeltti.

İslam’ın İlk Mesajı’nın modern insanın ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalışı İslam’ın sonu anlamına gelmez. Bu basitçe şu anlama gelir: Artık İslam’ın İkinci Mesajı’nı araştırmanın ve buna uygun İslami hükümler geliştirerek modern insanın ihtiyaçlarına cevap vermenin zamanı gelmiştir ki böylece o kendi iç sorunları ve çelişkileriyle baş edebilecek ferdi bir yöntemle donatılabilsin ve böylece mutlak özgürlüğe ya da ebedi saadet hayatına ulaşabilsin.

İSLAM’IN İKİNCİ MESAJI
Hz. Peygamber’in ‘özel’ hayatında Mekki ayetlere uyması, öte yandan Medeni ayetlerin tüm sosyal, politik ve ekonomik hükümlerin kaynağı olarak kullanılması, İslam’ın iki farklı düzeyine işaret eder: Peygamber’in takip ettiği bir düzey ve toplumun genelinin takip ettiği diğer bir düzey birlikte var olurlar. Birincisi, hiç şüphesiz, ikincisinden çok daha insancıl ve yüksektir. Mekki ayetlere dayalı ve Peygamber hayatında örneklik edilen seviyeye biz İslam’ın İkinci Mesajı diyoruz.

Daha önce söylendiği gibi, Mekki ayetler terk edildiği için, bugüne dek İslam toplumlarını yöneten kanunların bunlara değil, Medeni ayetlere dayalı olduğu açıktır. Dolayısıyla İslam’ın İkinci Mesajı’nı uygulamak için, İslami hükümleri bilinçli olarak Medine seviyesinden Mekke seviyesine geliştirmek gerekiyor. İslami hükümlerin bu bilinçli gelişiminde bize İslam’ın özgün ruhu önderlik edecektir; mutlak insani özgürlüğü arayışta o bulunmakta, Peygamber’in hayatında gösterilmiş bulunmaktadır. Biz ayrıca tam sosyal adaleti arayan çağdaş toplumun ihtiyaçlarında da yol göstericilik bulacağız.

İslami hükümlerin Medeni seviyeden Mekki seviyeye gelişimi sosyal, siyasi ve toplumsal her alanda ciddi yankılar yapacaktır. Belki bu çerçevede şu kadarını söylemek yeter ki, bu hükümlerin gelişimindeki ana itici faktör, hayatın her alanında eşitlik sağlayarak bir ideal toplum inşa etmek, burada demokrasi ve sosyalizmin geçerliliğini sağlamak ve böylece sosyal eşitliği hâkim kılmaktır. Ekonomik ve siyasi eşitliğin doğrudan sonucu olarak sosyal eşitlik, ifadesini birçok alanda bulur. Belki en önemli tezahürü kadınların özgürleşmesi ve erkeklerle hukuk ve hayatın her alanında eşitlikleri konusunda olur.
Kadın sorunu, İslam’a karşı yapılan itirazların birçoğunun sebebi olmakla, bu sorunu biraz daha uzunca ele almaya ve İslam’ın İkinci Mesajı’nda kadınların hukuki ve sosyal durumlarının, Mekki ayetlerin ‘temel ayetlerin uygulanmasıyla nasıl geliştiğini ve çağımız kadınlarının istek ve ihtiyaçlarını İslami ruha uygun olarak nasıl karşıladığını açmaya gerek var.

İKİNCİ MESAJDA KADINLARIN DURUMU
İslam’ın İkinci Mesajı kadınları her alanla erkeklerle eşit statüye çıkarır. Ama kadınlar açısından bu gelişimin en çarpıcı olduğu alan evlilik yasalarıdır. İslam’ın İkinci Mesajı evliliği hukuki açıdan iki eşit ortak arasında bir sözleşme olarak yeniden tanımlar.
 
Sözleşme serbest iradeyle kabul edilir; her iki ortağa da eşit hak ve sorumluluklar yükler ve gerekirse, yine iki tarafın anlaşmasıyla feshedilir. Çok kadınlılık, yani İlk Mesaj’da, bir kocanın hepsine eşit davranmak şartıyla dört kadın alabilmesi, İkinci Mesaj’da nadir istisnalar dışında kesinlikle yasaklanır; bu istisnalar kısır bir kadın ya da evlilik gereklerini yerine getiremeyen hasta bir kadın durumunda olabilir.

Bunlar Medine düzeyinden Mekke düzeyine geçişin birkaç örneğidir. Ama İslam’ın İkinci Mesajı’ndan evlilik kurumunun en çok etkilendiği bir başka nokta da, bugün her yerde saldırı altındaki bu kurumun fonksiyonları ve bireyleri mutluluğa, özgürlüğe ve ruhi olgunluğa ulaştırmaktaki büyük rolü açısındandır. İslam’ın İkinci Mesajı’na göre evlilik artık, çift arasındaki sadece üreme ve böylece insan neslini sürdürme amaçlı ve bu arada cinsel doyumu sadece bu fonksiyonun yerine getirilmesi için bir araç kabul eder şekilde düşünülemez. Bu modası geçmiş evlilik anlayışı, insanın bizatihi bir amaç değil, başka amaçlar için araç olarak düşünüldüğü bir dönemin kalıntısıdır.

İNSAN VE KORKU
Önceki bölümlerde, İslami hükümleri Medine seviyesinden Mekke seviyesine çıkarmakla, İslam’ın İkinci Mesajı’nın modern ve gelişen bir topluma, demokrasi ve sosyalizmin barıştığı ve sosyal adaletin geçerli olduğu bir topluma giden yolu açışını konuştuk. İnsanların fakirliğe, baskıya ve ayırımcılığa karşı korunduğu böyle bir toplum ise modern insanın krizine karşı sadece kısmi bir cevaptır. İnsanı asıl sersemleştiren şey korkudur; insani hayatında edindiği ve hayvan ve insan atalarından devraldığı korku. Yukarıda anlatıldığı temellerde ideal bir toplumun inşası insanın bu kazanılmış korkusunu hafifletir. Ama ister kazanılmış, ister tevarüs edilmiş olsun, korkunun nihai fethi, kişiyi özel bir metotla donatmakla olur ki, bu şekilde özgün ve hakiki bilgiye ulaşır. Burada anlar ki, kötülük arızi ve geçicidir, ama iyilik asli ve kalıcıdır. Bu türden bilgi mutlak insani özgürlüğe ulaşmakta bir önkoşuldur. Peki, ama mutlak insani özgürlükten kastettiğimiz nedir?

Mutlak İnsani Özgürlük
Mutlak insani özgürlük konusuna geldiğimizde, İslam artık dar manada bir din olmaktan çıkar ve öyle bir hayat tarzı olur ki, her bireyi kendi mutlak özüne götürür.
 
Gerçekten de özünü aramak tüm dünyada yaygın bir fenomendir. Özgünlük ifadesini mutlak insani özgürlükte bulur. Peki, nedir bu? Mutlak insani özgürlük, insanın dilediğini düşünmesi, düşündüğünü söylemesi ve söylediğini yapmasıdır, o şartla ki, söylediği ya da yaptıklarının sonuçları insan ya da diğeri tüm yaratıklar için iyi olacaktır.
 
Ama bu mutlak insani özgürlükten önce bir toplumda sunulan sınırlı özgürlük vardır. Toplumdaki özgürlük, insanın dilediğini düşünmesi, düşündüğünü söylemesi ve söylediğini yapmasıdır; o şartla ki, bu başkalarının özgürlüğünü ihlal etmesin. Eğer ihlal ederse sonuçlarına katlanır. Aksi hal ise özgülüğün anarşiye yozlaşmasıyla sonuçlanır. Başkalarının özgürlüğüne müdahale yasaların konusudur. Yasanın meşruiyeti ise, İslam’ın İkinci Mesajı’na göre yasanın insanın mutlak insani özgürlüğe muhtaç olduğu gerçeğini toplumun tam sosyal adalet ihtiyacıyla uzlaştırmasındadır.
 
Bu meşruiyet çerçevesi, üç sacayağı olan ekonomik, siyasi ve sosyal eşitlik üzerinde duran ideal toplumun inşasında yardımcı olur. Bu tür bir toplum ve özgün bir ibadet metodu ile insanların kendi özünü gerçekleştirmesi yolu açılır. Bundan sonra herkesin insani özgürlüğünü elde etmesi konusuna gelebiliriz.

PEYGAMBER’İN ÖRNEĞİ
Yukarıda söz edilen özgün yöntem, Peygamber Hz. Muhammed’i örnek alma, özellikle de ibadetlerinde örnek almaktan geçer. Peygamberi örnek almanın arkasındaki neden, herkesin kendi kişiliğini dönüştürerek kendi mutlak özüne varmasıdır. Bu gelişme, kişinin tüm kazanılmış ve tevarüs edilmiş psikolojik komplekslerinden arınması ile olur ki bunlar özgürlüğün ana düşmanlarıdır.
 
Bu komplekslerden kurtulmanın yolu Kuran ve Hz. Peygamber’in bize ilettiği ibadet pratikleridir. Özel ilgiyi hak eden bir ibadet pratiği Peygamber’in kendine hep mutluluk veren namazıdır. Hz. Peygamber’in günlük beş vakit namazı ve gece kıldığı teheccüd namazı onun ibadet pratikleri içinde özel yer tutar. Bu, namazda zihin, vücut ve kalbin tüm boyutlarının işe müdahil olarak insan tekini ilerleyici biçimde bütünleştirmesi nedeniyledir. Artık iç ve dış ben arasında, ya da bilinç ve bilinçsizlik arasında fark yoktur.

İnsan namaz ve abdestin tüm psikolojik takıntılardan kurtulmakta ne roller oynadığını, ya da bilgili bir insanın namazı nasıl bir ‘psikoanalitik tedavi seansı’ olarak kullanabileceğini uzun uzun anlatabilir. O bunu her gün ve her gece tekrarlayarak dengeli, olgun ve üretken bir kişi olabilir; sonuçta mutlak insani özgürlüğü yakalayabilir. Ama bu kitapçığın boyutları bizi konuyu burada toparlamak zorunda bırakıyor.

Hayatını derinleştirmek ve açmak, hislerin zenginleşmesi ve düşüncelerin keskinleşmesidir. Hislerin zenginleşmesi huzur içinde bir kalp, düşüncelerin keskinleşmesi berrak bir zihin gerektirir. Yani bizim varacağımız huzur-u kalp ve berrak zihindir. Daha önce de söylediğimiz gibi, Yeni İslami Hareket Kuran’ın evrensel içeriğine müracaatta başarılı olmuş, ‘Din”in ‘İlmi’ aşamasını ortaya çıkarmış, ya da İslam’ın İkinci Mesajı’nı ortaya koymuştur. Bu mesaj insanları birbirine bağlayan şey, yani onların ortak kalbi ve akli yetileridir. Dolayısıyla İslam’ın İkinci Mesajı’nın İslam’ın ilmi aşaması olduğu konusunu biraz ele almak gerekir ki bunun değişik açılardan birçok açılımları vardır.

DİNİN İLMİ AŞAMASI
Dikkatli bir incelemeyle anlarız ki, dünyada çıkan dış çatışmaların çoğu aslında insanın kendi içindeki iç çatışmaların uzantısıdır. Öyleyse dış sürtüşme ve çatışmaları sonlandırmak için önce içeridekileri bitirmek gerekiyor.
 
Bunu derken, bazen iç çatışmaların bitmesinin de dışarıdaki çatışmaların bitmesine bağlı olduğunu fark etmiyor değiliz. Gerçekte dış ve iç çatışmalar ilişkisi diyalektik bir ilişkidir. Ama insani gelişimin bu aşamasında iç çatışmaların giderilmesi daha önemlidir. Ve Din’in barışçı bir rol oynaması için onun bir ‘öz bilimi’ olması ya da bir çeşit ‘Psikoloji’ olması, problemleri analiz etmesi, teşhis ve tedavi etmesi, kişiliğin iç ve dış boyutlarda tam gelişimini sağlaması gerekiyor. Böylece iç çatışmalar sonunda yatıştırılır ve tamamen fethedilir. Bu da dış çatışmaların engellenmesi ve tamamen kalkmasını sağlar.

Yukarıdaki özelliklerle Din’in geri gelmesi ve bir özgürleştirme ve barış aracı olarak hizmet etmesi, onun o derece ‘ilmi’ olmasını gerektirir ki, bildiğimiz manada bilimi aşabilsin ve bir ‘öz ilmi’ olabilsin. İşte bu özellikler İslam’ın İkinci Mesajı’nda vardır; oysa diğer gelişkin Din formları, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın İlk Mesajı da dâhil, yetersiz kalmaktadır. Bundan kastın, bu dinleri çöpe atmak olduğu çıkarılmamalıdır. Yüksek ahlaki, ruhi ve aydın ideallerin gerçekleşmesi az ya da çok yukarıdaki dinlerce de tam olmasa da uygulanmaya çalışılıyor ancak yetersiz kalıyor.
 
Bu anlamda İslam’ın İkinci Mesajı, geçmiş ve şimdiki tüm kuşakların, tüm dünyanın, tüm sanatsal, edebi, bilimsel ve dini kazanımların da varisidir.

SONUÇ
“Bugün tüm engeller yıkıldı ve insanlığın Rabbi kabilenin yıkık mabedinin kapısına geldi” Hintli şair Rabindranath Tagore’un bu sözleri, belki de tüm dünyada paylaşılan bir duyguyu yansıtıyor. Bu duygu, belki de insanı insandan uzak tutan tüm fizik engellerin büyük çapta kalkmasına dayanıyor.
 
Şu çok açıktır ki, zaman ve mekân engelleri büyük çapta teknolojik ve bilimsel ilerlemelerin ulaşım ve iletişime verdiği çok yüksek hızlar sayesinde yıkıldı. Bu zaman mekân engellerinin yıkılışı gezegenimiz Dünya’da daha yüksek derecede coğrafi birleşme sağladı. Bu coğrafi birleşme düşünce ve duyguda da daha geniş çapta birleşmeyi davet ediyor.
 
Düşünce ve duygu alanlarındaki bu birleşme aynı zamanda barış talebince de zorlanıyor; daha önce dediğimiz gibi barış artık bir ‘ölüm kalım meselesi’dir.

Elinizdeki kitapçık eski din formları olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın ilk mesajı arasında herhangi bir laik felsefe ya da ideolojinin düşünce ve duygu birliği sağlayamayacağını bir nebze göstermiştir. Bu kitapçığın asıl amacı ancak İslam’ın İkinci Mesajı’nın bu istenen birleşmeyi sağlayabileceğidir; çünkü o tam da insanları birbirine bağlayan şeylere, akıl ve kalbin ortak değerlerine hitap ediyor.

Ayrıca bu kitapçık kaba hatlarıyla, İslami hükümleri Kuran’ın Medine seviyesinden Mekke seviyesine çıkarmakla, İslam’ın İkinci Mesajı’nın, demokrasi ve sosyalizmin el ele verdiği ve sosyal eşitliğin hüküm sürdüğü ideal bir toplumu kurmaya giden yolu açtığını da gösterdi.
 
Böyle bir toplum, ideal ‘Peygamber örneği’ndeki ibadet yöntemleriyle birleştiğinde, İslam’ın İkinci Mesajı’nın insanın kendini gerçekleştirmek, ya da mutlak insani özgürlüğe varmak için sunduğu imkânı gösterir.
 
Son olarak, İkinci Mesaj’ın bir yandan demokrasi ve sosyalizmi birleştirmesi, diğer
yandan bir ‘psikoanalitik teknik’ olarak sunduğu ibadetle her insana kendi olma imkânını getirmesi modern insanın sorunlarına tek cevap ve onun hastalıklarına kesin tedavidir.

İslam’ın İkinci Mesajı, tüm inanç, cins, ırk ve diğer sınırları aşarak dünyada cenneti kurmayı ve insanı Kâinatın Efendisi makamına meşru yoldan geri döndürmeyi amaçlamıştır. İnşallah diyerek bu kitapçığı kapıyoruz.
İsimsiz ve ölümsüz bir kahraman
Çok uzun olmasaydı başlığı şöyle de atabilirdik: “Bu ruhu taşımıyorsanız alnınızı secdeye koymayın!” Bu ruhu taşımayanların yaptıkları secdeler, Kur’an’ın açık tanıklığıyla sahiplerine sadece lanet getirmektedir. Aynen bugünkü Türk toplumuna getirdiği gibi…

İsimsiz kahramanın davranışına, yakında çıkacak olan ‘Ebu Zer’ kitabımın rötuşlarını yaparken Tarihçi Yakubî’nin eserinde rastladım ve gönlüm, gördüğümü sizinle paylaşmak istedi. Tarihçi Yakubî (ölm. 292/904), bütün zamanlara bir onur ve dürüstlük anıtı olarak aktarılması gereken bir hazine memurundan söz etmekte, onun, devlet hazinesini akrabası Emevîlerin talanına maruz bırakan ve buna tepki veren sahabîleri işkence ve sürgünlerle süründüren üçüncü Halife Osman’a açıkça karşı çıkışını kayda geçirmektedir. Adı verilmeyen bu Medineli hazine eminiyle ilgili şu satırlar var Yakubî’de: “Abdurrahman bin Yesar’dan naklen Ebu İshak bildiriyor:
 
Medine’de beytülmal âmili (devlet harcamalarını yapmakla görevli kişi) olan birini görmüştüm. Halife Osman, bir akşam beytülmale gelerek görevliye ‘Hakem bin Ebil Âs’a şu kadar miktar öde’ diye talimat verdi ve ekledi: ‘Sen bizim hazinedarımızsın; sana bir şey verirsek al, seni görmezlikten gelirsek sesini çıkarma.’ Hazine görevlisi şu karşılığı verdi Halife’ye: ‘Allah’a yemin olsun ki yalan söylüyorsun! Ben ne senin memurunum ne de ailenin; ben bütün Müslümanların hazine görevlisiyim.”

Bu kahraman bürokrat bununla da yetinmedi: Cuma günü, Osman minberde hutbe okurken ayağa kalktı ve elinde tuttuğu hazine anahtarlarını Halife’ye doğru fırlatarak haykırdı: “Ey insanlar! Bu Osman sanıyor ki ben onun ve ailesinin hazine memuruyum. Hayır, öyle değil. Ben Müslümanların hazine görevlisiyim. Hazinenizin anahtarlarını, huzurunuzda Halife'ye iade ediyorum.” Osman sesini çıkarmadan anahtarları aldı. (Yakubî, Tarih, 2/168-169)

Secdenin hakkını vermek işte bu! Yolsuzluk dosyaları yayınlanmaya başlayınca, “Başbakan söyledi, ben de yaptım.” diyerek işin içinden sıyrılmak ‘Müslümanlık’ iddiası olan adamın yapacağı iş değildir. O dosyalar ortalığa serilmeseydi o sözü söyleyecek miydin? Hayır! Gül gibi yürüyüp gidiyordun. Öyle olduğu içindir ki, birkaç gün sonra çark ettin.

Yaptığın işin yolsuzluk ve talan olduğunu itiraf ediyorsun ama bunu “Başımızdaki adamla birlikte yaptık” diyerek kendini aklamaya çalışıyorsun. Bir suçu, hem de insanı dinden-imandan çıkarıp lanetin gayyasına yuvarlayan bir Maun suçunu, tek başına değil de birileriyle işlemek o suçu suç olmaktan çıkarıyor mu?

Özetleyelim: Andığımız isimsiz kahramanın vakarlı ve cesur duruşu varsa kurtuluş ve rahmet getiren iman vardır, namaz vardır, secde vardır. Yoksa namaz ve secde fotoğraflarının getirdikleri, rahmet değil, lanettir. Dincilerle onları başlarına oturtan ülkeye de lanet getiriyor.
Anadilde ibadete geçilmedikçe Kur'an'dan nasiplenemeyiz
Asırlardır nasiplenemedik. Dinci imansızlar bunu biliyorlar ama onların derdi kitlelerin Kur’an’dan nasiplenmesi değil, uyuması olduğu için Kur’an’ın okunup anlaşılmasını değil, Arapça kelimelerinin telaffuzunu dayatıyorlar. Emperyalizmin hizmetinde ABD hizmetkârı olarak çalışan bir takkeli psikopat, dinini Kur’an’a teslim etmek isteyerek Kur’an mümini olma gayreti gösterenleri ‘sapık’ diye tanıtmak sapıklığını gösterebiliyor.

Bu meselenin ayrıntılarını, çıkış noktalarını, kaynaklarını, söylemek zorundayım ki, bu konuda bir devrim olan ‘Ana Dilde İbadet Meselesi’ adlı kitabım ortaya koymuştur. Dikkatle ve tekrar tekrar okunmasını önemle rica ediyorum.

Şimdi, üzerinde olduğumuz bu meselede acı çekerek işin farkına varmış müminlerden örnek mektuplar görelim.

Okan Değirmenci yazıyor: “Sizin her programınızı takip etmekteyim. Allah sizden razı olsun! İnanıyorum, mekânınız cennet olacaktır. Kur’an’ı Arapça okumak ve bunun gerekliliği şeklinde anlatılan uydurmaları deşifre ettiniz. Bir insanın bir yazıyı bilmediği bir dilde okuması ve telaffuz etmesi beyne, akla ihanettir. Böyle bir beyin bir daha düşünebilir mi, yaratıcı olabilir mi? Olamaz. Olamıyor da. İslam âleminin akıl ve bilimden nasipsizliğinin ana sebebi bu.”
“Bu dinciler tarih boyu bu konuya dokundurtmadılar, çünkü bütün yalanlarının, iftiralarının, sahtekârlıklarının dayanağı bu. Bu kırılmadıkça İslam âlemi ne kadar zaman geçerse geçsin ilimden nasipsiz kalacaktır. Sizden ricamız, bu konuya Maun suresi kadar önem verip bunu her platformda anlatmanız. Bugün Diyanet 5,8 katrilyon parayı kime veriyor? Bilmediği bir dilde ibadet ettirsin diye memurlarına maaş olarak veriyor ve saltanatlarını idame ettiriyor.”

Heyran Aliyeva Bakû’den yazıyor: “Bende eksik olan kitaplarınızı da bana ulaştırdılar. Kur'an’ın Öğrettiği Dualar kitabınızda dua kavramını ne kadar güzel ve derin anlatmışsınız. Onlarca defa okudum çok önemli mesajlar içeren satırları. Kitaplarınızı kokladım ve okudukça bilgi ve zekânızın kokusu sardı ruhumu. Sayenizde, 31 yaşımda, anadilimde ilk kez hakiki namaz kıldım. Hayatım boyu ruhum buna muhtaçtı. Ne muhteşem bir duygu!
“Teşekkür ederim her şey için. Yıllarınızı, rahatınızı harcadınız bu bilgileri elde etmek için. Sınırsız emek ve gayret gösterdiniz ve bize hazır olarak sundunuz tüm ışık dolu bilgilerinizi.”
“Kur’an’la bir aşk içindeyim. Söylediğiniz gibi, aklımı alıp tekrar yeni bir akıl veriyor. Doymuyorum. Rahmetli büyük dedenizin dediği gibi, Kur’an’a doymak için bir ömür yetmez. Allah babanıza ve annenize rahmet etsin! Mekânları cennet olsun! Ahiretleri nurla dolu olsun! Onlara sizin gibi evlat yetiştirdikleri için minnettarım. Düşünüyorum, sizin mealiniz olmasaydı, Kur'an olduğu halde Kur'an’sız yaşardım!? Size ne kadar teşekkür etsem az! Allah, hayatınızı her daim güzelliklerle kuşatsın. Allah sizi korusun!”
Din adına vahşet ve dehşet!
Herkes bundan şikâyetçi. Ortaçağın engizisyon mahkemeleri döneminde bile böylesine yoğun şikâyet yoktu. Çünkü engizisyon cellâtlarının yaptıkları sadece Hıristiyan camiayı ilgilendiren bir mesele olarak algılanıyordu. Kilise, engizisyon felsefe ve ruhunu başka kitlelere dayatmıyordu.

Bugün, Müslüman yaftalı birileri, vahşet ve dehşeti üretmekle kalmıyor, bunun ‘ebedî hayatı kurtaran bir nizam’ olduğu yolunda bir propagandayla dünyanın uykularını da kaçırıyor. İnsanlık bu eşi-menendi görülmemiş vahşete karşı elbette savunmaya geçecek, elinden gelen her türlü tedbiri alacaktır. Bu arada, fırsatı ganimet bilen Müslüman düşmanı birileri de olup bitenleri yirmi dört saat dünyanın dört bir yanına yayıp Kelimei Şehadet aleyhine propaganda yapıyor.

Esas sebep kimler? Müslüman geçinenler. Bu ne demek? Bugün Müslüman’ın en büyük düşmanı Müslüman’ın kendisi demek?

“Allah, aklını işletmeyenler üstüne pislik indirir” (Yunus, 100) diyen Kur’an işte, yaşanan bu gerçeklere dikkat çekiyor. Yoksa gökten kazurat filan yağmaz.

İlkel dinci tasallutun sebep olduğu feryat, binlerin, yüz binlerin, milyonların feryadıdır. Kimisi sesini duyuruyor, kimisi duyuramıyor. Ve bütün bu dehşet verici zulümler ‘İslam-din’ avukatlığına soyunmuş ruh hastası azmışların saltanat tutkularını tatmin için yapılıyor. Şimdi birileri şunu sormakta haksız mıdır: İnsanlık, ‘İslam’ adı altında sergilenen bu vahşet ve dehşetten kurtulmak uğruna almak zorunda kalacağı ‘tedbirler’ açısından mazur sayılmalı değil midir?

Şimdi, bir Müslüman ailenin Müslüman çocuğunun körpe dimağında ve ruhunda açılan yaranın vücut verdiği acıya bakalım. O yavrunun feryadına kulak verelim. Ve dünya bunları dehşet içinde konuşurken, Atatürk Türkiye’sinin başına katranlı bir bela gibi çökmüş Maun mücrimi talancı çarpıkların, Pavlus manastırlarına has kafa sarmalamayı cumhuriyetin anaokullarına kadar ‘tamim’ etme girişimlerinin dehşetini de akılda tutalım. Ve bir feryat örneği olarak Elif Asena Yârangünü adlı kızımızın mektubunu okuyalım:
“16 yaşındayım, Almanya'da yaşıyorum; burada okula gidiyorum. Ama aşağıdaki resimler (kitaba örnek olarak konmuş burkalı, peçeli resimler) beni üzdü. Güya Müslüman'ların giyinme tarzını gösteriyorlar. O resimlere göre ailem ve ben Müslüman değiliz. İngilizce kitabımda yer alan bu resimleri her sene birçok öğrenci görüyor. İslam konusunda sadece bu gibi şeyler gösteriliyor. Bir defasında, New York’ta vurulan İkiz Kuleler üzerine bir film izlemiştik. Orada şöyle diyordu: ‘El Kaide militanları camiye bu planı yapmaya gidiyorlardı.’ Bunları İslam'ın temsilcisi olarak gösterip İslam'ı kirletiyorlar.”
“Batı medyası İslam konusunda yanlış bilgi yaymakta. Bu kitabın yazarından o resmin altyazısını değiştirmesini isteyebilir miyim? Yaptığınız her şeyden dolayı teşekkür ederim. Onlarca kitap yazıp birçok kişiyi aydınlattınız. Kendinize iyi bakın, siz bize daha çooook lazımsınız!”
İş, bu gençlerin yaptığıdır!
Allah bu gençlerin sayısını arttırsın! Onlara dua edelim, destek olalım. Ve onların hem zihniyetlerinden hem de faaliyetlerinden ders alalım. Kim bu gençler ve neler yapıyorlar? Cevap sadedinde, bana göre, tarihî bir değer taşıyan aşağıdaki mektubu okuyalım. Mehmet Peçenek yazıyor:

“Biz Mersin’de bir grup arkadaş her Perşembe toplanıp Kur’an ayetlerini okuyup tartışıyoruz. Her kesimden, her görüşten insanlar var bu grupta. Ben felsefeci olarak oradayım. Bir cami imamı var, fizikçi var, öğretmenler var. Bazen çok sıkı tartışmalarımız oluyor ayetlerle ilgili. Mesela geçen hafta kaderi tartıştık. Özgür irade meselesini, duayı. Kur’an’da anlatılan Tanrı nasıl bir Tanrı? Bu türden meseleleri hep tartıştık; tabiî ki ayetlerin ışığında.”

“Bir felsefeci olarak ilk gözüme çarpan şey, geleneksel İslam’da ayetler daha çok Arap geleneğine bakılarak yorumlanmış gibi. Yorumlar, doğa ve bilimsel gelişmeler dikkate alınarak yapıldığında ayetlerin isabetinin tartışılması söz konusu bile olmuyor.”

“Mesela Tevbe suresi 26: ‘Sonra, Allah, resulünün üzerine de müminlerin üzerine de sükûnetini indirmiş, ayrıca sizin görmediğiniz orduları göndermiş de küfre sapanlara azap etmişti. Kâfirlerin cezası işte budur.”

“Ayet görülmez ordulardan bahsediyor. Biz bu ayetin görülmez ordu diye bahsettiğinin irade, inanç ve akıl olduğunu düşündük. Geleneksel İslam bu ayette bahsedilenin melekler olduğunu düşünüyor ama böyle baktığınızda ayetin bir anlam taşımadığı görülüyor. Allah Filistin’in savaşında bu ordularını neden göndermediğini insanlar sorar ve anında kitabın kutsallığı sorgulanır duruma düşer.”

“Sizce, bizim bu bakış açımızda atladığımız bir şey var mı? Bu bizi aşırı bir pozitivizme götürür mü?”

KENDİNİZDEN KUŞKU DUYMAYIN!
Mehmet ve arkadaşları, sevgili kardeşlerim! Sizi bütün muhabbet ve dostluğumla bir ağabeyiniz olarak kucaklıyorum. Sakın kendinizden ve yapıp ettiklerinizden kuşku duymayın. Yaptığınız, aklın ve Kur’an’ın istediğidir. Allah yar ve yardımcınız olsun! Böyle devam edin, örnek olun, ışık olun, yol açın, sayınızı arttırın. Allah da gücünüzü arttırsın!

‘Pozitivizme saplanma’ korkusu yersiz. Bir kere, pozitivizm müspet bilim demek; ondan korkulur mu? Her pozitivist yaklaşım inkâr demek değildir. Kur’an’ın talep ettiği bir pozitivizm de var. Akıl düşmanı dinci zebaniler bunları ya bilmez yahut da bilir ama sizin gibi aydınlık beyinlere meydan açılmasın diye saklar.

Sonuna kadar gidin! Yol budur. Allah ve Peygamberi sizi alnınızdan öpüyor, tebrik ediyor. Secde sizin o tertemiz alınlarınıza yakışır; Maun talancısı haramzadelerin pis alınlarına değil!
Atatürk ve Cumhuriyet bir teolojik fenomen olarak incelenmeli!
Bu mutlaka ve muhakkak yapılmalıdır. Kıvırıp kaçmanın zarardan başka getirisi olmamıştır, olamaz. ‘Araştırma’ adı altında pazarlanan cumhuriyet, akıl, özgürlük ve aydınlık düşmanı dinci saldırıları bir kenara koyarsak bu mesele bugüne kadar ilim ve fikir planında layıkıyla ele alınmamıştır. Dincilerin tasallutundan kurtulmak veya halkı kandırmak için birkaç ‘dinî’ tekerleme savrularak gün gün edilmiş, esas sorunlar ise sürekli hasırın altına sürülmüştür. İnsan idrak ve haysiyetine, ilim ve düşüncenin vakarına yakışan, ülkenin geleceğine katkı sağlayan tetkikleri tarihin ve insanlığın önüne koyan ilk yaklaşım, bizim mesaimiz olmuştur. Bizimle ilgili akademik çalışmalar yapan Batılıların ortak kanaati de budur. Bunu söylemek benim hem hakkım hem de görevimdir. İsteyen istediği kadar ‘bozulsun’, umurumda değil.

Ne demek istediğimizi daha iyi anlamak için onlarca mektuptan bir tanesini size iletiyorum. Güçlü Emre Özgür yazıyor: “Ankara Hukuk Fakültesi mezunuyum, Avukatlık yapmaktayım ve 38 yaşındayım. Ortaokul yıllarından itibaren din olgusuna karşı hep büyük bir ilgi ve merak besledim. Atatürkçü bir ailenin çocuğu olarak Atatürk, Cumhuriyet, laiklik konuları da hep içimizde var oldu.”

“Ben sizi lise yıllarımda televizyon programlarından tanıdım. Sonraları ise ‘İslam Nasıl Yozlaştırıldı’ adlı kitabınızla tanıştım. Bu tanışmadan sonra ve diğer kitaplarınızı okudukça yıllar yılı aklımla duygularım arasına sıkışan inancım berraklaştı. Benliğimdeki Allah ve Peygamber imajı ile yaşamdaki Allah ve Peygamber çelişkileri, aklım ve mantığımla günümüzde camilerde yaşatılan İslam arasındaki derin çelişkiler birer birer çözülüp yerine oturdu. Özellikle İmamı Âzam adlı kitabınız beynimde ve kalbimde fırtınalar yarattı.”

“Şirki, tevhidi, imanı, İslam’ı ve daha çarpıtılmış birçok itikadî ve amelî meselenin esasını, derinliğini ve önemini bilmeden öylece inandığımızı ve yaşayıp gittiğimizi fark ettim.  Özellikle şirk ve riya mevzuunda Maun suresinin mucize beyanıyla iliklerime kadar titredim.”

“Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve laiklik ile ilgili yazdıklarınız da Cumhuriyet Devrimleri’nin sosyolojik olduğu kadar dinî açıdan da önemli olduğunu ve hatta birçok devrimin İslam açısından olmazsa olmaz bir olgu teşkil ettiğini, Atatürk ve Cumhuriyet’e neden bu kadar düşmanlık beslendiğini anlamamızı siz sağladınız.”

“Bir dinsel inanış ve yaşayışta Allah, Peygamber ve kutsal kitap ancak bizde olduğu kadar yanlış anlaşılır ve yaşanır herhalde!!! Ancak siz ve sizin gibi aklı, irfanı, vicdanı, ilmi yüksek benlikler oldukça gerçek İslam bir şekilde yaşama imkânı bulacaktır. Şu anda ‘Tasavvuf ve Tarikatlar’ adlı kitabınızı okuyorum. Sizi okudukça taşlar yerine oturuyor ve pazılın eksik parçaları bir bir yerini buluyor.”

“Bana ve daha birçok kişiye kattığınız değerler ve yazdığınız kitaplar için müteşekkiriz. Ellerinizden saygı ve muhabbetle öpüyorum.”
Yanlışlara nasıl kurban edildik?
Yanlışlara kurban edilmek, sizi kurban edenlerin kötü niyetli olmalarını gerektirmiyor. Çok iyi niyetli insanlar da sizi yanlışlara kurban edebilir. Çünkü biz, asırlardır, müteselsilen yani elden ele devredilerek aldatılıyoruz. Hepimizin, en sevdiklerimizin eliyle bu şekilde ‘kurban edilmiş’ bir yanı vardır.

Unutmayalım; Kur’an, ‘Allah ile aldatılmayın’ uyarısını yapan tek kutsal kitaptır. Bu demektir ki, Müslüman kitlelerin en yumuşak karnı bu aldatılma olacaktır. Kur’an’ı kitlelere anlayacakları dilde okutmamalarının sebebi bu gerçeğin öğrenilmesinden duyulan korkudur. Birer itiraf belgesi olarak şu ibret verici mektupları okuyalım.

Serdar Doğan yazıyor: “Ben Kur’an-ı Kerim’in Türkçe mealini okumaya başladım. Bitireceğim. Her gün 1 cüz okuyorum. Bu şekilde hatim etmiş olur muyum? Müftülüğü aradım, bana Türkçe okunuşun hatim sayılmayacağını söylediler. Hâlbuki ben Türkçe anlamı ile okuyunca anlıyorum. Sizin bu konudaki görüşünüzü almak isterim. Allah a emanet olun!”

Berkay Zaimoğlu yazıyor: “Ben 18 yaşındayım. Bu genç yaşımda gerçek dinin nasıl olması, nasıl yaşanması gerektiğini ve dinle ilgili birçok şeyi sizin gösterdiğiniz kılavuz ile öğrendim. Yani Kur'an'ı okuyarak. Hem okudum hem de sizin din ile ilgili önemli açıklamalarınızı dinledim. Kendimi şanslı hissediyorum. Çünkü çoğu kimsenin gerçek din nasıl olmalı konusunda fikirleri yok. Umarım toplumumuz bu durumdan kurtulur ve Atatürk'ün değerlerine sahip çıkarak yeniden çağdaş bir toplum olur. Ne mutlu bana ki, sizin gibi birini tanıdım. Size ne kadar teşekkür etsem azdır. Çabalarınız boşuna gitmiyor, emin olun. Kendinize iyi bakın.”

Yasemin Deniz yazıyor: “Sizi 6 senedir izleyip zaman zaman kitaplarınızı alıp okuyorum. Almanya’da yaşamaktayım. Çok değerli Alman ve yabancı arkadaşlarım var. Birine 400 Soruda İslam’ın Almancasını verdim. Arkadaşlarım dinden konuştuğumuz zaman, dinlemeyi seviyorlar. Bu da sizin sayenizde oldu. İyi ki varsınız, iyi ki hayatımızı aydınlatıyorsunuz. Allah sizi korusun!”

Cihan Kantarcı yazıyor: “Ben yurtdışında yaşayan bir okurunuz ve takipçinizim. ODTÜ mezunu mühendisim. Kuran müminiyim ve sûfîyim. Yüce Mevlana'nın ve sizin naçiz bir öğrencinizim. Ben TV seyretmeyen bir insanım. Evimde TV kasıtlı olarak yok. Çok okuyan bir insan olarak TV bana anlamsız geliyor. İlgili saatlerde internet üzerinden yalnızca sizi izliyorum.”
Bıçak kemiğe dayanmış!
Derin Eren yazıyor: “Ben, kırsal kesimden bir çiftçi kızı olarak Cumhuriyet devrimi sayesinde eğitim görmüş ve bir meslek sahibi olma (hatta insan olma) şansını yakalayabilmiş, bir erkek evlat sahibi 44 yaşında bir kadınım.”

“Emperyalizmin onlarca yıllık çabalarının ürünü olan ve özellikle son yıllarda olup bitenlerden sonra artık Atatürk Cumhuriyeti’nin laik devlet, ekonomi, adalet, eğitim sistemlerinin çökmek üzere olduğunu, ulusal güvenlik ve birliğimizin büyük tehditler altında olduğunu, bağımsız medya diye bir şeyin kalmadığını ve toplumda ahlaksal değerlerin yıpratıldığını görüyorum. Bu durumun tarihsel düzlemde âdeta vatan ve millet olarak çöküşümüzün son aşamalarını çağrıştıracak ölçüde vahim boyutlarda olduğunu düşünüyorum. Üstelik halen bölgemizde bizi kaotik bir savaşa sürme planları süratle ilerletiliyor.”

“Bu hallere nasıl düştük diye sorguladığımda, en önemli faktörlerden birinin toplum olarak her olguya karşı mütemadiyen ‘mış gibi davranmak’ ya da tercihlerimizi kerhen kullanmak olduğunu, bu tutumun da totaliter bir kültür yapısında otoriteye karşı çıkamayan, devrimci ruhtan uzak bireyler şeklinde yetişmemizden kaynaklandığını düşünüyorum.”

“Yıllardır biz normal bir devlet düzeni ile meşru bir hükümet ve makul bir muhalefet varmış gibi davranıp çare olarak da seçimlerde kerhen bir muhalefet partisine oy veriyoruz. Oysa Meclis'teki sözde muhalefet CHP ve MHP de emperyalizme hizmet etmek üzere dizayn edilmiş. Bu niteliklerini defalarca gösterdiler. Tepe yönetimine emperyalizmin emrinde adamlar getirilmiş, bunlar da kendi yönetimlerini kişiliksiz ve çıkarcı adamlarla donatıp tam bir sulta yaratmışlar. Bunlara kerhen oy vermek aslında bu düzeni tahkim ediyor, daha da önemlisi, bunların oynadıkları muhalefet rolüyle halk kandırıldığından gerçek bir muhalif oluşum da böylelikle ve %10 barajıyla başarılı bir şekilde engelleniyor.”

“Ülkemde her alanda hem vatansever hem onurlu hem akıllı hem de cesur yalnızca bir avuç insanın kaldığını görmek benim içimi acıtıyor. Siz de bunlardan birisiniz.”

“Kabul edelim artık; bu ülkeyi CHP ya da MHP asla kurtaramaz. Onları düzeltmeye çalışmak tamamen boş bir çaba, halkı aldatmak ve zaman kaybıdır.”

“Bu büyük yalan ve çaresizlikten kurtulmak için öncelikle şunlar yapılmalı:
1. Her kesimden vatansever, onurlu ve cesur insanın bir araya gelerek güç birliği yapmaları,  2. Emperyalizmin ülkemizi düşürdüğü durum bütün çıplaklığıyla halka ısrarla, yalın, bütünlüklü ve aynı söylemle anlatılmalı, 3. Gelecek seçimlere kadar yeni bir merkezî siyasal oluşum yaratılmalı ya da bir partide bir isim değişikliğine gidilerek merkezî bir parti oluşumuna vücut verilmeli. Bu sağlanırsa belki bir kurtuluş ümidi belirir.”
İşbaşı yaptık!
Tatil bitti. Dönüp iş başı yaptık. Son iki haftalık deniz safası sırasında, ‘Ebu Zer’ kitabımın matbaa tashihlerini de okudum. Şimdi kitap baskıya giderken ben de yeni adı Yurt TV olan eski Sokak’ta devam edecek ‘Kitaptan Aydınlığa’ programının hazırlıklarına başladım. Nasipse Kasım başı itibariyle ekranda olacağız. Gazeteci-yazar arkadaşımız İdris Akyüz, televizyonun başına geldi. Zamanı programı birlikte götürmemize izin verir mi bilmiyorum ama büyük ihtimalle bir süre daha onunla birlikte kotaracağız programı. 

Bu yıl deniz nimetinden gönlümce yararlandım. Beş haftam denizde geçti. Bu vesileyle, Akdeniz akşamlarının bütün güzelliklerini de yaşadım. Gün batımında kumsalda yürürken, sevda yaratan dudakların mırıldandığı şarkıları dinledim; ruhum sonsuzluğa tırmandı. Cenap Şehabeddin’in dediği gibi, ‘Alnıma bir yirmi sekiz yaş güneşi doğdu.’ 

Son iki hafta boyunca hemen her gün tekneyle balığa da çıktık. Üç veya dört kişi çıkıyoruz. Yeterince balık tutarsak hep birlikte yiyoruz. Bir kişiye yetecek kadar tutmuşsak, arkadaşların ittifakıyla rızık bana devrediliyor. İstedikleri karşılık şu: “Sorularımıza cevap verirken bizi fırçalama!” Şöyle veya böyle, bendeniz, her akşam yağda veya ızgarada taze balık yiyebildim. Şenol Usta’nın da ellerine sağlık!

Yemekten bahsetmişken şunu da söyleyeyim. Bütün günüm hareket halinde geçmesine rağmen, tatil sonu ‘kilo’ bilançosu şu: Dört kilo almışım. Demek ki iyi yemek yemişim.

NE YAZIK Kİ ÇİĞKÖFTE YASAK!
Tek ‘burukluğum’ vardı: Lokman hekimlerim Prof. Dr. Başak Noyan Hanım’la Prof. Dr. Özcan Gökçe Bey, çiğköfte yememi yasakladılar. En az üç ay ağzıma koymayacakmışım. Nasıl dayanırım ben bu hasrete! Günde en az onbeş yirmi çiğköfte yiyordum. Şimdi sadece rüyalarımda göreceğim.

Aşırılık mahrumiyet getiriyor. Şimdi, kendi kendime diyorum ki, “Ulan, şu çiğköfteyi normal sayıda yeseydin de bu yasağa çarpılmasaydın olmaz mıydı!” Ama oldu işte. Aşırı gittik, mahrum kaldık. Ne yapalım, artık hasretimizi Adana kebapla gidereceğiz.

Açılmışken bu yılın yayına girecek dosyalarından da söz edeyim kısaca: ‘Ebu Zer’ kitabım baskıda. Arkasından benim ideal kitaplarım olan ‘Özgürlük ve İsyan’, ‘Deizm’, ‘Kadın Hakları Risalesi’, ‘Kötülük Toplumu’ ve hayatımın gaye kitaplarından biri olan ‘Tecdit’ yayına girecek. Sürekli yüreğimi ısıtan okuyucularıma teşekkürler ediyorum. Onların o ‘yürek ısıtan’ mektuplarından küçük bir örnekle noktalayalım ‘yeniden işbaşı’ yazımızı.

Öznur Kocaalp yazıyor: “Bizim naçizane kanaatimize göre, siz bu yüzyılın, sadece İslam âlemi için değil, tüm insanlık için en yararlı bilgi kaynaklarından birisiniz. Sayenizde hem kutsal kitabımızı hem yüce Atatürk’ümüzü doğru okumak ve anlamak şansına eriştik. Bu kadar bilgi kirliliği varken, kitaplarınızla gözümüz açıldı. Yüce Rabbim size uzun ve sağlıklı ömürler nasip etsin!”
Kur'an ve Nutuk okunmadıkça...
Önce bir genç adamın ibret dolu mektubunu okuyalım. Alican Sevim yazıyor:
“Bir üniversite öğrencisiyim. Son günlerde yaşanılan olaylarla sizin söylediklerinizi, yazdıklarınızı karşılaştırdığımda ne kadar haklı olduğunuzu açıkça görüyorum. Bu ülke aklın, bilimin, kitabın, sürekli üreten bilim adamlarının değerini ne zaman anlayacak? Sizden öğrendiklerime dayanarak söylüyorum: "Bu ülke, kurtuluş savaşından önceki akıldan, özgürlükten yoksun dönemi yaşamadıkça kendine gelemeyecektir, gelse de iş işten geçmiş olacaktır!"
“Sizi televizyonda izlediğim günden itibaren bana yeni bir dünyanın kapıları açıldı. Sizin sayenizde bu dünyanın merkezine 2 kitabı yerleştirdim; bunlardan biri Kur’an, diğeri Atatürk'ün Nutuk'u. Artık hayatım boyunca bu 2 kitabın ışığında yaşayacağım. Ama ne yazık ki şu son günlerde yaşanan olaylar tüm çıplaklığıyla gösteriyor ki ülkemiz bu 2 kitaptan nasiplenememiş. Millet millet olma vasfını yitirmiş, ülkedeki dincilik yangınına benzin taşıyan bir yığın haline gelmiş. ‘Allah ile aldatılmayın’ diyen Kur’an'ın yolundan çıkıp tam tersi istikamete yönelmiş.”
“Bu ülke başta Atatürk'e, daha sonra gerçek aydınlara yaptıklarının bedelini ödemedikçe kazanacağımız tek şey Allah'ın öfkesi olacaktır!”

YILMAZ ÖZDİL NE DEMEK İSTEMİŞTİ?
Aydından ve aydınlıktan söz etmişken, ülkemizin aydınlık onuruna layık kalemlerinin baş tarafına yazılması gerekenlerden biri olan Yılmaz Özdil’i saygıyla analım. Bu aydınlık adam, ekranlardan tarihî bir sesleniş yapmıştı birkaç ay önce. Demişti ki “Türk halkı şu üç kitabı okumadan düzlüğe çıkamaz: Kur’an, Atatürk’ün Nutuk'u ve Yaşar Nuri Öztürk’ün ‘Allah ile Aldatmak’ adlı kitabı.” Yılmaz Özdil, mutlaka okunacak kitapları üçe çıkarmıştı.
Yılmaz Özdil ne dediğini biliyor. Derdi beni övmek falan değil. Beni övmesini gerektirecek herhangi bir hukukumuz yok. Kaldı ki Özdil, birini övmeyle vakit harcayacak adamlardan değildir; öyle olsaydı Yılmaz Özdil olmazdı. Şunu demek istiyor: ‘Allah ile Aldatmak’ kitabı okunup nasıl aldatıldığımız anlaşılmadıkça Kur’an’ı ve Nutuk'u okumanın gereği anlaşılamaz.

Kur’an, başımıza çöken kara beladan kurtuluş reçetesinde temel koordinatları, metafizik donanımı vermektedir. O donanım oradan alınmadıkça hiçbir şeyi yerli yerine oturtamazsınız.

Nutuk, başımıza çöken musibetin aşılmasında tarihsel, siyasal, askerî, stratejik kördüğümleri çözmenin yollarını göstermeye ilaveten asırlık hıyanet ve kanı bozuklukların deşifre edilmesinde anahtardır, rehberdir, ışıktır.

Allah ile Aldatmak (daha geniş bir pencereden benim eserlerim) ise ilk iki kitabı okumanın lüzumunu gösterip nasıl okunması gerektiğini kitlelere belleten kılavuzdur.

Bu millet, şurada söylediğimizin tek çıkış yolu olduğunu anlamadan girdabında debelendiği beladan kurtulamaz. Belanın taşıyıcı hainleri, aktörleri değişebilir ama esası değişmez.
İmamı Âzam'a tasallut kırılmadıkça...
İmamı Âzam’a musallat olmuş dinci istismar deşifre edilip bu büyük önderle kitleler arasındaki duvar kaldırılmadan geçmişten ibret almak ve hem Müslüman kalıp hem de aklı çalıştırmak mümkün değildir. Bu noktalarda İmamı Âzam göstergedir, rehberdir, kılavuzdur. Bir ilim ve fikir dehasının anlaşılmaması kitleler için bir beladır ama ondan daha büyük bir bela vardır: Bir önderi, taşıdığı değerlerin tam aksine âlet ve araç yaparak sömürmek. İmamı Âzam bahsinde ‘Müslüman’ (!) yaftalı kitlelerin yaptıkları işte bu ikincisidir.

Biz, hayatımızın yaklaşık on yılını vererek vücuda getirdiğimiz iki eserle İmamı Âzam’ı gerçekte olduğu gibi insanlığın önüne koyduk. Bunu yapmakla büyük bir görevi yerine getirdiğimize inanıyoruz. O eserleri okuyan iyi niyetli insanların ortak kanaati de budur.

Bir de İmamı Âzam’ı, fikirleri yüzünden katledip sonra da onu istismar için putlaştırmış, saltanat dinciliği denen riyakâr zihniyet var. Bu zihniyetin İmamı Âzam’a tasallutu devam ediyor. Bizim kitaplarımızdan ciddi biçimde rahatsız olan bu ‘maskeli müşrik zihniyet’, kendisine has şeytaniyeti sonuna kadar işleterek İmamı Âzam’ı, bizim eserlerimizin tanıttığı tarihsel gerçekçilik kulvarının dışına çekip orada geleneksel Emevîci-saltanatçı imansızlığa paravan yapma sevdasını hâlâ sürdürüyor.

Şeytan ile şirkin zinasından doğmuş bu zihniyetin çocuklarından biri, benim İmamı Âzam anlatışımdan duydukları rahatsızlığı bana ağır hakaretlerle söverek ifadeye koymuş. Benim yazdıklarımı okuyup anlaması için dünyaya en az iki kez daha gelmesi gereken bu maskeli müşrik echelin hezeyanlarından anlaşılıyor ki, Emevîci müşrik çeteler, İmamı Âzam’ın gerçek çehresinin ve kimliğinin tanınmasından tedirginler.

Korkunun ecele faydası yok, ey maskeli şirk çocukları! Yalan ve aldatmayı sürekli egemen kılamazsınız. Vakti geldiğinde ‘hak tecelli eder’ ve her şey yerine oturur. Hukukçu, siyasetçi, kültür adamı kimliğiyle seçkin bir yeri olan İbrahim Vecdi Aksakal hemşerimin mektubu, söylediklerimin tanıklarından biridir. 16. Dönem Trabzon Milletvekili olan bu değerli aydınımız, hem genel kültürü hem de medrese usulü tahsili sayesinde din meselesine aşinadır. ‘İmamı Âzam Savunması’ adlı kitabımız için yazdıklarını şükranla aktarıyorum:
“Aziz hocam! Son olarak okuduğum, ‘İmamı Âzam Savunması’  isimli kitabınız beni çok yönlü etkilemiştir. Kısaca, şu iki hususa değinmekle yetineceğim: 1. Bu kitabın yazılmasında incelediğiniz kaynaklar bakımından beynim döndü. Nasıl bir çalışma, nasıl bir gayret ve ne güzel bir ifade! Bu kadar değişik kaynağa inip özgün metinlere atıf yapmak insanüstü bir gayret ve dikkat gerektirir. 2. Bu kitabı okuyunca Muhammed İkbal’in de işaret ettiği, İslam dünyasının düştüğü çok yönlü sarmaldan kurtulmanın güç olduğu yolundaki umutsuzluğum maalesef belirginleşti. Bununla birlikte, sizin yorulmak bilmeyen gayretleriniz günün birinde, gereken ışığı saçacaktır. Gücü olan her ilgiliye bu mecrada görev düşüyor. Siz fazlasını yapıyorsunuz. İnanıyorum ki, yaptığınız, ibadettir. Bu duygularla tebriklerimi ve saygılarımı teyiden ve tekraren arz etmek isterim.”
Kur’an ile uyanmadan mümin olamazsınız!
Kur’an, gaflet içinde kılınan namazların bile rahmet ve mutluluk değil, lanet ve hüsran getireceğini bildirmektedir. Kur’an’daki Maun gerçeği budur. Bizim insanlığın önüne koyduğumuz ‘Maun Suresi Böyle Buyurdu’ adlı eserin devrim niteliğindeki mesajı da budur. Uyanıp benliğinize kavuşarak özgürleşmeden Kur’an mümini olamazsınız, sadece raiyye yani hayvan sürüsü olursunuz ki kitleleri asırlardır, ‘Allah’ diye diye aldatıp uyutan Emevî dinciliğinin istediği de budur. 

Ayşegül Çavdar yazıyor: “47 yaşında ilkokul mezunu bir kadınım. Babam okula göndermedi; bize doğruyu, yanlışı kendince öğretti. Rahmetli annem ve babamdan öğrendiklerimin çoğu yanlışmış. Allah senden razı olsun. Ayşe Özgün’den beri dinliyor ve izliyorum. Ben, şirk deyince Peygamberimiz zamanındaki gibi heykeller falan zannediyordum ama öyle değilmiş. ‘Maun Suresi, Şirk, Allah ile Aldatmak ve Kur’an’ın Yarattığı Devrimler’ adlı kitaplarınızı okumaya çalışıyorum. Kızlarım bana Anneler Günü hediyesi olarak senin İniş Sırasına Göre Kur’an Meali’ni aldılar; okumaya doyamıyorum. Bilerek, bilmeyerek yaptığım şirkleri bıraktım, tövbe ettim.”

“Bizi uyuttular. Senelerdir bir uyanışa ihtiyacımız vardı. Ben uyandım, eşim ve kızlarım sayenizde uyandık. Size dua ediyor, sizi anlamamı sağladığı için Rabbime şükrediyorum! Bu sana senelerdir hayalini kurduğum teşekkür mektubu. Açık yürekliliğini tebrik eder, cesaretini kutlarım. Bilgine, zekâna, aklına, fikrine hayranım. Seni doğurup büyüten anaya babaya duacıyım. Bu dünyada Allahıma bir nebze yaklaştıysam bunun sebebi sensin.”

İbrahim Özinan yazıyor: “İnsanların gerçek anlamda sizi anlayamamasından dolayı kendinizi üzdüğünüzü görüyorum. Kendinizi yalnız hissediyor da olabilirsiniz. Üzülmeyiniz. Tüm toplumlarda 'uyarıcı' olarak adlandırdığımız kişilerin başına gelen bir şeydir bu. Sizi mükemmelen anlayanlar da vardır.

“İnanıyorum ki, Allah Cebrail'i size yardım etmesi için serbest bırakmıştır. Kur’an mesajını temiz ve saf olarak tebliğ etmeye çalışan bir insana Allah yardım edecektir.”

“Kur’an mesajı toplumumuza kendi dilinde sizin tarafınızdan ulaştırılıyor. Bu durumda, kendisine vahiy ulaşmış bir toplum gibi sorumlu oluyoruz. Allah bizi eski kavimlerin durumuna düşmekten korusun! Toplumun tamamı sizi el üstünde taşısaydı buna şaşırırdık. Sizi anlayan insanların desteği sizin için yeterlidir. Bu kişiler ortalarda gözükmemektedir.”

Ahmet Yeşil yazıyor: “19 yaşındayım ve sizi çok yeni keşif ettim. Videolarınızı izlemeye çalışıyorum. Özellikle İslam’ın nasıl yozlaştığını merak ediyorum. Kafamda o kadar yanlış bilgi var ki doğruları ayırt ettirmiyor. Kitaplarınızı almak istiyorum ama param yok. Sadece Kur'an mealinizi alabildim. Ve İnşallah ileride çalıştığım zamanlar bütün kitaplarınızı almak istiyorum.”
Mekke müşrikleri bunlardan seviyeliydi
Bugün Türkiye’de dine musallat olan çıkarcı Maun mücrimlerinin, Kur’an’ın indiği zamandaki Mekke şirk oligarşisinin kodamanlarından daha zalim ve seviyesiz olduğunu Kur’an’ın ilhamı ve hüccetleriyle görüyorum, biliyorum. Halk da artık bu durumun farkında olmaya başlamıştır. Bu idrake örnek olacak birçok ileti var elimde. İkisini veriyorum.

Bülent Fıçıcılar yazıyor: “Öbür dünyada sözüm ne kadar muteber olur bilemem ama bu dünyada Allah’ın sizden razı olduğunu gönül rahatlığı ile ve boynuma bir borç olarak söylemek isterim.”

“40 yaşındayım. 20 yıldan beri sizinle tanışıklığım var. Tüm kitaplarınızı aldım ve okudum.  Sizin müptelanızım. İslam ile ilgili tüm güzel ve doğru bilgileri sizden ve sizin önerdiğiniz referanslardan öğrendim ve öğrenmeye devam ediyorum. Muhammed İkbal’in ‘Bizim İslam'a en büyük faydamız, insanlığa bizim bu dini temsil etmediğimizi söylemek olur’ sözü vardı. 20 yıl önce belki söylenemezdi bu söz Türkiye’miz için ama şimdi söylenecek duruma getirdiler. Müslüman olduğumuzu söyleyemez duruma getirdiler. Şimdi de bunun yerleşik bir hal alması çabasındalar. Ve dünyaya da bu şekilde sunuyorlar; böyle tanınıyoruz. Siz söylemiştiniz, artık İslam denince örnek gösterilecek bir durumu kalmadı Türkiye’nin. Dedikleriniz yönünde bir gidiş var, görüyoruz. Çabalarınızın Allah katında karşılık göreceğine eminim. Ancak, mesajınızın bu dünyada da anlaşılmasını diliyorum. Ellerinizden saygıyla ve minnetle öpüyorum.”

Dincileri dinlerseniz Allah’ı dinleyemezsiniz!

Mustafa Yenihayat yazıyor: “İslam’ı bize öğrettiniz, Allahın kitabı Kur’an’ı bize gerçek anlatımı ile gösterdiniz. İslam’a yaptığınız katkılar, yazdığınız kitaplarla sonsuzluğa taşınacaktır.”
 
“Bir arkadaşımla internette tartışıyorum, İslam konusunda, dedim ki; ‘Kur’an’ı okudun mu?’ ‘Ben Arapça bilmiyorum, okuyan hocalarımdan, şeyhimden öğreniyorum’ dedi. Ben de şöyle dedim: ‘Peki, onun doğru anlattığına inanıyor musun, Kur’an’ın Türkçe meali de var, al kendin oku, öğren; başkasından duyduğuna niye inanıyorsun. Allah’ın ilk emri ‘oku’. Okuyacaksın, öğreneceksin, sonra da yazacaksın, okur yazar olacaksın.’ Adam diyor ki,  ‘Kur’an Arapça inmiş, Arapça okunması gerekir’ dedim ki, ‘Allah, biz Kur’an’ı Araplar daha iyi anlasın diye Arapça gönderdik’ diyor.  Yani peygamberimiz ve ashabı anlasın diye Arapça gönderiyor. Allah’ın kanunu bu. Maksat, gönderilenin anlaşılması.”

“Tv. programları ile geniş halk kitlelerine ulaşmayı tekrar sağlamalısınız. Havuz medyası ve yandaş medyada, baskılar nedeniyle yer bulamadığınız aşikar. Anadolu’da düzenlenecek seminer, panel ve oturumlarla insanlarla yüz yüze konuşmalı, sorulara cevap vererek doğruyu anlatmalısınız.” 
Prometheus hepimiz için konuştu
Hepimizle kastım tüm namuslu aydınlardır. Yunan mitolojisindeki ‘aydınlık öncüsü’ Prometheus’un aşağıdaki sözü bütün zamanların bütün aydınlarının söylemidir. Aklı ve ışığı kullanmayı halka öğrettiği için şirk panteonunun ilahları tarafından cezalandırılan Prometheus, zincirde bağlı iken halka şunu söyler:

“Ben bunca acıya rağmen ışığı size getirdim; artık ona sahip çıkmak ve onu bir daha panteona (yedek ilahlar ekibine) teslim etmemek size kalmıştır.”

Bendeniz de, genelde İslam dünyasına, özel olarak da Türkiye halkına Prometheus’un o sözünü aynen söylüyorum. Bu yüzyılda ve yaşadığımız şu günlerde o sözü söyleme hak ve liyakatine sahip benliklerden biri olduğuma inanıyorum ve bu inancımı açıkça ifade ediyorum. Şükürler olsun, söylemim yankı bulmaya başlamıştır. Bazı örnek iletiler sunacağım. Kendimi övdürmek için değil (çünkü buna asla ihtiyacım yok), tarihe notlar bırakmak için.

Ali Can Ağcaoğlu yazıyor: “23 yaşında bir üniversite öğrencisiyim; Alevi bir vatandaşım. Ailemde ibadetler yapılmadığı ve konuşulmadığı halde sizin sayenizde artık Kur’an okuyorum ve Kur’an’da gösterilen 3 vakit namazı kılıyorum. Şu dünyada yapmak istediğim bir şey varsa o da bir gün sizinle tanışıp elinizi öpüp size teşekkür etmektir. Şu zamana kadar sadece ‘Allah ile Aldatmak’ ve ‘Şirk’ kitaplarınızı okuyabildim. Umarım ilerde tüm diğer kitaplarınızı okuma şansım olur.”

Av. Engin Yeşilyurt yazıyor: “İsrafil’in sura üflemesiyle senin eserlerinle vicdanlara üflemen aynı şeydir. Bana göre, 21. yüzyılın İsrafil’i Yaşar Nuri Öztürk’tür. Her bir eseri bir kıyamet, her bir yazısı bir mahşer, verdiği her bilgi bir haşirdir.”

Seda Sunar yazıyor: “Size sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Bizleri derin bir uykudan uyandırdınız. Bugüne kadar elimize almadığımız Kur'an'ı sayenizde anlayarak okumaya başladık. Bizden yüzyıllardır sakladıkları İslam’ın gerçeklerini anlamaya başlıyoruz.”

Canan Şimşek yazıyor: “Siz bana ve benim gibilere yolunu bulmayı öğrettiniz, nereden başlamamız gerektiğini gösterdiniz. Başkasının istediği gibi olmayı değil, kendimiz olmayı öğrettiniz ve en önemlisi hakka nasıl ve hangi yoldan gideceğimizi gösterdiniz.”

“Bu millet, aklı başına geldikten sonra yatıp kalkıp size dua edecek ama ne faydası olacak namus, şeref, akıl bittikten sonra. Siz hiç çizginizi bozmadan bize her gün yeni ufuklar açıyorsunuz. Allah size hakla, Hakk’ı anlatmayı nasip etmiş, en muhteşem göreve tayin etmiş.”
Fazıl Say’ı susturamazsınız!
Fazıl Say’ın eserlerini cumhurbaşkanlığı korosunun listesinden çıkarmışsınız. Size yakışanı yapmışsınız. Siz onun eserlerini listeden çıkardığınız sırada o, Pekin’de konser veriyordu. Her konser verdiği yerde biletler birkaç gün öncesinden bitiyor. İnsanlık onu dinlemeye devam ediyor. Sizin saltanatınız er geç sona erer ama Say ve benzerlerinin saltanatı ölümsüzdür.

Neden yasaklıyorsunuz Fazıl Say’ı? Sizi eleştiren birkaç cümle söylemiş diye. Siz ne biçim zihniyetsiniz! Susturmadığınız adam kalmadı. Hiç değilse küresel bir sanatçıya tahammül edecek kadar basiretli olun. Hiç değilse göstermelik olarak bu kadarını yapın! Kur’an’dan aldığım bir tabiri kullanacağım: “Kin ve öfkeniz sizi öldürüyor.” Bu öldüren ruh hali, sanata, müziğe, Fazıl Say’a da yasak getiriyorsa durum çok vahim demektir.

‘Baş nefsi emmâre’ ferman etmiş: “Bizi eleştirenin ağzı kapatılacak.” Peki, bir ihbarda bulunayım: Sizi en ağır eleştiren Allah, Peygamber ve Kur’an. Onları da düşman belleyip susturacak mısınız? Maun suresi sizi yerden yere çalıyor. Onu Kur’an’dan çıkarıp atacak mısınız? Kur’an’la alay edenleriniz oldu ama Maun suresini Kur’an’dan çıkarıp atamazsınız.

CUMHURİYETİ KUTLAMAK MI!
Yarın 29 Ekim, Cumhuriyet Bayramı. Fazıl Say’ın susturulduğu bir ülkede, siz gelin de Cumhuriyet Bayramı kutlayın, Cumhuriyet coşkusu yaşayın! Hayır, efendim, hayır! Fazıl Say’a yasak getirilen bir ülkede cumhuriyet coşkusu falan olmaz; cumhuriyet için yas tutulur. Bir kara talih çökmüş ülkenin üstüne! Elveda güzelliklere, estetiğe, coşkuya. Ve böyle olunca da elveda sevgiye, kardeşliğe, kaynaşmaya, paylaşmaya.

Fazıl Say, yaşanan rezalet üstüne tam sanatkârca bir tokat vuruyor karanlığa; diyor ki, “Siz bence müziği toptan yasaklayın!”

Hiç şüpheniz olmasın, ayaklarını o kıvamda sağlam bastıklarında müziği toptan yasaklayacaklardır. Zaten, ‘yandaş ulema’, uzun zamandır kıyıdan köşeden hazırlık yapıyor, konuşup yazıyor, müzik haramdır diye. Hatta bu ‘ulema’ denen neûzu billahlar içinde müzik helaldir diyenleri kâfir ilan eden öküzler bile var. Bir sabah kalkarız ki, müzik toptan yasak. Benzeri çok şeyin ‘bir sabah kalktığımızda’ yasak hale gelmiş olduğunu görmedik mi?

Bu kaosun adı dincilik. Bu kaosu ikinci sıraya atacak bir belaya insanlık henüz tanık olabilmiş değil. Eğer Kur’an’a sorarsanız, olamayacak da. Çünkü bu belanın dayanağı, kitlelerin Allah ile aldatılmasıdır. Ve Kur’an’a göre, Allah ile aldatılmayı etkisiz kılamayanların iflahı mümkün değildir.
 
Yazımızı, Zeynep Oral’ın konumuzla ilgili bir cümlesiyle bitirelim: “Bilin ki, korkunç bile değilsiniz! Sadece gülünçsünüz! Dünyanın alay konususunuz! Parmakla gösterilen ucubelersiniz.”
Cumhuriyet’ten Cahiliye’ye
Emevî dinciliği, özgürlük ve aydınlığımızın simgesi olan cumhuriyetin her gün bir dalını kopararak hayatımızı Afganlaştırıyor. Nimetlerini tepe tepe kullandığı bir değeri, akıl almaz bir nankörlükle yok etmeyi amaç bilen bu katranlı saplantının vücut verdiği yıkımın tarihimizde bir eşi görülmemiştir. Bakalım, bu millet bu yıkımın altından da kalkabilecek mi?
Ülke, Cumhuriyet’ten Cahiliye’ye götürülüyor. Emevî’nin çapsız bir versiyonu olan bu zihniyet, Cumhuriyet’in Kur’ansal gerçeklere tamamen uygun olan devrimlerini, dinleştirdiği Arap gelenekleriyle örselemektedir. Yani bu katranlı dehşet, ‘dindarlaştırmak’ perdesi altında bizi Cahiliye şirkine teslim etmektedir.

Umudumuzu yitirmiyoruz. Yitirmememiz gerektiğini gösteren dayanaklar, gelişmeler var. En önemlisi; bilgi, bilinç ve iman filizleri çok güçlü bir gençlik var. Şimdi onlardan birinin, 14 yaşındaki Cankat Coşkun’un idrak ve iman belgesi gibi duran mektubunu veriyorum.
“14 yaşındayım, Anadolu Lisesi’ne gidiyorum. Cumhuriyet genci olmaktan gurur duyuyorum.
“Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ü anlayabilen, doğru yorumlayabilen çok az kişilerdensiniz. Sizi televizyonda gördüğüm ilk anda size hayran kaldım. Sadece Cumhuriyet hakkındaki  değil çok farklı konulardaki görüşleriniz ufkumu genişletti. Yıllardır cebini doldurmak isteyen kimseler her konuda yalan söylediler ve en vahimi, dini buna âlet ettiler. İnsanlar, dine eklenmiş uydurmalar yüzünden ya dinden soğudu ya da onların himayesi altına girdi. Cumhuriyete ve Atatürk’e nefret kusan kesimler hep dini kullandılar ve uyuyan kitleleri rahatça kandırdılar. Söyledikleri her yalanla bir puan daha elde ettiler.”
“Hiç kimse Atatürk ve din hakkında doğru düzgün bir açıklamada bulunmadı. Sizden ricam, bilgilerinizi paylaşmanız. Cumhuriyeti ve gerçek dini savunmada şu anda bize yardım edebilecek tek kişi olduğunuzu düşünüyorum.”

Canan Şimşek yazıyor: “Dün Cumhuriyet Bayramı idi. Her ne kadar çoğu kişinin bilincinde olmasa bile, bugün bu Cumhuriyetin sayesinde özgür ve güçlüyüz. Ben sizin bayramınızı kutlamak istiyorum; çünkü sizin yarattığınız devrimler Atatürk devrimlerinin devamıdır.”

Aliye König Almanya’dan yazıyor: “Türkiye şu anda işgal altında. Bence siz, Türkiye’ye Allah tarafından gönderilmiş birisiniz. Atatürk de Allah tarafından gönderilmiş biri idi. Atatürk savaş meydanlarında açık savaşlar verdi; siz ise gizli saldırılara karşı savaşıyorsunuz. Ben kendi adıma da Türk milleti adına da sizi gönderdiği için Allah’a şükürler ediyorum. Ne olur, hakkınızı bu millete helal edin!”

Halil Dortkas Norveç’ten yazıyor: “Sevgili pirim! Allah bütün Türkiye’nin ömründen alıp sizin ömrünüze katsın! Siz olmasaydınız biz bu yobaz dincilerle ilmen, fikren nasıl mücadele ederdik! Bu fani dünyadan çok erenler, pirler geldi geçti. Bu bin yılın en büyük pîri tartışmasız sizsiniz. Sizden daha ulu bir pîr görmedim. Daha söylenecek çok şey var ama kısa keseyim. Âlemlerin Rabbi sizi korusun!”
Atatürk’e düşmanlık tutkusu üstüne
Mahmut Emin yazıyor: “Kitaplarınız, yazılarınız, TV sohbetlerinizle çok büyük işler yaptığınızı daima teslim etmekteyiz. Cumhuriyet ile ilgili yazınızı ve okuyucularınızın mektuplarını okudum. Hem duygulandım hem de üzüldüm. Duygulandım, çünkü, özellikle gençlerin bakış açıları heyecanlandırdı. Üzüldüm, zira hemen sizin yazınızdan sonra, yine bir akademik unvanlı kişinin yazısını okudum. ‘Öldüm öldüm dirildim’ derler ya, inanın o hali yaşadım. O kişi de bu ülkede unvanların tamamını almış siz de. Olabilir, insanların görüşlerinde farklılıklar olmalı ki, ilim ilerlesin. Lakin bunu söyleyecek kadar da rahat değilim, emin olunuz.”

“Bahsi geçen hocanın yazısından kendisine ait fikirleri not edeyim de ne demeye çalıştığım iyice anlaşılsın:
 
“Müslümanların karşı çıkmaları gereken ilke laiklikmiş. Türkiye’de devlet dine cephe almış, halkı dinsizleştirmeye yönelmişmiş. Devlet, din hayatına müdahale ve dindarlıkla mücadele etmişmiş. Devlet, dinin yerine bilimciliği ikame etmeye çalışmışmış. Bazı Batı ülkelerinde olduğu gibi yumuşak bir laiklik uygulansa bile Müslüman buna razı olamazmış. Yasama, yürütme, yargı, denetim gibi alanlarda, daha doğrusu hayatın her noktasında, meşruiyet kaynağının din olması gerekirmiş.”

“Bence, savaş cephesi açmış bu hoca kılıklı kişi. Yazınızın giriş bölümü bu gibilere ne güzel de cevap olmuş.
 
“Hocam, varlığınız bizi sevindiriyor. Ne olursunuz şu utanmazla kavgaya tutuşmayınız. Onları umursamamak galibiyetin ilk şartıdır.”

BUNLARDAN ANLAYIŞ BEKLEMEYİN!

Sevgili Mahmut Emin! Umursamamak olmaz; umursarım ama kavgaya falan tutuşmam, çünkü bunun vakit kaybetmekten öte bir işe yaramadığını bilirim. Bu adamlar, bu söylediklerini inandıkları için değil, virüslü kanlarında yer etmiş Türk düşmanlığını tatmin için yapıyorlar.
 
Bu düşmanlıklarını tatmin için yıllardan beri dünyanın bütün haçlı-emperyalist güçlerine en rezil perdeden uşaklığa bile tenezzül ettiler, ediyorlar. Ve etmeyi sürdürecekler.

 Hep söyledim yine söyleyeyim: Haçlı kodamanlar bunlara, faraza, deseler ki, “Sizin kin ve nefretle dolu olduğunuz Mustafa Kemal’in anıt kabrini yerle bir ederiz ama Kâbe’yi de yerle bir ederiz. Atatürk’ün yok edilmesini bu şartla kabul ediyor musunuz?”
 
Evet, haçlı kodamanlar bunu sorsalar, bilesiniz ki, bu kahpeler, bu şartı kabul ederler. Maun suresi dincilikleriyle o surenin lanetlediği namazları bu kabule engel olmaz. Bunların akılcılık, Türklük ve Atatürk düşmanlığı böylesine kuduz bir düşmanlıktır. Durum budur; herkes aklını başına alsın!
Atatürk’e nankörlüğün cezasını ödeyeceğiz!
Bu ceza faturasını hem biz hem İslam dünyası hem de Batı ödeyecek.

Bizim ve Müslüman dünyanın nasıl ödeyeceği, şu andaki ödemelerden belli oluyor. Batı ise bu faturayı, Atatürk aleyhine besleyip palazlandırdığı ‘Müslüman’ yaftalı beyinsizlerin yaratacağı kahırlar ve çektireceği acılarla ödeyecek. Batı, Atatürk bahsinde kaşıkla aldığını kepçeyle geri vermenin hüsranını mutlaka ve muhakkak yaşayacaktır.

Atatürk bahsinde bütün konuşup yazdıklarım, tarihin ve Kur’an’ın verileriyle vücut bulmuştur. Zaman bunu da gösterecektir. Anılan tanıklığın yardımıyla yarattığım üç eser, son derece önemlidir: 1. Türk Kurtuluş Savaşının Kur’anî Boyutları: Büyük ihtimalle üç cilt olacak bu eser henüz yayınlanmadı. 2. Atatürk Gerçeği: Bu eser de henüz yayınlanmadı. 3. Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı: 2012 yılında yayınlanan bu eser, tüm ezberleri bozan bir tarih tezidir.

Kurtuluş Savaşı’ının verildiği ana coğrafya olan bugünkü Türkiye’nin, Mustafa Kemal aydınlık ve nimetine muhatap olmuş kitlelerinin bu eserin kıymetini layıkıyla idrak ettikleri kanaatinde değilim. Tıpkı Mustafa Kemal’in kıymetini layıkıyla idrak edemedikleri gibi…

Tarihin diyalektiği bu ‘görmezden gelinen kıymet’i bir gün elbette gösterecek ve kitlelerin diliyle de ifade edecektir ama gecikmenin faturası ağır olacaktır. Bugün için sevindirici olan şudur: Halkımız, özellikle dinciliğin çektirdiği büyük ıstırapların itişiyle hem Mustafa Kemal’in hem de bizim eserlerimizin anlam ve önemini fark etmeye başlamış bulunuyor. Şimdi, o fark edişe örnek olan mektuplardan örnekler görelim.

Mustafa Yıldırım yazıyor: “Kur'an Verileri Işığında Tasavvuf’ kitabınızın II. cildinin, ‘Kalabalık Dedikleri’ bölümündeyim. Bu bölümü okumaya başlayınca ‘Kur’an Pencersinden Kurtuluş Savaşı’ kitabınızı hatırladım. Düşünüyorum da, acaba diyorum, Mustafa Kemal de kalabalığa hiç beklemediği bir ihsan ve iyilikte mi bulundu? Ona ihanet edildi. Ya Kur’an’a yapılan ihanete ne demeli?!” “Aydınlanmamıza vesile oldunuz; gayretinizin dünyada örnek bir aksiyon oldu.”

Atatürk olmasaydı aydınlanmamız başlamazdı.

Burak Otkum yazıyor: “Ben 28 yaşında müzisyen bir gencim. Küçük yaşlardan itibaren Rabbimin kim olduğunu, dinimin nasıl olduğunu araştırmaya başladım. Çok okudum, çok dinledim. Ne yazık ki hurafeleri okumuş, dinlemişim. Düşünün ki müziğin dinen caiz olmadığına inandırılmaya çalışılmış bir müzisyenim. Neyse ki yirmili yaşlarımın başında sizi tanıdım. İçine düştüğüm bataklıktan Rabbime şükürler olsun, siz beni çıkardınız. Aklın ve bilimin Allah’ı aramada ilk kural olduğunu bize siz öğrettiniz. Rabbim sizi insanlığın başından eksik etmesin!”
İslam dünyası bir gün Atatürk’e dönecek!
Fuat Tıska yazıyor: “Hocam, gün geçmiyor ki sinir bozucu bir olay olmasın. Boko Haram isimli örgüt Nijerya'da 200 kız öğrenciyi kaçırdı. Boko Haram, batı eğitimi haram demekmiş. Tabii ki İslam dünyasına bakınca harama ne kadar dikkat ettiğimiz ortadadır. 200 kızı pazarda satacaklarmış. Bu beyinlerin ülkemizde olmamasının en büyük sağlayıcısı başta Atatürk, sonra sizsiniz. Atatürk'e havlayanların niyetlerinin bir Boko Haram düzeni olduğunu biliyoruz. ‘Osmanlı'nın huzuru gerekli’ diyen, sonra da bu herifleri sevenlerin Müslüman olmadıkları kesindir.”

“İslam dünyası ateş altında kavrulurken, Osmanlı kurulacak diye bekleyenler mümin midir? Âlemin çiti-çubuğu yanarken yumurtasını pişiren bu adamları dinleyenler az değil. Pek çok kişi bugünlerde ‘Canım, tamam, Atatürk büyük adamdı ama Çin'e bak, Amerika'ya bak’ diyor. Atatürk'ün o ülkelerdeki etkisinin farkında değiller.”

“Atatürk fikri bugün, büyük bir İslam Konfederasyonu oluşturabilir. Gel gör ki, sizin deyiminizle, kitaplı ve kitapsız angutlar nedeniyle Atatürk sıkışıp kaldı. Ama ben Ortadoğu'da Atatürk'ün tekrar dirileceğine inanıyorum. Tarih bunu istiyor. Ortadoğu, yaşadıklarının esaret olduğunu fark ettiğinde bir kurtarıcı arayacak. İşte o Atatürk'tür. Ama beyinleri 'raiyye' olanlar bunu anlamaz.”

Hakan Elüman yazıyor: “Eskiden körü körüne Arap örflerini, mezhep yorumlarını Kur’an’ın emri sanırdım. Tv. programlarınızdan sonra kitaplarınızı okumaya başladım, dinimi öğrendim. Sayenizde Atatürk'ü çok sevdim. Şimdi, sizin kitaplarınızdan aldığım bilgilerle dincilere karşı gerçek dini anlatmaya çalışıyorum. Bu adamlar bizi dinden çıkarmışlardı.”

Özgür Gedik yazıyor: “Sizinle tanışmam 20’li yaşlarımda televizyon ekranlarında oldu. O güne kadar acayip, vahşi, tüm canlıların hakkına saygısız  bir dine insanmışım. Sizi izlediğim ilk gece, ellerimle göğsümden beyaz bir güvercin çıkarıp göklere uçurdum. Siz benim ve geleneği dinleştiren ailemin dünya ve ahiretini kurtardınız. Ruhumun kurtarıcısı oldunuz.”

Erkan Duru yazıyor: “Ey Yaşar Nuri! Sen bizden vazgeçsen de biz senden vazgeçmeyiz. Söylediklerini ‘fırçalamak’ olarak algılayanlara bakma! Bu onların nasipsizliğini gösterir. Seni dinleyince aç ruhumuz doyuyor, insan olduğumuzu hatırlıyoruz ve Allah'a imanımız bir kat daha artıyor. Sen, asil kanının son damlasına kadar yaz, biz seni dinlemezsek Büyük Huzur’da gel hakkını al!”   

Orhan Kızılkoşan Hollanda’dan yazıyor: “Allah’a giden yolumdaki pislikleri temizlediğin için sana minnettarım. Allah senden razı olsun. Çocuklarıma vasiyet edebileceğim tek servetsin.”
‘Sosyete hocası ’ ve fesat mollası (1)
Aşağıdaki mektup, biraz sonra tanıtacağımız fesat şebekesinin zulümlerini yakından tanımış ama Allah’ın lütfuyla şebekeden yakasını kurtarmış genç bir aydının tanıklığını önümüze koymaktadır. Tarihin ve Tanrı’nın huzurunda birlikte okuyalım.

Ahmet Kırbıyık yazıyor: “33 yaşındayım ve bir devlet okulunda öğretmen olarak çalışmaktayım. Köşe yazılarınızı, tv programlarınızı ve eski programlarınızın videolarını takip ediyorum. Tokat gibi sözleriniz beni kendime getiriyor. Lise yıllarındayken Ayşe Özgün Hanım’la yaptığınız programları izlerdim. Ancak o zamanlar ‘cemaat’ öğrencilerindendim ve söyledikleriniz bana komik, ciddiye almaya değmez gelirdi. Sizi bir ‘sosyete hocası’ olarak görüyorduk. Bu yüzden hakkınızı helal etmenizi diliyorum. Son yıllarda Türkiye'de olup bitenlerin gerçeğini kavradıkça, sizin Türk-İslam âlemi için değeri ölçülemez, yeri doldurulamaz bir düşünür olduğunuzu anladım.”

“Laikliği İslam'ın bizzat istediği bir kavram olarak nitelemeniz beni düşünmeye sevk etti. Gördüm ki, yaşadığımız coğrafyada özgürlüğü, kardeşliği ve eşitliği bizim gibi yaşayan bir Müslüman toplum daha yok. Bunu laik toplum yapısına borçluyuz. Şükürler olsun ki, Atatürk gibi bir lider bu topraklardan geçmiş. Ve sizin gibi bir İslam âlimi, bize dayatılan Arap âdetleri ve hurafeleriyle doldurulmuş dinin gerçeğini bize öğretiyor. İslam dininin akılla, bilimle, laiklikle çelişmediğini, çelişir gibi göstermenin saltanat dincilerinin bir illüzyonu olduğunu sayenizde öğrenmiş bulunuyoruz.”

GAYRETULLAH’A DOKUNDULAR!
‘Sosyete Hocası’ nitelemesi, pislikleri ‘Paralel Yapı’ tartışmalarıyla ortalığa saçılan emperyalist haçlı yamağı fesat şebekesinin beni etkisiz kılmak için kullandığı şeytanî bir karalama tabiridir. Bir yandan bana devrin cumhurbaşkanı ile birlikte ‘Halkla İletişim’ ödülü verdiler, bir yandan da fesat tezgâhları işleterek itibarımın altını oymaya çalıştılar.

Ben, bütün varlığım ve gayretimle Kur’an’a hizmet ettim, onlar beni etkisizleştirmek için ‘sosyete hocası’ diye sürekli karaladılar. Ben de onları Kur’an’a havale ettim. Ve Kur’an onları çarptı, belalarını verip dünya âleme rezil etti.

Fesat şebekesi, bize yakıştırdığı tabir yüzünden çok beddua aldı. O beddualar, yerine ulaştı. Fesat şebekesinin, on yıl boyunca Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkmak ve Türk Ordusu’nu tasfiye etmek üzere, saltanat dinciliği ve haçlı emperyalizmle oluşturduğu işbirliği, çıkar çatışmaları yüzünden dağıldı ve bu iki karanlık yapı birbirlerini yıpratmaya başladı.

‘Sosyete hocası’ nitelemesine karşı bir söylem geliştirmiştim: ‘Fesat Mollası’. Fesat Mollası, fesat şebekesinin takkeli başı için kullanılmıştır. Bu şebekede her şey, emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirildiğinden, beni nitelemede kullandıkları o tabirin mucidi de şebekenin başıdır. Bunu yıllar önce kendilerine de söyledim ve bu zulme son vermelerini rica ettim. Ne fayda! İtham ve iftira dozunu daha da arttırdılar.
Sosyete hocası’ ve Fesat Mollası (2)
Fesat Mollası’nın tahrip şebekesi, bir yandan beni, halkı uyandırmaya yönelik gayretlerim yüzünden ‘dini sosyetenin keyfine uydurmak’ gibi zalim bir ithamla karalarken, öte yandan, Vatikan'da Papa’nın, ABD’de CIA’nın huzurunda arzı ubûdiyet ederek, Atatürk, Cumhuriyet ve Türk Ordusu aleyhinde işletilen intikam politikalarında, aynı amaçlı dinci ve dinsiz herkesle ortak hizmete koyulmakta hiçbir sakınca görmedi.

Maun talancısı maskeli müşrikler tarafından ‘marka Müslüman’ı’ diye itham edilip itilen insanları kucaklayan mesajımızı ‘cehennemliklere hizmet’ ve ‘dinden taviz’ olarak niteleme vicdansızlığını gösteren fesat şebekesi, bu dediklerini bizzat kendisinin ve hem de Kelimei Şehadet düşmanı emperyalist güçlerle işbirliği halinde yürüttüğünü, tarihin tanıklığından uzun süre kaçıramadı. Pislikleri ortalığa döküldü ve dünya âleme rezil oldular.

Cumhuriyet tarihinin en büyük zulüm ve hıyanetlerinin faili olan fesat şebekesi, müstahak olduğu cezanın sadece bir kısmını bulmuştur. Kötülüklerinin faturası elbette ki bu kadarla ödenmiş olamaz; daha ödeyecekleri pek çok fatura var. Ortağıyla birlikte ocaklar söndürmüş, canlar almış, gözyaşları döktürmüş, yürekler yakmışlardır. İçine gömüldükleri pislikleri, kanları, irinleri okyanuslar bile temizleyemez. Tek temizleyici cehennem ateşidir. Tanrı ve tarih sabırlıdır; Cenabı Hak o temizliği de yapacaktır elbette!

Fesat Şebekesi’nin çelişkileri
Fesat Şebekesi’nin başındaki Fesat Mollası, kendisine ‘Asrın Mevlana’sı’ (!) diye methiyeler düzdürdüğü bir sırada, eski tahrip ortağı Atatürk düşmanları tarafından ‘asrın Müseylimetül kezzabı, âlim müsveddesi, bozguncu başı, Haşhaşî çete lideri…’ gibi nitelemelerle suçlanır oldu. Dedik ya, Allah âdildir.

Fesat Şebekesi’nin Allah ile aldatma üzerine oturan ve Atatürk Cumhuriyeti’ni tahrip amacına yönelen faaliyetleri, İslam’ın hemen hemen bütün düşmanlarıyla işbirliği kurmasını, yirmi dört saat Kur’an’la nefes alıp veren bize ise saldırmasını gerekli kılmıştır. Bütün hayatımızı Kur’an’a hizmete vakfetmiş olmamız onların vicdanlarında bize karşı en küçük bir acıma ve sevgi hissi uyandırmadı. Nefsi emmârelerinin buyruğundan bir milim dışarı çıkmadılar.

Ben, yer aldığım bilim ve fikir kulvarının icabı olarak kendileriyle en küçük bir çekişmeye, kavgaya girmediğim halde benden feci biçimde rahatsız oluyorlardı. Sebep açık ve net: Ben akılcı, Kur’ancı ve Atatürkçü idim.
Fesat Mollası, hurafeleri din yaparak kitleleri aldattığı için akılcı olamazdı. ‘Kur’an İslamı’ diyenleri ‘sapık’ ilan etme illetine duçar olduğu için Kur’ancı da olamazdı. Ve nihayet, Cumhuriyet, aydınlık, bağımsızlık, özgürlük düşmanı olduğu için Atatürkçü de olamazdı. Fesat ocağını başarılı kılmak için nereye sığınacaktı? Adresler belli: Kelimei Şehadet ve Türk düşmanı haçlı emperyalizmle onun Türkiye içindeki Atatürk ve akıl düşmanı işbirlikçileri. Fesat Mollası ve şebekesi, zaferini bunlarla işbirliğine uyarladı.
'Ebu Zer’ mesaj ve mücadelesini tanımalıyız!
Yıllardır benim sözünü ettiğim, sizlerinse ha bire sorup durduğunuz kitap çıktı. Dosyası yirmi küsur yıl önce açılan ve tam adı ‘Emevî Dinciliğine Karşı Mücadelenin Öncüsü: Ebu Zer’ olan kitap 400 sayfa ve beş bölüm.

Birinci Bölüm, Ebu Zer’in hayatını, misyonunu ve çektiği ıstırapları anlatıyor.

İkinci Bölüm’de Ebu Zer mücadelesinin fikir planı genel çerçevesiyle ele alınıyor. Bu bölüm şu fasılları içeriyor: 1. Emevî Hanedanının Kur’an Mesajına Darbesi, 2. İsyan Ahlakının Unsurları, 3. Korkunun Üstüne Çıkış, 8. İman ve İtaat, 9. Ebu Zer Ahlakının Yedi İlkesi, 10. Ebu Zer Ahlakının Omurgası: Melâmet

Üçüncü Bölüm’de Ebu Zer’in fikrî ve fıkhî kişiliği inceleniyor. Bu bölümün temel fasılları şunlar: 1. Servet Azgınlığına ve Kamu Malı Talanına Karşı Mücadelenin Öncüsü, 2. Ruhçu Sosyalizmin Yolunu Açan Sahabî, 4. Tarihin İlk Radikal Toplumcusu.

Dördüncü Bölüm, Ebu Zer mücadelesinin Kur’ansal dayanaklarını tahlil etmektedir. Ana fasıllar şunlar: 1. Kur’an’ın Mülk Kavramında Sakladığı Mesaj, 2. Kur’an’da Ezenler-Ezilenler Diyalektiği, 3. Servet ve Servet Sahipleri, 4. Paylaşımcı Toplum ve Paylaştırıcı Devlet Talebi, 5. İsraf Yasağı, 6. Kamu Malına Tecavüzün Lanetlenmesi, 7. Ebu Zer Mesajının Muhammedî Öğreti Açısından Durumu

Beşinci ve son bölümde, Ebu Zer ruhunun kitlesel zuhurları, başka bir deyişle Ebu Zer Ruhu Taşıyan Müslüman İsyanlar ele alınmıştır. Ana başlıklar şöyle: 1. Zenc İsyanı veya Köleliğe Karşı Savaş, 2. Karmatî İsyanı veya Sarıklı Feodalizme Karşı Savaş, 3. Babaîler İsyanı, 4. Simavnalı İsyanı, 5. Patrona Halil İsyanı, 6. Taksim Özgürlük Direnişi

Bu bölümlerin her birinde verilen bilgilerin her biri, İslam dünyasının, özellikle Allah ile aldatılan Türkiye’nin mutlaka ve muhakkak tanıması gereken mesajlar içermektedir. Yaptığımız iş, zaten bu mesajları vermektir. Vicdanın ve Kur’an’ın bizden istediği de budur. Halkımız bunu layıkıyla yaptığımızın idraki içine girmeye başlamıştır. İşte itiraf örneklerinden bazıları:

İlyas Kocakaya yazıyor: “Sizi elimden geldiğince takip etmeye, anlamaya, özümsemeye çalışıyorum. Sizin sayenizde Fâtiha suresindeki ‘doğru yolda, nimet verilenler yolunda’ olduğumu hissediyorum. Siz bu karanlıklar içindeki ülkeyi aydınlatmaya çalışan bir ışıksınız. Sağ olun ve her daim var olun!”

Osman Tolga Kayan yazıyor: “Sevgili Yaşar Nuri! Bu millet senin cumhurbaşkanı olduğun bir ülkede yaşamayı hak etmedi. Şu an o makama oturanı hak ediyor. Allah herkese layık olduğunu işte böyle verir. Acılar çekilsin ki, diyet ödensin! Bu yaşananlar ve yaşanacak olanlar önümüzdeki kuşaklara ibret olacak. Büyük Atatürk ‘Türk milleti zekidir, çalışkandır, ahlaklıdır” derken bir gerçeği değil, bir temenniyi dile getiriyormuş.”
Ebu Zer kitabım, ‘Aksaray’ için yazılmadı!
Önce bir mektubu okuyalım, sonra konuşalım.
Arif Gümüş yazıyor: “Bugün dikkatimi çeken bir noktayı sizinle paylaşmak için yazıyorum. Aksaray’ın inşaatı bitip kullanıma başlandıktan kısa bir süre sonra sizin ‘Ebuzer’ kitabınız çıktı ve ben bu ismi bu sarayın yapım sürecinde, buna paralel sizin kitabınız çıkana kadar hiçbir muhalifin ağzından duymadım. Bugün haberlerde ve programlarda Ebuzer'den bahsedildiğini gördüm. Kılıçdaroğlu, ekranlarda, ‘Kendi paranla yaptıysan israf, milletin parasıyla yaptıysan haram’ diye bağırıyor. Ebuzer’i anlatan film sahnesinde Ebuzer’in ‘Bu sarayı yık!’ dediği sahne gösteriliyor.
 
Ben o an tebessüm ettim ve aklımda sizin tarihin akışıyla paralel gittiğiniz fikri uyandı. Sarayın bitiminden sonra sizin kitabınızın çıkmasının tesadüf olmadığına inanıyorum. Allah, size bu ülkenin refahını görmeyi nasip etsin.”

O ‘muhalifler’ benim söylediklerimin hangisini ben söyleyinceye kadar biliyorlardı? Ebu Zer’i de bilmiyorlardı elbette. Daha bilmedikleri neler var, neler! Yazıp söylediğimiz halde alıntı yaptıkları birkaç cümleyi bile eksik aktarıyorlar.

Bu dert, sadece muhalefetin değil, tüm siyasetin. Muhalefettekiler böyle de iktidardakiler farklı mı? Hayır! Onların durumu daha da acınası. Siyasîlerin büyük bir kısmı okumuyor, okuyanlarının önemli bir kısmı da okuduğunu anlamıyor. Düzelir inşallah!
 
Aklımdan bile geçmedi
Bütün vicdanımla söylüyorum, Ebu Zer kitabımı baskıya verirken ‘Aksaray’ veya ‘Karasaray’ aklımdan bile geçmedi. Böyle şeyler hakkında ancak soru sorulursa konuşurum.

Hem o dört yüz sayfalık kitap öyle birkaç ayda yazılıp bitecek bir kitap mı? Siz kitap yazmayı ne sanıyorsunuz? Ben o düşündüğünüz türden kitap yazanlardan değilim. Benim her kitabım benim bütün hayatım demektir. Ebu Zer kitabının dosyası, önsözünde de söylediğim gibi, otuz yılı aşkın bir zaman önce açıldı. Yıllardır yayınlamam isteniyor. Nihayet yayınlandı.

Gündemle kitabım arasında bir tevafuk olmuşsa, onu bana Allah'ın bir lütfu, tarihin diyalektiğinin bir bağışı sayarım. Buna benzer ne ‘tevafuklar’ var o kitapta. Demek ki bir ilim ve fikir adamı olarak istikamet üzere gidiyorum. Bu ülkenin refah ve mutluluğunu inşallah hep birlikte görürüz. 
Has Bahçe gerçeği ve Halil İnalcık'a şükran
Yeni çıkan ‘Ebu Zer’ adlı eserimizin beşinci ve son bölümünde, İran Sasanî İmparatorluğu zamanında başlayıp Selçuklularla devam eden ve Osmanlı İmparatorluğu’nda israf, şer ve şirkin doruklarına tırmanan ‘has bahçeler’ ayrıntılanmıştır.

Bu bölümün ana kaynağı, ‘Şeyhül Müverrihîn’ (Tarihçilerin Üstadı) diye anılan dev tarih bilgini Prof. Dr. Halil İnalcık’ın şaheseri ‘Has Bağçede Ayşu Tarab’ adlı kitaptır. (İş Bankası Yayını, 2011) İnalcık’ın, bilim ve kültür tarihimizde bir devrim olarak gördüğümüz bu kitabındaki verileri Kur’an açısından tahlile tâbi tutarak 6 asrı aşkın bir zamanın Allah ile aldatma serüvenini bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyoruz.

Bugüne kadar üstü örtülen gerçekler, bu tahlillerle gün ışığına çıkmakta ve asırlardır aldatılan kitlelerin vicdan kulaklarına üflenmektedir. Bu tahlillerin deşifre ettiği gerçekler kavranmadan ne tarihimizi anlamamız mümkündür ne de Allah ile aldatılmaya son vermemiz.

Türkiye’nin anasını, dinini ağlatan saltanat dinciliği (veya Emevî faşizmi), Türkiye insanına en büyük kötülüğü, bu tahlillerle önümüze konan gerçekleri saklayarak yapmıştır. Halil İnalcık üstadımıza, tahlillerimize imkân veren malzemeyi hazır hale getiren şaheserini yazıp yayınladığı için minnet ve şükran arz ediyor, mesaisini tâzimle anıyoruz.
İlim malzeme verir, müçtehit ve müceddit düşünürler de Allah’ın lütfettiği terkip ve felsefe yeteneğiyle bu malzemeyi değerlendirerek insanlığa yön veren reçeteler çıkarırlar. Böylece, Allah veya Allahsızlık ile aldatılıp susturulan kitlelerin ufku, yolları açılır.

İtiraf iletileri gösteriyor ki, ufku ve yolu açanlardan biri de biziz. Tanrı’ya sonsuz şükürler olsun!
Kayseri’den yazan ve adını saklı tutmamı isteyen bir bayan okuyucum şöyle diyor: “Sizden Allah bin kere razı olsun. Sizi ne kadar çok sevdiğimi, size nasıl saygı duyduğumu bir anlatabilsem! 30 yaşındayım ama arkama şöyle bir baktığım zaman, doğumumdan 25 yaşıma gelinceye kadar, yani sizi gerçekten dinleyip anlayana kadar, ömrümün koca bir bölümü hurafelerle saptırılmış din düşmanlarıyla geçmiş. İyi ki varsınız.”
“Tüm kitaplarınızı alamıyorum. Ya çocuğumun süt parasını kesip kitaplarınızı alacağım ya da kitapları almayıp o derin bilgilerinizden mahrum kalarak çocuğumun karnını doyuracağım. İmkânım olsa sadece kendime almakla kalmayıp etrafımdaki dini saptıran din düşmanlarıyla Müslüman görünümlü şeytanların gözüne sokup ‘Alın okuyun da adam olun!’ diyeceğim.”

Nur Yaşar yazıyor: “1940 doğumlu, Jeoloji yüksek mühendisiyim. Uzun yıllardır sizin ve kitaplarınızın takipçisiyim. Ebu Zer kitabınızı okudum, özellikle 5. bölümdeki görüş ve uyarılarınız için teşekkür ederim. Kitabınızdan 5 adet aldım, bugün 5 adet daha sipariş verdim. İstedim ki, arkadaşlarım, dostlarım da bu bilgilerden faydalansın.”
‘Her şeye rağmen temiz kalmak’
Başlığı, bir okuyucumun mektubundan aldım. Kültür, zekâ, feraset ve karakter üstünlüğü her satırında belirginleşen bu mektup, yeni çıkan ‘Ebu Zer’ adlı kitabımın yarattığı duygularla yazılmış. Başlık, Ebu Zer kişiliğinin, Ebu Zer mesaj ve mücadelesinin bir ifadesi sayılabilir. Ebu Zer, ‘her şeye rağmen temiz’, tertemiz kalmanın sembolüdür.

Ne mutlu bana ki, bu duyguların vücut bulmasına ve onların benimle paylaşılmasına tanık oluyorum. Şimdi gözyaşı kadar samimi, yürek acısı kadar yakıcı mektuplardan bazılarını okuyalım:

‘Ümit’ rumuzlu okuyucum yazıyor: “Ebu Zer kitabınızı aldım. Daha önsözünde gönüller fethediyorsunuz. Ne mutlu size ki, Cansız Hoca gibi bir hocanız olmuş ve ne mutlu Cansız Hoca'ya ki, sizin gibi bir öğrencisi olmuş. Önsöz’ünüzün bir başka güzel yanı, sizin kişiliğinizin daha iyi anlaşılmasını sağlaması. Sizi anlayamayan insanların, kişiliğinize ve yetişme ortamlarınıza ilişkin detaylarla, sizi kendilerine daha yakın hissedeceklerini ve anlattıklarınızı daha kolay kavrayacaklarını düşünüyorum.”

“Zulümler ve zalimler dünyayı ‘siccîn’e çevirdi. Zulüm, çocuk veya ihtiyar ayırmıyor, zayıf-biçare ayırmıyor, kardeşkanı demiyor, hiçbir sınır, hiçbir destur tanımıyor. Zalimlerin başarılı olması için iyi insanların sessiz kalarak zalimleşmesi yeterli. Olan bitene engel olmaya gücü yetmeyen, ama tüm kalbiyle tiksinen insanların, ‘temiz kalmak’ için azmi bileniyor. Her şeye rağmen temiz kalmak, işte bütün mesele bu!”

“Bunca ıstırap bizleri alazlayıp dururken, bazılarımızın olsun gönül gözleri açılıyor, görünenin arkasındaki o asıl gerçek daha belirginleşiyor. Toplumun zerrelerine yayılmış zulmü yaşlı gözlerle izleyen insanlara sizin varlığınız bir rahat nefes oluyor. Bize de, satır aralarında Allah'a şöyle sığınmak kalıyor: “Rabbim! Ne olur, aç kapıyı, ben geldim! Sana layık olmadığımı biliyorum ama eğer sen kapıyı açmazsan, gidecek başka yerim yok!”

Can Yetkin yazıyor: “Üç kelime sadece: Sizi çok seviyoruz. Bir de küçük bir tespit: Bir insan sizdeki bu enerjiyi, bu özgüveni, bu cesareti, bu özgürlüğü, hakkı böylesine haykırabilmeyi ve zulme böylesine karşı çıkabilmeyi ancak Allah’ın kelamından aldığı güçle elde edebilir. Sevgiler.”

Mustafa Özuzun  yazıyor: “25 yaşında bir mühendisim. Ömrümde sizin kadar donanımlı bir insan daha görmedim. Sizi okurken, izlerken resmen bilgi fışkırıyor kaleminizden, dilinizden, gözlerinizden. Allah sizin gibi insanları bu toplumun başından eksik etmesin. Okumayan ve araştırmayan bir toplum olarak sizin gibi değerlere görsel medyada büyük ihtiyacımız var. Gerçekten çok değerlisiniz. Ne olur, yılmayın, yorulmayın!”  
Tanrım! Öğretmenler Günün kutlu olsun!
‘Tanrı’nın meslektaşları’ tüm öğretmenlerin öğretmenler gününü kutluyorum.

Başlık sizi şaşırtmasın. Tanrı’nın mesleği olur mu demeyin. Tanrı’nın temel iki mesleği olduğunu Kur’an’dan öğrendim: Yaratıcılık, öğretmenlik. Unutmayalım: Tarihin bütün yaratıcı benlikleri aynı zamanda birer öğretmendir. Onların en büyüklerinden biri olan Gazi Mustafa Kemal’e bakın. O aynı zamanda kara tahtada dersler veren bir öğretmendir. Dinci dinsizlerin, galiba, padişahların has bahçe-işret arenalarıyla karıştırarak eleştirdikleri Gazi sofralarında kara tahta ve kucak dolusu kitap vardır. O sofralar, padişahların has bahçelerinde kurulan şarap, esrar ve oğlancılık ‘sofay-ı hümayunlar’ı değil, dershane sofralarıdır.

Tanrı’nın aynı zamanda bir öğretmen olduğunu ifade eden 22 ayet var Kur’an’da. Kullanılan kelime ‘öğretmen’ anlamında kullanılan muallim kelimesinin fiil şeklidir. Tanrı’nın öğretmenliğini ifade için, 22 yerin 11 tanesinde geçmiş zaman (âlemle: öğretti), 11 yerde de geniş zaman (yuallimu: öğretir) kullanılmıştır.

Çarpıcı noktalardan biri de şudur: Cenabı Hak, Kur’an’ı öğretmesinden söz ederken kendisini Rahman sıfatıyla öğretmenlik yapan bir kudret olarak tanıtıyor: “O Rahman! O öğretti Kur'an'ı, O yarattı insanı, O öğretti ona beyanı.” (Rahman, 1-4)

İnsana kalemle yazmayı, kalemi kullanmayı öğreten de Tanrı’dır ve bu gerçek, Kur’an’ın ilk vahyedilen ve “Oku!” emriyle başlayan beş ayeti içinde verilmiştir:  “O'dur kalemle öğreten/kalemi kullanmayı öğreten O’dur! Bilmediği şeyi insana O öğretti.”

Kur’an’a göre, öğretmenlik aynı zamanda vahyi getiren melek Cebrail’in de mesleğidir. (bk. Necm suresi, 5) Ve onlarca ayete göre, öğretmenlik tüm peygamberlerin ortak mesleğidir. Yani öğretmenlik bir Tanrı, Cebrail ve peygamber mesleğidir. Bundan anlaşılır ki, bir toplumun mutluluğu hak edip etmediği bu mesleği temsil edenlere verdiği değerle ölçülecektir.   

En büyük mutluluklarımdan biri de bu Tanrı mesleğine mensup olmamdır. İki yıl liselerde beden eğitimi ve Fransızca hocalığı, 27 yıl da, yurtiçi ve yurtdışında üniversite hocalığı yaptım. Milletimin çocukları beni unvanlarımın en yücesiyle anmaya başlamıştır. Hem de ‘Türk Milletinin Hocası’ nitelemesiyle! Gelen iletilerin çoğu bu yüce unvana atıf yapıyor. Mutluluğumu tarif etmeye gücüm yetmez.

Güzide Filiz iki ileti göndermiş. Şimdilik, öğretmenler günüyle ilgili satırlarını alıyorum:
“Büyük Türk Milletinin Sevgili Yaşar Nuri Hocası! Öğretmenler gününüzü en içten, en güzel dileklerimizle kutlar, size daha nice sağlıklı ve güzel yıllar temenni ederiz. Ulusumun değerli öğretmeni, rehberi, ışığı Yaşar Nuri Öztürk Hocam! Milletinizi aydınlatmaya çalışıyorsunuz, yoğun çalışmalar içindesiniz; Allah size kolaylıklar versin! İyi ki varsınız!”
Evet, Ebu Zer derman olur!
“Ebu Zer kitabınız bana derman oldu” diyor bir okuyucum. Evet, Ebu Zer, hakkıyla okuyup değerlendirenlere derman olur. Bireysel düzeyde de derman olur, toplumsal çapta da derman olur.

Ebu Zer’in verdiği eylemli mesajlar, Kur’an vahyinin temel mesajlarıdır. O mesajların bin küsur yıldır üstü örtüldüğü için biz onlardan yararlanamadık. Çünkü o muhteşem mesajları bilmiyoruz, yadırgıyoruz, yok sayıyoruz. Ve böyle yaptığımız için de iki yakamız bir araya gelmiyor, daha doğrusu belamızı buluyoruz.

Ebu Zer mesajını bilmeyenlerin cezası, Muaviyeler tarafından yönetilmektir. Ve işte biz bu cezayı çekiyoruz, o günahın faturasını ödüyoruz. Ve daha ödeyeceğiz…

Şimdi, bu idrake ulaşmış okuyucularımdan aldığım bazı iletileri sizinle paylaşacağım.

Burak Tuncel yazıyor: “Almanya’da yaşayan bir gazeteci ve tiyatro sanatçısıyım. Felsefe ile ilgilenen ve 4 kitabın gerçek mesajını anlayan kişiler şu dönemde çok kahırlı günler geçiriyor. Her yerde niteliksiz, sadece midesini düşünen insanları gördükçe kahroluyorum, içimde yanardağlar patlıyor ve geceleri uyuyamıyorum. Mevlana, ‘Gören göz uyuyamaz’ diyor. Biliyorum ki, sizin sayenizde hakikati arayanlar ve bulanlar azınlıktalar ama asla yalnız değiliz, asla!”

“Bu kahırlı günlerde Ebu Zer kitabınız bana çok büyük  derman oldu ve onun sayesinde içimde yeni devrimler gerçekleşti. Ümit ederim ki, bu millet bunun kıymetini geç olmadan anlar.” 

Eren Almacı yazıyor: “Bütün kitaplarınızı okudum. Yeni çıkan Ebu Zer de dâhil. Artık kendime Kur’an mümini diyorum sizin sayenizde. Sizi övmek isterim ama bu çok uzun olacağı için geçiyorum. Artık Arap Alevileri sizden Hz. Ali-Muaviye çekişmesini anlatan ve Hz. Muhammed'in ehlibeytinden bilgiler veren kitap bekliyor. Sizin ayrıştırıcı değil, birleştirici özelliğinize hep vurgu yapılıyor. Allah size uzun ömür versin!”

Sinan İgar yazıyor: “Bizleri derin bir uykudan uyandırarak gerçek İslamiyet’in ne olduğunu anlattınız. Sizi dinlerken dünya ile ilişkim kesiliyor, âdeta farklı evrenlere yolculuk yapıyorum.”

Arif Gümüş yazıyor: “Kaleme ve satır satır yazdıklarına yemin eden Allah'a şükrediyorum ki, sizin gibi bir ilim ve fikir adamını bu ülkeye nasip etti. Bu ırmak hep aksın Hocam! Allah'a sadece inanmakla kalmayıp ona güveniyorum: İsim ne olursa olsun, sizden önce olduğu gibi sizden sonra da o ‘ruh’ dünyaya gelmeye devam edecektir.”
Sıkılmaması gereken eller
Ebu Zer, yani Hz. Muhammed’e iman etmiş dördüncü kişi ve Hz. Muhammed’in “Güneş bu Ebu Zer’den daha dürüst bir insan üzerine doğmamıştır” diye yücelttiği büyük ruh, Emevî hanedanına mensup olan üçüncü halife Osman döneminde valilik yapmış olan kişilerle karşılaştığında onların birçoğunun ellerini sıkmamıştır.

Mesajın ihtişamı da ürperticiliği de Ebu Zer’in gösterdiği gerekçede saklı. Diyordu ki Ebu Zer, “O eller, Müslümanların mallarından bir şeyleri aşırmış olabilir.” (Ebu Zer, s. 137)

Sadece ‘Olabilir’ bunu yaptırıyorsa, milyar Avro'luk talanları yapan ellerin durumu nedir? Cevap belli: Maun suresi o elleri ve onların sıvazladığı alınları lanetliyor. Bunu bilmek, ardından da eylemli tavır koymak zorundayız. Aksi halde, çocuklarımıza mutlu yarınlar bırakamayız.

Şükürler olsun ki, sıkılmaması gereken pis ellerle o ellerin sıvazladığı kirli alınları fark etmeye başlayan bilinçli bir kuşak vücut bulmaktadır. İşte o kuşaktan sarsıcı sesler:

Murat Kırgeç yazıyor: “2009 yılından beri okuduğum ‘Surelerin İniş Sırasına göre Kur’an-ı Kerim Mealinizden, Allah’ın gerçek dinini öğrendim. Buna vesile olduğunuz için sonsuz teşekkürlerimi sunarım.”

“Ülkemizde son yaşadığımız süreçler, vicdan sahibi her insanı rahatsız etmektedir.  ‘Allah ile Aldatmak’ adlı eserinizdeki en son bölüm her şeyi özetliyor: ‘Allah ile aldatmanın saltanat devri: AKP iktidarı dönemi.”

“Benim nazarımda ülkemiz artık İsra suresi 16. ayetin tecelli aşamasına gelmiştir. Allah ile aldatma odaklarının yaptıkları ve halkımızın bunlara karşı yaşadığı akıl tutulması birçok ayette Kur’an mucizesi olarak karşımızdadır. Maun suresinde, kamu hakkı talanı ve riyakârlık, Kasas suresi 41. ayette, ateşe çağıran önderlere dikkat çekiliyor, Bakara suresi 104. ayette, ‘Sürüleşmeyin’ emri veriliyor, Yunus suresi 100. ayette, Allah’ın, aklını kullanmayanlar üzerine pislik indireceği gösteriliyor.”

“Eserlerinizde her zaman söylediğiniz gibi, Lanetlenen Soy Emevîler’den beri gelen yobaz tezgâhı artık felaket boyutunda. Belirttiğiniz üzere; ‘Bu millet Mustafa Kemal Atatürk’e yaptığı nankörlüğü çok ağır ödeyecektir.’ Bu Millet artık hak ettiği cezayı ödemeye başlamıştır. Bedel giderek daha da ağırlaşıyor.”

Murad Selimov Bakü’den yazıyor: “Kur’an’ı bize doğru olarak siz anlatıyorsunuz. Şükranlar size, bizi aydınlattığınız için, bize doğru yolu gösterdiğiniz için. Biz Kur’an’ı okumuyoruz, hep duvarlara asıyoruz bezek eşyası gibi. Kur’an’ı okuyup anlamadığımız için, başımıza bin musibet geliyor.”
Maun Sarayı'nın düşündürdükleri
Bir Maun harcaması olan ve bu haliyle bir kamu hakkı ihlali oluşturan Maun Sarayı, yıllar ve yıllar Atatürk’ü israf, lüks, milletin malından saçıp savurma gibi tamamıyla tersi doğru olan iftiralarla karalayan zihniyetin çocuklarının eseridir.
 
Bir milletin Kurtuluş ve Aydınlanma savaşını hem de dünyaya karşı vermiş ve başarmış bir önderin, savaş yıllarında karargâh gibi kullandığı ve sonradan cumhurbaşkanı konutuna dönüştürdüğü mütevazı Çankaya Köşkü’nü bir israf ve debdebe arenası gibi tanıtanlar bir de baktık, iki bin odalı Maun ve Karun sarayı için milletin beş katrilyona yakın parasını harcamışlar.
 
Hani bunlar dindardı, ‘Muhammedî sünnete uygunluk’ iddiasında kimselere laf bırakmıyorlardı. Hani, ‘Sahabe-i kiram hazarâtının o kanaatkâr, yarı aç, yarı tok hayatları bunlar için temel örnekti.’ Devleti bunlar yönetseydi, ‘Mustafa Kemal’in israf sofraları’ yerine gariban halk sofralarında karın doyuracaklardı.

Bunların tümü yalan, tezvirat ve aldatma imiş!
Demek ki, bütün o iddiaları, imkânları ellerine geçirinceye kadardı. Mühür ellerine, koltuk altlarına gelince o sözlerin hepsi uçup gitti; yerine tağutlaşmış nefsi emmârelerinin hegemonyası oturdu. Anlaşılmıştır ki, o dillerine doladıkları ‘sünnet, kanaatkârlık, sahabe’ gibi sözler gırtlaklarından aşağı geçmeyen Allah ile aldatma malzemesidir.
Maun Sarayı sakininin makamında, ama Gazi Paşa’nın o küçücük ‘köşkü’nde, bunlara göre asla dindar olmayan Ahmet Necdet Sezer de görev yaptı. TBMM’nin Köşk için takdir ettiği yıllık bütçenin üçte birini yılsonunda devlete geri verdi. Parayı harcamamış, âdeta esirgeyip tutmuş ve milletin hazinesine iade etmişti. Yerine gelen ‘dindar’ (!) Abdullah Gül’ün durumu şu: Meclis’in takdir ettiği rakamı yılın ilk birkaç ayında harcayıp ek ödenek istedi. Ve onun ardından gelen ‘baş dindar’ (!) RTE…
 
Aman Allah’ım! Deniz Feneri hamisi, Kumpas Davaları ‘savcısı’, 17 Aralık kahramanı RTE, ek bütçelerle falan tatmin olamazdı. Onu tatmin için her şeyden önce bir Maun Sarayı gerekliymiş. O yapıldı. Hakka saygılı hangi adamın eli, ‘Asrın Muaviye Sarayı’ da diyebileceğimiz bu kara sarayın bir tuğlasını alıp şöyle bir sıksa avucundan neredeyse mazlumların kanı damlayacak. ‘Garip gureba, fakir fukara’ edebiyatıyla oralara tırmanan ‘müheykel nefsi emmâre’ hazretlerinin, insanlığın önüne koyduğu şu kusturucu tezada bakın!
Hep dillendirdiğim tez doğruymuş: “İman imkân yaratır ama imkân iman yaratmaz.” Kurtuluş Savaşı birincinin, yaşadığımız günler ikincinin belgesi. İşte bunu fark eden iletilerden biri: Bedri Dinçer yazıyor: “28 yaşındayım ve hemen hemen bütün kitaplarınızı okudum. Özellikle üç kitabınız beni çok etkiledi. Birincisi ‘Allah ile Aldatmak’, ikincisi ‘Maun Suresi Böyle Buyurdu’ ve üçüncüsü de ‘Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşına Bir Bakış’. Bence bu üç kitabı, başta gençler, bütün milletin okuması gerekir. ‘Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’ kitabınızın son bölümünde ‘İman ve İmkân’ ilişkisine değinmişsiniz. Bu konuyu tv. programlarınızda açamaz mısınız?”
‘Kötülük toplumu’ bağlamında Maun Sarayı
Kur’an’ın temel kavramlarından biri de ‘kötülük toplumu’ (kavmu sû’) kavramıdır. Bunun tamamlayıcısı olan ikinci kavram ise ‘kötülük yurdu’ (sûü’d-dâr) kavramıdır. 

Kur’an, kötülük toplumunun barınacağı coğrafyanın bir ‘kötülük yurdu’ olacağını bildiriyor. Böylesi bir yurt, lanetlik günahları işleyenlerin yurdudur: “Lanet var onlar için ve yurtların en kötüsü onlarınki.” (Ğâfir, 52)

Zühruf  54-56. ayetlere göre, kötülük toplumunun temel alameti, zalimlere itaattir. İncil buna ‘Katil-haydut Barabbaslara itaat’ diyor.

Kötülük toplumu yönetiminin göstergelerini de vermiştir Kur’an. Bu göstergeler genelde lanetli yönetimin, özel olarak da Emevî yönetiminin göstergeleridir. Bu göstergelerin ayrıntılarını ben, ‘Lanetlenen Soy’ adlı eserimde verdim. Bunlar Emevî faşizminin de göstergeleridir:
1. Halkı canının derdine düşürmek, 2. Kötülüğü yapanları değil, kötülüğü deşifre edenleri cezalandırmak, 3. Eleştirenleri süründürmek, 4. Devlet hazinesini talan etmek ve ettirmek, 5. Allah ile aldatmak, 6. Vakarlı âlimleri etkisiz kılmak. (Ebu Zer, İbn Mesûd, Ebudderda, Ubâ-de bin Saamit, Ebu Saîd el-Hudrî gibi sahabî âlimlerle İmamı Âzam başta olmak üzere birçok Tâbiûn âlimi çeşitli bahanelerle işkencelerden geçirilip etkisiz hale getirildi.)

Emevî firavunlarınca kullanılan temel etkisizleştirme isnatları şunlardı: “Hadisleri inkâr ediyorlar, ümmeti fitneye ve isyana itiyorlar, kadere karşı çıkıyorlar...” 

Basım sırasını bekleyen kitaplarımdan biri ‘Kötülük Toplumu’ adını taşıyor. Kötülük toplumunun yapısını önümüze koyan bu kitap, kavramı ayrıntılayan 7 surenin de tefsirini vermektedir. Yani bu kitap, benim birkaç ciltlik tefsir çalışmamın küçük bir bölümüdür.
Nedir kötülük toplumu ve nedir böyle bir toplumun Maun Sarayı ile ilgisi? İlgi şu: Bir toplum, Maun ihlallerine seyirci kaldığında ‘kötülük toplumu’ damgasını yer ve o seyirci kaldığı Maun ihlalcilerinin eliyle belasını bulması mukadder (kaçınılmaz) hale gelir.
Türk toplumu, işte böyle bir toplumdur ve bunun en şaşmaz kanıtlarından biri de, Maun Sarayı’nın banisine yüzde elli oyla, o saraya oturma şansı vermesidir. Elbette ki, o şansı veren toplum kadar o şansın verilmesine ‘düşük idrakleri’ ile yol açan sözde siyasetçiler de belalarını bulacaklardı. Ve bulmuşlardır. Daha da bulacaklar. Çünkü Allah’ın vaadi haktır. Ra’d suresi 11. ayetin belirlediği süreç tamamlanacaktır. Bunu tarihle birlikte biz de izleyeceğiz.
“Ceza amel cinsindendir” ilkesi İslam idrak ve irfanının temel ilkelerinden biridir. Bu ilke, hep işleyecek. Türk halkının, ödüllendirdiği Maun mücrimlerinin elinden çekeceği ceza, tarihin diyalektiğince kesilen faturaya uygun olarak tamamlanacaktır. Bu gerçekleri bilen kozmik vicdanlar, bu halka artık dua da etmiyorlar. Çünkü böyle bir dua, tanrısal kararlara itiraz anlamına gelir. Kozmik vicdan, tanrısal kararlara asla itiraz etmez.
Şarkıcı Beyonce ve dinci makaracılar
ABD’li ünlü şarkıcı Beyonce, müzik dünyasının en önemli ödüllerinden biri olan Grammy’e damgasını vurdu: 6 kategoride ödüle aday gösterilmiş. 2010’da 10 dalda aday gösterilmiş, bunların 6 dalında ödüle layık görülmüştü.

En ünlü şarkıcılardan biri olan Beyonce, aynı zamanda dünyanın en güzel kadınlarından biri. Son zamanlarda bir başka güzelliğe imza attı Beyonce: Instagram’da Kur’an ayetleri paylaştı. Umarım, Kur’an onu rahmetiyle kucaklar. İnşirah suresinin 5 ve 6. ayetlerini paylaşmış. Bu kısa ayetleri, devamı olan 7 ve 8. ayetlerle birlikte okumak lazım. Hayatî mesajın tamamı bu bütünlük korunduğunda çok daha iyi fark edilir:

“5  Zorluğun yanında bir kolaylık mutlaka var! 6 Zorluğun yanında bir kolaylık muhakkak var! 7 O halde, bir iş ve oluştan boşalır boşalmaz yeni bir iş ve oluşa koyulup yorul! 8 Ve yalnız Rabbine yönel!”

Bu ayetler, hayatın zorluklarını aşarak başarıya ulaşmış insanlar için istikamet pusulası, gibidir. Yaşayıp görenlerden biri de benim. Ben o ayetleri, yıllar önce ünlü bir hattata yazdırıp tablo yaptım ve çalışma salonumda masamın tam karşısına astım. Çünkü o ayetler benim kurtarıcı rotam, enerji kaynağım, rehberim, sığınağımdır. Her gün onlarca kez okurum onları.

Beyonce, tebrike layıktır. Kur’an’ın insanoğluna verdiği erdirici mesajların en önde gelenlerinden birini seçme idrakini gösterebilmiş.

Gerçek gâvur kim?
Beyonce, samimi, temiz ve mert bir vicdanla bakmış Kur’an’a ve hayatî kodlardan muhteşem iki taneyi hemen yakalamış ve öteki insanlarla hemen paylaşmış. Beyonce kim? Gayrimüslim bir şarkıcı. Dincilerin saldırgan ifadeleriyle söylerseniz ‘çırılçıplak bir kâfir, gâvurun teki.’

Şimdi biraz geriye gidin ve Bakara suresiyle ‘Bakara makara’ diye alay eden bir hayasızı hatırlayın. 17 Aralık soyguncularından biri olan bu herif, Emevî dinciliği başefendisinin yanından ayırmadığı bir bakan-siyasetçi.

Gerçek şu ki, İslam dünyasının en hızlı dincileri içinde, ‘gâvur’ diye damgaladıkları Beyonce ve benzerlerinin pabucu bile olamayacak herifler düşünülenden çok fazladır. Beyonce’ın yaptığıyla dinci talancıların yaptıklarını yan yana koyun ve sorun: Gerçek gâvur kim? Evet, “Gâvur kim?” sorusunu artık ciddi bir gündem yaparak insanlığın önünde enine boyuna tartışmanın zamanı gelmiştir.

Kur’an’ın verilerini seslendirerek söylüyorum: Bu tartışma yapılırsa çıkacak sonuç şu olacaktır: En ürkütücü, en tehlikeli, en sakınılası gâvurlar, İslam dünyasının dincileri içindedir ve onların en önde gidenleri de her düzeydeki Maun talancısı gürûhtur.
Ben de sizin yüreğinizden öperim!
Yaşlarını bilmediğim için öyle söyledim. Yaşları uygunsa ellerinden de öperim. Onlar, kırk yıllık çile pahasına vücuda gelmesini sağladığım ve ‘Kur’an mümini nesil’ diye andığım ‘altın nesil’in seçkin idrakleri. Mektuplarını okuyunca siz de o kanıya varacaksınız.

Miraç Cem Yardımedici yazıyor: “Cumhuriyetin Fikrî Tarihi içinde ilahiyat bağlamında tartışılan hangi konu varsa, hepsinde genel çerçeve sizin ortaya koyduğunuz isnadı sağlam tezlerle, size karşı konan hissî reddiyelerin çatışması şeklinde özetlenebilir. Bu sebeple sizin yeriniz tarih, Tanrı ve toplum indinde hep müstesna olacaktır.”
“Allah katındaki mevkiinizi siz ve Allah bilebilirsiniz. Toplumdaki durumunuz ise kitaplarınıza olan ilgiden ve aydınlattığınız insanların teveccüh ve şükranlarından anlaşılıyor. Yüz yıllardır değişmeyen bir paradigma üzerine kurulu geleneksel din anlayışına, Kur’an’ı ve aklı, yerine göre bir babanın şefkat tokadı, yerine göre de zalime indirilen bir balyoz gibi vurmanız, daha şimdiden tarihteki seçkin yerinizi almanızı sağlamıştır.”
“İnsanlık var oldukça birileri sizi hayırla yâd edecek ve fikirleriniz yüz yıllar sonra bile tazeliğini koruyacaktır. Çünkü dayanağınız akıl ve Kur’an'dır. Atıflarınız hep bu iki kaynağadır.”
“Dua ederim ki, eserleriniz tarihi ve insanlığı hep aydınlatsın ve aynı zamanda eleştirilebilirliğini de korusun. Çünkü eğer ‘la yüs'el’ (sorgulanamaz) bir konuma getirilir, sizden önceki âlimlere yapılanlar sizin fikirlerinize de yapılır da dinin bir rüknü halini alırsanız bu size yapılabilecek en büyük ihanet olur. İmamı Âzam ne kadar Hanefî'dir, Mevlana Mevlevîliğin neresindedir? Marks bir Marksist midir? Atatürk'ün Kemalistliğinden söz edilebilir mi? Hepsi de akılla billurlaşmış insan idiler ama fikrî durulukları, takip edenlerce döküldükleri kalıplarda bulandı. Bunun olmaması için size ayrıca dua ediyorum. Hürmetle ellerinizi öperim.”

Numan Ergun yazıyor: “34 yaşında bir takipçinizim. TV. programınızı hep izledim, evimizde cilt cilt bulunan kitaplarınızı küçüklüğümden beri okudum. Sayenizde dinimizi öğrendik. Namazımızı Türkçe okuyarak kılıyoruz. Günümüzdeki soytarıların neler yaptığını da sizin sayenizde öğreniyoruz ve ibretlik dersler çıkarıyoruz. Yüce Rabbim size uzun ömürler versin! Ellerinizden öperim.”

Hülya Korkmaz yazıyor: “Kötülük Toplumu’ başlıklı yazınızda bahsettiğiniz ‘kozmik vicdan’ sözünden sizi ve kozmik yolculuklarınızda konuştuğunuz büyük ruhları anlıyorum. Bu ruhlar artık Türkiye için dua etmiyorlarsa bu ülke gerçekten kaybetmiş demektir. Tüylerim diken diken oldu.”

Ahmet Demir yazıyor: “Karanlık dünyamızı aydınlatmak için var gücüyle çalışıp çabalayan, Peygamberimiz Hz. Muhammed ve Atatürk'ten sonra gelen hak adamı Yaşar Nuri Öztürk! Dünyada hiçbir hazine sizin kadar değerli olamaz.”
Ebu Zer ruhlu bir devlet başkanı
Dünya bu. Bir yanda nüfus kâğıdıyla ‘gayrimüslim’, ruhu ve kişiliğiyle Ebu Zer gibi Müslüman devlet başkanları, öte yanda resmî kimliğiyle ‘müslim’, ruhu ve şahsiyetiyle firavun devlet başkanları. Hangisi Hz. Muhammed’e daha yakın?

Aşağıda sözlerini aktaracağım Uruguay Devlet Başkanı Jose Mujica mı yoksa İslam coğrafyalarının bol bol Maun namazı kılan Maun sultanları mı? Ey bütün temiz kalmış vicdanlar! İslam Peygamberi’nin en yakın arkadaşlarından biri olan Ebu Zer’i anlatan son kitabımı da okuyarak bu soruya cevap verin!

Vicdanlar, buna benzer yüzlerce soruyu sormalı ve cevapları üzerinde gece gündüz kafa yormalı. Aksi halde ne Müslüman olabiliriz ne de insan. Muhammed’e yakın olmanınsa hayalini bile kuramayız. Muhammed’e yakın olmayı birkaç rekât namaz kılmak, tıraş olmamak, kendisi gibi düşünmeyenleri iftira ve kumpaslarla zindanlara tıkmak olarak düşünenlere yazıklar olsun! Gökler ve melekler onlara veyl etmiştir; tüm varlıklar onlara veyl etmektedir.

Dünyanın en fakir Cumhurbaşkanı olan Uruguay Cumhurbaşkanı Jose Mujica bakın ne diyor: “Ben insanların geceleri yatacak bir saçak altı bile bulamadıkları bir dünyada, başkalarının beş yüz metrekarelik malikânelerde yaşamasını anlamıyorum. Evsizler için ev, suyu olmayanlar için su lazım, ekmek lazım. Sen böyle bir dünyada özel uçağım olsun diyorsun.”
“Eski ruhanî tanrımızı kendi ellerimizle kurban ettik ve artık market tanrının tapınağındayız. Ekonomimizi, politikamızı, alışkanlıklarımızı, yaşamlarımızı bu yeni ‘tanrı’ düzenliyor ve mutluluğun yeni adresi olarak bizlere faiz oranlarını, kredi kartlarını veriyor. Bizler, artık tüketmek için yaşıyoruz ve tüketemediğimiz zaman derin hayal kırıklığına uğruyoruz.”
“Bana fakir denmesi yanlış, ben tutumlu bir insanım. Ben elimde hafif bir bavulla dolaşıyorum. Asıl özgür, yaşamak için çalışıp kazanan insandır.”

Kur’an’ın rahmeti ve Muhammed’in şefaati seni kucaklasın Jose Mujica! Senin şu sözlerinin altına, Ebu Zer’in imzasını atsak kimse yadırgayamaz. Keşke bu sözler, ‘Müslüman’ kimliği taşıyan bir devlet başkanının ağzından çıksaydı! Ne yalan söyleyeyim, kıskandım seni Jose Mujica. Müslüman olarak seni kıskandım ama insan olarak seninle gurur duydum.

Söyleyin bakalım, şu Uruguay Devlet Başkanı mı daha Muhammedî-Müslüman yoksa bizim, dünyanın en zengin devlet başkanı sayılan Maun Sarayı sakinimiz RTE mi? Sorunuza daha rahat cevap bulmak için Maun Sarayı sakininin, Deniz Feneri soygunu ile 17 Aralık yolsuzlukları ardından yaptıklarını yeniden hatırlayın! Başbakanlığından sonra oluşan aile boyu korkunç servetinin nereden geldiğini de vicdanınıza sorun.

Kur’an ve Muhammed, Maun mücrimlerini hiç aralıksız lanetlemekte, onlardan Allah’a sürekli şikâyette bulunmaktadır. Bu şikâyet ve lanetin elbette bir sonucu olacaktır.
Takva ruhu Papa’da mı, Diyanet Reisi’nde mi?
Pazar günkü yazımda, aynı soruyu, Maun Sarayı sakini RTE ve Uruguay Devlet Başkanı Jose Mujica ile mukayeseli biçimde sormuştum. Ve Jose Mujica’nın Ebu Zer iman ve şahsiyetine Maun Sarayı sakininden çok daha yakın olduğunu göstermiştim.

Şimdi çok daha vahim bir durum çıktı ortaya: Bu kez, başında sarığı, çenesinde sakalı ve kimliğinde ‘Diyanet İşleri Başkanı’ yazılı bir şahsın korkunç bir Maun harcaması gündem oldu. Gelen iletileri buraya alamam. Gerçekten ürpertici iletilerdir. Hepsi, Diyanet’i, ‘çok ağır’ bir ithamla ‘Hıyanet işleri’ ve başkanı da ‘Maun mücrimi’ olarak anıyor.

Mesele şu: Basına göre, Diyanet Vakfı bütçesinden Diyanet İşleri Başkanı’na bir milyona (eski rakamla, bir trilyon) S500 bir Mercedes araba, Diyanet bürokratlarına da çeşitli markalarda otomobiller ve 16 tane de minibüs alınmış. Reis, bu trilyonluk araca itiraz etmemiş.

Diyanet bir açıklama yayınladı. ‘Özrü kabahatinden büyük’ sözünün çarpıcı örneği olan bu açıklamaya göre, bu araçlar alınmış ama Vakıf bütçesinden değil, doğrudan doğruya devletin parasından alınmış.

Bu ne demek? Bunun ne demek olduğunu Ebu Zer’in Muaviye’ye söylediği sözden çıkaralım: “Ey Muaviye, bu sarayı kendi parandan yaptırdıysan bu bir israftır ve israf haramdır; eğer bunu kamunun parasından yaptırdıysan bu bir hıyanettir.”

Ebu Zer’in sözündeki Muaviye yerine Diyanet veya Diyanet Başkanı’nı koyup soruyu bugün için sormalıyız. Yurttaşlarımız aynen bunu yapmış ve sormuşlar. Ve cevaplarını da ona göre vermişler.

Peki, halkın, ‘Sarıklı Mauncu’ adını taktığı Diyanet başını, neden Katolik dünyasının reisi Papa ile kıyasladım? Tanrı ve tarih istediği için. Çünkü Papa, daha birkaç gün önce Türkiye ziyaretinde kendisini oraya buraya taşıyacak aracın bir Fiat marka otomobil olmasını rica etmiş, kendisine tahsis edilen aracın fiatının otuz-kırk bin lirayı geçmeyen bir araç olduğu tespit edilmişti.

Şimdi, ey temiz kalmış vicdanlar, söyleyin bakalım: Ebu Zer’in iman torunu olmaya, şu ‘Sarıklı Mauncu’ mu daha layıktır yoksa o Katolik bereli Papa mı? Tanrı, din, kanaatkârlık, takva adına şu Sarıklı Mauncu mu daha saygındır yoksa o Papa mı?

Ve siz, ey alınlarını secdeye koyanlar, özellikle onların ulema ve aydın takımı! Söyleyin, şu olup bitenlerle ilgili tek söz söylemeden yan gelip yatarsanız o namazlarınız Maun namazı olmanın ötesine geçebilir mi?

Yüce Allah’ım! Sen ne âdilsin! Sen ‘Müslüman’ yaftalı kitleleri, dünyanın önünde rezil ve perişan ederken elbette ki zulüm yapmıyorsun. Hayır, hayır! Haşa! Sen zulümden münezzehsin! O kitleler bu rezilliklere müstahak oluyorlar.
‘Cihanın sırtında yük olan kitle’
Çağımızın en büyük İslam düşünürü kabul edilen Pakistanlı Muhammed İkbal 1920’lerde şunu söylüyordu: “Bugünkü Müslüman âlemi, cihanın sırtında bir yük durumuna gelmiştir.” Yaşadığımız günlerde ise bu kitle dünyanın sırtında sadece yük değil, dünyanın başına bela olmaktadır. Her gün bu ‘Yük’ün bir sıkıntısı dünyayı rahatsız etmekte, ülkelerin ve milletlerin uykularını kaçırmaktadır.

Şunu itiraf edelim artık: Yaşadığımız günlerin dünyası artık, yarınlarını Müslüman yaftalı dehşet ve nefret çetelerinin tehdidinden nasıl emin kılacaklarının hesabını yapmakla meşgul olmaya başlamıştır. Siz istediğiniz kadar bağırın: “İslam, insanlığın dünya ve ahiretini mutlu kılan nizamdır.”

Öyle mi? Hangi İslam o? Şu sizin Irak’ta, Suriye’de, Pakistan’da, Afganistan’da ve son birkaç yıldır Türkiye’de temsil ettiğiniz İslam mı o? Yoksa Kur’an’daki İslam mı?

‘Kur’an’daki İslam’ sizin yaşadığınız din değil. O bizim anlattığımız ama sizin ‘reform’ veya ‘zındıklık’ diyerek reddettiğiniz dindir. Sıkışınca neden ona sığınıyorsunuz? Namertlik ve tutarsızlığınızın bir belgesi de bu tavrınız. Pirim toplamak istediğinizde ‘Kur’an’daki İslam’ diyorsunuz, saltanat hesaplarınızı kotarmada ise ‘Kur’an dışındaki İslam’ı işletiyorsunuz.

Gündem ne olursa olsun, Müslüman dünya bir veya birkaç kanlı haberle listede ön sıralarda. Hatta çoğu gün birinci sırada. Son kanlı habere bakın: Pakistan’da Taliban militanları bir okulu basıyor ve 9-14 yaş arası 148 çocuğu katlediyorlar. ‘İnsanlığın dünya ve ahiretini mutlu kılacak’ dinin adına yapılıyor bu. Onun, ‘mücahitleri’ tarafından yapılıyor. Muhammed İkbal’i tekrar hatırlayalım: “Kalk, diyordu, bu ümmet cihanın sırtında bir yük oldu; onu uyandıralım. Şehrin mescidinde öyle bir haykıralım ki, mollanın sinesindeki yürek erisin!”

O yürek yumuşamıyor ey İkbal! O yürek kara yürek, katranlı yürek. O yürekte vicdan yok, insaf yok, akıl yok, izan yok. O yüreğin söz sahibi olduğu her yer cehenneme dönüşmüş. Son örneği Türkiye. Katranlı yüreğin vücut verdiği karanlığı yırtmada Atatürk ışığı bile zora düştü. Mukaddes İkbal, yine senin bir dizenle söyleyeyim: “Uyan da gör, ne haldedir cihan!”
Uyan da gör, o çok sevdiğin Pakistan, senin bıraktığın yerin yüz elli yıl gerisine nasıl götürüldü! Sen o Pakistan’a, “Bundan sonrası için artık Mustafa Kemal’i izleyin; bundan sonrası ancak onun reçetesiyle yürüyebilir” diyordun. Uyan da gör, ışık ve aydınlık düşmanı kahpeler, senin Mustafa Kemal’ini kendi vatanında nasıl vurdular!

Taliban kafasının kravatlı bir versiyonu olan ve ömür defterini ‘nitelikli dolandırıcılıktan mahkûm’ olarak kapatan bir ‘mücahit’in (!) geriye bıraktığı ‘gömlek değiştirmiş talancılar ekibi’ cumhuriyeti mahvederek Türkiye’yi iki yüz yıl geriye götürdü. Ve daha geriye götürmek için de olanca gayretleriyle uğraşıyorlar. Şimdi artık, işleri süper kuleden kotarmak üzere bir de Maun Sarayları var. Eh, böylesine zalim bir Emevî faşizmi ancak böyle bir Maun Sarayı’ndan kotarılabilir.
Kur’an penceresinden paralel zulüm güçleri (1)
Türkiye’de son on yıl boyu sergilenen tarihsel zulümlerin failleri olarak 2013 yılında deşifre edilen ‘paralel yapılar’ın veya ‘paralel güçler’in prototipleri, Kur’an tarafından asırlar önce mucize bir tespitle insanlığın önüne konmuştur. Kur’an’ın zulmün öncüleri olarak tanıttığı ‘paralel zulüm güçleri’, Firavun-Hâman-Karun paralel güçleridir.

Asla unutulmaması gereken gerçek şudur: Bir ‘paralel’ güçten söz edilmişse ortada onun ortağı başka paralel güçler var demektir. Kur’an’ın diyalektiğine göre, böyle bir durumda, bir paralel gücü en iyi tanıyanlar o paralel gücün diğer paralel ortaklarıdır. Yani bir paralel zulüm gücünü itham ve deşifre edenler, kendilerinin o paralel gücün ortağı olduklarını da deşifre etmiş olurlar. Paralel zulüm gücü tek olamaz. Bir ‘paralel yapı’dan söz edebilmek için en az üç zulüm gücünün birlikteliği gerekir. Bu birliktelik bazen paralellik bazen de entegrasyon şeklinde vücut bulur. Biraz daha yakından görelim:

Kur’an; Hz. Musa’yı, şu üç paralel güce karşı mücadele veren bir iman ve adalet temsilcisi olarak gösteriyor: 1. Firavun: Kral, sultan, padişah, devlet başkanı. Kısaca, iktidarın başı, 2. Hâman: Kutsallaştırılmış yandaş din adamı, özellikle dinsel teşkilatın başı, 3. Karun: Yandaş servet kodamanı.

Kur’an, Firavun-Hâman-Karun paralel kuvvetleri arasında kopmaz bir ilişki, bir kader birliği görmektedir. Firavun-Hâman-Karun üçlüsü üç ayette birlikte anılmıştır:

“Karun'u, Firavun'u, Hâmân'ı da öyle yaptık. Yemin olsun, Musa onlara açık seçik kanıtlarla geldiği halde, yeryüzünde büyüklük tasladılar. Ama öne geçemezlerdi. Her birini kendi günahı ile yakaladık. Bazılarının üstüne taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Bir kısmını, o korkunç titreşimli ses yakaladı. Onlardan, yere batırdıklarımız da oldu. Bazılarını da boğduk. Allah onlara zulmedecek değildi. Fakat onlar kendi benliklerine zulmediyorlardı.” (Ankebût, 39-40)

“Yemin olsun, Musa'yı da ayetlerimizle ve apaçık bir kanıtla göndermiştik. Firavun'a, Hâman'a ve Karun'a göndermiştik de onlar şöyle demişlerdi: ‘Tam yalancı bir sihirbazdır bu!” (Mümin, 23-25)

Siyasal otoriteyi, iktidar ve saltanı resmen temsil eden, Firavun’dur. Firavun, paralel zulüm güçlerinin başı ve otorite kaynağıdır.

Paralel güçlerde dini temsil eden güce Kur’an, Hâman demektedir. Hâman, paralel zulüm güçlerinin din baronu olan sembolüdür. Bazen kurum olur, bazen kişi.

Özellikle dinsel bürokrasinin temsilcisi, başı ve sembolik ismi olan Hâman, Firavun’la altı ayette yan yana anılmıştır: Kasas, 5, 6, 8, 38; Ankebût, 39; Mümin, 24.

Firavunlara verilen paralel zulüm desteklerinin en önemli ve en faal olanı Hâman desteğidir.
Kur’an penceresinden paralel zulüm güçleri (2)
Paralel zulüm güçlerinin başı olan Firavun, Musa’nın tanrısını (gerçek dini) alt etmek için, güdümdeki din gücünün başı olan din baronu Hâman’dan yardım istiyor. Yani halkın Allah ile aldatılmasında, siyasal gücün takviyesinde sahte dinin araç yapılmasını istiyor. Musa’yı, yani gerçek dini temsil edenleri etkisiz kılmanın başka bir yolu yok. Günümüzün paralel zulüm iktidarları da tağutî siyasetlerinin başarısı için paralel yapının takkeli-sarıklı  mümessillerinden destek almıyorlar mı! Şu beyyineye bakın: 

“Firavun dedi: ‘Ey seçkinler topluluğu! Ben sizin için benden başka bir Tanrı tanımıyorum. Ey Hâman! Benim için çamurun üzerinde ocağı yakıp bana bir kule yap ki, Musa'nın Tanrısına ulaşayım." (Kasas, 38)

Şuna da dikkat edelim: Firavun, sadece Hâman’la anılmaktadır ama sadece Karun’la anılmamaktadır. Kur’ansal hermenötik açısından bunun anlamı şudur: Firavun güç, ‘Hâman paralel gücü’ olmadan sadece ‘Karun paralel gücü’ sayesinde egemenlik kuramaz. Firavun zulmünün egemenliği için ‘olmazsa olmaz destek’, Hâman desteğidir. Kutsalın kullanımıyla aldatmak ancak Hâman desteğiyle sağlanabilir.

Serveti temsil eden paralel güç: Karun
Servetle büyümüş gücünü iktidar olanaklarıyla da besleyen Karun, aynen bugünkü kapitalist kodamanlar gibi, kibir ve azmışlığın doruğuna çıkmıştır. Karun, Maun talanlarıyla servet babası olmuş ve iktidara, ‘haram para havuzları’ oluşturarak destek vermiş paralel gücün sembol ismi ve prototipidir. Karun, mutluluk ve huzuru ‘haram servet’ gücünün ürünü sanmak gibi bir aldanışın da temsilcisidir.

Dikkatle ve Kur’ansal bir basiretle incelenirse Karun, günümüzün, “Bu milletin a… koyacağız” diyen haram servet domuzlarının namussuzluk ve imansızlık babası bir tiptir. Kur’an, bu domuz tipin sefillik ve azgınlığını şu ayetlerle insanlığın idrakine ulaştırıyor: “Karun, Musa kavmindendi. Onlara karşı şımarıklık/azgınlık yaptı. Ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını taşımak, dayanışma içinde kuvvetli bir ekibi bile zorluyordu. Kavmi ona şöyle demişti: ‘Şımarma, çünkü Allah, şımaranları sevmez."

“Karun, süsü püsü içinde toplumunun karşısına çıktı. İğreti hayatı amaçlayanlar şöyle dediler: ‘Ah, Karun'a verilenin bir benzeri bize de verilseydi! Gerçekten o, çok nasipli bir adam!’
Kendilerine ilim verilmiş olanlarsa şöyle demişti: ‘Yazıklar olsun size! İman edip barışa/hayra yönelik iş yapan kişi için Allah'ın vereceği karşılık daha üstündür. Ama buna, sadece sabredenler ulaştırılır.’ Nihayet, Karun'u da sarayını da yere geçirdik. Allah'a karşı kendisine yardım edecek yandaşları da yoktu. Kendi kendisine yardım edebileceklerden de değildi.”

“Akşam onun mevkiine/konumuna imrenenler sabah şöyle diyorlardı: ‘Vay be! Allah, kullarından dilediğine rızkı açıp yayıyor, dilediğine de ölçüyle veriyor/kısıyor. Allah bize lütufta bulunmasaydı, vallahi bizi de batırmıştı. Demek ki, gerçeği örten nankörler asla iflah olmuyor." (Kasas, 76-82)
Paralel zulüm güçleri ve ezilenler
Kur’an, paralel zulüm güçleri karşısında Tanrı’nın desteğini alabilecek tek kuvvet görüyor: Ezilip horlananlar. Allah bu ezilip horlananların yanında olacaktır. Yeter ki bu ezilip horlananlar, gerçekten mazlum olsunlar. Yani yeter ki adam olsunlar. Şu beyyineye bakın: “Biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilip horlananlara bağışta bulunalım, onları önderler yapalım, onları mirasçılar haline getirelim. Ve yeryüzünde onlara imkân ve kudret verelim. Firavun'a, Hâman'a ve onların ordularına da korkmakta oldukları şeyleri gösterelim.” (Kasas, 5-6) Paralel zulüm güçleri karşısında mücadele veren ezilenler cephesi, öncelikle şunu bilmelidir: “Gerçek olan şu ki, Firavun, Hâman ve bunların orduları yanlış yoldaydılar.” (Kasas,8)

İkinci gerçek şudur: Paralel zulüm güçleri, zaman zaman bazı menfaat çekişmeleri yüzünden birbirlerine öfkelenebilir, hatta birbiriyle kapışabilirler. Ezilip horlananların en büyük zaaflarından biri işte bu sırada ortaya çıkmaktadır. Ezilip horlananlar, bu paralel zulüm güçlerinden birine veya ötekine destek verir bir tavır takınma hatasını işleyebilmekte, böylece, “Zalimlere eğilim göstermeyin” emrini çiğneyebilmekteler.

Zalime desteğin gerekçesi olamaz. Paralel zulüm güçlerinin tümüne birden tokat vurulamıyorsa tarafsız kalarak Tanrı’nın ve tarihin kararını beklemek lazımdır. Paralel zulüm güçlerinin ortaklıklarıyla yürütülen zulümlerden acı çekmiş olanlar, bu paralel güçler arasındaki yapay-geçici ve çoğu zaman göstermelik dalaşları bahane ederek bunlardan birine eğilim havasına girerlerse, Allah, ezilip horlananlara verdiği desteği geri çeker. Kur’an’ın yolu, yöntemi budur. Ra’d suresi 11. ayetin bu yoldaki beyanı açıktır.

Paralel zulüm güçleri arasında tercih yaparak, Allah’ın zalimler için kestiği faturayı ödenemez duruma düşürenler, daha önceden mazlum da olsalar, bu yaptıklarıyla zalimler listesine girerler. Ölümsüz ilke şu ayette verilmiştir: “Biz, zalimlerin bir kısmını bir kısmına, kazanır oldukları şeyler yüzünden dost/yardımcı/ yönetici/önder yaparız.” (En’am, 129) Bu ayette, zalimler arası münasebetleri anlatmak için kullanılan sözcük (nüvellî) bir mucize sözcüktür. Bize gösteriyor ki, Yaratıcı Kudret, zalimleri önce birbirinin dostu, yardımcısı yapmakta, sonra da onların birini yönetici, kotarıcı, emir verici konuma getirerek onun eliyle ötekileri cezalandırmaktadır. Müfessir Elmalılı, bu ayeti açıklarken şu müthiş tespiti yapıyor:

“Zalimler, icraatlarındaki ortaklık ve benzerliklerinden dolayı birbirlerini mazur göstermek isterken, haşir günü (hesap verme zamanı) suçlarını itirafta, ceza ve sorumluluk konusunda da bir ortaklık sergileyerek bu kez hem kendi suçlarını ikrar hem de eski dostları aleyhinde tanıklık ederler. İlahî ilim ve hikmette bu bir değişmez kuraldır.” (Elmalılı, Tefsir, 3/2054)

Tanrısal kural bu ise, zalimler arası suç itirafları başlayıp kapışma meydan yerine intikal ettiğinde, ezilip horlananlar taraf olmamalıdır. Böyle bir taraf olmanın vicdanî, dinî, aklî hiçbir gerekçesi olamaz. 
Arena’daki söylemim üstüne (1)
25 Aralık 2014 tarihli Halk Arenası programıyla ilgili gelen onlarca iletinin birer felsefî metin kadar kıymetli olanlarını vermekle yetineceğim. Anlaşılan o ki, ümitlerimizin diri kalmasını gerektirecek şuur zemini, yaşamaktadır.

Cumhuriyetçilik ve Atatürkçülüğü rozet ve heykel imalatındaki yoğunlukla ölçen bedavacı zihniyet, artık kitleleri tatmin etmiyor. Ezberletilmişin yeterli olmadığı fark edilmiştir.

Mustafa Kemal aydınlanmasına, yüz yıla yakın bir zaman boyunca ilave tek çivi çakamayanların, “Bizim tezimiz var, o da Atatürkçülüktür” diye kulağa hoş gelen ama sadra şifa getirmeyen ezberleri ülkeyi karanlığın hegemonyası altına sokmuş bulunuyor. Bu ‘morfinimsi’ inadın mutlaka ve muhakkak kırılması lazımdır. Atatürk’ün, temeli akılcılık olan anlayış ve devrimine bir asırdır en küçük bir ilavede bulunmayanların Atatürk’ü dillerine dolamaları ‘Atatürk’le aldatmaktan başka bir şey değildir. Bu gerçek, körlerin bile gözlerine sokulan katranlı parmakların yarattığı acılarla anlaşılmış olmalıdır.

Emekli Vali Güngör Aydın yazıyor: “25 Aralıkta Halk TV’de yapılan Halk Arenası’nda, ülkemizin yaşamakta bulunduğu ve içinden bir türlü çıkamadığı din sömürüsüne dayalı ve yalnız din alanında değil, güzel ülkemizin bütün alanlarında ve değerlerinde büyük tahribata yol açan dinci yönetim ve karanlığın gittikçe artan ivmesi konusunda tek doğru değerlendirmeyi siz ortaya koydunuz.”
“Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyet Devrimi ile gerçekleştirilen Türkiye Cumhuriyeti’nin ve kurucu felsefeyle oluşturulan Türk kimliğinin bağımsızlıkçı, aydınlanmacı, çağdaşlaşmayı, laikleşmeyi ve giderek çağın yönetim felsefesi demokrasiye ulaşmayı öngören içinin boşaltılıp ülkemizi, yüzünü aydınlanmış Batı’ya dönmeden önceki karanlıklar içinde bırakılmış ümmetçi, fetihçi çizgiye taşımaya çalışan, bunu da önünde etkili bir karşı koyma engeli ve ciddi bir muhalefet olmadığı için başarıyla yürüten AKP iktidarının nasıl yenik düşürülebileceği konusunda ortaya koyduğunuz düşünce ve yaptığınız değerlendirme gerçekten bu süreçten tek çıkış yoludur.”
“Siyaset biliminin gerekleri ışığında ve günümüzde tüm demokrasi yönetimlerinde referans kaynağı alınan, çağımıza adını da veren düşünceye göre, halk desteği sağlamış bir iktidarın felsefesinden daha güçlü bir siyaset felsefesi, sizin güzel değerlendirmenizle bir antitez  üretip bunun siyasal projesini ortaya koyarak tahripçiliği yenik düşürmediğiniz sürece halkın desteğinin yönünü değiştiremezsiniz ve iktidara aday olamazsınız.” 
“Sivil yönetimi darbelerle sürekli kesintiye uğratılan, demokrasi öncesinin arkaik-despotik güçleri olan askerî, dinsel ve feodal güçlerin siyaset alanının dışına çıkarılamamış olması nedeniyle, halkla şöyle veya böyle yeni bir yönetim bağı kurup kitle desteği sağlamış AKP iktidarını sonlandırmak isteyenlere iyi bir ders verdiniz. Zaten sizin kimliğinize de bu yakışırdı.”
Arena’daki söylemim üstüne (2)
Adnan Toraman Almanya’dan yazıyor: “Halk Arenası’nda fikirlerinizden yine faydalandık. Orada bulunan konuşmacılar ve dinleyiciler, hayal dünyasında yaşamaktalar. Bu tür program ve katılımcıların, bugünün memleket sorunlarına çözüm getirecek tezler üretme kapasiteleri yok.”

“Oturumlarını, AKP’ye veya RTE'ye sövme seansı olarak geçiren yaklaşım, ‘Mustafa Kemal'in askerleriyiz’  diye ortalıklarda dolaşa dursun, iktidarı elinde bulunduranlar seçimlerde yine ülkenin başına geçecek. Çünkü karşılarında ortaya tez koyacak kadrolar yok! Olmadığı müddetçe de, memleketin kaderini uzun süre daha belirleyecekler.”

“Siz mertçe, açık sözlülükle, iktidar partisinin karşısında bir rakip olmadığını söylerken, rozet/slogan Atatürkçüleri sizi karamsar olmakla itham ediyorlar. Siz, Kur’an’dan alınacak koordinatlarla pratik çözümlerin üretilmesi gerekiyor dedikçe, konuşmacıların yüzlerindeki garip ifadeyi görmek pek zor olmuyor.”

“Velhasıl, siz yine haklı çıkacaksınız. 25 yıl önce olduğu gibi. 90'lı yılların başında, Türkçe ibadet konusunu kahvehanelere kadar indirdiğiniz günlerde, bu ülkenin Diyanet İşleri Kurumu başta olmak üzere, birtakım yobazlar akıl almaz iftira kampanyalarına başvurma alçaklığını göstermişlerdi. Sizin o gün dediklerinizi bugün kendileri savunuyorlar.”

“Bizi bekleyen yarınlarda, eserlerinizde vermiş olduğunuz kurtuluş reçeteleri eyleme dönüşecektir. Tarih sizi haklı çıkarmakla kalmayacak, sizin anlınızdan da öpecektir. Türk halkının kadirşinas zümrelerinin sizin alnınızdan öptüğü gibi.”

Serdar Aygün yazıyor: “Yaşım 30. Üniversite mezunu olmama rağmen tamamen boş bir hayat sürmüş olduğumu, size kulak vermeye başladığım gün anladım. Anadolu’nun Batı Karadeniz’inde, Allah ile aldatanların arasında büyüdüm. Bu sebeple de dinden, Müslümanlıktan soğudum. Sizin ışığınızla aydınlanana kadar ne dini ne Kur’an’ı tanıyordum. Bartın’da geçmiştir çocukluğum. Bartın’da Ebudderda isimli sahabenin türbesi varmış. Biz oralara götürülüp elimiz yüzümüz toprakla sürülerek medet ummak bilinçaltımıza yerleştirerek büyütüldük. Ebudderda’nın kim olduğunu sizin ‘Ebu Zer’ kitabınızı okuyana kadar bilmiyordum.”

“Müslüman âlemini yattığı uykudan uyandırmaya çalışan büyük İslam âlimlerinin arasında isminiz altın harflerle yazılacaktır. Tarih, sizi bu şekilde ödüllendirecektir. Sizi dinlemeye başladığım günden beri Allah’a olan inancım arttı, bu ülke için umutlarım yeşerdi.” “İmamı Âzam’ı da sizin kitaplarınızdan öğrendik. Vaktiyle İmamı Âzam’a, Ebu Zer’e yapılan zulümlerin bugünkü şartlarda, formatı değiştirilmiş bir biçimini size uygulamaya kalkıyorlar. Bu İslam âlemi sizi anlayacaktır. İş işten geçer mi bilinmez ama anlayacaktır. Siz programlarınızda, Allah’a şükrediyorsunuz, size bu eserleri yazma imkânı verdi diye. Esas bizler Allah’a şükretmeliyiz, sizi topraklarımızdan çıkarıp dünyaya kazandırdığı için.”
Arena’da bahsettiğimiz tez
Kerem Türer yazıyor: “Uğur Dündar’ın Halk Arenası’nda, dinciliğin antitezinin ortaya koyulması gerektiğinden bahsederken aslında bu belanın sadece bu ülke tarihinin değil bütün dünya tarihinin en ciddiye alınması gereken belası olduğu uyarısında bulunuyordunuz. Aslında yokluğa mahkûm oluruz diyordunuz ama belli ki nezaket gösteriyordunuz. Fakat ilginçtir, bu sözleriniz karamsarlık olarak algılandı.”

“İstiyorlar ki neşeli-korkak-başarılı (!) televizyon programları yapalım, seyredenlerimiz koltuklarında kahramanlık hisleri ile dolsun. Bu arada okullarda öğrenciler bu cehennemde nasıl büyüyeceğiz düşüncesi ile her gün intiharlara yaklaşsınlar. Ama güzel söz şakşaklama ihtirasındaki bizler, bir gün uyandığımızda mevcut iktidarın püf diye gözden kaybolacağını, sorunun biteceğini umalım.”

“Orada konuşulanlar, asıl aktarmak istediğiniz gerçeğin üstünü örtmekten başka bir şey yapmıyordu. Sürekli bu oluyor zaten bu programda da, konuşmalarda, her yerde. Yaşadığı anı oyalanmayla geçirenler, gelecek zamanı göremiyor. Anlaşılan o ki, içinde kıvrandığımız bela, sadece mevcut iktidarın yok olması ile çözülecek bir sorun değil. Bu bela, dediğiniz gibi, dünya tarihinin bitmez belası.”

Odhan Yüksel yazıyor: “Arena’da söylediğiniz ‘dinciliğin antitezini yaratamak’la ile ilgili görüşlerinize sonuna kadar katılıyorum. Şahsınız gibi birkaç insan hariç, din adına yüzyıllarca hiçbir değer üretememiş kitleleri, dincilik uykusundan uyandırmanın tek çıkar yolu yeni bir tez yaratmaktır.”

“Bu tezde iki unsur olacak: Birincisi Kur'an, diğeri ise Atatürk'ün kurmaya çalıştığı akıl ve bilgi toplumu! Atatürk'ün idealleri, Kur'an'ın da tam olarak istedikleridir! Sizin İmamı Âzam eserinizde altını çizdiğiniz Kur'an'sal ‘Hüccet’ kavramı da tam olarak buraya oturuyor. Bu konuda yeni yazılar yazmanız çok uyarıcı olur kanaatindeyim. Bu iki değer ortaya konup yeni bir savaş verilmedikçe yaşayacağımız şey Arap Baharı'ndan öteye geçemez. Ne yazık ki, insanlar ‘hüccet'e değil, sloganlara itibar etmeyi hüner sayıyorlar.” 

Göker Önen yazıyor: “Bizlere yönelik eleştirilerinizde haklısınız hocam. Hâlâ atalarımızın şartlamalarından tam kurtulamadığımız için Kur’an’ı layıkıyla anlayamıyoruz. Dincilerin, hadis uydurukçularının ve deşifre ettiğiniz angut aydınların gereğince kavrayamayacağı kadar yüce bir kitap Kur’an-ı Kerim. Ama yavaş yavaş tabular kırılıyor artık... Sizin sayenizde bütün bunlar... Allah sizden razı olsun!”
‘Mazoşist sapıklık’ ve bir Kur’an mucizesi
Mazoşizm; başkaları, özellikle despotlar tarafından ezilip horlanmaktan zevk alanların ruh hallerini ifade eden bir psikoloji terimidir. Bu ruh haline yakalanmaya ‘mazoşist sapıklık’ (masochistic perversion) denir.

Bireyler gibi kitleler de mazoşist sapıklığa tutulmuş olabilirler. Despotik idarelerin (krallık, padişahlık, güdümlü demokrasi diktatörlüğü, dinci faşizmler vs.) yönetimi altına girmiş kitlelerin büyük kısmı, bu illete şöyle veya böyle, az veya çok tutulmuştur. Dinci faşizmin baskısı altına giren toplumlarda öne çıkarılan ‘kader’ kavramı bu illeti, iyice büyütür. Dinci sadistlerin sürekli ‘kader’e veya ‘fıtrat’a atıf yapmaları sebepsiz değildir.

Mazoşist sapıklığın toplumsal türü, modern psikolojide geniş anlamda ilk kez, Erich Fromm (ölm. 1980) tarafından tahlil edildi. Bendeniz, Fromm’u da Kur’an’ı da iyi incelemiş bir düşünce adamı olarak şunu söylemek hak ve cesaretini kendimde buluyorum: ‘Mazoşist sapıklık’ kavramını insanlığın önüne ilk koyan kitap Kur’an’dır. ‘Kötülük Toplumu’ ile ‘Özgürlük ve İsyan’ adlı eserlerimde ayrıntılayacağım.

Kur’an’a göre, Firavunları üretenler, zalimlere uşaklık edenlerdir: “Firavun, toplumunu böyle horladı/aşağıladı, küçümsedi/ezdi; onlar ise ona itaat ettiler. Onlar, sapmış bir topluluktu. Bu itaatleriyle bizi taciz edip öfkelendirdiler; onlardan öç aldık da onları suya gömüverdik. Onları sonra gelecekler için bir selef ve bir örnek yaptık.” (Zühruf, 54-56)  

Dikkat edilirse, sadist (firavun) ve mazoşist (toplum) tarafların ikisi için de psikolojik yapıda kelimeler kullanılmıştır: ‘İstihfaf’ (küçümseme, horlama, aşağılama, ezme) ve ‘itaat’ (içinden gelerek boyun eğme). Burada firavun-sadist yöneticinin karşısına, ona itaatten zevk alan mazoşist kitle konmuştur. Vurgulanmak istenen, açıktır:

Bütün firavun benlikler raiyye (sürü) kitleler ister. Çünkü firavun benlik sadisttir; sadist benliğin tatmini için mazoşist yığınlar lazımdır. Raiyye-firavun, firavun-raiyye çarkı, Fromm’un da söylediği gibi, ‘sadomazoşist’ bir çarktır. Sadece mazoşistler sadistlere muhtaç değildir, sadistler de mazoşistlere muhtaçtır. Bu ikisi daima birbirine bağımlıdır. Ve bu bağımlılık yüzünden her ikisi de bireysellik ve özgürlükten yoksundur. 

Sadist-firavun benlik, yönettiği kitlenin iki şey olmasını asla istemez: 1. Tümden yok olmak, 2. Şuurlu-özgür benlik olmak.

Raiyye benlikler, sadist-firavun güdücülerce sevilir, acınır, korunur. Çünkü sadist-firavun kadrolar, emmare nefslerini (firavunlaşmış benliklerini) tatmin için, horlayıp acıyacakları birilerine ihtiyaç duyarlar. Mazoşist sürüngen kitle nasıl sadist-firavunlara akıl almaz bir iştahla arzu duyarsa, firavun-sadist despotlar da aynı iştahla mazoşist sürüngen kitleye bağımlılık duyarlar. Sadomazoşist çark, böyle bir çarktır. Gelecek yazıda göreceğiz.
‘Sadomazoşist’ çark nasıl işler?
Krallık-padişahlık sistemlerindeki sözde ‘halk sevgisi’ ‘sadomazoşist’ bir ilişkinin dışavurumudur. Firavun-sadistler muhtaç-sürüngenlere duyulan tatmin hissine, ‘halka şefkat ve merhamet’ yaftası yapıştırırlar. Bu sözde şefkate, Fransız yazar Balzac tarafından yakıştırılan ‘sevecen sadizm’ sıfatı, psikoloji tarafından da kabul görmüştür.  Sevecen sadistlere, “Halkın, kendi kaderine sahip özgür bir halk olmasına izin verin” dediğinizde sizi fitnecilikle suçlarlar.

Ne ilginç bir varoluş paradoksudur ki, sadist-firavunun hegemonyası altına giren kişiler ve kitleler sadist ezicilerini tapasıya severler. Kur’an’ın ‘Allah’ı üzüp öfkelendirerek intikam almaya sevk eden sapıklık’ olarak gördüğü bu kitlesel hastalığa modern psikoloji ‘mazoşist sapıklık’ diyor. (bk. Erich Fromm, Fear of Freedom, 125-129)

Firavun-sadist ruhlu zorbalara göre, kitle, raiyye olmalı, bir hayvan sürüsü gibi güdülebilmelidir; bu da yetmez, kitle, güdülmekten zevk alabilmelidir. Dahası: Kitle, güdenleri takdis edebilecek kıvama getirilmelidir. Sadist-firavunların bu işte en büyük destkçisi, Hâman kotarımına verilmiş, sahte dindir. Hâman kotarımındaki dinin uleması fetva verecek, sadist firavun ve ekibi kitleyi, ‘Allah adına’ yönetecektir.

Hâman kotarımındaki ulema lakaplı ‘şeytan evliyası’ (tabir Kur’an’ındır), zulmün bir numaralı düşmanı olması gereken dini, zulmün bir numaralı destekçisi ve yardakçısı yapmanın garantör kadrosudur. Sadist-firavun kadro, bu garantörleri, gizli veya açık ihsanlarıyla besler. Çünkü tağutî kadronun sadizmini, kitlenin kurtuluş reçetesi gibi öne çıkarmak, bu kadroyu kutsallaştırmakla mümkün olabilir. Bu kutsallaştırma sayesindedir ki, tağutizmin en büyük melanetleri bile meziyet olarak algılanır hale gelir.  

Bakın Osmanlı düzenine: ‘Şirk şaibeli zulümler’ düzeni olan bu düzen, raiyyeleştirip süründürerek uygar dünyanın iki yüz yıl gerisinde bıraktığı kitlelere kendisini ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ olarak takdis ettirmiştir.

Bırakın koyu raiyyelik dönemlerini, Osmanlı’nın Meşrutiyet dönemi anayasasında (1876 anayasası) bile padişahın sorgulanamazlığını ifade eden tabirler, Kur’an’ın Allah için kullandığı tabirlerin kelimesi kelimesine aynıdır. Allah nasıl ‘la yüs’el’ (sorgulama ve sorumluluk üstü) ise padişah da öyledir. Neden olmasın? Padişah, ‘yeryüzünde Allah’ın gölgesi’ değil mi?

Bugünün Ortadoğu’suna bakın!
İcraatı akla ve Kur’an’a tamamen aykırı despotik kadrolar, yönettikleri kitle tarafından ‘Allah’ın vekili, gölgesi’ ilan ediliyor. Bu tağutî kadrolar, Maun harcamalarıyla kurulmuş zulüm ve israf saraylarında oturtuluyor, onlara din adına sürekli destek verenlerse papaların, kardinallerin rüyada bile göremeyeceği imkânlarla taltif ediliyor. Ve bu Maun israfının finansını alın terleriyle yapan halk, kendisine bunları reva görenleri sürekli ödüllendirip taçlandırıyor.
Lütfen, söyleyin: Allah, böyle bir kitleye rahmetiyle muamele eder mi?
Dikta yönetimlerinin Fravunluk psikozu
Yakında çıkacak olan ‘Firavun’ adlı kitabımın en hayatî bölümlerinden biri de ‘Firavunluk Piskozu’ bölümüdür. Bu bölümün çok kısa bir özetini bu köşeye aktarmak istiyorum. Psikoz tabiri, kişiliğin bütünlük ve tutarlılığını tahrip eden ruhsal bozukluklar için kullanılır. Psikozlar genellikle toplumsal sarsıntıların ürünü olarak vücut bulur.

Firavunluk psikozu nedir?
Kur’an, firavunluk psikozunu yaratan ‘toplumsal sarsıntı’nın, zulme teslimiyet ve zalimlere itaat olduğunu söylüyor. Firavunluk psikozunun Ortadoğu’yu istila etmesinin arka planında da bu var. “Gelen ağam, giden paşam” veya “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” yaklaşımıyla zalimlere itaati meziyet, hatta kutsal meziyet gibi gösteren zümreler, toplumları kasıp kavuran firavunluk psikozunun temel besleyicisi olmuşlardır.

Firavunluk psikozunun belirtileri
Dini Politik Araç Olarak Kullanmak:

Kur’an’da Firavun’un adı din baronu Hâman’la daima birlikte anılıyor. Hâman (Aman, Amen, Amon, Ammon, Amun, Hammon), firavunlar Mısırındaki Amon rahiplerinin liderlik makamına unvan olarak kullanılan bir sözcüktür.

Firavun, en yakın paraleli olan Hâman’da sembolleşen başrahipliği (din reisliğini, din baronluğunu) babadan oğula geçen bir mevki haline getirerek, dinden aldığı desteği sürekli hale getirmiştir.

Politik Araç Yapılan Din Dışında Bir İnanca İzin Vermemek:
Firavunlar Mısır’ı dinsiz değildir; tam aksine, dinin birinci dereceden rol oynadığı bir ülkedir. Firavun da dinsiz değildir; Musa’nın dinine karşı konan ve savunulan bir dine sahiptir. Ancak o bir şirk dinidir ve bunun için Musa’nın tevhidinden rahatsız olmaktadır. Kur’an bu gerçeği kendine özgü kelam güzelliğiyle vermektedir. Firavun’un seçkin danışmanları ona Musa ile ilgili olarak şöyle diyorlar:

“Musa'yı ve halkını, yeryüzünü fesada verip seni ve ilahlarını terk etsinler diye mi serbest bırakıyorsun?" (A’raf, 127)

Kur’an bu dinin adını, Yusuf suresinin 76. ayetinde deşifre etmiştir: ‘Dinü’l-melik’ (kralın, sultanın dini) Bütün firavun egemenler, ya yeni bir ‘sultan dini’ oluştururlar yahut da mevcut dini tahrif ederek Hâman kadrolar vasıtasıyla ondan bir saltanat dini yaratırlar. Tektanrıcı dinlerin coğrafyalarında firavunlar zamanından beri yapılan, bu ikincisidir.

Günümüz Türkiye’sinde yapılan da bu ikincisidir.
Firavunluk psikozunun temel belirtileri (1)
Hakkın Güçte Olduğuna İnanmak:
Hakkın güçte olduğuna inanmak, firavun despotların temel özelliklerindendir. Kur’an bu gerçeğe dikkat çekerken hakkı güçte görmenin sembolü Firavun’u konuşturuyor:

“Firavun, toplumu içinde haykırıp şöyle dedi: ‘Ey toplumum! Mısır'ın mülk ve yönetimi benim değil mi? İşte şu nehirler benim altımdan akıyor. Görmüyor musunuz? Yoksa ben şu zavallı, şu meramını anlatamayacak Musa’dan hayırlı değil miyim? Ona altın bilezikler atılmalı, yanında-hizmetinde melekler bulunmalı değil miydi?’ İşte, toplumunu böyle horladı/aşağıladı, küçümsedi/ezdi; onlar ise ona itaat ettiler. Onlar, sapmış bir topluluktu.” (Zühruf, 51-54)

Bütün firavun saltanatlar, o arada saltanat dincileri, gücü hakkın göstergesi saydıklarından, servet ve paraya sahip olmayı ilahlaştırırlar. Ellerine geçen imkânları her şeyden önce para sahibi olmak için kullanırlar. Allah ile para yan yana geldiğinde parayı tercih ederler. Çünkü Allah, gücün hakta olmasını ister; oysaki para, hakkın kendisi olduğunu iddia eder.

Firavun psikozuna tutulanlar, ülkelerinin malî durumu ne olursa olsun, iman babaları firavunun yukarıdaki sözlerini tekrarlamak için güç gösterisinde kullanacakları mülklere, köşklere, saraylara sahip olmak ihtiyacını derinden hissederler. Bu gösteri metaına sahip olmayanları küçümser, onlarla alay ederler.

Ekonominin Kontrolünü Elde Tutmak:
Şöyle diyordu Firavun: “Ey toplumum! Mısır'ın mülk ve yönetimi benim değil mi? İşte şu nehirler benim altımdan akıyor. Görmüyor musunuz?" (Zühruf, 51)

Firavun’un şu sözünün altına herhangi bir Osmanlı padişahının imzasını atsanız, ne tarih yadırgar ne de Osmanlı düzenini tanıyan bir araştırıcı.

Ekonominin egemen güç tarafından kontrolü eski Mısır’da nasıl idiyse Osmanlı’da da aynıydı. Orada da bütün ülke toprakları ‘memâlik-i şahane’ yani padişahın mülküydü.

Halkı Fırkalara Bölmek veya Ayrıştırıcılık:
“Gerçek şu: Firavun o yerde egemenlik kurmuş ve ora halkını fırkalara ayırmıştı. Onlardan bir topluluğu horlayıp eziyordu. O, gerçekten fesadı yayanlardandı.” (Kasas suresi, 4)

Eleştirenleri Fitne ve Fesatla Suçlamak:
Bu işte firavunun yakın çevresi, özellikle Hâman kotarımındaki din temsilcileri öncülük eder:

“Firavun’un yakın çevresi ona şöyle dedi: ‘Musa'yı ve toplumunu, yeryüzünü fesada verip seni ve ilahlarını terk etsinler diye mi serbest bırakıyorsun?" (A’raf, 127)
Firavunluk psikozunun temel belirtileri (2)
Başkalarının Malından Azgınca Harcama Yapmak:
Bunun Kur’an dilindeki adı israftır. Bu azgın harcamayı yapana müsrif denir. Kur’an, bütün zalim yöneticilerin aynı zamanda birer müsrif (yani başkalarının alın terinden kudurmuşçasına harcama yapan kişi) olduğunu bildiriyor.

“Firavun, o toprakta gerçekten çok üstündü ve gerçekten onun bunun malından savurganlık yapan tam azgınlardan biriydi.” (Yunus, 83)

Vehimleri Zulüm Gerekçesi Yapmak:
Rüyaları, kehanetleri, ihbarları, hatta dedikoduları takip, baskı ve zulüm gerekçesi yapmak firavun ruhlu diktatörlerin belirgin niteliklerinden biridir. Kur’an bu gerçeğin tarihsel-kozmik belgelerini de bize vermektedir.

İsrailoğulları’nın bütün erkek çocuklarının katledilmesinin gerekçesi, kâhinlerin o çocuklar içinden birinin Firavun’a darbe yapacağını söylemesi idi. Binlerce çocuk işte bu kâhin dedikodusuna dayanılarak katledildi. Firavun bir ruha göre, doğmamış çocuklar bile ‘darbeci’ sayılabilir. 

Dayatmacılık:
Firavunluk psikozunun belirgin niteliği, dayatmacılıktır. Bu psikozu, insanlık tarihindeki baş temsilcisi firavunu izleyerek tanıyalım.

Musa’nın tanrısı ile Firavun’un belirleyici farkı, birincisinin teklif götürdüğü insana seçme özgürlüğü vermesi, ikincinin ise vermemesidir. Firavunluk psikozu kendi görüş ve anlayışını dayatır, seçme ve tercih şansı tanımaz. Bununla da yetinmiyor firavun psikozu: Musa’yı yani karşı fikrin temsilcisini öldürmek, yok etmek istiyor:

“Firavun dedi: ‘Bırakın beni, şu Musa'yı öldüreyim de Rabbine yalvarsın. Çünkü onun, dininizi değiştirmesinden yahut yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum." (Ğâfir, 26)

Bu beyyinede, firavunluk psikozunun dehşet verici bir zihniyet kodu daha deşifre edilmektedir: Öldürülmek istenen Musa, toplumda bozgun çıkarmak ve toplumun dinini değiştirmek gibi ağır ithamlarla suçlanmaktadır. Yani firavun psikozunun mümessili olan despot, hesabına uymayan fikirler öne çıkaranları ihtilalcilik, bozgunculuk, darbecilik, fitnecilik, dini bozmak gibi, aldatılmış kitleleri kudurtan suçlamalarla itham etmektedir.

Günümüz dünyasında, kol kola girerek protesto yürüyüşü yapmaktan başka eylemleri olmayan özgürlük direnişçilerini ‘darbecilik, hükümeti yıkmak’ gibi ithamlarla bastırıp ölüm ve yaralamalara maruz bırakan dikta yönetimlerinin sergiledikleri psikoz bu firavunluk psikozunun çağdaş bir görünümüdür.
Firavun zulmünden de beter!
Firavun; zulmün, dehşetin, hakları çiğnemenin, gücü hakkın göstergesi bilmenin sembolüdür. Ama zaman göstermiştir ki, insanlık tarihinde firavun zulmünden daha beter bir zulüm süreci de olabilir. Nasıl mı?

Kur’an bize, o mucize kelam güzelliğiyle bildiriyor ki, Firavun’un sarayında hakkı ve adaleti dile getiren hiç değilse bir tane mümin adam vardı. Kur’an bunu bize niçin bildiriyor? Adını kayda geçirmediği o adamı övmek için değil elbette. Mesaj şudur:

Eğer bir firavun türü zalimin saltanat çevresinde bir tane uyarıcı bile çıkmıyorsa o zulüm dönemi, firavununkinden, o zalim de firavundan daha kötü, daha şerir ve zararlıdır:

“Firavun dedi ki, ‘Bırakın beni, şu Musa'yı öldüreyim de Rabbine yalvarsın. Çünkü onun, dininizi değiştirmesinden yahut yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum.’ Firavun’un, seçkinlerden oluşan yakın çevresinden imanını gizleyen bir adam şöyle konuştu: ‘Rabbim Allah'tır’ dediği için bir adamı öldürecek misiniz? Üstelik size, Rabbinizden açık seçik deliller de getirdi. Allah, zulme saparak onun bunun hakkından savurganlık yapan yalancıları doğruya ulaştırmaz."

"Ey toplumum! Bugün bu toprakta, birbirine destek veren insanlar olarak mülk ve yönetim sizin. Peki, karşımıza dikildiği zaman Allah'ın azabından bizi kim kurtaracak?’ Firavun şöyle dedi: ‘Ben size kendi fikrimden başkasını göstermem. Ve ben, sizi, doğruluk yolundan başkasına da kılavuzlamam."

“İman etmiş olan adam dedi: ‘Ey toplumum, sizin üzerinize, diğer topluluklarınki gibi bir günün gelmesinden korkuyorum. Ey toplumum! Sizin adınıza, o bağırıp çağrışma gününden korkuyorum. Bir gündür ki o, sırtınızı dönerek kaçmaya çalışırsınız fakat Allah'a karşı sizi koruyacak kimse olmaz." (Mümin, 26-33)

Firavunlara itaat edenler Allah düşmanıdır
Yukarıdaki beyyineler, iktidar ve saltanatını kendisinin ilahlığına kanıt gibi öne çıkaran firavuna bütün bu yaptıklarına rağmen itaat edenleri Allah’ın intikam almasına sebep oluşturan bir büyük kötülüğün failleri olarak gösteriyor ve onlardan intikam alınacağını bildiriyor.

Firavunluk psikozuna yakalanmış tağut takımını hizaya getirmek üzere onlara karşı çıkmak, en azından onları uyarmak yerine onların icraatını onaylar bir tavırla onlara itaat eden kitleler ve ekipler, Allah’ın düşmanı durumuna düşmektedirler. Allah’ın onlardan intikam alacağını söylemesinin anlamı budur. Çünkü Allah, sadece düşmanlarından intikam alır, sürçmeleri olan günahkârlardan değil.
Temiz vicdanlar böyle görüyor
Balıkesir’den İsa Can yazıyor: “Son günlerde bir yandan Maun Sarayı’nın icraatı ile Diyanet denen kurumun Maun harcamalarını izlerken bir yandan da ‘Ebuzer’ adlı kitabınızı okuyorum. Bu bir tesadüf mü yoksa ilahî bir piyeste kıyametin gelişinin haberini mi izliyoruz?”

“Bir ‘Molla Kasım müceddit’ tüm karalamalara, tüm sıkıntılara, tüm kulak tıkamalara rağmen Kur'an dininin tüm hakikatlerini kurda, kuşa, dağa, taşa duyuracak şekilde her imkânı kullanarak haykırmakta.”

“Yalanı, hurafeyi, efendi denen sümüklülerin söylediklerini din zanneden bir çevrede büyümüştüm. Son birkaç yıldır sizin tüm yazdıklarınızı defalarca okudum. Ekranlardaki konuşmalarınızdan konferanslarınıza, gazete makalelerinizden dergilerdeki röportajlarınıza kadar, aldığınız her nefesi takip eder gibi takip ettim/ediyorum. Beni Kur'an  ile Kur'an’ın dini ile tanıştırdınız. Önceden öcü zannettiğim dini ve onun Allah’ını bana sevdirdiniz.”

“Allah’ı bulutların ardında, göklerde bir yerde duran celalli bir dede, bizi gözetleyen, melek denen kanatlılarla namaz ve oruçların çetelesini tutturan, başka bir şeyle de ilgilenmeyen yarı put zannederken, Allah’ın aşkın ve içkin, bize bizden daha yakın olduğunu, hayatın bizzat kendisi, hatta sürecin bizzat kendisi olduğunu sayenizde öğrendim, belledim, yaşıyorum. O’nun mesajı olan Kur’an’ın hazzını duymamı siz sağladınız.”

“Tüm hayatımı, defalarca okuduğum Kur’an şekillendiriyor sayende. Bundan doğan bütün hayırların tüm karşılığını senin hanene bizzat Allah yazsın! Mücadeleni mücadelem bildim. Kur'a’nın tanıtılıp yaşanılması misyonum oldu artık.”

“Toplumun ‘İslam’ adı altında şirki yaşadığını, Allah’a iman adı altında şeytana taptığını, peygamber vekili görüp kutsadığı birçok adamın da Ebucehil olduğunu benim gibilere gösterdin. Allah senden gani gani razı olsun!”

Çetin Akar yazıyor: “Bir imam hatip okulu mezunu ve bütün ömrünce çözemediği pek çok dinî meseleyi, sizin kitaplarınızla tanıştıktan sonra çözebilen bir kişi olarak minnet ve şükranlarımı sunuyorum. Allah sizi Türk Milleti’nin başından eksik etmesin.”

“Bugüne kadar tasavvufla ilgili olarak okuduğum ancak anlamaya bir türlü muktedir olamadığım pek çok kitabın anlaşılmasına bir anahtar teşkil eden ‘Kur’an Verileri Işığında Tasavvuf ve Tarikatlar’ isimli kitabınızı büyük bir keyifle okudum. Artık Mevlana’yı, İbn Arabî’yi, İkbal’i, Nietzche’yi… sayenizde daha rahat anlayabileceğimi düşünüyorum. Sizin kitabınızı okuduktan sonra daha evvel okuyup yeterince anlayamadığım kitapları tekrar okumaya başladım. Allah sizden razı olsun!”
Firavunlukta beterin beteri
Kur’an bize gösterdi ki, bilinen firavunlardan daha kötü ve şerir firavunlar da olabilir. Bu ikinciler, çevrelerinde bir tane olsun uyarıcı barındırmayan, yaşatmayan firavunlardır.
Tarih ve zaman da bize gösterdi ki, bu ikincilerden de şerir firavunlar çıkacaktır. Biz bunlara ‘beterin beteri firavunlar’ veya ‘firavunlukta beterin beteri azmışlar’ diyoruz. Bunların belirgin niteliklerini tarihin ve zamanın verilerine bakarak şöyle sıralayabiliriz:
1. Yalancılık: Kadim firavunlar, en şerir zulümleri de dâhil, yaptıklarını raiyyelerine açıkça söyleyerek yaparlar; yalan söylemezler, yani zulümleri içinde bir ‘mert’ yanları vardır.  O halde hem eski firavunların zulümlerini işleyen hem de raiyyesine yalan söyleme zilletine tenezzül eden bir zalim, sadece firavun olmakla kalmaz, firavundan da şerir olur.
2. Talancılık: Kadim firavunlarda hırsızlık ve talancılık yoktur. Beterin beteri firavunların bir alameti ve karakteristiği de aynı zamanda talancı olmalarıdır. Bunlar, halkı soyan talancılarla işbirliği yapmak, onları bu talanlarında koruyup gözetmek, bu vesileyle Karun takımının mal-mülk vurgunlarından, para havuzlarından aslan payı almak gibi düşüklüklere de tenezzül ederler. Yani bunlar firavunluk kulvarının kendi içinde de ayrı bir düşüşü temsil ederler. 
3. Musaları Konuşturmamak: Firavun, aynı zamanda din gücünü ve kurumunu temsil eden sihirbazlarını Musa’ya karşı halkı aldatmaları için seferber ederken, Musa’ya da halkın önünde onlarla tartışma imkânı veriyordu. ‘Beterin beteri firavun takımı’, işte bu noktada da kadim firavunları geride bırakan tağutluklar sergilemekteler. Bu ikinciler, kendi sihirbazlarını yani (halkı aldatma ekiplerini) bütün imkânlarla teçhiz ederek ortaya sürerken Musa fikriyatının sözcülerine konuşma ve kendilerini ifade etme şansı asla vermezler.

Ferşat Bektaş yazıyor: “Bilgiye aç biriyim. Sizi her zaman takip etmeye çalışıyorum her defasında sizden yeni bir şeyler öğreniyorum. Çok şey öğrendik sizden ve öğrenmeye devam ediyoruz. Şimdi belki istediğiniz kitleye hitap edemiyor, yeterince anlaşılamıyorsunuz ama inanıyorum, gelecekte ışığınızdan faydalanan bir nesil ortaya çıkacak ve Türkiye’yi bu bataktan çıkarıp hak ettiği noktaya taşıyacak. Bunlar bizim çocuklarımız olacak. Ve onlar, sizin gösterdiğiniz aydınlık yolda yürüyecekler. O çekirdek nesil biziz; sakın umutsuzluğa kapılmayın. Siz hep anlatırsınız ya, İmamı Âzam çok acı çekti, çok zulme uğradı ve işte böylece ‘En Büyük İmam’ olarak tarihe geçti diye. Çağımızın İmamı Âzam’ı olarak siz varsınız. Çabanızla bunu hak ettiğinizi düşünüyoruz. Allah size uzun ömürler versin.” 

Öznur Kocaalp yazıyor: “Ebu Zer adlı anıt eserinizi okudum. Ellerinize sağlık.  O, ‘uzun boylu, gür saçlı, esmer tenli’ adamın hayat felsefesini, azmini, düşüncesini ve iman önderliğini ne güzel yansıtmışsınız! Tarihe bir nefes, bir yudum su vermişsiniz. Allah sizden razı olsun!”
 
Havin Gökkaya yazıyor: “Sizin sayenizde gerçek İslamı, Kur’an’ı öğrendik.  Allah sizden razı olsun. Ne kadar teşekkür etsek az gelir. Siz, yaşayan Atatürk’sünüz.”
Firavunluk psikozu üstüne müthiş mektuplar
Odhan Yüksel yazıyor: “Son günlerde özellikle üstünde durduğunuz ‘firavun’ kavramında vurguladığınız sosyolojik bağlantılar (Firavun-Karun-Haman  ilişkisi gibi) ufuk açan, muhteşem analizler. Kur’an'da Hz. Musa’nın hayatının bu kadar derinlemesine işlenmesinin en önemli sebebi, kanımca onun hayatındaki büyük olayların ve mucizelerin birer sosyolojik fenomen olmasıdır.” 
“Halkın önünde büyücülerle yarışması da böyle sosyal bir gerçeğe işaret. Firavun'un adamları olan büyücüler halkın önünde Musa’yı küçük düşürmek için bir algı operasyonu yürütürler. Bu algı operasyonunu gerçeklere, bilgiye değil, illüzyona dayanır!  Bu olay, tıpkı günümüzde hükümet medyası ve satılık kalemlerle gerçekleştirilen Cumhuriyet ve Atatürk'ü karalama operasyonuna benzer. Olay Kur’an'da da söylendiği gibi ‘halkın gözleri önünde’ yapılmaktadır; sosyolojik analizi gerekir.”
“A’raf 116. ayet bu illüzyonların gücünü vurgular. Sizin mealinizde: ‘Halkın gözlerini boyadılar, onları dehşete düşürdüler/korkutup terörize ettiler/tehdit ettiler’ diyor. Hakkın temsilcisi Hz. Musa'nın özelliği bu ilüzyona son vermesidir. Hz. Musa bir sihirbaz değildir. Onun asası (isyanı) , bâtılı yutmuş, halka hakkı göstermiştir.”
“Kur’an'daki bu sembolik ifadeler, günümüzde küresel ve yerel illüzyonların firavunî kökenini ve işleyiş tarzını açıklıyor. Sermayedarların medyası ortaya sürekli nifak yılanları atmakta, Musa'ları sahneye dahi davet etmemektedir. Bu açıdan firavun daha insaflıdır bence!”
“Firavuna itaatin bir diğer sebebi de, bizzat itaatin kendisi değil, firavunun illüzyonlarıyla aldanmaktır. Bu aldanmış kitlelerin Musavari şahsiyetleri sevmesi ve onlara değer vermesi beklenemez. ‘Firavun’ adlı kitabınızı büyük bir sabırsızlıkla beklemekteyiz.” 

Mustafa Yıldırım yazıyor: “Ebu Zer isimli kitabınızı okuyorum. ‘Darbeler ve Darplar’ bölümünde, özellikle 97'nci sayfadaki tespitleriniz beni gerçekten çok etkiledi. Bu güne kadar düşünce ve din felsefesi bağlamında okuduğum bilgilerin en etkileyeni oldu. Aynı sayfalardaki anlatış ve kavrayışa baktıkça da sizin ne denli bir can alıcı vuruşa sahip olduğunuzu gördüm.”
“Bizlerin de bu farkındalığa ilgi göstermemiz umarım toplum kesimlerinde yatay bir genişleme ile yaygınlaşır. Daha doğrusu, ‘darb-ı halk’ (halkın vuruşu) bilincine sahip bir topluluk haline gelebilmek lazım. Şu anda, ‘Allah, bu milleti ıslah eylesin!’ gibi bir temenniden başka yapacak bir şey yok gibi görünüyor. Tarihin diyalektiği bakalım bizlere neler gösterecek!”

MEKTUPLARLA İLGİLİ BİRKAÇ SÖZ

Bu mektuplar beni iki bakımdan çok mutlu etti: 1. Benim eserlerimi ciddi biçimde okuyan insanlarca yazılmış olmaları, 2. Kur’an mesajını hazmetmiş aydınların idrakini sergilemeleri. Bizler ve dünya, işte Kur’an’ı böyle okuyan aydınlara, nesillere muhtaç. Bu nesiller sahneye çıkıp kaderimize el atmadıkça dinciliğin maskeli şirkiyle dinsizliğin açık inkârından kurtuluşumuz mümkün olamaz.
‘Ayetlerden süngü yapmak’
Bir okuyucumun ifadesinden aldım bugünkü başlığı. Çok sevdim bu ifadeyi. Benim mücadelemin hem yöntemini hem de biricik silahını tam isabet tanıtıyor. Bu tabiri kullanma basiretini gösteren iletinin tamamını okuyalım.

Lütfiye Bahar Karakuş New York’tan yazıyor: “Sizi tarif edecek kelime bulamıyorum. Bana göre, Atatürk’ten sonra Türkiye’ye Allah’ın lütfu sizsiniz. Işığınızla aydınlanıyoruz.”

“Uzun zamandır New York’ta yaşıyorum. Kur’an’ı, doğru namaz kılmayı sizin sayenizde öğrendim. Kitaplarınızı alıyorum; okuyorum ve okutuyorum. Söylediğiniz bütün ilim adamlarını da okuyorum. O akıcı, şiirsel kelimelerinizle yazdıklarınız beni coşturuyor. Ayetlerden âdeta süngü yapıp zalimlerin bağrına saplıyorsunuz.  Bize hep örnek oluyorsunuz. Karanlık yollarımızı aydınlatıyorsunuz. Kendine özgü hitabınızla bütün gönülleri fethediyorsunuz. Ellerinizden ben de öpüyorum. Size çifte kavrulmuş sevgilerimi, saygılarımı gönderiyorum. Allah seni başımızdan eksik etmesin!”

Almanya’dan Bora D. yazıyor: “Türklüğümü Mustafa Kemal Atatürk’e, Müslümanlığımı da Yaşar Nuri Öztürk’e borçluyum. Sizin bütün videolarınızı defalarca izledim. 4 tane kitabınızı okudum, çok yakında 5.ye başlayacağım. Sayenizde İslam dinini çok iyi anladım; güzel, hoşgörülü, tertemiz ve rahat bir din olduğuna inandım. Bütün soru işaretlerimi giderdim. Şu an karşımda kim olursa olsun konuşuyorum ve anlatabiliyorum. Kanı bozuklar benim karşımda sizin sayenizde zorlanıyor. Allah sizden razı olsun!”

Öznur Kocaalp yazıyor: “Kur’an'ın, aklın, bilimin ışığında kaleme aldığınız eserlerinizi düşündüm ve şu sonuca vardım: ‘Hz. Fâtıma, İmamı Âzam, Hallâc-ı Mansûr, Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’ adlı eserleriniz, yansıttıkları dönemin açık, net, belgelere dayalı tarihleridir. Parçaları birleştirdiğinizde sahabe ve tâbiûn dönemi ve sonrasına ilişkin bilimsel araştırmaya dayalı dönemsel bir tarih çıkıyor. Gerçek tarihi sizin gibi çok az sayıda bilim adamı yazıyor. Allah razı olsun.”
 
Sinan İlgar yazıyor: “Her sözünüz tarihe altın harflerle yazılması gerekir. Kendini ‘İslam âlimi’ sayan birçok kişinin sakladığı gerçekleri söylemek yürek ister, hatta Ebu Zer yüreği ister. Bu yürek sadece sizde var. Allah’ım benim ömrümden alıp size versin, güzel yürekli insan!”

Murat Başaran yazıyor: “Bu milletin size ihtiyacı var ama bunu görmemekte niye bu kadar ısrarcı, anlamış değilim. Doğruları görmediği için belasını buluyor ve bulmaya devam edecek.”
Bu idraki veren Tanrı’ya şükürler olsun!
Kendisine sıkıntı vereceklerinden kaygılandığı için soyadını gizlememi isteyen genç okuyucum Yiğit D. yazıyor: “Ortaokul yıllarında, babaannesinin rahlesine sizin Kur’an çevirinizi koyup okuyan ve anlamaya çalışan bir çocuktum. 15 sene boyunca Allah’ın bir nimeti olarak Kur’an’ın ve sizin öğrenciniz oldum. Sizin bizleri, uyandırmanızla, başöğretmenim Kur’an’ın Rabbi olan Allah oldu. Bunun için önce Rabbim’e, sonra da size minnettarım.”

“Cenabı Hak, ‘Dileyen Rabbine doğru bir yol edinir’ buyurmaktadır. İşte o yolu bana siz gösterdiniz. Eğer siz olmasaydınız iki şey olurdu: Ben ya dinci yobazlardan ya da dinsiz yobazlardan olurdum. Her iki hâlde de Allah’ın düşmanı olur, cascavlak ortada kalırdım. Siz Allah’ın bu ülkeye lütfu ve hediyesisiniz. Kur’an’ı hayatıma sokan Allah’ın izniyle sizsiniz. Sizin hakkınızı ne yapsam ödeyemem. Sizi en çok mutlu edecek şeyin Kur’an ilminin ışığında yürüyen benlikler olacağını biliyorum. Siz, Ebu Zer’in, İmamı Âzam’ın, Hallâc’ın, ‘Allah ile aldatmaya karşı çıkalım’ diyen o büyük misyonun çağımızdaki temsilcisisiniz. Bunda şüphe yoktur.”

“Firavunları, Hâmanları, Karunları zelil kılmak ve ezilenlere bağışta bulunup onları önderler yapmak Allah’a mahsustur. O, kudretinin bir eseri olarak nice Musa’lar gönderir de halkı kandırıp kırbaçlayanlar, dün zevk sürdükleri her şeyin bir gün hasretini çeker halde ortada kalırlar. Allah, önüne geçilebilecek bir kudret değildir.”

“Kimliğinde ‘İslam’ yazanların birçoğu Allah’ın emirlerini uygulamayı bırakıp Allah’a muhalefet edercesine din yaşamaya kalktılar. Servet hırsı gözlerini bürüdü de, suçlulardan gelecek çıkarı Allah’tan alacakları karşılığa tercih ettiler. Karunlaştılar, Hâmanlaştılar. Allah yolunda mücadele edeceklerine, şeytanın ardı sıra gittiler.”

“Tarih boyunca, gayesi Allah olanlarla, Allah’ın dinini servet ve güç için araç edinenlerin savaşını izledik. Allah’ın dinini araç edinen gafiller, Allah taraftarlarına yaptıkları bin bir türlü eziyeti Allah yolunda bir hayat gaye edinilmesin diye yaptılar.”

“Allah’ı hayatının gayesi edinen bizler Rabbimiz’in hükmünü bekleyip sabrediyoruz. Kur’an ilminde derinleşme ve Allah’ın mesajını hayatımıza nakşetme dönemidir. Bizler, onların Allah’tan umamayacakları şeyleri umabiliriz. Arş’ın Sultanı olan Allah dilerse O’nun için mutlaka ayağa kalkacağız. Bu uğurda bizi derin uykulardan uyandıran, gaflet uykusuna dalmamızı engelleyen sizsiniz.”

“Büyük Atatürk’ün davasını da üstlenen siz, bir başka mucizenin daha tecellisi oldunuz: Allah, müminleri bir araya getireceğini ilan etmiştir. Görüyorum ki, size e-posta ve mektupla ulaşan Allah taraftarları var. Önderliğinizle gelişen bu iletişim şekli Kur’an müminlerinin bir araya gelme umudunu yeşertmiştir. Müminler bu yolla birbirleriyle görüş alışverişinde bulunmaktalar. Bu hakikatin şahitlerinden olduk. Allah ile aldatanların hüsranına da şahitlik edeceğiz.”

“Maun ihlaliyle kamu hakkı talanı yapan Allah düşmanlarına ve imanımızı hor görüp, Allah’ı unutturmak isteyen dinsiz yobazlara karşı bize Allah yeter.”
Che’nin çantasından Nutuk çıkmadı mı?
22 Ocak 2014 tarihli Halk Arenası programında Soner Yalçın’ın sorusu üzerine ve 23 Ocak tarihinde +1 TV’de katıldığım Hilal Ergenekon’un programında Hilal’in sorusu üzerine Arjantin asıllı Küba vatandaşı büyük devrimci Che Guevara’yı değerlendirdim. Dahası: Çıkmak üzere olan ‘Özgürlük ve İsyan’ adlı önemli kitabımı Che’nin adına ithaf ettiğimi de açıkladım.

‘Ateist’ olarak bilinen Che, 39 yaşında Bolivya dağlarında CIA ajanlarınca öldürüldüğünde (1967) çantasından çıkan eşya arasında Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’unun da bulunduğunu aynı zamanda bir bilim adamı olan ünlü diplomat Prof. Dr. Bilal Şimşir yazmıştı. Bilal Şimşir şunu da yazdı: Fidel Castro, 1961 yılında Küba’da görevli olduğu sırada kendisinden  Atatürk’ün Nutuk’unun İngilizce veya İspanyolcasını istemiş. Şimşir, Nutuk’un İngilizcesini Türkiye’den getirip Castro’ya vermiş. Castro bu çeviriyi okuduktan sonra Che’ye vermiş diye düşünülüyor. 

Che’nin çantasından bazı kitaplar yanında bir de ‘okunması gereken’ veya ‘okunan’ kitaplar listesi çıkmıştır. Olabilir ki Nutuk o listede vardı.

Çantadan Nutuk çıktı veya çıkmadı; tartışılsın. Atatürk-Che ilişkisinde belirleyici olan esas nokta, bu kitap işi değil, şudur:

Che ve başta Fidel Castro olmak üzere bütün devrimci arkadaşları birer Atatürk hayranı idiler. Onu, özgürlük ve bağımsızlık öncülerinin en büyüklerinden biri biliyorlardı. Che’nin kader arkadaşı Castro’nun, özellikle Che’nin bir tür akıl hocası sayılan ve radikal bir Atatürk hayranı olan Jose Carlos Mariategu’nun tanıklığı bunun tartışılmaz belgesidir. Hal bu iken, “Che ve arkadaşlarının esin kaynakları arasında Mustafa Kemal yok” iddiasında bulunup bunu ‘çantadan çıkmayan’ Nutuk’a bağlamak tam Türkçesiyle bir dangalaklıktır. Bu dangalaklık, Che’nin çantasından Nazım Hikmet’in bir kitabının çıktığını rahatlıkla kabul ediyor da Nutuk’un çıkmasını ‘minel acayip’ buluyor. Şu kafaya bakın!

Che-Nutuk ilişkisiyle ilgili değerlendirmeler üzerine, ‘şecaat arz ederken sirkatin söyleyen’ bazıları da çıktı. Bir yığın ‘Atatürkçü’ veya ‘dinci’ adam, “Böyle şey nasıl olur” diye sataşma perdesinden hayretlerini ifade ettiler. Neymiş efendim; “Nutuk Che Guevara’nın çantasından nasıl çıkarmış! Che 1967’de öldürüldü, Nutuk ise yabancı dillere 2000’li yıllarda tercüme edilmişmiş…”

Bilgiye bak, bilgiye! Bu ‘tercüme’ işini ve Che meselesinin öteki kısımlarını irdeleyeceğiz.

Murat Başaran yazıyor: “Size şükranlarımı ve sevgilerimi sunuyorum. Yaşım 21. Ben, sizin, Mustafa Kemal Atatürk hakkındaki bilgilerinize aşıkım.”
Nutuk, Che doğduğu yıl tercüme edildi
“Atatürk’ün Nutuk’u Che Guevara’nın çantasından nasıl çıkar, o sırada Nutuk’un herhangi bir dile çevrisi yapılmamıştı ki!” diye ahkâm kesen bir yığın dinci ve rozet Atatürkçüsü, Arena programındaki Che söylemimle ilgili eleştiriler getirdiler.

Bakın, kardeşim, önce öğrenin! Nutuk daha Atatürk yaşarken ve Che henüz bir yaşındayken üç Batı diline ve Rusça’ya tercüme edilip basıldı. Fransızca, İngilizce tercüme 1929 yılında, mütercim adı belirtilmeden yapıldı. Hemen arkasından, Fransızca metin esas alınarak Paul Roth ve Kurt Koehler tarafından Almanca’ya tercüme edildi.

Rusça çeviri dört cilttir ve ‘Yeni Türkiye’nin Yolu’ adıyla yayınlanmıştır. Yayın, 1929 yılında başladı, 1934 yılında tamamlandı.

Şunu da bilelim: Che, Fransızcası çok kuvvetli bir aydındı. Nutuk’un İngilizce veya İspanyolcasını aramak gibi bir sıkıntısı olamazdı. Bunu ifade etmek yerine, ‘Che, Nutuk’un İspanyolca tercümesini aratmıştır” falan gibi tırlak laflar etmenin anlamı yok. Bir aratmadan söz edilecekse, mevcut olan Fransızca çeviriyi ‘aratmak’ yerine olmayan İspanyolca çeviriyi aratmak ne demek!  

Çeviriler içinde Arapça yok. Nutuk’a en çok muhtaç olanlar Araplar ama Nutuk’un Arapça’ya çevirisi yok. Yok, ama bunda şaşılacak bir şey de yok. Bakın Arapça’nın egemen olduğu coğrafyalara. Hepsi belasını bulmuş ve buldukları belayı irdelediğinizde arka planda Atatürk’ün sembolize ettiği akılcılık, bağımsızlık, özgürlük ve aydınlanmadan yoksunluğu bulursunuz. Eh, öyle tencereye öyle kapak! Ne yazık ki, bizi de o tencerelerin yanına oturtmak için çırpınan namussuzlar Türkiye’de dörtnala at koşturuyor.

Gamze Temiz yazıyor: “Son günlerdeki konuşmalarınızda hep sizi susturduklarını söylüyorsunuz. Haklısınız ama çok büyük bir avantajı var bana göre bu durumunuzun.  Bu durum, Kitaptan Aydınlığa programını en kaliteli ‘Kur'an Okulu’na dönüştürüyor.”

“Hilal Ergenekon'la programınızı internetten izledim. Diyorsunuz ki, ‘Ben karşımdakinde samimiyet ve bilgiye bakarım. Bunlardan herhangi biri yoksa canını çıkarırım.’ Bu sözünüzle kendinizi mükemmel ifade ettiniz. En önemlisi de sizin ‘uyarıcı’ olduğunuzu belgeleyen sözler bunlar. Sizin düşünce dünyanızı kimse hiçbir yere hapsedemez. Artık televizyondan çok, internet kullanıcılığı yaygınlaştı. Özellikle genç nesil olarak bizler bilgi çağını derinlemesine yaşıyoruz. Siz yeter ki bizi aydınlatmaya devam edin.”

Mehmet Tradera yazıyor: “Bilgilerinize çok güvenen biri olarak rica ediyorum: Türkmen Aleviliğinde gördüğünüz yanlışlıkları belirtirseniz seviniriz. Allah sizden razı olsun! Yezitlere korku, müminlere ışık oluyorsunuz.”
İşte, bize bu gençlik lazım!
Evet, bize, aşağıya mektuplarını örnek olarak aldığım şu feraset ve idrak timsali gençlik lazım. Hz. Muhammed’i Arabın fistan ve sarığına hapseden Arapçı yobazlar ve Gazi Mustafa Kemal’i İngiliz’in papyonuna hapsedip cumhuriyet kadını olmayı mini etek giymeye uyarlayan uçuklarla, hüsran vadisinden başka bir yere gidemeyiz. Yepyeni bir idrak ve aydınlık kuşağına muhtacız. O kuşağı inşa etmez isek ne Tanrı bizi affeder ne de tarih.

Ne demek istediğimi daha iyi anlamanız için o örnek seçtiğim şu üç mektubu okuyun.

Önder Eren yazıyor: “Emevîlerin Müslümanların yönetimine el koymalarıyla birlikte tevhit yozlaştırılmış ve tevhit adı altında mülhitlik yapılmıştır. Bunun halkın beynine oturmasını sağlayanlar ise sözde aydın  ama esasında çıkarı uğruna her şeyi satabilen, kralın kalemliğini yapan, kraldan çok kralcı dalkavuklardı. Bunlar öyle pisliklerdir ki, İkbal'in deyimiyle ‘Cehennemi bile kirletirler.”

“Din, bitmek tükenmek bilmeyen bir sömürü kaynağıdır. İslam, bu sömürüyü yapan mülhitlerin yozlaştırmaları yüzünden, bugün, afyon işlevi görüyor. Bugün, Kur’an’la alakası olmayan bir İslam oluşturulmuştur. Bir yere, bu mülhit takımın hesabına ters düşen bir ayet yazıp altına sure adını yazmasak ve kendi sözümüzmüş gibi tanıtsak, sözde % 99 buçuğu Müslüman olan Türkiye'de afyonlanmış insanların birçoğu bizi hemen dinsizlikle itham ederler. Bunların çoğunun, Kur’an'ın o ayetlerinden haberleri bile yoktur. Buna tarihin diyalektiği mi, cahillik mi ne desek bilmiyorum ama eskiden beri böyle geldi ve böyle gideceğe benziyor. Burada yapılacak tek şey, bir melâmet tavrı içinde elimizden geldiği kadarıyla Kur’an mesajını insanlara ulaştırmaktır. Bunu en iyi yapanlardan birisi sizsiniz. Allah sizin yolunuzu açık etsin!”

Dr. Hasan Baştürk yazıyor: “Sizi ilk kez 1986 yılında, TRT-1’in (Cuma günü yayınlanan) programında gördüm ve o zamandan beri takip ediyorum. Halen Ebu Zer, İmam Âzam adlı eserlerinizi ve Kur’an Meal’inizi okumaktayım. Büyük bir din bilgini ve çağımızın en büyük İslam filozofu olduğunuzu düşünüyorum. Engin bilginiz, detaylı araştırmalarınız ve analitik düşünceden geçen ifadeleriniz ve bunlarla yüklü eserleriniz ortada. Şükür ki üretmeye de devam ediyorsunuz. Sizi şu an bir sebeple okuyup izlemeyenlerin ve hatta size kızanların torunlarının bir gün eserlerinizi bir bir okuyacağını çok iyi görebiliyorum.”

Gülşen Aygün yazıyor: “Sizin; kendim için, ülkem için ve tüm dünya için çok büyük bir kazanç olduğunuzu düşünenlerdenim. 1990 yılında liseye giderken TRT aracılığı ile tanıştım sizinle ve her şeyi sorgula-maya başladığım o dönemlerde bir yol gösterici oldunuz bana. O günden bugüne sizden öğrendiğim düşünce sistemiyle anlamaya çalıştım dinimizi. Kısacası, beni de uçurumun kıyısından döndürdünüz! Allah sizden razı olsun!”
Kadın haklarını ele alacağız!
Ertan Arın yazıyor: “Bilgi okyanusunuza hayranım. Son zamanda bir türban modası var. ‘Saçın bir teli görünürse cehennemi boylarsın’ modeli. Bazen bu kardeşlerimizle tartışıyoruz, savunmaları şu oluyor: ‘Başımızı, Kur’an emrettiği için örtüyoruz.’ Bu savunma geçerli mi?” 

Zeynep Gençosmanoğlu yazıyor: “Sayenizde ben de Kur’an müminlerinden biri olmaktan gurur duyar hale geldim. Dinci mezalimi deşifre etmeniz beni İslam'ın ne demek istediğini düşünmeye sevk etti.”

“Kur'an, erkeği kadından üstün tutan ayetleri var gibi duruyor. Bu ayetlerde her ne kadar kadına annelik vasfından dolayı pozitif ayrımcılık yapıldığını anlasam da bu durumun yine kadın aleyhinde kullanılmasını nasıl karşılamak ve yorumlamak gerekir? Kur'anın ilkeleriyle medeni hukuk çatışıyor mu?”

“Bir konuşmanızda İslam fıkhının oluşmasını sağlayan ahkâm ayetlerinin zamana göre yorumlanmasının Kur'an'ın bizzat talebi olduğunu belirtmiştiniz. Bu düşüncenizi Kur'an'ın hangi ilkesinden hareketle söylediniz?”

“Kavramların yozlaşmış hallerinden İslam’ı ve ilkelerini nasıl kurtarabiliriz? Şahsî olarak ruhumun bu açmazdan dolayı kapana kısıldığını hissediyorum. Bilginiz ve ferasetinizle bizim gibileri daha da aydınlatırsanız çok minnettar kalacağız.”

Erdinç Şahin yazıyor: “Sizi 80'li yıllardan beri takip ediyorum. Bana göre siz yürüyen bir Alak suresisiniz. Sizin sayenizde Kur'an’ı ve dinimi tanıdım. Kur'an’la Allah arasındaki çizgiyi kirleten birçok şeyi siz yıktınız, siz temizlediniz.”

 ‘Kadın Hakları’ ve ‘Tecdit’ kitaplarımı bekleyin!
Bu yoğun soruların genel kısmı, hayatımın temel eserlerinden biri olan ‘Tecdit’ kitabımda, kadınlarla ilgili kısımları ise ‘Kadın ve Hakları’ adlı kitabımda genişçe verilecektir.

Kadın ve kadın haklar meselesi ülkemizin en hararetli gündeminde en sıcak yeri tutuyor denebilir. Kur’an verilerini ve Kur’ansal mesajı anlatmayı temel uğraş bilen bir âlim sıfatıyla ben de, kadın ve kadın hakları konusunu yıllardan beri uğraşlarım arasına koymuş bulunuyorum.

‘Kadın ve Hakları’ adlı dosya, öyle sanıyorum ki, önümüzdeki bir yıl içinde kitaplaşacaktır. O kitap yayınlanıncaya kadar kadın ve kadın hakları konusunda bana soruları olanlara, ‘İslam Nasıl Yozlaştırıldı’ adlı eserimin ‘Kadın’ maddesini okumalarını önermekle yetineceğim.
Doğum günü mektupları
Elif Tuna yazıyor: “İyi ki doğdun Şems! Senin ışığınla bizler de defalarca doğduk, aydınlandık. Bu ışığı göremeyen körlere acıyorum.”

“Ey Şems! Türk milleti seni hakkıyla, layıkıyla bilemedi; bilseydi bu durumlara düşmezdi. Her şeye rağmen sabırla üretmeye devam ettiğin için sana çok minnettarız. İyi ki doğdun, iyi ki varsın! Allah sana uzun ömürler versin de biz aydınlanmaya devam edelim.”

“Hayat, din, inanç perspektiflerimi sana borçluyum. Daha nice yıllar aramızda olman dileğiyle doğum gününü tüm yüreğimle kutluyorum.”

Zerrin Mercan yazıyor: “Doğum gününüz kutlu olsun! Allah size uzun uzun ömürler versin! Benim ömrümden alsın size versin! Mutlu, huzurlu, sağlıklı, gönlünüzce güzel bir yıl diliyorum. Allah'ım sizi Türk toplumunun başından eksik etmesin!”

Canan Şimşek yazıyor: “Sağlıklı, huzurlu ve mutlu nice yıllar diliyorum. Bu dünyaya gelmenize neden olan anne ve babanızın mekânı cennet olsun! Allah sizi başımızdan eksik etmesin! Bilene en büyük nimet sizsiniz. Doğum gününüzü katlamak ve tekrar şükranlarımı bildirmek istedim.”

Özden Yılmaz yazıyor: “O kadar zor ki size hitap ederek yazmak!”

“Yeni yaşınız size mutluluk, sağlık getirsin! İyi ki doğmuşsunuz, iyi ki sizi tanımışız. Sizin fikirlerinize o kadar inanıyorum ki, her konuşmanızda yüreğime dokunuyorsunuz!”

“Anadolu'da bir yerlerde hayatta kalmaya çalışan bir anne, bir savaşçıyım. Savaşıyorum, çünkü etraf şeytanın çocuklarıyla dolu, zalimlerle dolu. Sizin kitaplarınızı, karşımdaymışsınız gibi okuyorum.”

Şadan Ersoy yazıyor: “Cumhuriyetimiz döneminde Türk toplumunun bu gününe kadar bu kapsamda görmediği aydınlık yolun; sayıları yetmişe varan ışık kaynağı kitapların yaratıcı gücü, saygıdeğer Hocam! Diğer okurlarınız gibi ben de varlığınızın devamı için duacıyım.”

“Doğum gününüzde hayat basamaklarında bir sonrakine yükselişinizi, bu gününüze kadar edinmiş olduğunuz kültürel ve bilimsel değerdeki yüce kazanımlarınızla; dünya, toplum  ve insan gerçeklerini bir basamak daha yüksekten algılama ve yaşama olgusu olarak görüyorum. Zatı üstadânelerini sağlık ve mutluluk dileği ile kutluyorum.”
Para mı, Tanrı mı?
Bir insanın Allah’a imanının varlığında şaşmaz ve tek gösterge şudur: Para ile Allah yan yana geldiğinde bunların hangisi seçiliyor. Hangisi seçiliyorsa seçimi yapanın gerçek Tanrısı odur.

Hz. Peygamber, “Her ümmetin bir bozgun sebebi vardır; benim ümmetimin bozgun sebebi ise mal fitnesidir” buyuruyor.
 
Bu mucize ihbar, tarih tarafından harfiyen doğrulanmıştır. Bırakın Peygamberimizden sonrayı, daha o yaşarken, hatta doğrudan ona karşı sergilenen ‘mal putu’ tutkularına tanık olmaktayız. Biz, daha Resulü Ekrem döneminde zehirli dişlerini gösteren bu puta ‘dincilik putu’ diyoruz.

Para putuna kul olanlar (tabir Peygamberimizindir), dini ne tamamen bırakırlar ne de onu hakem yaparlar. Yani onlar, dini istismar etmek için ona yakın dururlar ama Allah ile para yan yana geldiğinde daima parayı tercih ederler. Tarih boyunca hep böyle yaptılar, bugün de böyle yapıyorlar.

Vicdan kulaklarınıza küpe olsun diye, suyun ta başından bir örnek vereceğim. Dikkat ve ibretle izleyin. Ve ‘Maun Suresi Gerçeği’ni bu ışıkla bir kez daha düşünün:
Hz. Peygamber’e at satan bir sahabi, parasını almak üzere Peygamber’in evine gidiyordu. Peygamber, hızlı yürüdü; adam biraz geri kalmıştı. Adamın yanına sokulan bazı sahabîler (!) ata daha fazla para vereceklerini söyleyerek adamın kafasını çeldiler. Fazla parayı gören adam atı bunlara satmak istediğini Hz. Peygamber’e bildirdi.
 
Hz. Peygamber: “Biz seninle anlaştık, atı bana sattın, artık o at benim” deyince adam anlaşmayı inkâr etti. Allah adına yemin de ederek “Ben atı sana satmadım” dedi. Çevredeki sahabîlerse (!) kenarda saklanarak tartışmayı duymazlıktan geliyorlardı.
 
Çekişme epeyce sürdü. Hz. Peygamber “Sen atı bana sattın” diye ısrar edince adam, akıl almaz bir utanmazlıkla Cenabı Peygamber’e şunu söyleyebildi: “Sözünün doğruluğunu tanık getirerek ispatla.” Bunun üzerine Peygamber, Huzeyme adlı birini tanık göstererek atı satın aldığını ispatladı. (Ebu Davud, akzıye 20: 3/308; Nesaî, büyû’ 81: 7/265-266)
Geleneksel Emevî dinciliğine göre, Hak Elçisi’ne karşı şu hayâsızlığı yapan adamlar ‘sahabî’ unvanı taşıdıkları için sonraki zamanlarda gelecek tüm Müslümanlardan hayırlıdırlar. İstedikleri kadar parayı Allah’a ve Peygamber’e tercih etsinler!

Hak Elçisi’ne böyle bir davranışı layık görenle bu davranışı kenara çekilip seyredenler nasıl olur da Peygamber’i görmemiş Müslümanların tümünden daha üstün olur?! Böyle bir iddia akla, dine ve Peygamber’e hakaret değil midir?

Dinciliğin mal putu karşısındaki tavrı hep bu olmuştur. Görüldüğü gibi, onun imansızlık ve hayâsızlığının ‘sahabe’ patentli dayanakları da vardır. Onlar dayanak mı, iflas belgesi mi diye sorulmamıştır.

Nejat Oke yazıyor: “İyi ki varsınız. Eserleriniz, yazılarınız, programlarınız evlatlarıma bırakacağım servetimdir. Size çok şey borçluyuz. Öğrettikleriniz, yolumuza tuttuğunuz ışık, gök kubbeye bıraktıklarınız, hazinelerin en büyüğü. Hakkınızı helal edin!” 
‘Umutların devrimi’ olmak ne büyük mutluluk!
Burak Tuncel Almanya’dan yazıyor: “Erich Fromm’un eserlerini okuduğunuzu biliyor ve çok mutlu oluyorum. Ben Almanya´da yaşayan bir gurbetçi ailenin çocuğuyum ve tiyatro sanatçısıyım. Erich Fromm, Nietzsche ve Goethe’nin yanında Almanya’nın en büyük 3 düşünüründen biridir. Sizin eserlerinizi okudukça Erich Fromm´un o ölümsüz ruhunu hissediyorum.”

“Fromm’a göre, ‘Din, putlara hayatın içinde ‘Hayır’ demektir’ ve ‘sevgiden geçen bir yoldur.’ Onun büyük sosyalist, hümanist ve ‘Yaratıcı Çılgın’ ruhunun sizde bir yansımasını görüyorum! Benim için, çağımızın Erich Fromm´u sizsiniz. Ve onun eşsiz deyimiyle, siz bizim ‘Umutlarımızın Devrimi’siniz."

“Şu an sizin ‘Kur´an Verileri Işığında Tasavvuf ve Tarikatlar’ kitabınızı okuyorum ve sonra ‘Mevlana Rumi’ kitabınızı okuyacağım. Heildelberg’e geldiğinizde sizi tiyatromuzda onur konuğu olarak ağırlamak isteriz.”

Hakan Koray yazıyor: “Yine nöbetteyim ve elimde her gece olduğu gibi yine eseriniz. Heyecanla okuyorum eserlerinizi. Yeni kitabınızı da hemen tedarik edeceğim. İnanın, eserinizi alabilmek için cebimdeki çok az kalmış paramın neredeyse tamamını verdiğim zamanlar da oldu. Ben sizinle dinimi öğrendim; bütün haklarım size helal olsun!”

Erdal Turan yazıyor: “Dün Ebu Zer kitabınızı okudum. Öyle şeyler var ki içinde bir heyet oluşturup üzerinde ayrıca değerlendirme yapmak gerek. Bu kitap, ‘Kur’an’da Lanetlenen Soy’ ve ‘İmamı Âzam’ kitapları aynı düşünce zeminin de eserler. Siz bunun hakkını veriyorsunuz.”

“Ebu Zer kitabınızı bitirince haddim olmayarak, acaba patrona Halil isyanından önce Anadolu’da Celali isyanlarını da bu esere dâhil edebilir mi diye düşündüm. Fikrimce Ebu Zer ruhuyla buluşan bir isyandır ve kimi kaynaklar yüz bin Anadolu insanın katledildiğini yazar. Ölenlerin çoğu çarpışmada değil rastgele yakalanıp, tutsak edildikten sonra katledilmiştir. Yirmi bin insan kafasından oluşan tepelerin vezir Kuyucu Murat Paşa’nın çadırı önünde kümelendiğini bildiren kaynaklar var. Bu meseleye de bir el atın lütfen!”

Melikşah Ak yazıyor: “20 yaşındayım, üniversiteye hazırlanıyorum. Bir gün bu ülkenin devlet başkanı olursam örnek alacağım iki Türk var: Biri Atatürk, diğeri sen. Varsa ömrüm, Rabbim benden alıp sana versin; çünkü sen Türk ve İslam âleminin kurtarıcılarındansın. Senin fikirlerini toprak olana dek kalbimde yaşatacağım.”
Kur’an’daki İslam, renkler, yobaz ve siyah
Bir filozof mektubunu andıran aşağıdaki iletiden aldım başlığı. Okuyun da bakın, ‘özgürlük nesli’ni nerelere taşımışız. Şükürler olsun Tanrı’ya!

İzmir’den yazan Yıldırım Atıl, ‘filozof mektubu’na ‘Giysileriniz ve Yobazlık’ başlığını koymuş. Kısmen özetleyerek vereceğim: “Öğrenciniz olmayı hak etmeye çalışan ve Fransız edebiyatını çok iyi bilen birisi olarak, yobazlık kavramını bir de ben irdelemek istedim. Allah’ın büyüklüğünün ne kadar farkında olursak, yobazı da o ölçüde tanırız. Yobaz, Allah’ın en büyük düşmanıdır.”

“Tüm Allah adamları, inananların, yobazın çekim alanına girmesini engellemek için, onu tanımlama gayreti içinde olmuşlardır. Bendeniz de işte bu evrensel faaliyete, sizin açtığınız pencereden sızan Kur’an ışıklarını, kırık bir ayna ile yansıtarak katkıda bulunmaya çalıştım. Esin kaynağım, televizyon kanallarındaki programlarda giydiğiniz kıyafetler oldu. Sanki doğanın tüm renklerini kullanmak ve yansıtmak istiyorsunuz. Farklı renklerin birbiriyle nasıl uyuşabileceğini, nasıl yeni bir ahenk yaratabileceğini gösteriyorsunuz.”

“Siz, bu renklerle, yıllardır vermekte olduğunuz Kur’an’a dönüş mücadelesi nedeniyle, dinci çıkar odaklarından, onların arkasında sürüklenen raiyyeleşmiş kitlelerden, inkârcı yobazlardan çektiğiniz çilelere, ihanetlere, yalnızlığa rağmen, çıplak uyarıcı görevini yerine getirmiş olmanın, din adına uydurulmuş tabuları paramparça etmiş olmanın verdiği yaşama sevincinizi yansıtıyorsunuz.”

“Renkler, aynı zamanda hayatın tüm güzelliklerinin de sembolüdür. Güzel sanatlar, spor, müzik, okumak, düşünmek, yazmak… Bu soyut anlamlardan bir kaçıdır. Şöyle de diyebilir: Hayat, en göz kamaştırıcı renkleri bünyesinde toplayan, üreten, bir renkler armonisi, renkler uzayıdır. Siz tüm bunları hayatına sokarak dolu dolu yaşayan, deyimin tam anlamıyla, renkli bir kişiliğe sahipsiniz.”

“Şimdi bir size bakalım, bir de yobazın siyaha olan tutkusuna! Bilindiği gibi siyah, bir renk değildir. Siyah, tüm renkleri yalayıp yutan bir canavar, bir dipsiz kuyu, bir kara deliktir. Siyah, hayatsızlıktır. Birbirine tamamen zıt bu iki tablodan hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bir dinin aslı, ne kadar renk renk güzellik ise o dini çarpıtanlar da o ölçüde siyah ve karanlıktır.”

“ Konuya İslam bağlamında baktığımızda, söz konusu olan, ‘Kur’an’daki İslam’ ve ‘Kur’an dışı İslam’ yani renkler ve siyahtır. Dünya belki de, renklerle siyahın bir mücadele alanıdır.  Ya renklerden yana olup hayatı ve sonsuzluğu yakalayacağız ya da siyahın girdabı içinde dünya ve ahiretimizi karartacağız.” 
Ruhlarınızı şeytandan geri alın!
Antalya’dan yazan bir okuyucumun mektubundan aldım bugünkü başlığı.
Dinci tasallut, insanımızı Kur’an’dan uzaklaştırarak şeytana teslim etti. Kur’an bunu söylüyor: “Kim Rahman'ın Zikri'ni/Kur’an’ı görmezlikten gelip ondan uzaklaşırsa biz ona bir şey-tanı musallat ederiz de o ona can yoldaşı olur. Bunlar, onları yoldan tamamen saptırırlar. Onlarsa kendilerinin hâlâ hidayet üzere olduklarını sanırlar. Sonunda bize geldiğinde, şeytan, yoldaşına şöyle der: ‘Keşke aramızda iki doğu arası kadar uzaklık olsaydı! Ne kötü yoldaşmışsın sen!"  (Zühruf, 36-38)

Gerisini gönüldaşımızın mektubundan izleyelim. Alev Özsoy yazıyor:

“Size teşekkürler. Kitaplarınızdan öğrendiklerimden dolayı ve benden önce doğmuş olup beni aydınlattığınız için! Allah'ı sevmeyi, kolaylıklar dininin mensubu olduğumu, âdetli iken ibadet edebileceğimi, Emevî-Arap faşizminin dehşetini, ibadetlerimde istisnaî durumlarda bazı kolaylıklara sahip olduğumu, Kur'an’da bahsedilen gerçek namazı, kadının Kur'an’daki yerini, Kur’an’ı anlayarak okumanın namazdan daha kıymetli bir ibadet olduğunu ve daha nicelerini öğrettiniz bana.”

“Umuyorum, günahkâr geçmişimi temizleme yolunda adımlar attığım bu süreçte ben de çanağımın içini yıkamayı başaranlar arasına girerim. Kitaplarınızı öylesine bilimsel yazmışsınız ki referanslarınız sayesinde yeni bilgilere ulaştım, yeni insanlar tanıdım.”

“Kullandığınız güzel ve akıcı Türkçe ile bana Türkçe’yi de sevdirdiniz. Objektif üslûbunuz ve diğer bilginler hakkında yazdıklarınız yüzünden size saygım daha da arttı. Sizi okurken ‘Biz niye bunu düşünüp bu şekilde sorgulamadık?’ sorusunu hep sordum.”

“Beyinlerimiz ve ruhlarımız şeytana satılmıştı. Sizin aracılığınızla geri alıyoruz. Bu da bizim Cahiliyemizin sonu olur inşallah! Sorumluluk almamız gerek!”

“Bizler için olan niyetinizin milyon katını Tanrı size, ailenize versin! Babanızın ve sizin mekânlarınız tüm âlemlerde cennet olsun ve komşularınız peygamberler olsun! Rabbimiz sizleri nuru ile yüceltsin. Rahmeti bol Rabbim, üzerinize âfiyetler yağdırsın!”

Bahar Lütfiye Karakuş New York’tan yazıyor: “Sizi ifade edecek cümle kurmakta zorlanıyorum. Siz misyonunuz, bilginiz ve edebiyatınızla bir ekolsünüz. Atatürk’ün fikir arkadaşısınız. Naçizane ben de burada sizin fikir arkadaşınızım. Oğlum buraya 5 yaşında geldi. Şimdi 32 yaşında. Bildiği ünlü isimler Atatürk ve sizsiniz. Bizim için dualarınızı eksik etmeyin!”
Dinin başına da bela oldular
Bugünkü yazımda size, dinci riyakârların, Maun talancısı maskeli müşriklerin, lanetli namaz tüccarlarının vicdanlarda açtıkları yaralardan birini tanıtacağım. Bunlar, kasalarını akıl almaz paralarla doldurdular ama bunu Allahlarını, ahiretlerini, vicdan ve imanlarını şeytana satma pahasına yaptılar. Paralel zulüm güçleri halinde hep böyle yaptılar. Sonra da çıkar çatışmaları yüzünden gırtlak gırtlağa birbirine girdiler.

Sadece ezip horladıkları, soyup perişan ettikleri Müslüman halkların değil, bütün insanlık camiasının elleri bunların yakalarındadır. Bunlar, fiilleriyle dini inkâr etmekle kalmadılar, başkalarının inkâr etmesine de sebep oldular. Bunlar, ‘dini yalancı çıkardılar.’ İşte bu yüzden, bunları lanetleyen Maun suresi daha birinci ayetinde şöyle diyor: “Gördün mü o, dini inkâr edeni/dini inkâr ettireni/dini yalancı çıkaranı?”
Ne diyeyim; hepsi Allah’ından bulsun!

Gülseren Altınel yazıyor: “Gelinlerimizden biri Alman. Gelinimizle erkek kardeşlerinden biri yanımızda 3 ay gibi bir süre kalarak hem Türkçe öğrenmeye çalıştılar hem de gönüllerince tatil yaptılar. Yaz tatilinde bizdeydiler. Akşam yemeği sonrası, ‘Biz Müslüman olmaya karar verdik. Hangi resmî makama müracaat edelim?’ diye başlayıp neredeyse sabahlara kadar süren sohbeti açtılar. Reklamını yapmadan da Müslüman oldular. Gelinimiz Suzan, kardeşi de Cem ismini aldı.”

“Sonraki yıllarda, AKP iktidarı bol cami ve İmam Hatip açmaya başladı. Yolsuzluk söylentilerinin hafiften hafiften ortalığa döküldüğü dönemlerde Cem bize gelmeyi kesti. Bir gün gelinimiz ‘Anneciğim, biliyorum sen çok üzüleceksin ama bu iktidarın yaptıkları yüzünden, Cem Müslümanlıktan çıktı. Çünkü bizim Almanya’da bize yolsuzluklardan alayla bahsederek ‘Sizin İslam nasılmış ama!!’ diyorlar hep. Cem bu alaylı konuşmalara dayanamadı’ dedi. Çok üzüldüm. Daha sonra Cem Almanya’yı terk edip Singapur’a yerleşti.”

“Geçenlerde Cem telefon etti. Uzun uzun konuştuk. Yaz tatilini bizde geçirme sözü verdi ve ekledi: ‘Ben yine Müslüman oldum. Tanır mısınız, Yaşar Nuri Öztürk diye bir profesör var. Onun kitaplarının Almanca tercümelerini alıp okudum; huzuru buldum. Bu iktidar yok oluncaya kadar Almanya’ya dönemem. Mahşerde onların yakalarına ben de yapışacağım’ dedi.”

“Yaşça benden küçüksünüz ama binlerce defa teşekkür ediyor, minnetle saygılar sunuyorum. Allah sizden razı olsun!”

Ferşat Bektaş yazıyor: “Halk Arenası’nda siz, cesaretle, bulunduğumuz durumun tespitini yaparken birileri hâlâ nutuk peşindeler. İstiyorlar ki, birileri hazır halde sunsun bunlara iktidarı. Kafayı duvara daha çok vuracaklar bu gidişle. Türkiye’nin bu çıkmazı içler acısıdır. En büyük siyasal toplulukların biri olan partinin en iyi yaptığı iş, gündemi takip edip nutuk atmak. Aydınların da nutuk atanları, hayal satanları konuşturuluyor; çözüm üreten yok. Arena gecesini tamamlayacak sözü, bilge-Kral Aliya İzzet Begoviç söylemiş yıllar önce: ‘Dünyayı değiştirecek olan dua değil eylemdir.”
Kırk yıl bu sesi bekledim
Evet, kırk yıl bu sesi bekledim. Büyük çileler çekerek, büyük zulümlere uğrayarak ama ümidimi, vakarımı ve azmimi asla yitirmeden bekledim. Allah da beklediğimi verdi. Bir başıma, muhteşem bir idrak, bilgi ve fikir kitlesi yarattım. İşte size, örnek olarak o kitlenin büyük yürekli müminlerinden ikisinin sesi.

Mete Gezer yazıyor: “Kitaplarınızı ve TV programlarınız yakından takip ediyorum. Allah enerjinizi eksik etmesin! Takdir edersiniz ki, sizin kitaplarınızı roman okur gibi okuyamıyoruz. Düşünerek, sindirerek, arada Kur'an mealine bakarak okumak gerekiyor. Ancak böyle okuyunca ana mesajları kavrayabiliyoruz. Yanlış bildiğimiz temellerin yerine oturduğunu fark ediyorum.” 
 
"İnsanın Prospektüsü’ dediğiniz Kur'an, gerçek anlamıyla hayatımıza sizin çabalarınızla girdi. Öncesinde, algımız şuydu: ‘İslam’ın 5 şartı var. Bunları yerine getirdiğimizde Müslüman oluyoruz. Bu iş tamam. Kur'an ise ya namazda ya da ölüler için okunur. Onu zaten biz anlamayız, onu okumak âlimlerin işi.’ Hayatımın büyük kısmı bu zihniyetle geçti. Ta gerçek mesajları sizin vesilenizle öğreninceye kadar.”
“Kur'an’dan ve sizin tespitlerinizden algıladığım şu: İslam’ın tevhide imandan sonraki birinci şartı, kul hakkı çiğnememek ve mal sevdasına düşmemek. İman, insanda bir cevher gibidir. Samimi ibadetlerle bu cevheri parlatıp cilalarız, yüceltiriz. Kul hakkı ihlali ve para sevdası oluştuğu anda bu cevher parçalanıp gider, ibadetlerle yücelteceğimiz bir şey kalmaz. İkincisi, (özellikle Maun Suresi kitabınızdan aldığımız mesaj) insanda iman ve para bir şekilde vardır. Önemli olan bunların nerede muhafaza edildiğidir.”

“İman kalpte, para cepte bulunduğunda ve para iman için harcandığında insan yücelir, toplum huzurlu ve kenetlenmiş olur. Eğer tam tersi olur da para kalpte, iman cepte olur, iman para için pazara indirilirse-ki riyadan bunu anlıyorum-o zaman yıkım başlar. Toplum, hak tanımaz bir kimliğe bürünür.” 

“Bir TV programında Paul Tillich felsefesinden bahsetmiştiniz, ‘Ultimate Reality’ yani insanın içindeki ‘belirleyici gerçek’ kavramını tanıtmıştınız. Belirleyici gerçeği para olanın Allah’ı da paradır. Kur'an, tabir caizse, bağıra bağıra bunu söylüyor ama okumazsak nasıl duyacağız? Sizin çok güzel bir özet cümleniz var. ‘Kur'an’ın sayfaları baş üstüne, hükümleri ayaklar altına alınmıştır.’ Artık sayenizde yavaş yavaş okumaya, anlamaya, düşünmeye ve hayatımıza kılavuz yapmaya başladığımızı, en azından yeni neslin bu şekilde geldiğini düşünüyorum.

Fikret Çelebi Manisa’dan yazıyor: “Kitaplarınızın 42 tanesini temin ettim. Sayenizde, Allah’ı, Kur’an’ı, Muhammed’i kazandım. Zaten inanıyordum ama konuşamıyordum, anlatamıyordum. Şimdi artık sizden öğrendiklerimi insanlara aktarmaya çalışıyorum. Allah sizden binlerce kez razı olsun! Öğrendiklerimi uygulayarak yaşıyorum.”
“Bugünkü ortam, kitleleri deizme götürüyor.”
Evet, babam öyle bir ruhtu
O benim hem babamdı hem de en büyük hocam. Öyle bir hafızdı ki altmış yıl Kur’an’ı eline almadan okudu. Her ay iki hatim duası yapardı. Derlerdi ki onun için, “Kur’an, hâşâ, kaybolsa bu zat onu bir harfini atlamadan yazıya geçirebilir.”
 
Şehit çocuğuydu. Dedem Mahmut, Sarıkamış harekâtında kardeşi Mecit ile birlikte şehit oldu. Bir evden iki delikanlı. Yetim büyümüş babam.
 
Kur’an’ı bana o öğretti: Üç yaşımda iken. Kur’an’ı bana o ezberletti. Dokuz yaşımda iken, hem kurra idi hem âlim. Ama rızkını hep ticaretten kazandı. Tıpkı, onu yetiştiren dedelerim gibi…
 
İlk Arapça, Farsça derslerimi ondan aldım. İslam fıkhının genel kaynaklarını ondan okudum. Hanefî fıkhında çok bilgiliydi. ‘Mülteka’ adlı fıkıh kitabını bizlere ezbere takrir ederdi.
 
Tasavvuf-tekke terbiyesinden geldiği için edebiyata aşinaydı. Nakşî-Melamî meşrep bir sûfî idi. Ama Kur’an kontrolünden çıkmış tarikatçılığın sonunda tefrika ve sapıklığa çıkacağını söylerdi. Ona göre, ‘ince yol’ olan tasavvufu hakkıyla temsil edecek kimse kalmamıştı. Tek çare, Kur’an’a sarılmaktı. Mensubu ve öğrencisi olan Şeyh Hasan Dede’ye (babamın amcası) bile Kur’an’a dayanarak bazı eleştiriler getirdiğini söylerdi yakın dostları. Çünkü o, bir ‘hak adamı’ idi.
 
Yunus’u, Fuzuli’yi, Kuddusi’yi Niyazi Mısrı’yı ezbere okurdu. Ben o şiir ustalarının mısralarını ondan dinleye dinleye ezberledim. Fuzuli’nin ‘Hadîkatüs Süada’sını kendindeki özgün nüshadan bana o okuttu. Kenarlara kendi eliyle yazdığı notlardan bugün de yararlanıyorum. İkinci büyük üstadım olan Cansızoğlu Mustafa Efendi’ye de beni o götürdü.
 
Şimdi bu babamla ilgili bazı anekdotları, büyük ihtimalle, hakkımda Alman üniversitelerinde yapılıp yayınlanan doktora tezlerinden alan tiyatro sanatçısı genç bir okuyucumdan izleyelim. Burak Tuncel Heidelberg’den yazıyor:
 
“O büyük ruhlu babanızın sizinle ilgili bazı öngörülerini paylaşmak istiyorum. O sizi, ‘çift beyinli’ olarak görüyor ve ‘çift beyinli oğlum’ diye çağırıyordu. Sizin hayatınızın bütün yolculuklarını, hangi yollardan ve maceralardan geçeceğinizi öngörmüştü! Ve bu öngörülerinin bir rüyada size de gösterileceğini söylemişti. Ve gelelim, en önemli öngörüsüne. Demişti ki size, ‘Sen oğlum, Ali meşrep olacaksın. Haksızlıklara karşı isyancı ve dobra. Bunun için de çok sıkıntı çekeceksin hakikate giden yolda. Ve senin kaderinde körler çarşısında ayna satmak da olacak. Sen hep kalabalıklar içinde olursun ama yalnız yaşar, yalnız ölürsün. Sakın küsüp ürkme, sen sana düşeni yap!’ Size derdi ki, ‘Karşındaki insan düşmanın da dostun olsa ona doğruyu söyle. Düşmanın sana güvenmediği için dediğini yapmaz, cezasını bulur ama sen dürüstlükten ayrılmamış olursun. Dostunsa senin değini yapar, tavsiyenden yararlanır; bu da seni mesut eder.”
“Işıklar içinde uyusun güzel babanız!”
Deizm, maskeli şirkten kaçışın yoludur
Göker Önen yazıyor: “Etrafımda pek çok deist insan var. Bir yaratıcının olması gerektiğini, evrenin durduk yere oluşamayacağını onlar da kabul ediyorlar. Fakat aradıkları cevabı ortalarda dolaştırılan dinde bulamadıkları için dinlerden uzaklaşıyorlar. Ama bu insanlar bildiğim çoğu dindardan daha dürüst, fedakâr, çalışkan. Bu insanları görünce ‘Bunları yakmak isteyecek bir yaratıcı kudret nasıl olabilir!’ diyorum.”
 
Cevap vereyim: Yaratıcı Kudret derken Kur’an’ın tanıttığı Allah’ı kast ediyorsanız, emin olun ki, o Allah, kendisine inanan ahlaklı hiçbir insanı yakmayacaktır. Böylesi insanlar, dincilerin dayattıkları ahlaksızlık ve talan dinini yaşamasalar bile kurtulacaklardır. Hatta belki de öncelikle o yüzden kurtulacaklardır. Dincilerin anlattığı dini yaşamaz iseniz en kötü ihtimalle günahkâr olursunuz; eğer o dini yaşarsanız müşrik yani Allah düşmanı olursunuz. Tercih sizin.
 
Çetinkaya rumuzlu okuyucum Almanya’dan yazıyor: “Yurtdışında büyümüş biri olarak sizi 10 yıl önce keşfettim. Türkçe ve Almanca tüm kitaplarınızı aldım ve okudum. Eğer sizi tanımamış ve sayenizde Kur’an’ı okumamış olsaydım, İslam dinini hayatımdan çoktan silip atmış olurdum. Size yapılan haksızlıkları burada dehşetle izliyorum ve şunu söylemek istiyorum: Çok sevdiğim yurdum Türkiye’den, içindeki riyakâr, müşrik, hak ve adalet bilmez, çıkarlarından başka bir şey düşünmez sözde Müslümanlar yüzünden soğudum.”
 
“Hakkın ve adaletin sahibi Yüce Allah yardımcınız olsun! Bu dünyada, özellikle Türkiye’de sizin mesainiz gereken değeri asla bulmayacak. Umudum yok. Rabbimin sizi bu dünyadan daha üstün âlemlerde ödüllendireceğine olan inancımı Kur’an’dan alıyorum.”
 
Deniz Dilege yazıyor: “Programlarınızı ilgi ile takip ediyorum. 19 yaşındayım. İki dile de gerçekten çok iyi hâkim olmanızdan dolayı mealiniz çok anlaşılır ve akıcı. Kur'an’ı sizin mealinizden düşüne düşüne, anlaya anlaya okumaya başladım ve son üç yıldır okuyorum. Allah sizden razı olsun.”
 
Nevzat Sarıaslan yazıyor: “Kur’an mealinizi altını çizerek okuyorum. Okudukça, bugünkü dinin Kur’an’la alakasının olmadığını gördüm. Bunlar imam-hatip mezunu olduklarına göre, Kur’an’ı okumuş olmalılar. Kamu mallarına nasıl musallat olurlar! Ahirete ve hesaba çekileceğine inanmayana Müslüman denemez. Bunlar halkı, sizin dediğiniz gibi, Allah ile aldatıyorlar. İyi ki varsınız. Kur’an’ı raflardan indirmemize sebep oldunuz. Allah razı olsun!
Küreselleşme ama hangisi?
Küreselleşmeden neyin amaçlandığı bilinmelidir. İnsanlığın bütünleşmesi, uygarlıkların kaynaşması, halkların kucaklaşması mı yoksa süper güçlerin sömürü aracı markalarının, hayat tarzlarının, dillerinin dayatılması mı?
Küreselleşme, dünya halklarının ve kültürlerinin kucaklaşması mı, yoksa bir ‘postmodern sömürgecilik’ mi?
 
Bu ikinci anlamda bir küreselleşmeye akıllı ve onurlu hiçbir insan destek veremez. Böyle bir destek eşyanın tabiatına, insan gerçeğine aykırıdır.
 
ABD, küreselleşmeyi hukuk tanımaz bir sömürü aracı olarak kullanmakta kararlı görünüyor. Bunun içindir ki, Irak işgali münasebetiyle Birleşmiş Milletler’i de etkisiz kılmıştır. Bu saldırganlık savaşının ‘küreselleşme afyonu’ ile takviyesi için yeni bir ‘Kapitalist Enternasyonal'in sinyalleri verilmektedir:
 
Ama unutmayalım ki, bütün Batı birçok bakımdan ciddi biçimde hastadır. Hastalık, Kapitalizm Firavunu’nun canını yakın zamanda alabilir mi, alamaz mı? Bunu bilmiyoruz.
 
Ama o Firavun canın bir gün mutlaka çıkacağını biliyoruz. Hem de çok uzaklarda olmayan bir gün. İnsanlığın ve doğanın dengelerinin canına okuyan o Firavun’un, elbette ki, tarih bir gün canına okuyacaktır.
 
ABD yönetiminin oluşturduğu ve İngiltere'nin desteklediği yeni bir kapitalist sömürü oluşumu daha telaffuz ediliyor: ‘Yeni Muhafazakârlar Koalisyonu’ veya ‘Yeni Muhafazakârlar İttifakı.’
 
KÜRESELLEŞME KİME YARIYOR?
Batı, küreselleşmeyi kullanarak, öncelikle zayıf ülkelerin tarımını, yani tek sığınak alanlarını tahrip ediyor.
 
Kıt-kanaat geçinen ülkelerin tek imkânları olan tarım da vurulunca onlar, kapitalist hegemonyanın tutsağı haline geliyorlar. Bırakın ihracatı, bu ülkelerin geçimlik tarımsal üretimleri de yok edilmektedir. Çünkü egemenlerin teknolojik üstünlükleriyle elde ettikleri genleri bozulmuş ürünler çok ucuz fiyatlarla bu ülkelerin önüne çıkarılmakta ve onlar bu ucuzculuğa aldanarak ekip biçmek yerine ithalat yoluna gitmekteler.
 
Türkiye de tarım ve hayvancılıkta, küreselleşmenin dayattığı yol ve yöntemi seçti. Tohumlarımız yok edildi. İthal tohumların patentleri büyük egemen şirketlerin elindedir. Tüm tohumlar bu şirketlerce kontrol ediliyor.
 
Dünya Ticaret Örgütü, tarımı, süper ülkeler lehine denetim altında tutuyor. IMF ve Dünya Bankası gibi öncü kuruluşlar, süperlerin yolunu açarken, zayıf ülkelere “Tarımda sübvansiyon ve destekleme yoluna gitmeyeceksiniz!” diye emir veriyorlar, öbür yandan, bağlı oldukları ülkelerin tarım ürünlerine verilen destek günden güne artırılıyor.
 
ABD, AB ve Japonya üçlüsünün tarım ürünleri için sağladığı desteğin bir günlük miktarı bir milyar dolardır. (Herald Tribune, 1 Ocak 2004) Bu bir milyar dolar, üç ülkede toplam 45 milyon çiftçiye dağıtılmaktadır.
 
ULUS DEVLETLERDEN NEDEN RAHATSIZLAR?
IMF ve Dünya Bankası'nın küreselleşmeyi süperler hesabına işletmek için ulus devletleri yozlaştırıp piyon pazarlara çevirdiğini de unutmamak lazım.
 
Küreselleşmeyi sömürü aracı yapanların en çok rahatsız oldukları şey, güçlü devlet ve merkezî otoritedir.
 
İslam ülkelerinde, o arada Türkiye'de saltanat dinicisi siyasetleri iş başına getirmek için çırpınmalarının sebebi, bunların merkezî otoriteden, devletten rahatsız olduğunu bilmeleri ve onu, ortak hasımlarını etkisiz kılmada kullanma şanslarının bulunmasıdır.
 
Ulus devleti sürekli şovenist, ırkçı, baskıcı, faşist devlet imajıyla resimleyerek insanı ve çağı ürkütüyorlar. Oysaki bugün ulus devlet, ülke nimetlerinin, dışarıdan gelen ve halkı güdenler için değil, ülkenin içindeki sahipler ve sakinler için kullanımını öne çıkaran devlet demektir. Bu sahip ve sakinlerin ırkı, rengi, dili, dini, deseni hiç önemli değildir.
 
Batı, ulusdevletin bu yeni anlamını kendisi için sonuna kadar işletmekte ama sömürmek istediği ülkeler söz konusu olduğunda ulusdevleti derhal faşizm ve şovenizmle suçlamaktadır.
 
Doğal kaynakların yağmalanmasını planlayan ve 1985 ‘Washington Konsensüsü’ denen manifesto ile yasallaştırılan ‘neoliberal küreselleşme’nin temsilcileri, kendi reklamlarını yapmak için her yıl yaklaşık 1 trilyon dolar harcamaktadır.
 
Küreselleşme adı altında faaliyet yürüten global kapitalizmin, keyifli yaşamak için kurduğu düzen ve işlettiği sistem, işte budur. Bu sistemin tüm giderleri zayıf ülkelerin sırtından alınmakta, tüm nimet ve bereketleri emperyalist süperlere akıtılmaktadır.
 
Biz, işte böyle bir küreselleşmeye insan onuru adına karşı çıkmaktayız.
'Güçlü Devlet' özleminin yeniden canlanması: Fukuyama gerçeği ve Türk aydınları
Devleti küçültme (bunun Batı stratejilerindeki anlamı devleti tahrip etmektir) istek ve tezi, 11 Eylül öncesi dünyanın hemen hemen bir numaralı talebi ve söylemi idi. Bu tezin babası ise ünlü Amerikalı yazar Francis Fukuyama idi.

Fukuyama adı ve onun ‘devleti küçültme’yi öne çıkaran tezi, 11 Eylül öncesi dünyada bir kıyamet fırtınası gibi esmiş, Fukuyama ismi, kısa sürede ilahlaştırılmıştı.

Çağdaş sömürüyü küreselleşme adı altında meşrulaştıran Batılı birçok ülke ve aydın, Fukuyama’nın bu tezini yirmi dört saat kitlelerin beynine pompalamaktaydı.

Türkiye’deki ‘küreselci ve devletten rahatsız aydınlar’ ise Fukuyama’yı ilah, onun tezini de ‘vahyin son verileri’ gibi algılamış ve tezi âdeta dinleştirmişlerdi. Sonra ne oldu? Sonra, 11 Eylül dehşeti yaşandı.

ABD, 11 Eylül’den sonra, dünyanın beynine şırınga etmeye çalıştığı Fukuyama tezinin tam aksi yönde uygulamalara girdi. Birleşmiş Milletler’i, bu yeni uygulamalar yönünde yeniden şekillendirdi. Yaptığı şuydu: Terörle başa çıkmak için devleti, geleneksel kabullerin de ötesinde bir güce ulaştırmak ve ona her türlü müdahale hakkını peşinen vermek. ABD, bu yeni ihtiyacını karşılamak için Birleşmiş Milletler’i bile devre dışı tutmaya başladı. Daha açık konuşalım:

ABD, hukuku kuvvetin emrine verme sürecini yeniden açtı. Irak işgali, bu yeni devrenin ölçülerine göre gerçekleştirilmiştir. “Devleti küçültün” şarkıları söyleyen Fukuyama, elbette ki bu olup bitenleri yakından izliyordu. Ve ABD’nin açtığı yeni sürece uygun yeni bir tez geliştirmenin vaktiydi. Ve Fukuyama, eski tezinin tam tersini söyleyen yeni bir tezle ortaya çıktı: “Devleti küçültme süreci derhal durdurulmalı, devlet güçlendirilmelidir.”

YENİ FUKUYAMA VE BİZDEKİ SÖZDE AYDINLAR
Yeni dönemde durum şu: Sadece Türkiye gibi netameli bir coğrafyada, onlarca sıkıntıyla boğuşmak durumunda olan devletler değil, bu sıkıntılardan azade devletler bile, güçlü devletin çöküşe götürülmesinden şikâyete başlamışlardır.

Tahrip edilen merkezî otoritenin yarattığı sayısız boşluk, bu otoriteden kurtulmayı özgürlük ve mutluluk sanan kitleleri büyük bunalımlara itmiş, insanlık bünyesinde ciddî acılar yaratmıştır. İbret ve hayret anıtı gibi önümüzde duran Francis Fukuyama bu yeni dönemde şöyle düşünüyor:

“Terörizmden AIDS belasına, uyuşturucudan mülteci problemine, ahlaksal çöküntüden cezaların caydırıcılığını yitirmiş olmasına kadar birçok çağdaş sıkıntının temelinde devletin güçsüzleşmesi yatmaktadır. Bu problemlerin çözümü için atılacak ilk adım, devleti güçlendirmektir.”

İbret ve hayret tablosunu özetleyelim: Daha önceleri, ‘devletin ‘küçültülmesi’ni savunan ve bu teziyle ünlü olan Fukuyama, 11 Eylül’ü yaşadıktan sonra kaleme aldığı eseri ‘State-Building’te, ilk tezinin çok yanlış olduğunu, o fikrinden döndüğünü itiraf etmiş ve ‘güçlü devleti geri istediğini’ dünyaya yana yakıla duyurmuştur. (Fukuyama,  State-Building, Governance and World Order in the 21st Century, Cornell University Press, New York, 2004)

Çok ilginçtir, Fukuyama’nın ‘devleti küçültme tezi’ni Türkiye’de destanlaştıracak şekilde övüp duyuranlar, onun bu fikrinden döndüğünü ilan eden eserinin adını bile anmamışlardır.

Anlı şanlı birçok yazar-çizer, Fukuyama’yı, hâlâ, o çöpe attığı ilk teziyle tanımaya ve tanıtmaya devam etmekte. Gözlerini kapatarak, vicdanlarını bastırarak.

İnsan, sormadan edemiyor: Türkiye, güzel yarınları bu ‘aydınlar’la nasıl kuracaktır?

Kısacası, devletin güçsüzleşmesi gerektiği yolundaki tezin tahribatı, bizzat tezin sahibi Fukuyama’nın itirafıyla, insanlığa ağır faturalar ödetecek bir noktaya ulaşmış bulunuyor.

Fukuyama, “Güçlü devleti geri getirmeliyiz; aksi takdirde bunun yıkım faturasının altından hiç kimse kalkamaz. Bu tezi sürdürmekten vazgeçmez isek ne ahlak kalır ne ekonomi ne huzur ne de barış” diye feryat etmektedir.

Bu feryat, dünyada elbette ki yankılanıyor. Tek istisna, Türkiye, Türk aydınları. Türkiye’de bu sese kulak veren kimse yok.

11 Eylül'ün birçok konuda evrensel uyarılar getirdiği inkâr edilmiyor. Biz, bu uyarıların başında, ‘güçlü devlete dönmenin önemi’ konusundaki uyarının geldiğine inanmaktayız.
Güdümlü kültür
‘Gü­düm­lü kül­tür’ ve­ya ‘gem­len­miş kül­tür.’ De­yim, per­so­na­list Fran­sız filozofu Emmanu­el Mo­u­ni­er’nin, ‘cul­tu­re di­rig­ée’ de­yi­mi­nin kar­şı­lı­ğı…
 
Mo­u­ni­er (ölm. 1950), bu de­yi­mi, bireyin ya­ra­tı­cı­lı­ğı­na ha­yat hak­kı ta­nı­ma­yan rejimlerin, özel­lik­le ko­mü­nist ve fa­şist sis­tem­le­rin kül­tür, sa­nat, hu­kuk, dü­şün­ce ve eğitim an­la­yış­la­rı­nı ifa­de için kul­lan­mış­tır. Böy­le bir an­la­yış, Mo­u­ni­er'e gö­re, top­lu­mun en ke­mi­ri­ci mu­si­bet­le­rin­den bi­ri­dir.
 
Ne il­ginç­tir ki, Mo­u­ni­er, hür top­lum ide­a­li­ni biz­zat ken­di­si ze­de­ler. Ona gö­re, ide­al toplumda tek ve resmî din, Ka­to­lik­lik’­tir. Bun­dan da­ha il­ginç bir nok­ta da, şu­dur:
 
Ateş­li bir Ka­to­lik olan Mo­u­ni­er, fel­se­fe­si­ne ters düş­me pa­ha­sı­na tek din say­mak­ta ıs­rar et­ti­ği Ka­to­lik­lik'in ki­li­se­si ta­ra­fın­dan ‘Ka­to­lik­lik'e ters düş­mek’le it­ham edil­miş ve aforo­za uğ­ra­mış­tır. Neden? Şundan: Mo­u­ni­er, Ka­to­li­siz­min, ha­ya­tın ye­ni ih­ti­yaç ve şart­la­rı­na gö­re gözden ge­çi­ril­me­si­ni öne­ri­yor­du. Görüyorsunuz; dincilik, kendisine tam teslimiyet olmadan hiç kimseyi hoş görmez. Hele bir de engizisyon dinciliği olursa. Arapçı Emevî ve Abbasî dinciliği İmamı Âzam gibi eşsiz bir dehayı bile affetmedi; katletti.
 
Fi­kir ve kül­tür ha­ya­tı­nın gü­dü­me alın­ma­sın­dan do­ğan ra­hat­sız­lı­ğın tah­ri­bi; ya­ra­tı­cı faaliyetin mer­ke­zi olan bireyin ro­bot­laş­tı­rıl­ma­sın­dan, iğdiş­leş­ti­ril­me­sin­den, uşaklaştırılma­sın­dan kay­nak­la­nı­yor. Böy­le fert­ler­den olu­şan bir top­lumda ri­ya, sahtekâ­rlık, gü­ven­siz­lik, tu­tar­sız­lık, cü­ce­lik ege­men olur. Bun­la­rın ege­men­li­ği ise karmaşa, bu­na­lım ve ni­ha­yet kav­ga ve yı­kı­mı ka­çı­nıl­maz kı­lar.
 
HUKUKUN GÜDÜME ALINMASI
Gü­düm­lü kül­tür­ler­de her şey­den ön­ce hu­kuk gü­düm­de­dir.
 
İn­san­lık, çok uzun didin­me­ler­den son­ra, bu gü­dü­mü kır­mak için, kuv­vet­ler ay­rı­lı­ğı ilkesi­ne ulaş­mış­tır. Ne var ki, bu il­ke­yi söz­de, kâ­ğıt üze­rin­de tek­rar­la­mak hu­ku­kun güdüm­den kur­tul­du­ğu an­la­mı­na gel­mi­yor. Mu­so­li­ni'ye, dev­let an­la­yı­şı ve yö­ne­tim programı so­rul­du­ğun­da, şu ce­va­bı ve­ri­yor­du:
 
“İtal­ya'yı yö­net­mek is­ti­yo­ruz, hep­si bu.”
 
Nasıl yönettiğini bütün dünya gördü. Aynı zihniyeti taşıyan Adolf Hitler’in de Almanya’yı nasıl yönettiğini gördü.
 
Mo­dern top­lum­lar­da bu an­la­yış bel­ki bu ka­dar net ve sert ifade edilmiyor ama ay­nı zihniyeti egemen kılmak için bin tür­lü oyun­la hu­ku­ku gü­dü­me alan lider­ler ve yönetimler, az de­ğil­dir. Eme­ğe iha­net, bi­lim­sel özerk­li­ğin ör­se­len­me­si, yargıçların siyasal iktidarın kontrolüne verilmesi, din is­tis­ma­rı, ge­lir da­ğı­lı­mı­nın ada­let­siz­li­ği, inanç­la­ra bas­kı… hu­ku­kun gü­dü­me alı­nı­şı­nın kı­lık de­ğiş­tir­miş gö­rü­nüm­le­rin­den baş­ka şey­ler de­ğil­dir.
 
‘Gü­düm­lü hu­kuk’, eğer la­ik bir yönetimde sergileniyorsa, la­ik­lik ve di­nin, dinci bir yönetimde sergileniyorsa laiklik ve aklın gü­dü­me alın­ma­sı­ ka­çı­nıl­mazdır. Bu­nun sonuçla­rı­nın en kö­tü­sü, ‘dev­le­te bağ­lı din’ veya ‘di­ne bağ­lı dev­let’ tercihlerinden birine teslim olmak mecburiyetidir. Bunların ikisi de insan gerçeğiyle çelişip çatışır, ikisi de hayatı cehenneme çevirir.
 
Bugünkü Türkiye, dine bağlı devlet anlayışının egemenliğine doğru hızla yol alıyor.
 
Bir yandan ‘tarikatlar konfederasyonu’na dönüşmüş TBMM, öte yandan dünyada, bir eşi görülmemiş şekilde, iki katrilyonluk bir bütçe ile finanse edilen Diyanet İşleri bunun şaşmaz kanıtları olarak ortadadır.
 
Her gü­düm, kar­şıt uç­lar­dan ye­ni gü­düm­le­re imkân ve ge­rek­çe ha­zır­lar:
 
La­ik­li­ği gü­dü­me alır­sa­nız, di­ni gü­dü­me alan­lar ba­şı­nı­za be­la olur; di­ni gü­dü­me alırsanız, la­ik­li­ği gü­dü­me alan­lar gırt­la­ğı­nı­za ya­pı­şır. Çün­kü in­san ger­çe­ği­ni tah­rip etmiş­si­niz. Den­ge­yi, gü­ve­ni yık­mış­sı­nız. Kim­se­nin kim­se­ye say­gı­sı, sev­gi­si kal­ma­mış­tır. Böy­le bir sü­re­ce gi­ren top­lum­, hu­zu­ru an­cak rü­ya­lar­da gö­rür. Türkiye bu kahırlı süreci yaşayan ülkeler arasındadır.
 
Bir fikir ve ilim adamı olarak bize gelince, biz ne di­ni sö­mü­ren saltanat dincilerine ne de la­ik­li­ği dinsizlik ha­linde sun­mak is­te­yen inkâr yo­baz­la­rı­na dostuz.
 
Bir kez da­ha söy­le­ye­lim:
 
La­ik­li­ğin din düş­man­lı­ğı­na, din öz­gür­lü­ğü­nün de Arapçılık, Arapçacılık ve haçlı emperyalizm hizmetkârlığına pa­ra­van ya­pıl­ma­sı­na en­gel olu­cu ay­dın­lı­ğı or­ta­ya koymak, bi­zim ilim ve vic­dan bor­cu­muz­dur.
 
Sıkıntı riski ne denli yüksek olursa olsun, klik­le­rin ve yivi-seti yalama yapmış po­li­ti­ka simsarlarının onay­la­rı­nı de­ğil, il­min ve hukukun ev­ren­sel ilkeleriyle, ülkemizin ihtiyaçla­rı­nı esas almaktayız.
 
Biz, işte böyle yapıyoruz. Böyle yapmaya devam edeceğiz.
Okuyorum, o halde varım!
Her gün okuyorum, çünkü okumadığım günler, ‘hüsrana uğramışlık’ duygusuna kapılıyorum. Şöyle inanıyorum: Düşünmeyi sürdürmenin yani insan olarak kalmanın ‘hücre yenileyici’ gıdası, okumaktır. 
 
Fransız filozofu Descartes (Ölm.1650), “Düşünüyorum, o halde varım!” (Je pense donc je suis) demiş ve bu söylem felsefe tarihinde bir devrim sayılmıştı. Descartes’ın söylediğinin kısa anlamı şuydu: 
 
İnsanım diyorsan düşüneceksin, düşünmüyorsan insanım demeyeceksin!
 
Ben, Descartes’ın söylediğine altyapı oluşturan bir söyleme dikkat çekmek istiyorum: Kur’an’ın ilk sözü ve ilk buyruğu olan “Oku!” emri. “Oku!” emri hem düşünmeyi hem de okumayı gerektirir. Yani okumak düşünmekten daha geniştir. 
 
Her okumak düşünmeyi mutlaka içerir ama her düşünmek okumayı içermeyebilir. Şöyle de diyebiliriz: Her okumak aynı zamanda düşünmektir ama her düşünmek aynı zamanda okumak değildir. Kur’an, teoriyle pratiği birleştirmek, üst düzeylerle alt düzeyleri aynı anda düşünmeye itmek için esrarlı bir yöntem getirmiştir: Okumak...
 
Ve Kur’an, okumayı en büyük ve temel ibadet saymıştır. Öteki ibadetlerin tümü daha sonradır. Temel ibadet olarak namazı birinci sıraya oturtmak, Kur’an’a açıkça iftiradır. Temel ibadet, okumaktır. Neyin okunacağı söylenmemiştir. Kur’ansal hermenötik açısından bunun anlamı şudur:
 
Her şeyi okuyacaksın! Kur’an, kendi parçalarını birer okunacak ayet saydığı gibi, fosilleri, yıldızları, yosunları, dilleri, gözyaşını, geceyi, renkleri ve desenleri de okunacak ayetler olarak görür.
 
Evren de bir kitap, o da okunmalı!
KUR’AN’A göre, Firavun’un mumyası bile okunması gereken bir ayettir. Esasen, Kur’an, insan ve evreni de kendisi gibi kitap kabul ettiği için onun “Oku!” emri, tüm varlığın okunmasını isteyen bir buyruk olarak alınmalıdır. Kısacası, Kur’an’ın yöntemi geneli, herkesi bir biçimde düşünmeye sevk ettiği için daha kucaklayıcı, daha
insancıl, rahmeti daha geniş bir yöntemdir...
 
Ben, üç yaşımdan beri okuyorum. İmkân alanıma giriş sırasıyla Türkçe, Osmanlıca, Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce okuyorum. Bu dillerin hepsini iyi konuşamıyorum ama bunun için vahlanmıyorum... Yine de şunu sık sık söylüyorum: “Keşke, Almanca bilsem de Nietzsche'yi, Rusça bilsem de Dostoyevski'yi orijinalinden okuyabilsem!..”
 
Ne yazık ki böyle bir şansım yok!.. Bendeniz, otuz küsur yıllık öğreticiyim. Akıl işi saymayabilirsiniz ama ben her zaman öğrencilerimden birkaç kat fazla okudum. Ve aynı şekilde okumaya devam ediyorum. 
 
Okumasam düşünemem, sadece ezberlediklerimi tekrar ederim. Daha kötüsü, bu tekrarı, düşünmek sayabilirim. Allah korusun, bir de başkalarının tekrarlarını tekrarlamayı düşünce saymaya başlamak gibi bir felaketle de yüz yüze gelebilirim. 
 
Evet, tüm yoğunluğumla okuyorum ve tabii yazıyorum. Okuduklarımın omuzlarıma bindirdiği düşünme yükü zihnimi zorladıkça da gerçek aydının, kalabalık tarafından fark edilmeyen bir ‘emanet taşıyıcı’ olduğunu daha iyi anlıyorum. 
 
İşte bu noktada, ‘ahvâl-i âlem’ ile o çileli taşıyıcılığı birlikte düşününce şunu sormak ihtiyacını duyuyorum: “Acaba ben, körler çarşısında ayna mı satıyorum?" Bu soruyu sorunca ürperiyorum. Çünkü ‘ince yolun sırları’nı öğrendiğim babam bana şunu da söylemişti: “En dikenli kader, körler çarşısında ayna satmaktır. Senin, bu kaderden nasibin olacak, oğlum.”
 
Şöyle veya böyle, ben okumaya devam ediyorum. Yani, var olmak, insanca yaşamak istiyorum... Ve Yaratan’a, elimden geldiğince şükürler ediyorum!..
Dinin güdüme alınması
Dinin güdüme alınması, eğer dine önem veren bir toplumdan söz ediyorsak hayatın cehenneme döndürülmesiyle eşanlamlıdır. 
Dinin güdüme alınmasıyla kastettiğimiz, dinin devlet veya yönetimce kontrol edilmesi değildir. Böyle bir kontrol varsa orada ‘dinin güdüme alınması’ değil, ‘dinle devletin kavgası’ söz konusu olur.
 
Güdüme almak tabiri, dinin savunuculuğunu ve avukatlığını yapanlar için geçerli ve uygundur. Bir güdümden söz etmek için güdülenlerin bundan şikâyetçi olmamaları gerekir. Şikâyet varsa güdümden değil, kavgadan söz etmeliyiz. Güdümün yürümesi için baskı yetmez, Allah ile aldatma mekanizmalarının işletilmesi gerekir. Bunu da ancak din simsarları yapar.
 
Türkiye’de din güdümdedir ve dini güdüme alanlar dinin avukatlığını yapan dincilerdir. (Lütfen, bir zahmet edin de bu hayatî konunun ayrıntılarını ‘Dincilik’ adlı kitabımızdan okuyun). 
 
Son yıllardaki gelişmeler, özellikle son zamanlardaki Deniz Feneri ve benzeri dinci soygun olayları göstermiştir ki, Türkiye’de dini güdüme alanlar, din üzerinden dünyalık ve saltanat devşirenlerdir.
 
Dine, Tanrı’nın rızasını kazanmak için sarılanlar yani dindarlar, dini güdüme almayı akıllarından bile geçirmezler. Çünkü dini güdüme almak, her şeyden önce dine ihanettir. Dindar, dinine ihanet etmez ama dinci bu ihaneti her zaman yapar.
 
DİNCİLİĞİN DİNDARLARA İHANETİ
Dinin güdüme alınmasından en büyük zararı dindarlar görür. Çünkü güdüm, bir ikrah kurumudur ve dinde ikrah (baskı, zorlama), Allah’ın iradesine aykırıdır, yasaklanmıştır. (Bakara, 256) Bu yasak çiğnendiğinde zararı elbette ki dine bağlı olan dindar görecektir, dini sömüren dinci değil.
 
Dinin güdüme alınışı, karakteristik iki görünüm arz eder: 1. Dinin, kaynağından uzaklaştırılıp geleneksel yorumlara bağlanması, 2. Dinin politik-ticarî istismarlara âlet edilmesi.
 
Dini sömürü aracı olarak tutmanın, tarihin çok iyi tanıdığı iki yolu vardır: 1. Kitlenin gerçek dini öğrenmesini engellemek (mesela, dinin kaynağı olan kitabın tercümesinin okunamayacağını, o tercüme ile namaz kılınamayacağını iddia etmek), 2. Gerçek dini öğretenleri slogan veya tabularla karalayarak etkilerini yok etmek veya azaltmak.
 
Aforoz dinciliğinin kullandığı tehdit hep şu olmuştur: “Dini, bizim güdümümüzde öğreneceksiniz. Bizim gösterdiğimiz şekilde inanmazsanız aforoz edilirsiniz; dindarların hoşlanmadığı ne kadar yafta varsa, açtığımız iftira kampanyalarıyla hepsini üstünüze atarız.”
 
Böyle bir gidiş, laiklik ve hür düşünceyi koruyan kavram ve kurumların şemsiyesi de delinirse, hiç tereddüt etmeyelim, engizisyonla noktalanır. 
 
Kur'an'ın baş düşmanlarından biri olan engizisyon ve aforoz, örtülü-gizli bir biçimde, birçok Muhammedî düşünüre, asırlardır ve ne yazık ki, İslam'ı savunduğunu söyleyenlerce uygulanmaktadır. Bu uygulama; bazen cehaletin, bazen siyasal çıkarların, bazen kıskançlık kompleksinin, bazen de bunların tümünün eseri olmaktadır. 
 
İMAMI ÂZAM’I DİNCİLİK KATLETTİ
Müslüman tarihin en büyük hukuk dehası olan İmamı Âzam Ebu Hanîfe (ölm. 150/767), ‘Din tahripçisi kâfir’ ilan edilip 25 yıl Emevî ve Abbasî zindanlarında süründürüldükten sonra zehirlenip öldürülmedi mi? 
 
Osmanlı İmparatorluğu’nda yetişmiş en büyük düşünce adamlarından biri olan Molla Lütfi (ölm. 1494) gibi bir değerin idamına fetva veren Hatipzâde isimli şerefsiz yobaz, infazdan sonra, sadist bir zevkle şunu söylüyordu: 
 
“Şükürler olsun; yakında çıkacak olan kitabım, Lütfi'nin tenkidine uğramaktan kurtuldu.” 
 
Yavuz Sultan Selim, sonraki yıllarda, Şeyhülislam İbn Kemal ile sarayda yemek yediği bir sırada, Molla Lütfi’nin haksız yere idam edildiğini iğneli bir ifadeyle ima ettiğinde İbn Kemal (ölm. 1533) şu anlamlı cevabı vermiştir:
 
“Molla Lütfi, hased-i akrana (meslekdaşlarının hasedine) kurban gitmiştir, Sultanım!”
 
Çağın en büyük İslam düşünürü ve İslam’ın en büyük vicdanlarından biri olan Muhammed İkbal hakkında, hurafeci yobazlar, ‘kâfir’ fetvası çıkarmışlardı.
 
İbret almak için bu kadarı yetmez mi?
Hüseyin Atay ile sohbet
İslam dünyasının dahi ilahiyatçısı Prof. Hüseyin Atay’la, uzun bir zamandan sonra yeniden sohbet etme imkânı buldum. Daha doğrusu, aziz hocam, bana bu imkânı vermek üzere Ankara’dan ziyaretime geldi. Sevgili oğlu mimar Faruk da yanındaydı.
Atay Hoca, seksen iki yaşında. Ama hafıza, zihin berraklığı, içsel faaliyet yirmi yaşında. Üniversitede ders vermeye devam ediyor. Ve her biri bir devrim olan kitaplarını yazıp yayınlamaya devam ediyor.
Kırk yılı aşkın bir zamandır kendisiyle sohbetlerim olan bu büyük beyinli, büyük ruhlu adam, bu son sohbette de bana âdeta yeni bir fakülte bitirtti. Her seferinde olduğu gibi. Sohbet boyunca içimden hep şu geçti: “Rabbim, bir insan, Kur’an’a bu kadar vakıf nasıl olabilir?! Bir insan, her gün kendini böylesine nasıl yenileyebilir?! Ve İslam dünyası böyle bir adamdan yararlanıp dertlerine çare bulmayı nasıl ihmal eder?!”
Adı, ‘geçmiş olsun ziyareti’ olan sohbet, yaklaşık dört saat sürdü. Ve ben bu dört saat içinde kırk kitap okumuş gibi feyizlendim, doldum, bilgilendim. Ufkum yeniden parıldadı, ruhum ve ümitlerim canlandı. Kur’an’ın elli yıllık bir bendesi olmaktan bir kez daha onur ve gurur duydum.
Sana şükranlar, saygılar Hüseyin Atay hocam!
KİTAPLIK ÇAPTA TESPİTLER
Bu dâhi insanla her sohbetimde olduğu gibi bu sohbette de yepyeni fikir ufukları açan tespitler kondu ortaya. Bunların birkaçına temas edeceğim:
Bugün ‘İslam’ adı altında ortada birkaç din var: Ulemanın dini, tarikatların dini, saray sofralarında oluşturulmuş din ve nihayet Kur’an’ın dini. Bu İslamların bugün en az itibar göreni, hatta bazı zeminlerde hiç itibar görmeyeni, ‘Kur’an’ın dini’ yani gerçek İslam’dır. Müslümanların iki yakalarının bir araya gelmemesinin sebebi de işte budur.
Kur’an, yanlışları tek tek sıralamak yerine, doğruyu bulmada akıl ve ilmi rehber yapar: Eski kutsal metinler, yanlışları ve doğruları tek tek sayar. Kur’an, böyle saymak yerine, doğruları bulmanın zaman ve mekân üstü rehberini gösterir. Bu rehber, akıl ve onun ürünü olan ilimdir.
Kur’an, dini ilme denetletir ama ilmi dine denetletmez: İnsanlık tarihinin en büyük devrimidir bu. Yahudi-Hıristiyan gelenek bunun tam tersini yapmıştır. Ne yazık ki, Müslümanlar, Kur’an’ın yolundan gitmek yerine, Yahudi-Hıristiyan geleneğin yolundan gittiler ve mahvoldular.
Kur’an, imana noksanlık ve çirkinlik izafe eder ama ilme hiçbir çirkinlik ve noksanlık izafe etmez: Kur’an, ilmi kutsalların kutsalı, kutsallıkların denetçisi ve rehberi yapmıştır. Onun için tek mürşit ilimdir.
Sahabenin eleştiri üstü tutulması, peygamber yaşadığı sürecedir: Çünkü Peygamber yaşarken sahabede bir yanlışlık olsa Peygamber onu düzeltir; bize düşen bir şey olmaz. Peygamber’in ölümünden sonra ise bütün sahabîler eleştiriye açıktır, eleştirilirler. Özellikle kamu görevi yapanları mutlaka eleştirilmelidir; çünkü eleştirilecek birçok iş yapmışlardır.
Atay burada, bir ilim ve fikir adamının olanca haysiyetiyle, ta Hz. Ebu Bekir’den başlayarak birçok sahabîye eleştiri getirdi, yaptıkları yanlış içtihatları sıraladı. Ve ekledi:
“İslam dünyası bu eleştiri noktalarını yakalayıp gerekeni yapmak yerine o insanların yanlışlarını kutsal ilan ederek kendi önüne engeller yığdı ve bunun için bir türlü düzlüğe çıkamıyor. İslam dünyası, yanlışı eleştirme ruhu olan hanîfliği işletmek yerine yanlışları kutsal ilan etmeyi din sanan şirkin yolunu tutarak kendini perişan etti.”
Ve nihayet, her sohbetimizin sonunda mutlaka yer alan şu ‘iman ve ikrar’ tekrarlandı:
“Kur’an’ı kim yapmışsa Allah odur. Çünkü böyle bir kitaba Allah dışında bir kudret vücut veremez.”
Son sözümüz yine her zamanki gibi şu oldu:
“Ya Rab! Mahşerde de bizi bu iman ile haşret!”
‘EFENDİLER DİNİ’NİN HÜSRANI
Kur’an, ‘efendilere kul olmuşlar’ın, son hesap günündeki hüsranını, bu dinin mensuplarının ağzından önümüze koyuyor:
“Derler ki, ‘Rabbimiz! Biz, efendilerimize/mallara ve kitlelere egemen olan güçlere/ karanlık adına egemenlik kuranlara/yılan, akrep, kurt, arslan gibi korku salanlara/kalp karanlığını temsil edenlere ve ekip başlarımıza/kodamanlarımıza/putlaştırdığımız kişile-re itaat ettik de onlar bizi yoldan saptırdılar! Rabbimiz, onlara iki kat azap ver; onları büyük bir lanet ile lanetle!" (Ahzâb,  67-68)
Kur’an’ın cenneti, tek imza ile girilen bir cennettir. Efendiler dininin cenneti ise birkaç imzalı bir cennettir. Kur’an, bu birkaç imzalı sanal şirk cennetine ümit bağlayanların hüsranını birçok ayetinde tanıtarak tevhit mensuplarını uyarmıştır. İşte bir örnek:
“Arı-duru din yalnız ve yalnız Allah'ındır! O'nun yanında birilerini daha veliler edine-rek, ‘Biz onlara, bizi Allah'a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk etmiyoruz’ diyenlere gelince, hiç kuşkusuz, Allah onlar arasında, tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir.” (Zümer, 3)
Kutsal ilan edilmiş tarikat şefleri, İslam öncesi şirk ilahlarının şekil ve isim değiştirip İslamî motiflerle süslenmiş yeni görünümleri oldular. Adları Lât, Menat, Hübel vs. olmadı, efendiler, üstatlar, ermişler, şefaatçılar, aracılar, erdiriciler vs. oldu  ama işlevleri şirk ilahlarınınkilerle aynıydı: “Allah’a yaklaştırıcılar, Allah katındaki şefaatçılar.” (Zümer, 3; Yunus, 18) 
RİVAYET DUVARLARI
Kur’an’la aramızda en büyük engel, efendiler dininin dayanakları olan rivayet duvarlarıdır. Bu duvarlar, Peygamber’in döneminde toplamı beş yüzü geçmeyen hadislerin sayısını Peygamber’in ölümünden sonra bir milyona çıkarmıştır. Hurafenin, akıl ve Kur’andışılığın en büyük kaynağı bu rivayetlerdir. Bunların çoğu Yahudi-Hristiyan kültürün mitolojik söylemleridir. Bunlara İsrailiyat denir. 
İbn Hanbel (ölm. 241/855) diyor ki şu üç şeyin aslı yoktur: “Rivayet tefsiri, savaş hikâyeleri, kıyametle ilgili yorumlar.” İbn Hanbel’in bu sözlerini nakleden Mısırlı müfessir Muhammed Abduh (ölm.1905) şunu ekliyor:“Rivayete dayanan tefsirler Kur’an’la bizim aramızda bir perdedir.” 
Tefsir tarihinin anıt isimlerinden biri olan Fahreddin Razı (ölm. 606/1209) bile şunu söylemek ihtiyacını duymuştur: “Hayatımız boyunca yararlandığımız ilim, ‘şöyle dendi’ veya ‘şöyle dediler’ laflarında toplananlar dışında bir şey olmadı.” (Abduh, Tefsiru’l-Menâr, 1/8-10)
TANRI’YA DA SİTEM EDİLİR
Yaratıcı benliğe bu sitem hakkını bizzat Tanrı vermektedir. Tanrı’ya sitem etme hakkı verilmeyenler, tarihin ve zamanın dolgu maddesi olarak kullandığı kadavra benliklerdir.
Ulülazm (yaratıcı eylemlerin sahibi) ruh, Tanrı’ya da sitem edebilir. Bunun böyle olduğunu zaman üstü kitap, ulülazm bir peygamber’e, Hz. Musa’ya yaptırarak örneklendiriyor. Tarihin
en büyük oluş ve eriş yüklerinden birini sırtlayan Hz. Musa, çektiği çilelerin beklediği zamanda sonuç vermemesinden doğan hüzün ve sitemini şöyle ifadeye koyuyor:
“Musa şöyle dedi: ‘Rabbimiz! Sen, Firavun ve kodamanlarına şu iğreti hayatta debdebe verdin, mallar verdin. Rabbimiz! Senin yolundan saptırsınlar diye mi? Rabbimiz! Onların mallarını sil-süpür, kalplerini şiddetle sık ki, acıklı azabı görünceye kadar inanmasınlar!’ Allah cevap verdi: ‘İkinizin duası kabul edildi. Doğruluktan şaşmayın! İlimden nasipsizlerin yolunu izlemeyin!” (Kur’an, 10/88-89)
Evet, tarihi yapan büyük ruhlar, tarihin de hayatın da sahibi olan Yaratıcı’ya bile böyle sitem edebilirler ve o sitemleri öfkeye değil, takdir ve tebrike vesile olur.
Yaratıcı karşısında niyazın hakkını verenler, yaratıcı karşısında naz da yapabilirler. Niyazın hakkını vermeyenlerin Yaratıcı’ya sitemi küfür, niyazın hakkını verenlerinki eriştir.
İslam neyin adı ve Müslüman kim?
Siz İslam’ı dinlerden bir dinin adı sanıyorsunuz. Bununla da yetinmiyor, onu, ideolojilerden bir ideoloji haline getiriyorsunuz. Ama iş öyle değil!
İslam, bizzat Kur’an’ın tanıtımıyla, barış, esenlik ve zulme karşı çıkış için Yaratıcı’ya teslimiyettir. Bu teslimiyeti kim gerçekleştirirse Müslüman odur. Nüfus kâğıdına yazmakla kimse Müslüman olamaz.
Tüm peygamberler, Âdem’den Muhammed’e kadar, bir tek din anlatmışlardır. Kur’an bu ortak anlatımın zamanları ve mekânları kuşatan niteliğini göstermek için ‘İslam’ kelimesini kullanıyor. İslam, bir isimden çok, bir tavırdır. Ve o tavır, Yaratıcı’ya teslimiyet tavrıdır. 
Ben size derim ki, Kur’an’a giderek İslam anlayışınızı ve Müslümanlık tanımınızı yeniden yapılandırın! Bunu yaptığınızda birçok şeyi düzeltmek zorunda kalacaksınız. Öncelikle ‘İslam âlemi’ veya ‘İslam dünyası’kavramını düzelteceksiniz. Siz, İslam dünyası deyimiyle nüfus kâğıtlarında ‘Müslüman’ yazan kitleleri kastediyorsunuz. Bunun Tanrı katında geçerliliği yoktur. Nüfus kâğıdı nüfus memuruyla sizi bağlar, Tanrı’yı bağlamaz.
Kur’an’a dayanarak derim ki, günümüz dünyasına baktığımızda Kur’an’ın değerlerini hayatına sokma bakımından daha iyi Müslüman olanlar, adına İslam dünyası dediğiniz coğrafyalar değil, doğruluk, dürüstlük, temizlik, çalışkanlık, yaratıcılık bakımından öne geçmiş ve sizin tasnifinizde ‘gayrımüslim’ listesinde yer almış ülkelerdir.
İslam’ı tanrısal yapısından uzaklaştırıp bir kin ve nefret ideolojisine dönüştüren geleneksel dincilik şurada özetlediğimiz Kur’ansal gerçeği saf dışı etmek ve durumu kendi hesabına uydurmak için, ‘İslam’ın şart-ları’diye bir tâbir icat etmiştir. O ‘şartlar’, geleneksel dinciliğin elemanlarında bulunan şartlardır. Oysaki İslam’ın şartları, peygamberlerin mesajındaki tanrısal buyrukların tümüdür. İslam’ın şartları adına namazı en öne çıkarıyorsunuz ve bu namaz için onlarca insan hakkını çiğniyor, dünyayı velveleye veriyorsunuz. Şimdi size soruyorlar:
İslam’ın şartlarının başında, iki yüz, üç yüz metreye bir kurulan camilerin her minaresinden dört hoparlörle gece gündüz avazı çıktığı kadar bağırıp halkı taciz etmek var mıdır? İslam’ın temel şartı hakka ve halka saygı mıdır, hakkı ve halkı çiğneyerek ‘namaz kılmak’ mıdır? Eğer öyleyse, Mâûn suresinde, namazlarını insan haklarının ihlaline bahane yapanlar neden lanetleniyor da namaz kılmayanlar lanetlenmiyor?! 
Hesabı geleneksel kabullere göre değil Kur’an’a göre yapın!
Kur’an’ın insan hayatına kazandırmak istediği değerler açıkça gösterilmiştir. Bu değerler açısından bir İslam dünyası dediğiniz kitlelere, bir de ‘gayrımüslim’ dediğiniz kitlelere bakın! Ve Kur’an’ın değerlerinden kimde daha fazla bulunduğunu kaydedin. Not toplamı çok olan, Müslümanlıkta önde olacaktır.
Siz bu hesabı asla yapmaz, bu tabloyu asla ortaya getirmezsiniz. Çünkü sonuç sizin aleyhinizedir. Ama unutmayın ki bunu yapmamak, gerçeği ortadan kaldırmaz. Allah, gerçeği yalın bir biçimde gözler önüne koymuştur. Ne yazık ki, bugün, Kur’an’ın idealindeki topluluk, sizin ‘İslam dünyası’ demekte ısrar ettiğiniz topluluk değil, ‘gayrımüslim’ diye damgaladığınız topluluktur.
Ey Mâûn suresi namazı kılmayı ‘Müslümanlık’ sanan gaflet yığınları! Mâûn suresi, o hak ihlallerine araç yaptığınız namazlarınız yüzünden sizi rahmete değil, lanete müstahak görüyor. Siz bu Mâûn suresini hiç okumaz mısınız? Yoksa onu Kur’an’dan saymıyor musunuz? Kurtuluşunuzun Mâûn suresini hakkıyla okumakta olduğunu size bir kez daha duyuruyorum.
Siz, ey dinciler, Allah’ın dininin kimlik belgesini gasp etmiş olma suçundan sanıksınız. Ya o gaspı bırakın yahut da o belgenin hakkını verin.
Artık, müslim (Müslüman) kılığında mücrim olmaktan kurtulun! Ve şu tanrısal uyarıyı sık sık okuyun:
“Biz, müslimleri mücrimler gibi yapar mıyız?” (Kalem, 35)
Din patentli dinsizlik
‘Din patentli dinsizlik’ kavramını insanlığa tanıtan, Kur’an’ın Mâûn suresidir. Kur’an, ilk bakışta bir ‘din kitabı’dır ama işte böyle bir din kitabıdır. Kur’an kadar din eleştirisi yapan, din sınıfının sergilediği namussuzlukları ortaya seren, din bezirgânlarını iğrenç ve âdi mahluklar olarak yerden yere çalan ikinci bir kitap yok. Karl Marx’ın o ‘ağır’ eleştirileri de dahil, dinle ilgili tüm eleştiriler Kur’an’ınkilerin yanında ancak ‘zeyl’ olabilir. Kur’an, dinci alçaklığı, damardan, malın gerçek sahibinin ağzından eleştiren, tüm kahpelikleri milimetrik hassasiyetlerle deşifre eden mucizeler kitabıdır. Lütfen, bu satırların yazarının, alanında birer ilk olan ‘Kur’an’ın Yarattığı Mucize Devrimler’, ‘Allah ile Aldatmak’ ve ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’ adlı eserlerini okumak zahmetine katlanın. 
Kur’an’a göre, insanoğlunun bütün mutsuzluklarının, kanlarının, kavgalarının, haset ve kinlerinin besleyici ekibi, dini temsil ettiğini söyleyen dincilik sınıfıdır. Bakara suresi 213 mucizesi, işte bu gerçeğin eşsiz duyurusudur. 
Din adı altında dinsizliğin en alçağını pazarlayan şeytanî kadro, din ve Allah adına ortaya fırlayıp insanları ahiret müfettişi edasıyla hesaba çeken melunlardır. Bunu, bütün gür sesinizle haykırabilirsiniz. Çünkü dinin gerçek sahibi olan Cenabı Hakk’ın kitabı size bu hakkı ve yetkiyi veriyor. Dahası, o kitap size bu görevi veriyor. Aydın olmak, bir anlamda da bu görevi yerine getirmektir.
Aynı zamanda muhteşem bir dindar olan Alman filozofu Kant (ölm. 1804), gerçek müminlerin oluşturduğu ‘Tanrı Sitesi’ni şöyle tanımlıyor: “Erdem bağıyla birbirine bağlı bireylerin vücut verdiği ahlak toplumu.” İşte, Kur’an’ın anladığı ve anlattığı Tanrı Sitesi ve daha doğrusu din budur. 
Kant, putperestliği, Tanrı’yı ahlak dışında yol ve araçlarla kabul ettirmeye kalkmanın ürünü olarak görüyor. Bu anlamda dincilik, bir numaralı putperestlik kurumudur. En alçak ve en kahpe putperestlik kurumu.
Tam bu noktada, Kur’an’ın en büyük düşman olarak putperestliği gösterdiğini anımsayalım. Ve Hz. Muhammed’i en yüce ahlak üzerinde olmakla nitelediğini de buna ekleyelim. Peki, Hz. Muhammed’i, insanlığın önüne en yüce ahlakın temsilcisi olarak değil de en koyu bedevi kıyafetinin sembolü olarak çıkaranların dinle ilgileri ne olabilir?
ALLAHSIZLIK SİTESİ 
Erdemsizlik, ikiyüzlülük, talan gibi temel kötülüklerle kitleyi aldatıp soyan, köleleştiren ve bunu ‘Allah rızası için’ diye propaganda eden kişilerin vücut verdiği toplumun adı ne olmak gerekir? Gayet açık:  Allahsızlık Sitesi. 
Allahsızlık Sitesi’nde her üçyüz metrede bir cami görebilirsiniz ama ahlak ve erdem göremezsiniz. O camiler, ahlaksızlık ve erdemsizliği kamufle etmek için kurulur. Aksi olsaydı bu kadar bol olmazlardı. 
Peki, bu siteyi kotaranlar bir de kendilerini Allah ve din maskesiyle gizliyorlarsa buna ne demek lazım? ‘En sefil Allahsızlık Sitesi’ demek lazım. Kur’an’ın Mâûn suresi, din adına pazarlanan bu ‘en sefil Allahsızlık sitesi’nin aktörlerini tanıtıyor ve onları lanetliyor. Ve biz, Müslüman kitlelerden bin küsur yıldır saklanan bu gerçeği ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’ adlı eserimizle insanlığın ve halkımızın önüne koymuş olmanın mutluluk ve onurunu yaşıyoruz. 
Erdemliler sitesi nasıl doğar? Filozof Kant bunun için özgürlük şartını öne çıkarıyor. Yani hür iradeyi. Ona göre, özgürlük, saf aklın ideallerinden biridir. Kant’ın bu tespitleri, Kur’an ayetlerinin bir filozof diliyle tekrarından ibarettir. 
Kant, aydınlanmanın öncü filozoflarının başında gelir. Bu haklı unvanı nasıl kazanmıştır? Aklı ve özgürlüğü öne çıkararak. Peki, Gazalî (ölm. 1111) denen ‘saray sığıntısı, akıl düşmanı adam’ın yaklaşık bin yıldan beri aklı mahkûm eden ve tarikat hezeyanlarını aklın üstüne bindiren tahribatı sürüp giderken Müslüman Doğu, aydınlanmayı nasıl sağlayacaktır? Tarih, bu ‘olmaz’ görüneni ‘olur’ yapan bir adam gönderdi İslam dünyasına: Mustafa Kemal. O, akıl ve özgürlük adına gerekeni yapıp aydınlanmanın önünü açtı. Ne yazık ki, saray sığıntısı, akıl düşmanı Gazalî’nin ‘şeytan evliyası’ (tabir Kur’an’ındır) ekipleri Mustafa Kemal’i din dışı ilan ederek etkisiz kıldılar. İslam dünyası denen ‘Allah ile aldatılmış kitle’ de Mustafa Kemal’i değil, saray sığıntısı akıl düşmanını tercih etti. Hükmü Kur’an versin: “Allah, aklını işletmeyenler üzerine pislik atar.” (Yunus, 100)
İslam dünyasının, o arada Türk halkının üstüne pislik atılmış bulunuyor. Hem de haçlı emperyalizm kürekleriyle ve yoğun biçimde. 
Varsın hayrını görsünler!
Deizm nedir, niçin ve nasıl doğmuştur?
Allah’a imanını korumak ama dinciliğin insan haysiyetiyle bağdaşmayan dayatmalarını yaşamak istemeyen insanlar, Yaratıcı’ya imanlarını tehlikeye atmamak için bir çıkış yolu aramışlar ve deizmi bulmuşlardır.
Deizm, Allah’a imanda samimi olan ve bu samimiyeti  tahrip ettiği için dincilik zihniyetine savaş açan insanların yoludur. Deizm, dinci riyakârlığa karşı bir sığınaktır. Eğer Allah’a imanda samimiyete bir anlam veriyor ve o anlamı korumak istiyorsak, gelecek zamanların da en güvenli ve mutlu inanç kurumu deizm olacaktır.   
Kilise ve papaz dayatmalarından bunalanlar tarafından ilk olarak 16. yüzyılda İngiltere’de kullanılan deizm tabir ve kavramı, meşhur olan tanımıyla, ‘Allah’a iman eden ama dinlere inanmayan’ bir felsefî mezheptir.‘Cenabı Hakkın vücut ve vahdaniyetine iman itikadı’ olarak da tanımlanır. (Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Neden tanrıcılık maddesi)
Ancak, bu tanımlar, deist felsefenin nüanslarını tam olarak ifade etmiyor. Deist felsefenin temsilcileri içinde Allah ile birlikte peygamberlere inananlar da vardır.
Bu felsefenin dışlamak istediği olumsuzluk bellidir: İnsanlığın tepesine bir zorba balyo-zuyla dikilen ve hayatı cehenneme çeviren sahte din ve onun karanlık temsilcileri. Deist felsefenin bir kurtuluş yolu olarak öne çıkmasına yol açan, işte bunlardır. 
DEİZM,  ALLAH’A İMANI KORUMAK İÇİN ORTAYA ÇIKTI
Deizm, dine karşı değil, ateizme (tanrıtanımazlığa, Allahsızlığa) karşı ortaya çıktı. Din adı altında insanlığı ateizme sürükleyen dinci zorbalığın yıkımını durdurmanın başka bir yolu yoktu. Çünkü dinci zorbalar, ortada, Allah’ın iradesinden çıktığı şekliyle bir din bırakmamış-lardı. Akla saygılı, haysiyetli ve riyadan uzak insanlar ya ateist olacaklardı yahut da deist.
İnsanlığın uyanışında eşsiz rolleri olan 18. yüzyıl Fransız düşünürlerinin tamamına yakını, özellikle Voltaire(ölm. 1778) ve Rousseau (ölm. 1778) deist idiler. Rousseau, din adam-larının Tanrı’nın bizlere bağışladığı en güzel ve aslî duyguları bozduklarından şikâyetçidir.  Aynı şikâyet Kur’an’ın da aslî şikâyetlerinden biridir. Meselenin Kur’an açısından ayrıntıları, ‘Deizm’ adlı eserimizde incelenecektir.
Dine musallat ekibin din adına yaydığı kahır ve beladan hepimiz şikâyetçi değil miyiz? Bu adamların temsil ettikleri bir dine vicdanı ve aklı felç olmamış insanların tahammül etmesi düşünülemez. Bunların büyük kısmı, bütün insanlık tarihi boyunca ‘din adamı’ olmadı, ‘Allah’ın belası ve şeytanın uşağı’ oldu. İnsanlar, tarihe engizisyon gibi bir dehşeti bırakmış bu rezil sömürücülerle neden iman ve yaşam birliği kursun?! Böyle bir şeyi beklemeye hakkımız var mı?
Gerçek şu ki, Allah’a imanı korumak adına dinci zorbalığın kahır ve hezeyanlarına katlan-mak, aklın kabul edebileceği bir tavır değildir. Çünkü insanoğlu, birileri ‘din’ demiş diye saçmalıklara inanmak zorunda değildir. İman dediğimiz o esrarlı mânâ; akıl, ikna ve sami-miyet işidir. Dinci zebaniler kimi ikna etmişler de onlar dine bağlanmaktan kaçmış.!!!
Eğer dine lakayt olan insanlar bir gün gerçekten dindar olacaklarsa, bunun yolu deizm deneyiminden geçecektir. Bu deneyimden geçmeden girişilecek bir dindarlık, kısa bir süre sonra ya dincilik oluverir veya ateizme teslimiyetle sonuçlanır.
Özetleyelim: Deizm, ateizme ve en tehlikeli dinsizlik türü olan dinci dinsizliğe karşı çıkanların yoludur. Dinci dinsizliği insanlığa, deistlerden çok önce, Mâûn suresi tanıtmıştır. Onun içindir ki biz, deistlerin metafizik dayanaklarının başına Mâûn suresinin yazılması gerektiğine inanmaktayız.
Emek oluyor ki, deizmi bize ilham edip tanıtan da Kur’an’dır. Dinci zorbalığın ve akıl düşmanlığının kahrına uğramış ölümsüz Müslüman düşünürlerin birçoğunun, adı konmamış deistler olduğunu tespit etmiş bulunuyoruz. Daha önemlisi, şunu tespit etmiş bulunuyoruz:
Allah’a imanı korumak için bu iman dışındaki her şeyi feda edebilmeyi insanlığa bir kurtuluş yolu olarak öneren ve belleten kitap Kur’an’dır. ‘Deizm’ adlı eserimizde bunun sarsıcı ayrıntılarını gözler önüne koyacağız.
İnsanlık deizme sığınmak zorunda kalacaktır
Evet, insanlık buna mecbur kalacaktır, öncelikle Müslüman kitleler buna mecbur kalacaktır. Batı, laiklik sayesinde dinciliğin ağır yıkımından büyük ölçüde kurtulmuş durumdadır. Ama İslam dünyasının böyle bir şansı yoktur. İslam dünyası dincilik belasının kahrından kurtulmak için mutlaka bir çare arayacaktır. Çünkü İslam coğrafyalarında din adına hayatı cehenneme çeviren dinci tasallut her gün biraz daha güçlenerek kitleleri hegemonyası altına almaktadır. Hem Allah’a imanını korumak hem de dinci zulüm ekiplerinin günlük hayata tasallutundan uzak kalmak isteyenlerin bir sığınağa ihtiyaçları vardır. O sığınak, deizm olacaktır.
Mâûn suresi dinciliğinin lanetli riyakârlığı, hayatı giderek kuşatmakta ve hiçbir şer ideolojisinin cesaret edemeyeceği bir tasallutla günlük hayatı çekilmez hale getirmektedir. Haçlı emperyalizmin yıllardan beri Müslüman dünyayı, özellikle Türkiye’yi getirmek istediği yer burası olduğu içindir ki, sistemli bir biçimde laiklik ve Atatürk’ün altı oyuldu. Çünkü bugünkü dünyada dinci tasalluta karşı tek sığınak laikliktir. 
Laiklik, İslam dünyasında zaten yoktu; Türkiye’de de yok edildi. Şimdi, laiklik öncesi dönemin ıstıraplı kulvarına yeniden girilecektir. Bu yeni dönemde, Allah’a imanında kararlı olan kitlelerin dincilik belasına karşı donanım ve şuur kazanmalarında deizm tek ve kaçınılmaz yol olarak görünüyor. Bu yol, hiç değilse Allah’a imanınızı korur. Sahte dini yaşamaya kalktığınızda ise ya tahammül edemeyip ateist olursunuz yahut ta tahammül etmek adına akıl ve insanlık değerlerinden koparsınız. İkisi birbirinden kötüdür.
Deizm, böyle bir durumda en ideal kurtuluş yoludur. Gerçek dini yaşama şansı kalmayanlar Kur’an’ın ruhuna ve beklentilerine uygun olan bu deizm yolunu elbette ki devreye sokacaklardır. Kur’an o kapıyı boşuna açık tutmamıştır. 
Deizm, dindarlığa karşı geliştirilmedi, dinciliğe karşı geliştirildi. Dinciliğin hayatı bir zulüm, şiddet, riya kasırgası gibi kuşatması karşısında Allah’a iman bir tek şekilde korunabilirdi: Dini temsil ettiğini söyleyen habis ruhlu, şerir ekiplerin tasallutunu hayatın dışına atmak. Bunun tek yolu ise bu adamların temsil ettiği dine hayatın günlük akışı içinde yer vermemekti. İşte deizm de budur. Dini temsil ettiğini söyleyen habis ve şerir ekipleri günlük hayatınızda bir biçimde söz sahibi yaptığınız anda hayatınız cehenneme döner. 
EN TEHLİKELİ VE EN ZALİM İDEOLOJİ DİNCİLİKTİR
Hiçbir ideoloji, dinci tasallutun kurduğu hegemonyayı kuramamıştır, kuramaz. İdeolojilerin en kötüsü bile sizi nihayet evinizin kapısına, en kötü ihtimalle yatak odanıza kadar kontrol eder. Rüyalarınızı kontrol edemez. Ama dincilik sizin rüyalarınızı bile kontrol eder. Çünkü dinciliğin melekleri, cinleri, ermişleri, ilhamları, kerametleri, daha bilmem ne melanetleri vardır. Bütün bu unsurları sizin hayatınızı karartmak için kullanır. Daha da kötüsü, siz bu kullanımdan şikâyetçi olamazsınız. Çünkü bu kullanım ‘Allah adına ve Allah rızası’ (!) diye yaftalanmıştır. 
Dindarlar ve deistler kadar, insana saygılı ateistler de ortak bela olan dincilik karşısında bu gerçekleri bilerek mücadele edeceklerdir. Yoksa dincilik tümünü yerle bir eder. Dincilik dinsizliği, dini Allah’ın iradesine uygun olarak yaşamak isteyenlere rahat yüzü göstermemekte, onları dindışı ilan ederek kararsızlık ve perişanlığa itmektedir. 
Samimi insanlar; dini, dinciliğin istediği gibi yaşasalar akılları, vicdanları isyan ediyor, gerçeğine uygun yaşasalar dinciliğin ithamlarından kurtulamıyorlar. Böyle zalim bir tezgâhı, hiçbir ateizm veya zulüm ideolojisiyle kıyaslamak mümkün değildir. Bu kahır, Mâûn suresinin tanıttığı dinci dinsizliktarafından üretilmektedir. Bunun içindir ki, biz, insanlığın inanç tarihiyle meşguliyeti meslek edinmiş insanlar olarak şunu tespit etmiş bulunuyoruz:
İnsanlığın bütün zamanlarında, bugün ve yarın en büyük ıstırap kaynağı dincilik belası olmuştur, olmaktadır ve olacaktır. Bu belayı ikinci sıraya atacak bir musibete henüz rastlanabilmiş değildir. Sözün özü şudur:
İnsanlık, mutluluk, Cenabı Hakk’ın rızası ve nihayet gerçek din adına verilecek en onurlu ve en önemli mücadele dincilikle mücadeledir. İnsanlık bunu gerçek anlamıyla kavradığı ve gereğini yaptığı gün, ancak o gün, mutlu olacaktır.
Kur’an deizme niçin ve nasıl kapı aralıyor?
Kur’an’ın deizme kapı araladığını söylemek büyük bir iddiadır; tarihte belki de ilk kez gündeme getirilen bir iddiadır. Ama ömrünü Kur’an’a hizmete adamış ve bunu varoluş borcu bilmiş bir ilim adamı sıfatıyla ve bütün vicdanımla söylüyorum, bu sarsıcı iddia Kur’an’a tamamen uygundur.
Kur’an, deizmi teşvik eden, terviç eden bir kitap değil ama ona kapı aralayan bir kitaptır. Neden ve niçin yapıyor bunu Kur’an? İşte meselenin çözümü de önemi de bu sorunun cevabındadır.
Kur’an’ın, her şeyin zirvesine oturttuğu değer, temel amaç, Allah’ın varlık ve birliğine samimiyetle imandır. Kur’an düşüncesinde ve imanında bunun adı ‘tevhit’ olarak tescil edilmiştir. Kur’an’ın, bu temel amacı korumak için feda etmeyeceği hiçbir şey yoktur. Deyim yerinde ise Kur’an bu değerin korunması, yaşaması için indirilen bir kitaptır.
Kur’an ister ki, insanoğlu, Yaratıcı’nın zirveye oturttuğu bu temel gerçeği bir iman ve ideal olarak korurken, o temel gerçeğin bir lütfu olarak kendisine gönderilen ve din adı verilen mutluluk yolunda yürüsün ve rahat etsin. Bunalımlara, sıkıntılara, ıstıraplara, kahırlara maruz kalmasın. Evet, Kur’an bunu ister. Ama Kur’an, tarihin en gerçekçi kitabı olarak şunu asla görmezlikten gelmez:
Mutluluk yolunu dikenleyen, kendi çıkarları için o yolun pusulalarını saptıran ve bunu yaparken de din ve Tanrı adına iş yaptığını iddia eden birtakım bedbaht ekiplerin din adı altında sahneledikleri yalanların ‘din’ diye hayata sokulmasına izin verilemez.
Cenabı Hakk’ın vaadi şudur: “Temel değeri korumak için didinen insanların dini yozlaştıran tasallutla yüz yüze kalmaları halinde, sadece temel değeri korumalarını yeterli göreceğim. Din yolunu dikenleyenlerin şaibeli hale getirdikleri dini günlük hayata sokmayanları, hüsrana uğramışlar arasına koymayacağım. Onlara, ‘Bana inanıyorsanız, benim adıma konuşan ve egemenlik kuranların her dediğini din bilip yaşayacaksınız’ demeyeceğim.
DİNLER TARİHİNİN VE DİN ADAMLARININ ELEŞTİRİLMESİ
Kur’an, ‘gayelerin gayesi’ni bu şekilde belirledikten sonra bunu yaşatmak isteyenlere problem çıkararak onları temel imanda kuşkulara, ıstıraplara, kabul ve ret arasında tereddütlere sevk eden din temsilcilerine yüklenmekte, onları deşifre etmekte, temel gayeyi korumak isteyenleri gerçek dinle tanıştırmak ve barıştırmak için yoğun bir gayret sarf etmektedir.
Kur’an’ın dinler tarihi ile ilgili eleştirisi çok açık ve çok ağırdır. Kur’an’ın en büyük mucizelerinden biri işte bu eleştiride yatmaktadır. O eleştiriyi gereğince irdeleyip, yeterince anlamadan Kur’an’ın insan hayatına sokmak istediklerini yakalamanız mümkün olmaz. Bu mucize eleştirinin omurga ayetlerinden biri, belki de birincisi Bakara 213. ayettir.
Bakara 213, din adına insanlığa yön verme göreviyle sahneye çıkanları insanlığın çekişme ve didişmesinin temel sorumlusu olarak göstermektedir. Dinler tarihinde böyle bir mesajın Kur’an dışında bir kutsal metinde verildiğine biz tanık olamadık. Bakara 213, Allah ile aldatmanın kimler tarafından nasıl başlatıldığını ve ne sebeple başlayıp hangi olumsuzluklar çerçevesinde yürüdüğünü o eşsiz üslûbuyla ortaya koymaktadır. Bu ayet, insanlığın ilk kavga ve çekişmelerinin sebebi olarak dini temsil edenlerin azmışlığını göstermektedir. Mucize-devrim ayet şöyle diyor:
“İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onlarla beraber, anlaşmazlığa düştükleri konularda, insanlar arasında hükmetsinler diye gerçeği taşıyan kitabı hak olarak indirdi. O kitapta anlaşmazlığa düşenler, o kitap kendilerine verilmiş olanlardan başkaları değildi. Bunlar, kendilerine açık kanıtlar geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlık/doymazlık/azgınlık/denge noktasından sapma/yalancılık/zulüm/kibir/zinakârlık yüzünden, çekişmeye girmiştir. Sonra Allah kendi izniyle, inananları, üzerinde tartışmaya girdikleri gerçeğe tekrar ulaştırdı.”
Demek oluyor ki, din maskeli ve gerekçeli zulüm ve ahlaksızlıklar öncelikle, dini temsil iddiasındaki zümre tarafından sergilenmiş ve din, bunların kötülükleri yüzünden kan, kavga ve istismar kurumuna dönüşmüştür. Bu noktaya gelindiğinde, Kur’an, Allah’a imanda samimi insanların, yaşanamaz hale getirilmiş dinden uzaklaşmalarını onların cezalandırılmasına gerekçe yapmamakta, onların ebedî kurtuluşlarını garantilemektedir. Bu tavır, deizme onay vermenin bir başka ifadesidir.
Beşinci tipi tanıyalım!
Bunun için, Mâûn suresinin mucize mesajını iyi öğrenelim.
Geleneksel din literatürü, insanların inanç kimliklerini verirken şu dört tipten bahseder: 
1. Mümin: İnanan ve bunu dili ile ilan eden kişi. 
2. Kâfir: İnanmayan ve bunu dili ile ilan eden kişi. 
3. Münafık: İçinden inanmayan ama diliyle bunun aksini söyleyen kişi. 
4. Müşrik: Allah’a inanan ama O’nun yanına yedek ilahlar ekleyen kişi.


Kur’an, Mâûn suresinde beşinci bir tip daha belirliyor: Müraî… Mâûn suresine ambargo koymaya kalkanlar, bu surenin tanıttığı melun tip olan müraî  (riyayı meslek edinmiş ) tipi bilerek veya bilmeyerek gözden kaçırmışlardır. O tip, dincilik tezgâhının öncüsü ve besleyicisi olan habis tiptir. Bu habis tipin tanınmasını istemeyenler vardır. Veya çoğunluk, onun tanınmasının önemini kavrayamamıştır. Ama meseleyi görenler ve kavrayanlar da vardır. Müfessirlerin babası unvanıyla anılan Fahreddin er-Râzî (ölm. 606/1209) bunların başında gelir. Râzî, Mâûn suresini tefsir ederken, bu surenin münafık tipi değil, müraî tipi tanıttığını söylemekte, bu tipin münafıkla farkına dikkat çekmektedir. Yani Râzî, geleneksel ayrıma, Mâûn suresinin tanıttığı beşinci tipi de eklemektedir. Türk insanı, bu beşinci tipi, bizim ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’ adlı eserimiz sayesinde tanıdı.
EN ŞERİR MAHLÛK: MÜRAÎ TİP
Müraî, sadece inanç tiplerinin en şeriri değildir, o aynı zamanda mahlûkların da en şeriridir. Çünkü müraî, Hz. Peygamber tarafından Allah düşmanı ilan edilmiştir. Allah düşmanından daha şerir bir mahlûk tasavvur edilebilir mi? Bu tipi tanımlamakta çok zorluk çekeceğimizi itiraf edelim. Çünkü bu tip bugüne kadar gündem yapılmamıştır. Belki de gündem yapılması, yolu Mâûn suresine çıkaracağı için savsaklamaya gidilmiştir. Bu tipi tanımlamak için Mâûn suresini iyiden iyiye irdelemek gerekir. Müraînin sözlük anlamı olan ‘riyakâr’tabiri kullanılarak işin içinden çıkıldığını görüyoruz. Oysaki Mâûn suresi yepyeni ve diğerlerinden tamamen farklı bir ‘inanç tipi’ ortaya koymaktadır. Riyakâr kelimesi bu tipi tanımlamaya yetmez. Mâûn suresi verilerine dayanılarak bu tipin şöyle bir tanımı yapılabilir: Müraî, inanç durumu menfaatlerine göre sürekli değişen kahpe tiptir. Müraî tipin taşıdığı temel inanç tutarsızlıkları şunlardır: 
1. Görünürde inanmışlık, 
2. İbadete, özellikle namaza devam, 
3. Riyakârlık, 
4. Din ve ibadetle sağladığı itibarı halkın malını, özellikle kamu kaynaklarını talan etmek için kullanmak, yani çıkarcılık. 


Müraî tipi geleneksel 4 tipten ayıran, çıkarcılıktır. Müraî tipin esas Tanrısı, çıkarıdır. Münafık bile çıkarı peşinde olmayabilir. Müraî ise hiçbir çekincesi, hiçbir korkusu ve kaygusu olmaksızın sırf daha çok menfaat sağlasın diye yalana ve riyaya başvurmaktadır. İşte Allah’ı öfkelendiren ve müraîye lanet yağdıran budur. 
Bu unsurları dikkate alarak müraî tipi ‘nitelikli müşrik’ olarak tanımlayabiliriz. Çünkü bu tip, riyaya bulaştığı için otomatik olarak gizli şirke batmaktadır ama müraî, şirkinde de samimi değildir. Böyle olduğu içindir ki ‘müraî, sıradan bir müşrik değil, nitelikli bir müşrik’tir. Kur’an Mâûn suresiyle öyle bir maske yırtıyor ki, arkasından namazlı-niyazlı ama şirkin en rezil çukuruna yuvarlanmış ve Allah tarafından lanetlenmiş korkunç bir tip çıkıyor. Özetleyelim: Allah düşmanlığının kurumu olan şirkin en kahpe mümessilleri Mâûn suresinin tanıttığı müraîlerdir. Bunun içindir ki, biz şuna inanmaktayız: Mâûn suresinin mesajı layıkıyla tanınmadan Kur’an’ın dinini tanımak ve o dinden yararlanmak mümkün değildir.
MÂÛN SURESİNİN LANETLEDİĞİ DÖNEK TİP: MÜRAÎ
Mâûn suresinin dinciliğe vurduğu darbeden korunmak için tedbir alanlar, bu surenin tanıttığı en şerir tip olan müraî (riyayı meslek edinen) tipi hep sakladılar. En şerir tip olarak münafık tipi öne çıkardılar. Oysa ki, Mâûn suresinin tanıttığı müraî tip münafıktan çok daha tehlikeli ve zararlı bir tiptir. Münafık, başkalarına karşı ikiyüzlü ise de kendi içinde samimidir. Yani münafık, inkârını içinde saklayarak dışa karşı mümin olduğunu söyler. Müraî ise kendi içinde de samimi değildir. Çıkarı elverdiği ölçüde ve sürece inanmış görünür, inanmışlıktan daha fazla yarar sağlayacak bir durum zuhur ettiğinde, içindeki inancı kaldırıp atar.
Müraî, öylesine pis bir karakterdir ki, onun için ne inanmak diye bir mesele vardır ne de inanmamak; onun için tek mesele vardır: Daha çok dünyalık kazanabilmek. Daha çok dünyalık kazanabilmenin en rahat ve risksiz yolu Allah ile aldatmak olduğundan müraîler daima dinciler arasından çıkar. Bunun içindir ki Kur’an, müraîlik meselesinde daima dinciliğe ve din sınıfına yollama yapmaktadır.
Müraîyi Türkçe’de en iyi tanıtacak tabir, öyle sanıyoruz ki, ‘dönek’ tabiridir. Açık inkârcıda döneklik olmaz. İnanmadığını mertçe söyler, sonuçlarına katlanır. Münafık bile durmadan dönmez; onun da iki hali vardır: Dışarıya karşı inanmış görünmek, kendi içinde inkârcı olmak. Yani münafıkın samimi olduğu bir şey vardır: İmansızlığı. Ama bunu saklar. Müraî ise hiçbir samimiyeti olmayan, çıkar ve hesaba göre durmadan dönen bir kahpedir.
Kur’an’ın verilerine dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
İçlerinde çıkarcılık saklayanlar, içlerinde inkâr saklayanlardan daha tehlikeli ve daha alçaktır. Mâûn suresi, insanlığın bir türlü kavrayamadığı veya kavramak istemediği bu sarsıcı gerçeği tüm bağlantılarıyla tanıtan eşsiz beyyinedir. Bunun içindir ki, Allah ile aldatanlar, Mâûn suresinin adı geçince fenalaşırlar, kimyaları değişir ve Mâûn mesajını gündem yapan kişiye kudurmuşçasına saldırırlar. Çünkü bu mucizeler mucizesi sure onların kirli, kanlı, zalim maskelerini yırtmakta, o maskenin arkasındaki haramla beslenmiş nursuz-ufuksuz suratı ortaya çıkarmaktadır. Unutmayalım ki, riyakârlıkları menfaatçılığa dayananlar, Kur’an’a göre, en tehlikeli, en zararlı mahluklardır.
MUHAMMED ABDUH’UN LANETLİ NAMAZ YORUMU
Mısırlı müfessir Muhammed Abduh (ölm. 1905), Fâtiha suresini tefsir ederken, “Yalnız sana ibadet eder, sadece senden yardım dileriz” ayetini, Mâûn suresinin riyaya değinen ayetiyle irtibatlandırarak açıklıyor. İşte birkaç satır:
“Namazın, fotoğraf ve lafızlardan ibaret kısmını yerine getirip onun özünden ve amacından habersiz olanlar, Mâûn suresinde lanetle anılmışlardır. Bu tür namaz kılanlar fotoğraflarıyla namaz kıldıkları için ayette‘musallîn’ (namaz kılanlar) diye anılmakla birlikte namazın hakikati olan ‘kalbi Allah’a yöneltmekten gafil’ olduklarından ‘namazdan habersizlik’le suçlanmışlardır.  Bu habersizliğin vardığı nokta ise ‘riyakârlık ve kamu haklarının yerine ulaşmasına engel olmak’ olarak gösterilmiştir.”
“Bu tür namazların Allah rızası ile bir alakası yoktur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Namazı kendisini kötülüklerden, çirkinliklerden alıkoymayan bir kişinin o namazı Allah’tan uzaklaştırma dışında hiçbir işe yaramaz. Böylesi salâtlar, ıslak bir bez gibi dürülüp kılan kişinin suratına çalınır.” (Reşit Rıza, Tefsîru’l-Menâr, 1/87-88)
Demek ki, riyakârlığın değişik alt başlıkları olabilir: Şirk, münafıklık, menfaatçılık. Değişmeyen şu ki, riya asla bir mert tavır değildir; iki yüzlülük ve kahpelik tavrıdır. Riyakâr bu kahpeliği bazen şirk olarak öne çıkarır, bazen nifak, bazen de çıkarcılık.
Mâûn suresini tefsir eden bütün müfessirler bu surede bahis konusu edilen riyanın şirk türlerinden biri olduğunda ittifak etmişlerdir. Sonuç şudur:
Mâûn suresinin önümüze koyduğu tip genel çerçevesiyle müşrik tiptir, münafık tip değil. Özel çerçevede ise müşriklerin en tehlikelisi olan müraî tiple karşı karşıyayız.
Mâûn suresi, Kur’an’ın insanlık için en büyük tehlike gördüğü Allah ile aldatan ve bunun için özellikle namazı kullanan tipi tanıtmakta, insanlığı bu şerir tipe karşı uyarmakta ve donatmaktadır.
Mâûn suresi mesajı ile ilgili tespitler
Türk asıllı bir müfessir olan Cârullah Zemahşerî (ölm. 538/1143), Keşşâf adlı anıt tefsirinde, Mâûn suresinde ele alınan riyayı ‘şirkin bölümlerinden biri’ olarak tanıttıktan sonra şu hadisi naklediyor: “Riya, siyah karıncanın karanlık gecede siyah yün kaftandaki yürüyüşünden daha sessiz ve sinsice yol alır.”
Büyük müfessir şunu da söylüyor: “Bu surenin dikkat çektiği hal üzere olan nice ‘İslam’ damgalı kişi vardır. Hatta bunlar içinde bu riyakâr sıfatına müstahak nice ‘ulema’ unvanı taşıyanlar vardır.” (Zemahşerî, el-Keşşâf ‘an Hakaiki’t-Tenzîl, 4/289-290)
Mısırlı müfessir Ahmet Mustafa el-Merâğî  (ölm. 1952) bu surede namazları ‘lanet’ ile anılanları anlatırken şunları söylüyor: “Evet, onlar namaz kılarlar; fakat yaptıkları ameller sadece halk görsün diyedir. Mallarından başkalarına bir şey verme yükümlülüğüne asla girmezler. Bunların namazları kendilerini ‘dini yalanlayanlar’ çizgisinden kurtarmaz. Kamu hakkı talancılarının, kendilerini ‘İslam’ damgasıyla damgalamaları veya bu damgayı taşımamaları hiçbir fark yaratmaz. Allah’ın hükmü tektir. Aşırılmış isim ve unvanlar bu hükmü değiştirmenin gerekçesi olamaz. Taşınan o unvanlar ve isimler, gerçek anlamlarıyla Cenabı Hakk’ın muradına uygunluk arz ettiklerinde bir değer taşırlar.” “Dini tasdik edenleri dini yalanlayanlardan ayıran nitelikler adalet, merhamet ve insanlara iyiliktir.  Bu nitelikler yoksa din de yoktur.” (Ahmet Mustafa Merâğî, Tefsir, 10/250) 
‘MÜSLÜMAN’ MASKELİ ŞİRKİ DEŞİFRE EDEN SURE
Mâûn suresi, üstüne ‘İslam’ maskesi geçirilmiş gizli şirki deşifre eden bir suredir. Onun içindir ki, riyakârlık yoluyla şirke batmış dincilerin korkulu rüyası bu suredir. 
Unutmayalım,  Kur’an’a karşı çıkan Mekke müşrikleri dinsiz değillerdi; Allah’ı kabul ediyor, ibadet ediyor, namaz kılıyorlardı ancak Allah’ın yanına yedek ilahlar koyuyorlardı. Yani aynen bugünkü türbeperest, Mâûn mücrimi, ‘efendici, hazretçi’ dincilerin yaptıklarını yapıyorlardı. Yani, “Allah var ve en büyük kudretin sahibi O, ancak bizim ‘şefaatçı, aracı’ efendilerimiz de kenara itilmemeli. Allah’ın yanında onlara da yer verilmeli” diyorlardı. Evet, istedikleri tek şey buydu.
Mâûn suresinin gösterdiği gerçek şudur: Hem namaz kılıp hem de ‘dindar’ maskesini kullanarak kamu hakkını talan eden kişi, bu yaptığıyla ‘muvahhit inanmışlık’ sıfatını yitirip ‘müşrik inanmışlık’ sıfatını almıştır.‘Müşrik inanmışlık’ tabirini de Kur’an’ın bir ayetinden aldık. Kur’an, bu meselede, daha sarsıcı bir hakikate parmak basıyor: İnsanlığın büyük çoğunluğunun müşriklik hali içine girmeden Allah’a inanmayı başaramayacağına dikkat çekiyor. Şöyle diyor Kur’an:
“Onların çoğu, müşrikler durumuna düşmüş olma hali dışında Allah’a iman etmez.”(Yusuf, 106)
Şirk bir ateizm ve dinsizlik olmadığı için, bir insan, Allah’a ve dine inandığı halde müşrik olabilir. Nitekim Kur’an’ın birçok ayeti, Mekke müşriklerinin bu nitelikte insanlar olduğunu açık ifadelerle bildirmektedir. 
Kur’an, bırakın başkalarının mallarını çarpmak için riyakârlığı, kişinin kendi malından başkalarına verirken işe riya bulaştırmasını bile ağır ifadelerle kınıyor:
“Ey iman sahipleri! Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde, insanlara riya için malını dağıtan kişi gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve eza etmek sûretiyle boşa çıkarmayın! Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak varken tepesine şiddetli bir yağmur inip kendisini cascavlak bırakmış yalçın bir kayanın haline benzer. Böyleleri, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler.” (Bakara, 264) 
“Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe inanmazlar da halka gösteriş olsun diye mallarını dağıtırlar. Arkadaşı şeytan olan için ne kötü arkadaştır o.” (Nisa, 38)
Müşrikler Allah düşmanıdır
Bugün sizi, Kur’an’ın mucize mesajlarından biriyle daha tanıştıracağız. Geleneksel saltanat dinciliğinin asırlardır üstünü örttüğü en hayatî mesajlardan biri de budur. 
Kur’an’a göre, müşrik sıfatına bir biçimde müstahak hale gelenler, tevhit mabedi inşa ve imar edemezler. Ederlerse oralara tevhit mabedi denemez. 
Mekke müşrikleri, Kâbe’ye ve hacılara hizmetlerini, din üzerinde hegemonya kurmanın gerekçesi yapıyorlardı. Tevbe 19. ayet, günümüzün Mâûn ihlalcisi çevrelerinde de egemen olan bu şirk zihniyetini deşifre ediyor; buna dayanarak insanlar arasında afra tafra satan maskeli müşrikleri tanıtıyor.  
Müşrik kimdir? Bu sorunun cevabı Kur’an’dadır ve o cevap halka olduğu gibi değil de, saptırılarak, hesaba uydurularak açıklanmıştır. Halk sanıyor ki, namaz kılan, cami yaptıran, tespihli, dualı kişiler asla müşrik olmaz. Hayır! Kur’an, bir insanın namazlı-niyazlı, tespihli-dualı olmasına rağmen müşrik olabileceğini, hatta en tehlikeli müşrik olabileceğini bildirmektedir. Bu Kur’ansal gerçekleri halka dinci istismar ekipleri elbette açıklamaz. Açıklaması beklenenlerse, “Biz bu din işine karışmayız, biz laik adamız” şeklinde ahmak ve imansız bir teraneyle kenara çekiliyor. 
Kur’an ve sünnetin verilerine göre, insanı müşrik sıfatına müstahak hale getiren sebeplerden biri de riyakârlıktır. Anıt fıkıh bilgini İbnül Kayyım’ın deyişiyle, “Riyanın her türü şirktir” (İbnül Kayyım, ed-Dâu ve’d-Devâ’, 234)  Riya, bizzat Hz. Peygamber tarafından, şirkin en tehlikeli, en kahpe şekli olarak tanıtılmıştır. Müslüman görünümü altında şirke batıran bir başka sebep, Mâûn suresi ihlali yapmak yani kamu imkânlarının, ait oldukları yere ulaşmalarına bir biçimde engel olmaktır. Mâûn suresi bunu, dinin inkârı olarak tanıtmıştır. Bu halk bu gerçeği, ilk kez, bizim ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’ adlı eserimizden öğrendi. 
Mâûn suresi ihlali yapan ve böylece müşrik sıfatına müstahak hale gelenler tevhit mabedi inşa ve imar edemezler, ederlerse oralarda tevhidin ibadeti yapılamaz. Ne yazık ki, tarih boyunca, cami yaptırmada en önde gidenler, Mâûn ihlalinde en önde gidenler arasından çıkmıştır. Bu gerçeğe işaret için olacak, Hz. Peygamber, ‘bütün ümmetlerin felaket sebep-lerinden birinin de mabet yaptırmada aşırılık’ olduğunu, kendi ümmetinin felaket sebebinin de bu olacağını mucize bir ihbarla bildirmiştir. 
Tevbe suresi bize müthiş bir ihbarda daha bulunmaktadır: 
Müşrikler Allah’ın düşmanıdır. Allah’ın düşmanlarının tevhidin mabedine ve dinine ellerini, dillerini dokundurmaları olumlu karşılanamaz. 
TEVBE SURESİ 17-19 MUCİZESİ
Tevbe suresi, iniş sırasıyla 113. suredir yani, en son inen iki sureden biridir. Bunun bir anlamı da şudur: Daha önce inmiş surelerdeki kavramların anlamlarını belirlemede en hayatî ayetlerin (müfessir ayetlerin) bir kısmı bu surededir. Bu surenin 114. ayeti, Hz. İbrahim’in şirk dinine hizmeti meslek edinmiş müşrik babasını ‘Allah’ın düşmanı’ olarak anmakta ve böylece, müşriklerin birer Allah düşmanı olduklarını hükme bağlamaktadır. Şimdi, müşrikler, Kur’an’ın hükmüyle birer Allah düşmanı ise onların tevhit mabedine el sürmeleri, oraya herhangi gerekçeyle hizmete kalkmaları, meziyet olarak görülmek şöyle dursun,  kabul bile edilemez. Açık veya hükmî müşrikler (riyakârlar, Mâûn mücrimi talancılar) bir biçimde mabet inşa ve imar etmişlerse muvahhit müminlerin oralara girmemesi gerekir. Kur’an’ın hükmü budur. Bu hükme rağmen oralarda namaz kılmaya kalkanlar, ‘örtülü şirk’e ve ‘maskeli müşrikler’e destek vermiş konuma düşerek dolaylı yoldan Mâûn suçlusu olurlar. Kur’an bize bildiriyor ki, Mâûn suçlusu maskeli müşrikler, çeşitli oyunlarla kendilerini saklayabilirler, hatta Allah’ın avukatı gibi ortaya fırlayıp halkı Allah ile aldatabilirler de… Ve bu aldatmanın getirdiği nemalarla hem kasalarını doldurup hem de birkaç yüz metreye bir cami yaptırabilirler. Ama Allah’ın, “şirk bulaşmış bütün eylemlerin sonu hüsrandır” (Zümer, 65) hükmünü saf dışı edemezler. O camilerin sayısı arttıkça o maskeli müşriklerin egemen olduğu ülkenin ve halkın da hüsran ve sefaleti artar. Tevbe 17, 18, 19 ve 114. ayetlerden çıkan matematiksel kesinlikteki gerçek budur. Bu gerçeğin duyurulması birçoklarının canını yakacaktır ama neyleyelim ki, hükmü veren, bizim kitaplarımız değil, Kur’an’dır.
BİR MEKTUBUN HATIRLATTIKLARI
Kırk yılı aşkın bir zamandır köşe yazıları yazıyorum. Ve elbette ki binlerce mektup aldım. Öveni var, söveni var. Okuyucu mektuplarını köşeme taşıyan yazılarım parmakla sayılacak kadar azdır. Vermek istediğim mesajları daima öne almak ihtiyacı duydum. Çünkü söyleyeceğim çok şey var.
Okuyucu mektupları içinde tarihsel önemde ve değerde olanlarına bile çok az yer verebildim. Çünkü bunların hemen tümünde beni öven satırlar var. Övülecek çok iş yaptım ama istedim ki bu övme işini benim dışımda birileri yapsın. Batı basınında bunu yapanlar çok oldu. Mısır’ın el-Ehram’ından, Almanya’nın Frankfurter Allgemeine Zeitung’una, Die Zeit’ına kadar birçok büyük basın organında röportaj ve makalelerim tam sayfa olarak yayınlandı. Alman-ya’nın en itibarlı gazetesi sayılan Frankfurter Allgemeine Zeitung’da benimle ilgili yazılan makalelerin sayısı, şu an itibariyle 18’dir.  O sayededir ki, Time dergisinin 2001 yılında sonuçlanan anketinde, dünya kamu oyu bendenizi ‘20. Yüzyıl’a en çok etki eden yüz insan’ listesinin 7. sırasına oturttu. Hakkımda yapılan doktora tezlerinin tümü de Batı üniversitelerin-dedir. Birinci sırada Alman üniversiteleri var. Benim ülkemde benim hakkımda yapılmış doktora tezi yok. Sadece üç master tezi yapıldı. Ne ilginçtir ki onların da bir tanesi İngilizce…
Batı basınında gördüğüm ilgi ve itibarı benim ülkemin basınından ne yazık ki göremedim. Türk medyası benden hep ‘yararlanma’ yönüne gitti. Beni ne anladılar ne de anlattılar. Benim ülkemde beni öven, destekleyen, gündem yapan vakıflar, dernekler, şirketler de yok. Çünkü ben, ‘tam özgür’ bir adamım. Sırtımı kimseye dayamam. Benim ülkemin resmi ve özel kurumları yıllar boyu bana hep sövdüler. Devletse bana hep kazık attı. Geriye kalıyor halk. Halkın önemli bir kısmı Allah ile, bir kısmı Atatürk ile aldatılmıştır. Bu aldatılanlar da bana hep sövdüler ve sövmekteler. Bunu yaparken bazen insanoğlunun düşebileceği en sefil çukurlara yuvarlandılar. Taze bir örnek vereyim:Halk arasında ‘Kerhaneci Şeyh’ diye bilinen birinin müritlerinden bir tanesi, bana söverken, benim hastalığımı bahis konusu ediyor ve hastalanmamdan duyduğu sevinci yazıya geçiriyor. Yani benim hastalanmamı kendileri için bir zevk ve zafer olarak algılıyor. Siz, insanoğlunun bu kadar alçaldığı başka bir örnek hatırlıyor musunuz? Bunlar yeri geldiğinde de “Biz tarikat ehliyiz, sevgi ve nezaket bizim şiarımızdır” diye kasılırlar.İşte böylesine onursuzca, böylesine hayvanca sövüp saydılar. Yıllar boyu attıkları iftiranın bini bir para. Ama Allah’ın işine bakın ki, bu ülkede yıllardan beri, en çok okunan adam benim. Altmışı aşkın kitaplarımın tümü bestsellers listeye girmiştir. Birçoğu, listenin bir numarasına oturmuş, bazıları ‘yılın kitabı’ seçilmiştir. Daha ilginci şudur: Bana sövenler de beni okumazlık edemiyorlar. Çünkü hakikat ve aydınlık adına nefes alabildikleri tek pencere benim. Bunu itirafa namus kıratları izin vermiyor ama böyle olduğunu biliyorlar.
Bir de tarafsız değerlendirmeler yapan bilim insanları var. İşte beni mutlu eden onlardır. Bugün onlardan birinin mektubunu, benzeri birçoklarını da sembolize ettiği için hiçbir yorum eklemeden buraya alıyorum. Ve sadece teşekkür ediyorum.
DOÇ. DR. AYLİN KANTARCI’NIN MEKTUBU
“Bugün okuduğum Einstein’in bir sözü bana sizi hatırlattı. Bu münasebetle sizinle ilgili düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.”
“Ege Üniversitesi’nde, bilgisayar mühendisliği alanında doçentim. Bugüne kadar pek çok teknik araştırma yaptım ve inceledim, pek çok teknik uzman ve araştırmacı ile karşılaştım, görüş alışverişinde bulundum ve birlikte çalıştım. Rahatlıkla söyleyebilirim ki, çalışmalarınızın daha geniş bir kitleye yayılması ve etkileri bakımından sizin topluma katkılarınız bizim katkımızdan daha büyüktür. Bilimsel buluşların olabilmesi için ilk önce düşünsel devrimlerin gerçekleşmesi gerekir. Düşünsel devrimlerin gerçekleşmesinde sizin gibi kişilerin emeklerinin büyük payı var.” 
“Sizin tüm kitaplarınızı okuyor ve TV programlarınızı dikkatle izliyorum. Küçüklüğümde anlatılan şeylerin birçoğunun aslında yanlış olduğunu sizin eserlerinizden öğrendim. Benim düşünsel devrimimde çok büyük emeğiniz var. Bu durum birçok kişi için geçerli. Sizin gayretleriniz sayesinde birçok kişinin geleceği de iyileşiyor. Umarım dile getirdiğiniz gerçeklerin değerini anlayanların sayısı artar ve daha çok insanın geleceği iyileşir.
“Sizinle aynı çağda yasamaktan dolayı çok mutluyum. Einstein’in sözünü okuyunca aklıma bu düşünceler geldi ve verdiğiniz emekler için tüm sevenleriniz adına teşekkür etmek istedim. İnşallah daha uzun yıllar sizin ışığınızdan yararlanacağız.”
Kurtuluşu olmayan tek felaket: Şirk
Kur’an’a göre, din Allah’a, sadece Allah’a özgülenmeden, yani din konusunda Allah’ın yetkilerini kullananlar saf dışı edilmeden insanlığın mutluluğu mümkün değildir. Dini Allah’a özgüleme mücadelesi hayatın sürekli faaliyetlerinden biri olarak gösterilmektedir. Din Allah’a özgülenene kadar mücadele sürecektir. (8/39; 2/193)  O halde, bir şirk (din adına Allah’ın yetkilerini kullanmak)  zihniyet ve kurumu olan dincilikle mücadele diğer bütün şer gelişmelerden öncelikli ve önemli görülmek lazımdır.  Biz, zaman zaman “İnsanlık tarihinin her devirde en büyük tehlike ve tehdidi dinciliktir” derken, duygusal bir tespit yapıyor değiliz; söylediğimiz, temel Kur’ansal gerçeklerden biridir. 
Dinin Allah’a özgülenmemesi, dinin inkârından çok farklı bir kavramdır. Dinin Allah’a özgülenmemesi halinde ortaya çıkan kötülük, şirktir. Oysaki dinin inkârı söz konusu olduğunda sadece inkârdan bahsedilecektir. Kur’an’ın temel düşmanı zulümdür ve “Şirk, gerçekten çok büyük bir zulümdür.” (Lukman, 139)  Şirkte kurtuluş söz konusu değildir ama inkârda kurtuluş söz konusudur. Kurtuluşu olmayan tek bela yani ebedî hüsran, şirkin karşılığıdır, inkârın değil:
“Hakikat şu ki, Allah kendisine ortak koşulmasını/şirki affetmez, bunun dışında kalanı/ bundan az olanı dilediği kişi için affeder. Allah'a şirk koşan, gerçekten büyük bir iftira günahı işlemiştir.” (Nisa, 48, 116)
Hemen ifade edelim ki, şirki böylesine ağır şekilde mahkûm eden Kur’an, din sınıfını şirk üreten bir sınıf olarak eleştirmektedir. Deizmin, din sınıfının tasallutundan kurtulmak için dinsel hayatı reddetme yolunu seçtiğini de anımsayalım. 
EN BÜYÜK ŞİRK RİYAKÂRLIKTIR
Hz. Peygamber, “Ümmetim adına en çok tedirginlik duyduğum şey, gizli-maskeli şirktir ve o da riyakârlıktır” diyor. Mâûn suresi, riyanın insanı dinden-imandan koparıp en melun inkârcılar arasına nasıl koyduğunu anlatan mucize beyyinelerin suresidir. Mâûn suresi, insan hakları ihlali-riyakârlık-ibadetle aldatmak-din yaftalı dinsizlik arasında irtibat kurmaktadır. İnsan haklarını ihlal edenler, özellikle kamu haklarına musallat olanlar ve bu tasallutu kıldıkları namazlarla kamufle edenler, dini fiilen inkâr etmiş ve bunun için de lanetlenmeye müstahak hale gelmiş Allah düşmanlarıdır. (Bu hayatî mesajların ayrıntıları için ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’ adlı eserimizin okunması lazımdır.) Riyanın böylesine ağır biçimde mahkûm edilmesi sebepsiz değildir. Riyakârlık, dinin özü olan samimiyeti yani erdemi çürütüp yok etmektedir. Erdemin yok edildiği bir zeminde kılınan namazların yoğunluğu ve cami sayısının çokluğu, olumlu hiçbir anlam ifade etmemekte, tam aksine, bu namazlar, kılanların lanetlenmesine sebep oluşturmaktadır. (bk. Mâûn suresi, 4-6) 
KURTULUŞUN YETERLİLİK ŞARTLARI
Kur’an’a göre, ebedî kurtuluş veya ölüm sonrası mutluluğun temel şartları üç tanedir:
1. Allah’a iman, 2. Âhirete iman, 3. Barışa, iyilik ve hayra yönelik hizmetler sergilemek. (bk. Bakara, 62; Mâide, 65) Ahirete iman, Allah’a imanın ayrılmaz parçasıdır. Allah, bütün zamanlarda varolduğuna göre, biz öldükten sonra da varolacaktır. Biz öldükten sonra varolacak bir kudrete inanmak, ahirete inanmayı otomatik olarak içermektedir.
Ayetlerin açık beyanlarına göre, anılan üç şartı taşıyanlar nüfus kayıtlarında ne yazarsa yazsın, sonsuz kurtuluşu elde ederler. Bunun anlamı, ‘Müslüman olmayanlar da cennete gider’ demek değildir. Müslüman olmayanlar cennete giremez, ancak Müslüman olmanın son tahlildeki şartlarının işte bu üç şart olduğunu unutmamak gerekir. Geleneksel dincilik zihniyeti, ‘Müslüman’ olmayı, kendi koyduğu şartlarla eşitlemekte, böylece ondan onay almayanları ebedî kurtuluştan yoksun göstermektedir. Kur’an işte, dinciliğin bu engizisyon hegemonyasını yıkmaktadır. 
Bakara 62, Mâide 65. ayetler, Müslüman olmayanları cennete sokmuyor, İslam’ın esas anlamını, evrensel özünü veriyor; İslam’ı bir kamp-kavim ve bölge dini olmaktan çıkarıp bir yaratılış gerçeği olarak belirginleştiriyor. 
Kur’an’ın insan hayatından söküp attığı saplantılardan biri de patent hegomanyasıdır. Hiç kimse dedesinden kendisine miras kalan nüfus kâğıdındaki damgayla cennetlik veya cehennemlik olmaz. Cenneti de cehennemi de herkes bizzat kendi eliyle hazırlar.
Üstü örtülen bir Atatürk gerçeği daha : ‘ Doğu Maneviyatı’ kavramı
Atatürk’ün, üzerinde hemen hemen hiç durulmayan ama Atatürk’ün ideallerini tanımada birinci derecede önemli olan bir tabir var : ‘Doğu Maneviyatı’ tabiri. Gazi’nin 6 Mart 1922 tarihli TBMM gizli oturumunda, muhteşem öngörülerle dolu uzun bir konuşması var. Kısa bir bölümünü okuyalım:
“Türkiye, fikir yanlışıyla, zihniyet yanlışıyla mâlul olan birtakım adamlar yüzünden her saat, her gün, her asır biraz daha çok gerilemiş ve daha çok düşmüştür. Efendiler, bu düşüş, bu gerileme yalnız maddiyatta olsaydı hiçbir ehemmiyeti yoktu. Ne yazık ki, Türkiye ve Türkiye halkı ahlaken düşüyor ve bu halet incelenirse görülür ki, Türkiye, Doğu maneviyatı ile başlayan ve Batı maneviyatı ile sona erdirilen bu yol üzerinde bulunuyordu. Batı ve Doğu’nun birleştiği yer üzerinde bulunduğumuzu ve ona yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde Batı’nın aslî mayası olan Doğu maneviyatından tamamen kopuyoruz, yalnızlaşıyoruz.” ‘Doğu maneviyatı’ tabiri, Atatürk’ü tanımada anahtar kavram olmanın yanında, Atatürk’ten ürküntünün de temel sebeplerinden biridir. Bu kavram, iki zihniyette Atatürk’e yönelik ürküntü yaratmaktadır : 
1. Saltanat dincisi Arapçı zihniyet, 
2. Emperyalist-haçlı Batı zihniyeti. 
Bilindiği gibi, emperyalist-haçlı kuramcı Huntington, daha doğrusu ABD, medeniyetleri çatıştırmak ve Doğu’nun Batı uygarlığından yararlanmasını engellemek peşindedir. Hunting-ton’a göre, Batı’nın bugün temsil ettiği değerler sadece Batı’nındır; dünyanın ortak malı değildir. Batı bu değerleri üretmede tek ve biricik olduğu gibi, bunlardan yaralanmada da tek hak sahibidir. Bu değerlerden yararlanan ötekiler, bunun faturasını ödemek zorundadırlar. Bu değerleri Batı’ya fatura ödemeden yararlanma alanına sokmak hiç kimsenin hakkı ve haddi değildir. 
Atatürk bu savı, bu inadı, bu egoizmi çok erken bir tarihte kırmıştır. Şunu göstermiştir:
Evrensel bilim ve fikir değerlerinin esas sahipleri Doğululardı. Atatürk bu değerlere ‘maneviyat’ diyor ve ‘Doğu maneviyatı’ tabirini gündeme getiriyor. Atatürk’e göre, biz esasında Doğu maneviyatına bağlıyız.
MUHAMMED İKBAL’İN ATATÜRK’LE ÖRTÜŞEN TEZİ
Atatürk’ün Pakistan’daki fikirdaşı, Müslüman düşünür Muhammed İkbal (Atatürk’le aynı yılda öldü), bu noktanın altını çizerken şu yolda konuşuyor:
Batı’nın bugün sahip bulunduğu ve kendisini öne çıkaran değerleri biz ondan almaya kalktığımızda yaptığımız iş, o değerlerin esas sahipleri olan Müslüman ecdadımızın mirasını geri almaktır. Bu yüzden biz, Batı’daki evrensel değerleri alırken aşağılık kompleksine düşmemeliyiz. O değerler, temelde bizim atalarımızın ürettiği ve Batı’ya kaptırdığı değerlerdir. Bu değerler Batı’dan geri alınmalı ve ardından da Batı’nın zulüm ve hegemonyasını yıkmak için kullanılmalıdır.
Atatürkçü geçinen bazı gafiller, Atatürk’ü, Müslümanları Batı’ya teslim eden adam gibi göstermeye çalışan dinci müfterilerle işbirliği yaparcasına Gazi’yi, hayatında hiç telaffuz etmediği ‘Batıcılık’ın öncüsü gibi gösterme gayreti içinde oldular. Bunlar Türk Kurtuluş Savaşı’nı ve Türk inkılaplarını Batılılaşmak, hatta Batı’ya uşaklık olarak telakki etmeyi, Atatürkçülük diye yutturmak için ellerinden geleni yaptılar. 
Atatürk’ün ‘Doğu maneviyatı’ ve ‘Avrasya’ tezini bugün bir ölçüde Çin hayata geçirmektedir. Atatürk’ün Çin’de yıllardan beri ders gibi okutulması boşuna değildir. Batı bunu biliyor ve Atatürk’ün altını oyarak gereğini yapıyor. Müslüman Doğu bunu bilmiyor ve Atatürk’ü kendinden saymama ahmaklığını sürdürüyor. Attila İlhan, bu noktaya parmak basarken şöyle demiştir: “Türklerde, kurtuluşu Doğu’da gören ilk ihtilalci, Mustafa Kemal idi.” Atatürk’ün Batı’yı çıldırtan yanı işte budur. Batı, Atatürk’ü işte bunun için asla hazmedemiyor, asla hoş göremiyor.
Avrasya idealini tehdit eden temel olumsuzluk: Din istismarı
Avrasya kavram ve idealinin tek kutuplu şeytanî dünyayı ciddi biçimde rahatsız ettiğini asla unutmayın. Bunu unutmadığınızda, Avrasya idealinin hangi tehlikelerle yüz yüze kalabileceği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu tehlikelerin başında tek kutupluluğun süper güçlerince oynanabilecek oyunlar gelmektedir. Ve o oyunlar yıllardan beri oynanmaktadır. Bu oyunlarda kurban edilen değerli insanların sayısı epeycedir.
İkinci sırayı din istismarı veya dinin siyasallaşması alacaktır. Ben inanıyorum ki, Avrasya idealine yara açacak bir numaralı olumsuzluk, dinin istismar ve yozlaştırılmasıdır. Tarihin her döneminde her büyük idealin en büyük problemi, yozlaştırılan dinin, din aktörlerince  istismar edilmesidir.
Dinin bir yıkım ve bölücülük aracı olmasını önlemenin ilk şartı, tarihten ders almaktır. Tarih, bir anlamda, din kavgalarının döktüğü kanların ve akıttığı göz yaşlarının serüvenidir. Bu kanlardan ve göz yaşlarından ders almak zorundayız. Bu dersi alabilirsek, bugün artık şu veya bu teolojinin öne çıkmasını değil, “tarihin teolojisi”nin öne çıkmasını hareket noktası yaparız. Ben buna “teolojilerin teolojisi”ni öne almak diyorum. Bunun daha açık anlamı şudur:
Dinlerin ortak değerleri olan sevgi, paylaşım, hoşgörü, şefkat, yardımlaşma gibi evrensel değerleri ve kategorik ahlak ilkelerini birlikte almak, bunun dışında kalan alt meselelerde birbirimize hoşgörülü davranmak...Herkes öteki din mensubunun mabedine ve ibadet şekline hoşgörülü davranacak ama herkes şunu da bilecek:
Gerçekte tüm yeryüzü mabet, tüm meşru fiiller ibadettir. Taş-toprak duvarlar arasına sığdırılan bir Tanrı’nın insanoğluna hiçbir şey vermediği artık anlaşılmış olmalıdır.
Artık öğrenmiş olmalıyız ki Tanrı, sadece bu yerküreyi değil, tüm evreni bir büyük mabet yapmıştır. Bu büyük mabedin bir küçük modeli de insanın yüreğidir. Hz. İsa’nın ölümsüz deyişiyle, kullanacağımız çanağın içi, insanın yüreğidir. Ne yazık ki insanoğlu bugüne kadar çanağın hep dışını yıkamakla uğraştı, kendisine esas hizmeti verecek içi ihmal etti.
Bugün artık, büyük evren mabediyle, onun yeryüzüne inmiş şekli olan insan yüreğinde birleşip ikincil mabetler konusunda birbirimizi hoşgörü ve anlayışla karşılamalıyız. Din sınıfının hegemonyasını sembolize eden taş duvarları, geçmişte yapıldığı gibi,  insanın üstüne çıkardığımız taktirde din, insan haklarını ihlalin kutsal bir aracı ve maskesi haline gelir ve eski ıstırapları yeniden yaşamak zorunda kalırız. Mabed duvarları, din sınıfı denen şerir gürûhun kutsalıdır, Tanrı’nın değil. Tanrı’nın kutsalı, insanın hakları ve yüreğidir.
İnsanlık şunu da unutmamalıdır: 
Komünizm çökmüştür ama sosyal demokrasi, hatta sosyalizm çökmemiştir, çökmeyecektir. Çünkü sosyal demokrasi bir ideolojik değer değil, bir ortak-evrensel insanlık değeridir. Kapitalizm de komünizm de insan gerçeğiyle bağdaşmıyor. İnsanın mutluluğuna zemin oluşturacak hayat ve insan değeri, sosyal demokrasidir. Küreselleşme, Batı sömürgeciliği tarafından komünizmin karşıtı gibi gösterilse de aslında sosyal demokrasinin karşıtıdır.
AVRASYA İDEALİ, LAİKLİK VE DEİZM
Avrasya ideali, bir sosyal demokrasi modelinin büyük bir dünya gücüne dönüşmesi olmalıdır. Bu modelin maruz kalabileceği en büyük tehlike olan din istismarı ve hegemonyasının hukuksal panzehiri laiklik, felsefî-metafizik panzehiri deizmdir.
Laiklik, Batı destekli Ortadoğu despotizmlerinin tanıttıkları gibi, din karşıtlığı değildir. Deizm de, dincilik zihniyetinin tanıttığı gibi ateizm değildir. Laiklik de deizm de Allah‘a imanını korumak isteyen ama dinci tasallutun kahrı altına girmek istemeyen kitlelerin , kurtuluş reçeteleridir. Bu reçetelerin, Kur’an tarafından da onaylanmış olduğunu insanlığa duyurmaksa tüm aydınların vicdan borcudur. Geleneksel aldatma odakları salya püskürtür diye bu gerçekler saklanırsa aydınlık adı altında ihanet sergilenmiş olur.
Laiklik, kitlelerin kendi kaderlerine kendilerinin egemen olması için, Tanrı’nın vekilleri gibi faaliyet gösteren din baron ve cellatlarını devre dışına çıkarmanın yolu-yöntemi ve normativ güvencesidir. Laiklik korunmadan demokrasiyi ve akılcılığı korumanın mümkün olacağına inanmak akıldan uzaklaşmakla eşanlamlıdır.
Avrasya ideali açısından Türkiye
Avrasya kavramının Türkiye için taşıdığı anlam çok önemlidir. Herkes itiraf eder ki, Türkiye, Avrasya coğrafyası açısından hayatî öneme sahiptir.
Tek kutuplu dünyada, diğer bir deyişle, küreselleşmenin sömürüsüne maruz bırakılan dünyada en ağır ve kahırlı faturalardan birini de Türkiye ödüyor. Ne ilginçtir ki, küreselleşmenin bir modern sömürü aracı halinde kullanıldığını Güney Amerika ülkeleri bile fark edebiliyor ve bakıyorsunuz 180 milyon nüfuslu Brezilya, yanına aldığı bazı Latin Amerika ülkeleriyle bu yeni sömürü aracına karşı çakmanın yolların arıyor.
Türkiye ise, her yanından budanmakta, her gün yeni bir oyunla aldatılmakta olmasına rağmen daha işin farkında bile olamamış bir‚ zavallı görüntüsü taşımayı sürdürüyor. Sebep belli: Atatürk Türkiye’sinde Atatürk’ün çap ve mesajına kısmen olsun varis olacak devlet adamı yok. Fatih Altaylı, Başbakan’ın Atatürk’e sataşan bir demeci üzerine ne güzel yazmıştı geçen gün: “Atatürk’ten sonrakilerin tümünü toplayıp beşle çarpsanız yarım Atatürk elde edemezsiniz." İşte Türkiye’nin temel meselesi budur. 
ABD ve AB Türkiye’yi içlerine alacakmış gibi görünerek Türkiye’den istediklerini alıyorlar, Türkiye’yi istedikleri yere getirip istedikleri kıvamda şekillendiriyorlar.
Türkiye Batı’nın (ABD ve AB) bu ikiyüzlü çökertme politikaları karşısında nasıl ayakta duracaktır? Bunun yolunun Batı’ya biraz daha teslim olmaktan geçtiğini öne süren Batıcı tipler az değildir. Bunlar, Batı ile beraberlik adına Türkiye’yi 'kendisi' yapan her şeyi vermeye hazır görünüyorlar.
Saltanat dincisi, akılcılık karşıtı ekipler de, Batı’nın ağızlarına çaldığı bir parmak balla uyuş-muş olarak Batıcılarla birliktelik içine girmiş bulunmaktadır. Saltanat dincileri, Batı’nın, özellikle AB’nin kucağına uzandığımızda kendileri için bir numaralı sıkıntı kaynağı olan Atatürk aydınlığının karartılacağını ve meydanın kendilerine kalacağını düşündükleri için Batı’ya teslimiyeti bir tür cennet ideali gibi görmekteler. Atatürk’e ve onun akılcılı-ğına duydukları derin ve dinmez kin, dünya ölçeğinde olup bitenleri de Türkiye gerçeğini görmelerine engel oluyor.
Bu takıntılardan arınarak baktığımızda görürüz ki, Türkiye’nin Batı tahribi karşısında tek başına direnmesi şu an itibariyle mümkün değildir. Türkiye’nin dayanacağı tek çare yeni dengeler yaratmak ve yeni birliktelikler kurmaktır. Bunların en rasyoneli ve en kolay oluşturulabilecek olanı Avrasya birlikteliğidir. Türkiye, Avrasya imkânını değerlendirerek bölge ülkeleriyle yeni birliktelik oluşturup yeni bir denge yaratamaz ise ABD ve AB Türkiye’yi birkaç parçaya bölerek mahvedebilir.
Avrasya birlikteliği için koşullar son derece elverişlidir. Rusya ve Çin başta olmak üzere İran ve Arap ülkelerinin önemli bir kısmı Batı’nın tek kutuplu dayatmasıyla dünyanın felakete sürüklenmekte olduğunu görebilmektedir. Hindistan da durumun farkındadır. Fransa ve Almanya gibi büyük AB ülkeleri de Amerikan hegemonyasının yaratacağı dehşetten ürktükleri için, karşı birlikteliğe en azından şimdilik engel çıkarmayacak bir görünüm arz etmekteler. Putin’in verdiği büyük destek, yani Rusya’nın öncülüğü, Avrasya hareketini önemli bir aşamaya getirmiş bulunuyor. Çin, Hindistan ve İran Rusya’nın yanında yer almış görünüyorlar. Şimdilerde Türkiye’nin tavrı ne olacaktır sorusu soruluyor.
BATI’YA TESLİMİYETTEN KURTULMADIKÇA…
Ne yazık ki Türkiye, bu noktada Batı’ya teslimiyetin uyuşukluk çemberinden sıyrılarak kendisine ufuk ve gelecek açacak bu oluşuma katılma iradesi sergileyemiyor. Batı, Türkiye’nin burnuna âdeta halka geçirmiş, nefes almasına izin vermiyor; Türk hükümetlerinin ensesine sıkıca basmış, “Benim iznim olmadıkça kımıldayamazsın” diyen bir tavırla Türkiye’yi kontrol ediyor. Su başlarını tutmuş ve Mâûn ihlalleriyle akıl almaz servetlere sahip olmuş saltanat dincileri ise “Mustafa Kemal’i yok etme projemize destek ABD ve AB’den gelir” beklentisi içinde her şeyi unutmuş, yarı mefluç halde Batı’nın dikte ettiklerini sayıklamaya devam ediyorlar. Kendi tabirlerince,“Ankara’nın şerrinden Brüksel‘in şefaatine sığınıyorlar.” Bunu söylerken, bugün ‘Ankara’ demenin kendileri demek olduğunu unutuyorlar. Kin, işte böyle şaşılaştırıyor.
Durumu bir cümle ile özetlemek istediğimizde şunu söyleyeceğiz:
Türkiye üzerindeki Batı dayatmaları ya Avrasya kavram ve idealiyle etkisizleştirilecek veya Türkiye, AB ve ABD tarafından yavaş yavaş çökertilecek.
Bir 26 Ağustos daha: Malazgirt’ten Kocatepe’ye
Müslüman Türklerin Anadolu’ya girişleri bir 26 Ağustos’ta olmuştu. 1071 Malazgirt zaferiyle. Malazgirt’in intikamını alarak Türkleri Anadolu’dan kovmak isteyen haçlı ordularının Kütahya topraklarında imha edilmesiyle Anadolu’nun ikinci kez Türkler adına tarihe tescili de bir 26 Ağustos günü oldu. Bu kez, savaşın adı Büyük Taarruz, kumandanı, Alparslan’ın torunu Mustafa Kemal’di. Velhasıl, mübarek bir gündür bizim için 26 Ağustos…
19 Mayıs 1919’da başlayan destanî ‘Kurtuluş’ yürüyüşü, 30 Ağustos 1922 sabahı şu manzara ile sonlanır. Destanın ölümsüz başbuğunun anlatımından izleyelim:
“Muharebe meydanını dolaştığım zaman  ordumuzun kazandığı zaferin azameti ve buna karşılık hasım ordusunun uğradığı felaketin dehşeti beni çok duygulandırdı. Sırtların gerilerindeki bütün vadiler, bütün dereler, mahfuz, örtülü yerler; bırakılmış toplar, otomobillerle, namütenahi teçhizat ve malzeme ile ve bütün bu metrûkat aralarında, yığınlar teşkil eden ölülerle, toplanıp karargâhımıza sevk edilen esir kafileleri ile hakikaten bir mahşeri andırıyordu.” (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 2/486)
Böyle bir sonu hiç kimse hayal bile edemiyordu. Bir kişi hariç: Destanî yürüyüşü yöneten kumandan Mustafa Kemal. O, en iyimserlerin bile ‘acaba!’ dediği günlerde sonucun zafer olacağından öylesine emindir ki, ‘Tekâlif-i Milliye’ (Ulusal yükümlülük) ile halkından ellerinde olan her şeyin yüzde kırkını borç/yardım isterken onlara makbuz vermekte ve makbuza şu taahhüdü yazmaktadır:
“Zaferden sonra ödenmek üzere...”
Mustafa Kemal sözüydü bu. Mustafa Kemal böyle emin konuşuyordu ama ülkenin her yanında, özellikle İstanbul’da ‘zafer’ kelimesine gülenler, “Kazanacağız” tabirinden tiksinenler vardı. O günleri yaşayarak yazmış Falih Rıfkı Atay’ı dinleyelim: “Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal! Sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim. Dilim, kalemim tutuldu. Yakup Kadri’yi aradım; ilk vapurla İzmir’e gitmeyi teklif ettim. Tuhaf şey: İzmir’in alındığı haberi geldiği vakit, içimizde sevinme gücü bile kalmamıştı. Gönlümüz uzun ve derin bir uykuya dalmış gibiydi.”
“Nemiz varsa, bağımsız bir devlet olmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar olarak dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdan ve kafamızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz. Akşam gazetesinin ilk sayfası için koskoca bir klişe hazırlamıştık: ‘Elhamdülillah, İzmir’e kavuştuk.’ Gazeteyi pencereden atıyorduk. Alan, yüzüne gözüne sürüyordu.
DİNCİ ALÇAKLIĞIN 26 AĞUSTOS’TAN RAHATSIZLIĞI
Tarihin kulağına şu ibret verici gerçeği de üflemek zorundayız. Mustafa Kemal’e muhalefeti din-iman yapmış bağımsızlık düşmanı, Dürrîzade ve Damat Ferit torunu, emperyalizm uşağı dinci alçakları nasıl kahrettiğini, Falih Rıfkı’nın yaşanmış şu satırlarından daha iyi hiçbir şey anlatamaz:
“Muhittin Baha bana bir Ankara hikâyesi anlattı. Onlar da sevinçten ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Meclis’te bir aralık ellerini yıkamaya gitmiş. Asık suratlı bir milletvekili görmüş; Mustafa Kemal’in muhaliflerinden biri, şöyle konuşmuş: ‘Ne var sanki? Nasıl olsa İzmir’i bize vereceklerdi. Nesini büyütüp duruyorsunuz.’ Ve namussuzlukların en iğrenciyle eklemiş: ‘Yunanlılardan kurtulduk; bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız? Evet, Mustafa Kemal’in muhalifleri ve rakipleri sapsarı idiler. Ah! Bir kurşun, son Yunan kurşunu Mustafa Kemal’in göğsüne saplanamaz mıydı?” (Atay, Çankaya, 338-340)
 
Ben, Mustafa Kemal’e düşmanlığı kuduz bir sadizme dönüştürmüş dinci alçaklığı bu anekdot kadar isabetle tanıtan ikinci bir anlatıma rastlamadım.
Günah ve riya
İnsanı günahlar değil, riya batırıyor. Mahveden bela günah değil, riyadır.
Kur’an, günahın her geçtiği yerde Allah’ın rahmet ve merhametini anarken, riyanın her geçtiği yerde azap, tehdit ve hüsranı anmaktadır. Hz. Peygamber’e yöneltilen şu hitaba bakın:
“Yemin olsun, sana ve senden öncekilere şu vahyedilmiştir: Eğer şirke düşersen,  eylemin/üretimin/ibadetin kesinlikle işe yaramaz hale gelir ve mutlaka hüsrana düşenlerden olursun.” (Zümer suresi, 65)
Kur’an’a göre, riya, şirkin en tehlikeli ve namert şeklidir.
Türkiye’de bugün, riyalarının açtığı utanç verici yaraları yine riya ile merhemlemek isteyenler çırpınıyorlar ama çırpındıkça batıyorlar. Son zamanlarda birbirlerini kırıp geçirmekteler. Din ci kesimde bir
 ‘döneklik ve dönekler’ kavgasıdır gidiyor. Döneklik, riyakârlığın en namert ve iğrenç şeklidir.
Dinci siyaset ekiplerine şunu sormalıyız: Döneklik tartışmasıyla, diyelim ki bir yarayı merhemlediniz; diyelim ki gerçeği gördünüz, hatta diyelim ki artık riyayı bıraktınız; peki, o riyakârlık günlerinizde dünya âleme attığınız iftiraların günah faturaları nasıl ödenecek? İftira günahına bulaşanların ebediyen lanetlendiğini ve sözlerinin asla dinlenemeyeceğini Kur’an söylüyor...
İşleri çok zor. Tövbe etmek dışında bir şeye hakları ve yüzleri olamaz. Nasıl olabilir ki, yıllar ve yıllar saldırıp sövdükleri sistem ve devletin tüm imkân ve nimetlerinin subaşlarında oturuyor, o nimetleri tepe tepe kullanıyorlar... Ve bir yandan da hakaret ve sövmeye dolu dizgin devam ediyorlar. Seçim otobüslerinin üzerine şunu yazabiliyorlar:
“84 yıllık karanlığı yıkacağız!”

Bu iddianın cevabı tektir: Siz karanlığı yıkmadınız, yıkamazsınız; siz karanlığı getirdiniz, ihya ettiniz. Aslında siz karanlığın ta kendisisiniz. Ya şuna ne dersiniz:
‘Türkiye’nin Başbakanı’ unvanını taşıyan sayın RTE. 18 Ağustos 2012 günü tarihin ender rastlanır ‘kin ve tutarsızlık’ demeçlerinden birini, Kadıköy-Kartal metrosunun açılışında Atatürk’ü açıkça hedef alan şu sözleriyle verdi:
"Onuncu Yıl Marşı’nda geçer, ‘Demir ağlarla ördük falan. Neyi ördün ? Hiçbir şey örmüş falan değilsin. Ortada duranlar belliydi. Demir ağlarla şimdi Türkiye’yi biz örüyoruz."

Bu demeç, her kelimesiyle talihsiz bir demeçtir. Türkiye Başbakanı unvanı taşıyan sayın RTE, başında olduğu devletin kurucusunu tahkir edici bu demeciyle meziyet sergilediğini mi sanıyor ? Çok yazık !
CEVABI FATİH ALTAYLI VERDİ
Tarihî gerçeklere tamamen aykırı bu kinci demece bence en güzel cevabı, gazeteci yazar Fatih Altaylı verdi. Birkaç satırını alalım:
"Cumhuriyetin ilk on yılı evrensel bir başarı öyküsüdür. Atatürk’ten sonra Türkiye’nin başına geçen liderlerin toplamını alsan, yetinmeyip bir de beşle çarpsan bir değil, yarım Atatürk etmezler. ‘Neyi ördünüz’ deyip beğenmediğiniz Mustafa Kemal Atatürk, yüzlerce yıldır savaşlardan bîtap düşmüş, elindeki toprakların yüzde seksenini kaybetmiş, yetişmiş adamlarını cephelerde yitirmiş, kaynaklarını tüketmiş, borç harç içinde kalmış, ekonomisi olmayan, üretimi bilmeyen, çöp üretmekten, ot yetiştirmekten âciz bir ülkeyi kurtarmakla kalmamış, tüm bu kayıpları kısa sürede yerine koyacak bir sistemi ülkeye getirmiş bir adamdır. "
"Bugün sata sata bitiremediğiniz kurumların büyük bölümü onun eseridir. Sümerbank’tan şeker fabrikalarına, bankalara kadar her şeyi onun dehası düşünmüş, kurmuş, yaratmıştır. Tek kilometre yolu, kendine ait tek bir demiryolu traversi olmayan Anadolu’da tüm bunları var etmiştir."
"Türkiye’nin demiryolu yapmadığı tek dönem, Türkiye’nin ABD’nin kulu haline getirildiği Demokrat Parti dönemi ve sonrasıdır. Türkiye’nin en büyük yokluk dönemle-rinde binlerce kilometre ray döşenirken Demokrat Parti ve sonrasında Türkiye, karayoluna mahkûm olmuş, 1950’den 2003 yılına kadar bin kilometre bile ray döşenmemiş, Türkiye otomobile, kamyona, karayoluna ve tabiî petrole bağımlı hale gelmiştir."
9 EYLÜL VE İZMİR RUHU
Kurtuluş Savaşı’nın mukaddes erleri ve onların mukaddes başbuğu, 30 Ağustos 1922 zaferiyle Afyon ovasına serdikleri ırz ve namus düşmanı işgalci Yunan paryalarının leşleri üzerinden geçerek İzmir’e doğru yürüdüler.‘Halâskâr Gazi’, 10 Eylül günü İzmir’e girdi. Tarihin bu muhteşem ve mübarek gününden bazı ölümsüz tabloları hatırlatalım. Halâskâr Gazi’ye ihanetin âdeta dinleştirildiği şu ‘devr-i hıyanet’ de hiç değilse İzmir ruhu taşıyan benliklerde yeni bir coşku yaratır.
8 Temmuz 1920’de Bursa işgal edildiği zaman TBMM kürsüsünün üstüne siyah bir örtü örtülmüş ve “Bu örtü, memleket kurtarıldığında kaldırılacaktır” denmişti. 10 Eylül 1922’de Bursa düşmandan temizlendi. Ve TBMM’deki siyah örtü o gün kürsünün üstünden kaldırıldı. Kaldırılan o örtü, âdeta, Türk milletinin kara bahtının kaldırılıp atılmasıydı. (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 2/500)
Düşmanı ülkenin harimi ismetinden temizleyen mustarip-mukaddes adam Mustafa Kemal İzmir’e girdiğinde onun geleceği binanın önünde toplanan değişik kasabalardan kadınlar bekliyorlardı. Şimdi o tabloyu seyreden Halide Edip’i, gözyaşlarımıza hâkim olmaya çalışarak dinleyelim:
“Gölgeler gibi çekingendiler. Onu, o dar girişte görünce yerlere doğru eğildiler. Sarılıp dizlerinden öptüler. Başörtülerinin uçlarıyla ayakkabılarının uçlarını sildiler. Bazıları o tozları gözlerine sürdüler. Ve onların gözlerinden onun ayakkabılarına gözyaşları damladı. Sonra geçip önünde el bağladılar. Yaşlı gözlerle ona uzun uzun baktılar.”
İzmirliler ona bir otomobil hazırlamışlardı. Bu otomobili, tek parçası görünmeyecek kadar güller, çiçekler, laleler, sümbüllerle süslemişlerdi. Göklerde uçan bir mitoloji tanrısının kanatları gibi.  Yalvarırlar: “Gazi bu araba içinde Karşıyaka’ya geçsin.”
Ve Atatürk’ü ölümsüzlük semasına taşıyan bir büyüklük belgesi: Muzaffer kumandan gireceği binanın taş döşeli kapısı önüne geldiğinde tam içeri gireceği noktada yere serili bir şey görür. “Bu nedir?” diye sorar. Bir bayan cevap verir:
“Yunan bayrağı, paşam. Bu eve giren işgalci Yunan Kralı Konstantin, içeri girerken, taşlığa serilen Türk bayrağını çiğneyerek geçmişti.”
Mustarip ve mukaddes adam, sonsuza kaydedilecek cevabını verir:
“Hata etmiş. Ben bu hatayı tekrar edemem. Bayrak milletin şerefidir; ne olursa olsun, yerlere serilmez ve çiğnenmez. Kaldırınız!”
DESTANÎ ZAFERİN GETİRDİĞİ DESTANÎ TEVAZU
İzmir’den Ankara’ya döndü. 4 Ekim 1922 günü TBMM karşısında konuşurken, sanki fazla bir şey yapmamış gibi mütevazıdır. O büyük zaferi göklere çıkarırken bunu millete mal eder. Öte yandan, yapılan işi bir sevinç ve uçuş sebebi saymak yerine bir başlangıç sayar. Muhteşem başbuğa göre, kazanılan zafer her şey demek değildir. TBMM’den şöyle seslenir:
“Kazanılan zafer, bize bir imkân bağışlıyor. Biz bu imkânı, memleketimizin, milletimi-zin refahı, geleceği için kullanacağız.”
Anlaşılan o ki, ölümsüz adamın ruhunda saklı bulunan sevda, kazandığı bu zaferden çok daha büyük zaferlere imza atacak dirayettedir.
1928 yılının 30 Ağustos Zafer bayramı kutlamaları sırasında duygularını yazması istendiğinde ölümsüz adam şunları yazmıştır:“Bir insan kendini milletiyle beraber hissettiği zaman ne kadar kuvvetli bulur, bilir misiniz? Bunu anlatmak çok zordur. Bunu izahta âciz kalıyorsam beni mazur görünüz.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 22/203)
Tam bu noktada, Atatürk’ün, İzmir dönüşü TBMM’ye girdiğinde millet için ne anlam ifade eder hale geldiğini onun hayatını en iyi yazanlardan biri olan Şevket Süreyya Aydemir’den dinleyelim:
“Halkın gözünde o artık, milletin sinesinde bir ferdi mücahit olmaktan çıkmış, milletin rızasıyla milletin üstünde bir varlık haline getirilmişti.”
Dinci nankörlüğün bu mukaddes varlığa, bu mukaddes zaferden kısa bir süre sonra çok alçak ve imansız bir hıyanet tezgâhı kurduğunu da unutmayalım. Gelecek yazıda anlatacağız.
Halâskâr Gazi’ye dinci ihanetin ilk oyunu
Anlatacağım olayı her okuduğumda, "Halâskâr Gazi’nin milleti bu mu?" diye sorarım kendi kendime. Evet, bir millet, bir halk, iki ay önce analarını, avratlarını, kızlarını, kızanlarını işgalci paryaların tasallutundan kurtarmış bir çilekeş adama, böyle bir ihaneti, böyle bir nankörlüğü nasıl reva görür.
Evet, yaratıcı ruh, iltifatlar, takdirler ve madalyalar için yaşamaz. İltifat ve madalyalar onun gayret ve şevkini arttırabilir ama son tahlilde amaç, yaratıcı ruhun tarihe bırakacağı eser olduğundan yaratıcı ruh, tüm nankörlüklere rağmen yürümeye ve üretmeye devam eder. Belki kaşları çatık, tebessümü eksik olur ama yola devam eder. Yaratıcı ruh için ilke şudur: “Gönül kalsın, yol kalmasın!” (Kuşadalı İbrahim Halvetî)
Halâskâr Gazi de bütün ihanetlere ve nankörlüklere rağmen yoluna devam etmiş, tarihin ve Tanrı’nın ona yüklediği görevi yerine getirmiştir. Ve ona nankörlük eden halk da belasını bulmaya başlamıştır. Belasının tamamını bulacak ve başını duvarlara çarparak perişan olacaktır. Çünkü tarihin diyalektiği sabırlıdır ama ilkelerini çiğneyenleri affedici değildir. 
Mustafa Kemal’in hayatı hep nankörlüklere maruz kalmakla doludur. Bir milletin kurtuluşunun namı diğeri olan Büyük Taarruz’un arkasından toplanan TBMM’de onun tekrar milletvekili seçilmemesi için önerge veren onursuzları düşünelim. İş bittikten sonra işi bitireni kenara itip öne çıkmak, insanoğlunun tarihe bıraktığı alçaklıkların en namertlerinden biridir.
İzmir’e girişinde, Yunan paryalarının tasallutuna uğramış kadınların, kendilerini kurtaran ‘mukaddes adam’a nasıl bir sevgi ve bağlılık gösterdiklerini geçen yazıda anlatmıştım. O tabloların üstünden daha üç ay gibi bir zaman geçmeden, 2 Aralık 1922 günü, aynı ‘mukaddes adam’ı  vatandaşlıktan düşürüp kurtardığı ülkenin sınırları dışına atmak için bir komplo kurulduğunu görüyoruz.  Meclis’e verilen bir kanun teklifiyle, Anadolu toprakları içinde doğup büyümeyen, şu anda da ülkede malı mülkü olmayanların milletvekili seçilmeleri önlenmek isteniyordu. Hedef belliydi : Atatürk’ü vatandaşlıktan düşürüp yeni seçimde TBMM’ye  girmesini önlemek. Tarihin en ibret verici, en namussuz tertiplerinden biri olan ve başını Dürrîzade torunu hainlerin çektiği oyunun serüveni şöyle:
ALÇAKLIĞIN BÖYLESİ…
“Mustafa Kemal’in büyük hamlelerine karşı daima muhalefet eden ikinci grup, yine coşmuştu.Mustafa Kemal’in şahsiyetini çürütmek maksadıyla kürsüye gelen Erzurum Mebusu Hüseyin Avni, Atatürk’ü hedef tutarak: ‘Bu memlekette dikili bir ağacı olmayanların aramızda işi yoktur’ diye bağırmıştı. Atatürk, Hüseyin Avni’ye Meclis kürsüsünden şu cevabı verdi:
“İmparatorluğun dört bucağını yangınlar sardığı zaman, devlet beni bu ateşleri söndürmek için durmadan her tarafa gönderdi. Ne yapayım ki, bu müddet içinde ne evlenebildim, ne çocuğum oldu, ne evim ve ne de önünde dikili bir ağacım!”
Muhalifler, Atatürk’ü mebusluktan çıkarmak hevesine düşmüşlerdi. Bir yerde beş yıl oturmayan ve memleketi düşman işgalinde olan Türkleri mebus yaptırmamak için kanun teklifi verdiler. Atatürk’ün bu teklife cevabı şuydu:
 “Doğum yerim, maalesef bugünkü sınırların haricinde kalmış bulunuyor. Her hangi bir seçim bölgesinde beş yıl devamlı oturmuş değilim. Onun sebebi, bu vatana yaptığım hizmetlerdir. Eğer bir yerde beş yıl oturma şartına uymuş olsaydım, düşmana karşı verdiğim mücadeleleri vermemem gerekirdi. Hiçbir yerde beş yıl oturamayacak kadar mesai sarfetmiş bulunuyorum. Ben zannediyordum ki, bu hizmetlerimden dolayı milletimin muhabbet ve tevecühüne mazhar olmuşum. Belki bütün İslam âleminin teveccühüne mazharım. Bütün bu hizmetlerime karşılık, vatandaşlık hukukundan düşürülmeye maruz kalacağımı asla hatırıma getirmezdim. Sanıyorum, yabancı düşmanlar bana suikast etmek sûretiyle beni memleketimin hizmetinden uzaklaştırmaya çalışacaklardır. Fakat asla hatırımdan geçmezdi ki, bu yüce Meclis’te velevki iki üç kişi olsun, aynı zihniyeti taşısın. Benim vatandaşlıktan düşürülmem için takrir veren bu efendilere bu hakkı kim vermiştir? Bunu bütün millete soruyorum ve cevap istiyorum.” (Enver Behnan Şapolyo,  Mustafa Kemal Paşa ve Millî Mücadele’nin İç Âlemi, 154-156; Atatürk’ün Bütün Eserleri, 14/160-163)
Gazi’nin bu konuşması üzerine, ülke ayağa kalktı; namussuz takrir geri çekildi. Ve hıyanetin bu ilk perdesi böylece kapandı. Ama hıyanet vazgeçmedi, uyumadı. Daha sonra neleri nasıl yaptı? Bu köşeyi takip edenler, bu sorunun cevabı olacak yazılarımı elbette okumuşlardır. Ve okuyacaklardır.
Kurtuluş Savaşı kadrolarında namus kavramı
Türk Kurtuluş Savaşı, namıdiğer Müdafaai Hukuk lügatinde ‘Namuslu adam’ tabiri şu üç anlamı kapsamaktadır: 1.Vatanperver, 2. Dürüst, 3. Dindar yani dini, riya ve çıkar aracı yapmadan benimseyen.
‘Namussuz adam’ da bu ayrıma uygun olarak şu üç anlamı kapsayacaktır: 1.Vatan haini veya vatan diye bir kaygısı olmayan, 2. Çıkarcı, egoist, şahsiyetsiz, dönek ve kahpe, 3. Dinci yani dini emperyalizmin emrine vermekte ve çıkarı için işgalci haçlılarla işbirliği yapmakta sakınca görmeyen onursuz tip.

Namuslu adam öncelikle vatanperver adamdır. Bir adamın namuslu olup da vatanperver olmaması söz konusu edilemeyeceği gibi, vatanperver olup da namuslu olmaması da söz konusu edilemez. Vatanperver adamın dürüst olmaması da söz konusu edilemez. Müdafaai Hukuk öncülerinin namus kavramından neyi anladıklarını tam kavramak için onların başbuğu olan Mustafa Kemal’in bu kavramdan ne anladığına bakmak gerekir. Atatürk, tarih önünde yaptığı işin ‘namuslu olmanın bir gereği’ olduğunu düşünmektedir. 20 Mart 1923 Konya konuşmasında şöyle diyor: “Milletimin emniyet ve itimadına, ancak bundan sonra da tarihe, millete, vatanıma karşı uhdeme düşen namus vazifesini en son hadde kadar yaparak layık olmaya gayret edeceğim.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 15/233) Anahtar kelime ‘namuslu’ kelimesidir. Bir Kuvayi Milliyeci “Bu adam namusludur” dediğinde o adama her Kuvayi Milliyeci her şeyini teslim ve emanet eder, her sırrını açar. 
NAMUSSUZLARIN YARDIM VE DESTEĞİ BİLE KABUL EDİLMEZ
Bir adamın veya bir devletin vaat ettiği destek ve yardım, eğer ‘namuslu destek’ ise kabul edilir; aksi halde neye yararsa yarasın reddedilir. İstiklal Harbimizin büyük kumandanlarından biri olan Ali Fuat Cebesoy, bu ilkeye sadakatten bahsederken şöyle diyor: “Namuslu destekten başka bir yardım düşünmeyiz.” (age. 21/201)
Burada, şu Kur’ansal buyruğun bir uygulamasına tanık olmaktayız: “Hayırda erginlik/dürüstlük ve takva üzere yardımlaşın! Kötülük/çirkinlik, düşmanlık/ saldırganlık üzere yardımlaşmayın!” (Mâide suresi, 2)
Müdafaai Hukuk zihniyetinde ‘namus’, olumlu, hayırlı, işe yarar tüm kavramların bir bileşkesi olarak kullanılıyor. Atatürk’ün defalarca kullandığı anahtar ifadeye bir örnek daha: “Firar eden Vali (Harput Valisi hain Ali Galip) ve mutasarrıf (Malatya Mutasarrıfı hain Halil Bey) yerine, namus sahibi iki zatın süratle tayini lazımdır.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri,  21/76) Dikkat edilirse, aranan tek şey, namuslu olmaktır. Mustafa Kemal, sadece Türk milletinin değil, bütün toplumların çektikleri acıların sebebini tek kelimeye indirgemektedir: Namussuzluk. O halde, Mustafa Kemal’e göre, kurtuluşun, başarının ve mutluluğun sırrı da namuslu olmaktadır. Bir ülkenin namuslu adam sıkıntısı yoksa o ülkenin hiçbir sıkıntısı yoktur, olamaz. Türk milletine gelince, onun da biricik sıkıntısı namuslu adam kıtlığıdır. Özellikle namuslu aydın, namuslu işadamı ve namuslu siyasetçi kıtlığı. 19 Ocak 1923 günü İzmit’te yaptığı uzun konuşmada şunları da söylüyor:
“Çok namuskâr olmalıdır. Şimdiye kadar işlenen hataların en büyüğü, bilhassa müteşebbislerimizin, aydınlarımızın ve bilhassa âlimlerimizin en büyük günahı, namuskâr olmamaktır. Milletin karşısında namuskâr olmak, namuskâr hareket etmek lazımdır. Milleti aldatmayacağız! Millete daima ve daima hakikati söyleyeceğiz. Belki hata ederiz; hakikat zannederiz. Fakat millet onu düzeltsin!” (age. 14/349)
KURTULUŞ SAVAŞI GÜNLERİNDE NAMUSSUZLARIN TEMEL DAYANAKLARI
Bütün zamanlarda ama özellikle Kurtuluş Savaşı günlerinde namussuzlar namussuzluktan yararlanmada başlıca iki unsuru kullandılar: Din, para.
Dinin kullanımını bu sütunda sık sık dile getirmekteyiz. Paranın kullanımına gelince, Atatürk bu hıyanet aracına daha Erzurum Kongresi’nin açılışında dikkat çekmiştir. Şöyle diyor:
“Memleketimizde çok miktarda yabancı parası ile birçok propaganda cereyan ediyor. Bundaki amaç pek açıktır: Millî hareketi sonuçsuz bırakmak, millî istekleri felce uğratmak, Yunan, Ermeni emellerini, vatanın bazı önemli kısımlarını işgal amaçlarını kolaylaştırmaktır. Bununla beraber her devirde, her memlekette ve her zaman ortaya çıktığı gibi bizde de kalp ve sinirleri zayıf, anlayışsız insanlarla beraber vatansız ve aynı zamanda refah ve kişisel çıkarını vatan ve milletin zararında arayan sefiller de vardır. Doğu işlerini idare ederken, zayıf noktaları arayıp bulmakta elinden çok iş gelen düşmanlarımız, memleketimizde bunu âdeta bir teşkîlât hâline getirmişlerdir.” (Atatürk, Söylev ve Demeçler, 4-5)
Namuslu adamların muhalefetleri ne kadar can yakıcı olursa olsun onlara dokunulmamıştır. Dokunulmayanlar içinde Kurtuluş Savaşı’nın başbuğuna aşağıdaki davranışları reva görenler de var. Tarihçi Enver Behnan Şapolyo, yaşayarak gördüklerini kayda geçiriyor:
“Mecliste Atatürk’ün şahsıyla uğraşanlar vardı. Bir gün yine mecliste idim. Trabzon Mebusu Ali Şükrü kürsüde konuşuyor, her şeyi şiddetle tenkit ediyordu. Mebuslar onu susturmak için ayak teptiler. Bunlar arasında Atatürk de vardı. Ali Şükrü herkesi bırakıp Atatürk’e dönerek, ‘Paşa, Paşa insanlar ayak tepmezler!’ diye bağırdı. Fakat onun bu sözüne kimse aldırmadı. Yine bir gün, operatör Emin Bey, gençler evlenirken erkekler de, kızlar da muayeneye tabi tutulsun deyince muhalif grup: ‘Kızlarımızı doktorlara muayene ettirmeyiz’ diye bağırdılar.”
“Atatürk kürsüye gelerek, bu layihayı müdafaaya başladı. Bunun üzerine Erzurum Mebusu Hüseyin Avni, sac sobanın önünde bulunan bir odunu Atatürk’e fırlattı. Fakat bu odun zabıt kâtiplerden birine rastgeldi; kâtip baygın yere yuvarlandı. Yine Atatürk buna sabırla cevap verdi.” (Şapolyo, Mustafa Kemal ve Millî Mücedele’nin İç Âlemi, 101-102)
NAMUSLU ADAMA, MUHALİF DE OLSA DOKUNULMAZ
Ali Şükrü, bizim yakın tarihimizin en garip tiplerinden biridir. Namuslu, bir adamdı. Bunu, Ali Şükrü’nün en ağır saldırılarına muhatap olan Atatürk bile dile getirmektedir. Ali Şükrü, mesela, bir Rıza Nur değildir. Rıza Nur da Atatürk’e sövmekle tarih olmuştur ancak Ali Şükrü’den farkı; ahlaksız, dinsiz, müptezel, hatta bazı kayıtlara göre homoseksüel, rezil bir tip oluşudur. Atatürk’e sövmeyi din haline getiren dinciler, son zamanlarda birinci derecede işte bu rezil adamın Atatürk hakkındaki küfür ve hezeyanlarını delil olarak kullanmaktalar. Bu da ayrı ve çok vahim bir namus zaafıdır.
Biz burada, şunu görmezlikten gelemeyiz: Ali Şükrü, hastalık çapında bir Atatürk düşmanıydı. Bütün siyasal hayatı Atatürk’e saldırmak, onu küçük düşürmek, ona sataşarak tatmin bulmakla geçmiştir. Kişilik yapısı bakımından Ali Şükrü’ye benzeyen bir mebus da Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Ulaş’tır. O da Atatürk’e hastalık çapında düşman olanlardan ve en ağır hakaretleri edenlerden biridir. Bu muhalifler, haset ve kin krizleriyle sataştıkları Atatürk söz konusu olduğunda birer ‘acaip mahlûk’a dönüşüyorlardı.
“Ali Şükrü, Mustafa Kemali hiç çekemezdi. Bütün tenkidlerine onu hedef tutardı. Mecliste mütemadiyen her vesileden faydalanarak Gazi’ye hücum ederdi. Bu menfi hareketleri ile, kendine bir şöhret yapmıştı.”(Şapolyo, age. 154-156)
Atatürk, işte bu Ali Şükrü’den ağır şikâyetlerle huzuruna gelenlere şu tarihî sözü söylüyor:
“Onun muhalefetine katlanalım, çünkü namuslu bir adamdır. Diyelim ki onu bertaraf ettiniz; onun yerine hem muhalif hem de namussuz biri gelirse ne yapacaksınız.
 
Atatürk, Ali Şükrü’yü öldüren Topal Osman’ın, emniyet güçlerince yakalanması emrini vermiş, ölü olarak ele geçirildiğinde ise cesedini TBMM’nin kapısı önünde asarak sallandırmıştır. Müdafaai Hukuk öncülerinin namuslu adama saygıları böyleydi. Vatan haini namus yoksunlarına ise asla acımamışlardır. Mesela, İskilipli Âtıf’la Babaeski müftüsü Abdurrahman’ı, vatana hıyanetleri yüzünden (Şapka Risalesi yüzünden değil), hocalıklarına hiç bakmadan İstiklal Mahkemeleri’nde yargılayıp asmışlardır. Vatan haini bir adam hoca olsa ne, hacı olsa ne!!!
Din, insan hakları, taciz ve ibadet
İnsan hakları ihlali, insanları tacizle ibadetler arasındaki ilişkiyi irdeleyen yoğun sorulara muhatap olmaktayım. Soruların omurgasında şu iki cümle var:
“Dünya genelinde, Müslümanlığın insan haklarına saygısız, insanları tacizi mubah gören bir din olduğu yolunda yaygın bir kanı var. İnsanı taciz ve insan haklarını ihlal pahasına yapılan ibadetlerin durumu nedir; bu ibadetlerden sevap ve Allah rızası beklenebilir mi?”
İnsanı taciz ve insan haklarını ihlal pahasına yapılan ibadetlerden elbette ki hayır beklenemez. Onlar, Tanrı katında, ibadet tabelası altına saklanmış insanlık suçları olarak kalırlar. Ve Mâûn suresine göre, sahibinin lanetlenmesinden başka bir işe yaramazlar. Nitekim Kur’an bu ibadetlerin yapıldığı mabet patentli yerlere‚ 'zarar mescitleri' diyor ve mensuplarını bu mescitlerde namaz kılmamaya çağırıyor.
Hz. Peygamber, soğan, sarmısak yiyenlerin camiye gelmesini yasaklamıştır. Çünkü onların ağız kokuları insanları taciz etmektedir. Soğan ve sarımsak kokusuyla taciz, ibadeti ibadet olmaktan çıkarıyorsa başka yollarla taciz veya insan haklarına tecavüz pahasına yapılan ibadet nasıl olur da “İslam’ın gözettiği anlamda ibadet” olur?! Esas ibadet, bu tacizlerin insan hayatından çıkarılmasının yolu ve reçetesi değil midir?!
İbadet bahanesiyle insanları taciz, gerçek dinin yerini sahte istismar dininin aldığı coğrafyalarda dikkat çeker. Ve bu tacizler giderek engizisyona dönüşür. Sonuç, din adına zulümdür.
O halde, insanların en küçük anlamda tacizine ve en küçük anlamda insan hakkı ihlaline sebep oluşturan bir ibadet, ibadet olmaktan çıkar, doğrudan veya dolaylı hak ihlali ve zulüm haline gelir. İslam, tüm bu olumsuzlukların doğmasını önlemek üzere çok radikal tedbirler almıştır. Ne yazık ki bu tedbirler, tarihin her döneminde, dini sömürü ve saltanat aracı yapanlarca ya tamamen yok edilmiş yahut da çeşitli oyunlarla işlemez hale getirilmiştir.
İBADET ADI ALTINDA TACİZİN TÜRLERİ
Kur’an’ın verileri açısından baktığımızda ibadet bahanesiyle taciz iki ana başlık arz eder: Birincisimaddî haklara tecavüzle taciz, ikincisi rahatsızlık vererek (ses ve tavırla) tacizdir.Birinci başlık altına şunları koyabiliriz:
1. Mescit-mabet yapmak için insanların mülk ve mallarına çeşitli baskı ve hilelerle (örneğin, ahiret-cehennem korkusu salarak veya örtülü tehditler sergileyerek, din dışı, dine saygısız gösterme tehditleri işleterek) el koymak:

Bu olumsuzluklardan birinin veya birkaçının bulaştığı mabetlerde ibadet caiz değildir. Çünkü Kur’an, ibadet edilebilecek bir mabedin ancak takva üzerine kurulan bir mabet olabileceğini açıkça bildirmekte, Hz. Peygamber, takva üzerine kurulmayan mabetlerde ebediyyen namaz kılmaması için uyarılmaktadır. (Bk. Tevbe suresi, 107-108)
2. İbadet etmeyenlerden alınan vergi vs. türü paralarla mescit-mabet yapmak, maaşlı din görevlisi tutmak, mabet ve mescit masraflarını kamu hazinesinden karşılamak.

Tüm yurttaşların hakkı olan kamu mal ve imkânlarını sadece ibadet edenlerin yararlanacağı hizmetlere harcamak, Diyanet’in veya din cemaatlarının kullanımına vermek, açık bir Mâûn ihlalidir yani şirktir.
İkinci ana başlık olan ses ve tavırlarla tacizin başında bid’at ezanlarıyla taciz gelmektedir. Şunu bilmeliyiz ki, namaz vaktinin cihazla duyurulması bizzat Peygamberimiz tarafından yasaklanmıştır. O halde, ezanı cihazla okumak İslam‘a tamamen aykırıdır. Bırakın ezanı, fakihler, cihazla okunan Kur’an’ı Kur’an saymamaktadır. Ezanla taciz, makineyle ezan okumanın başlamasıyla başlamış ve başını alıp giderek bugün bazı zeminlerde âdeta anayasal suça dönüşmüş bulunuyor. Bu suça karşı çıkanlar, 'dinden, ezandan, namazdan rahatsız olmak' vs. gibi din dışı ithamlarla anında bastırılmakta ve hak ihlaline karşı çıkışlar bir tür dinsizlik gibi yaftalanarak insanlar susturulmaktadır. Oysa ki, birçoklarının 'aşırılık ve baskıcılık' ile suçladığı İran gibi bir ülkede bile ezanların dışarıdaki insanları taciz etmemesi için hoparlörlerin cami içine dönük hale getirilmesi esas alınmıştır. Üstelik İran’da, birer bid’at alameti Osmanlı türü olan minareler de yoktur. İran’da caminin iyice yakınına sokulmadıkça ezanı duyamazsınız.
Ne yazık ki, din konusunda artık İran kadar özgür değiliz.
Tevhit gerçeği
Tevhit, bir­le­mek de­mek­tir. Bu­nun­la kas­te­di­len; in­sa­nın ve gerçeğin bir ve tek ol­du­ğu­nun bir şu­ur ha­li ve ha­yat an­la­yı­şı ola­rak be­nim­se­nme­si­dir.
Var­lık ve oluş­ta her şey Bir'le ve Bir, her şey­le iliş­ki için­de­dir. Şu şart­la ki, var­lık ve olu­şun şu­ur­lu ve be­lir­le­yi­ci gü­cü o Bir ola­cak­tır. Tevhit, ol­muş ve ol­mak­ta ola­nı o Bir'in gö­züy­le gör­mek ve oluş serüveninin bü­tün coş­ku­su­nu yi­ne o Bir'le be­ra­ber ya­şa­mak­tır.
Kur'an, tevhidi an­la­tan ki­tap­tır.
Re­a­li­te­nin te­me­lin­de, bir ya­ra­tı­cı şu­ur var­dır.
Bü­tün oluş­lar, ge­liş gi­diş­ler, bü­tün ha­yat se­rü­ve­ni bu ya­ra­tı­cı şu­u­run açı­lıp sa­çıl­ma­sı, çe­şit­li renk, şe­kil ve de­sen­ler ha­lin­de ken­di­ni or­ta­ya koy­ma­sı­dır. Tasavvufta buna ‘tecelli’ denir. Ve tecelli sonsuzdur. O hal­de, oluş son­suz­dur. Var­lık­sa, son­lu ol­mak­la bir­lik­te sı­nır­sız­dır. (bk. Kur'an, Fâ­tır, l; Zâri­yât, 47 ) Ve o hal­de, var­lık ve oluş­ta ba­şı­boş­luk, rast­lan­tı, çar­pık­lık ve sü­rek­li çe­liş­ki yok­tur. Di­ya­lek­ti­ğin ser­gi­le­di­ği çe­liş­ki ve düa­li­te, ge­çi­ci ve izafîdir. Baş­lan­gıç ve son, bir­lik ve ahenk­tir.
Tevhidin, Kur'an’dan alınan for­mül cüm­le­si şu­dur: Lâ İlâ­he İl­lel­lah: Al­lah'tan baş­ka tan­rı yok­tur. Bu for­mül cüm­le­ye Ke­li­mei Tevhit de­nir. Al­lah gü­ze­lin, iyi­nin, mut­lu­lu­ğun ve ölüm­süz­lü­ğün mut­lak kay­na­ğı­dır. Bu­na da­ya­na­rak di­ye­bi­li­riz ki, tevhit, in­sa­nın, ka­de­ri­ni öz ben­li­ği­nin elin­de tut­ma­sı ve ha­ya­tı­na gü­zeli ve ölüm­sü­zü ege­men kıl­ma­sı­dır. Al­lah de­nin­ce bu de­ğer­le­ri ha­tır­la­ma­yan bir ben­lik, Kur'an'ın ta­nıt­tı­ğı Tanrı’ya inanmış ola­maz.
For­mül cüm­le Ke­li­mei Tevhit iki bö­lüm­den olu­şur: Ne­ga­tif bö­lüm, (Lâ İlâh), po­zi­tif bö­lüm (İl­lel­lah)... İs­lam li­te­ra­tü­rün­de bun­la­rın bi­rin­ci­si­ne nefy, ikin­ci­si­ne is­bat de­nir. Var­lık ka­mı­şı­nın içi iyi bo­şal­tıl­maz­sa (nefy ger­çek­leş­mez­se) son­su­zun ez­gi­le­ri doğ­maz. İn­san ben­li­ği "Al­lah" de­di­ği an­da, Al­lah dı­şın­da­ki her şey (mâsi­va) şu­ur­dan si­li­ne­cek ve ben­lik, Ya­ra­tı­cı'yla do­la­cak­tır. Ben­li­ğin, Al­lah dı­şın­da de­ğe­re la­yık gör­dü­ğü ikin­ci bir şe­yin şu­u­ra ta­kı­lı kal­ma­sı tevhidi şirke dönüştürür.
O hal­de tevhit, özü ba­kı­mın­dan, bir ke­li­me ve söz işi de­ğil, bir şu­ur ve oluş ha­li­dir. Da­ha­sı, tevhit, ölüm­sü­ze ka­tılmak, olu­şu onun­la ya­şa­mak­tır.
Tevhidin ilk şar­tı, bir­li­ğin önü­ne di­ki­len sa­yı­sal en­gel­le­ri de­vir­mek­tir. Bil­mek ve inan­mak ge­re­kir ki, Al­lah bir­dir, var­lık bir­dir, in­san­lık ve fi­kir bir­dir, za­man ve ta­rih bir­dir. Bil­gi ve sez­gi de bir­dir. Ama iş bu­nun­la bit­mez. Ya­ra­tı­cı Kud­ret'in ta­sar­ruf­la­rı­na, baş­ka bir de­yim­le, ha­ya­tı­mı­za ka­tı­lı­mı­na da or­tak koş­ma­mak ge­re­kir.
Tevhit sır­rı­nın in­san ha­ya­tın­da­ki an­lam bo­yut­la­rın­dan bi­ri de şu­dur: Al­lah dı­şın­da her şey va­sı­ta­dır.Ser­vet, ço­cuk, ka­dın, iba­det, hat­ta din, hat­ta pey­gam­ber. Bun­la­rın hep­si, ga­ye­le­rin ga­ye­si olan Ya­ra­tı­cı'yla be­ra­ber­lik şu­u­ru­na yol aç­tık­la­rı, imkân ha­zır­la­dık­la­rı için de­ğer ta­şır­lar. Eğer bu­nu sağlaya­mı­yor­lar­sa, biz­zat ken­di­le­ri tevhit yo­lu­nun di­ke­ni olur­lar. Kin­le­re, in­ti­kam­la­ra, vur­gun­la­ra, yıp­rat­ma­la­ra, çı­kar­la­ra âlet edil­miş din iddiaları ve bu iddiaların kümelendiği mabetler, iş­te bu yüz­den­dir ki, hiç dur­ma­dan "Al­lah bir" de­dik­le­ri hal­de, in­san­lı­ğa ıs­tı­rap­tan baş­ka bir şey ve­re­miyorlar.
DOKUNULMAZLARA DOKUNUNCA…
Kur'an, Al­lah dı­şın­da her ­han­gi bir şe­yin, Al­lah'ın ya­pı­cı ve be­lir­le­yi­ci gü­cü­ne or­tak ko­şul­ma­sı­na şirkde­mek­te­dir. Şirk, Allah’a imanı olup da güveni olmayanların dinidir. Şirk ateizm değildir. Şirk mensupları Allah’ın varlığını, yüceliğini kabul ediyorlar ama her şeyin onunla bitmeyeceğini söylüyorlar. Müşriklere göre, Allah ile insan arasında ‘aracılara, yaklaştırıcılara, şefaatçılara’ ihtiyaç vardır. Bunlar, efendiler, zevâtı kirâm denen dokunulmazlardır. Şirk kodamanları, bu ‘dokunulmazlar’la servetlerine dokununcaya kadar size asla dokunmazlar. Yedek ilah yapılan efendilerle kodamanların servetlerine dokunduğunuz anda şirkin hedefi olursunuz.
Hz. Muhammed, işte bu iki dokunulmaza dokunuyordu; dokunuyordu ne demek, tarihin en sert vuruşuyla vuruyordu. Mekke şirk kodamanları, Hz. Muhammed’e işte bu dokunulmazlara dokunduğu için düşman kesildiler. Yoksa onlar da Muhammed gibi namaz kılıp oruç tutuyor, Kâbe’yi tavaf ediyor, gusül abdesti alıyorlardı. Sarık ve sakal onların da saygın değerleriydi. Kavganın sebebi bunlar değildi, kavganın sebebi ‘yedek ilahlar’ ve ‘servetler’ idi.
Sözü, büyük sûfî mirasın (tarikat mirası değil) şu muhteşem tespitiyle bağlayalım:
Her in­san­da ken­din­den ve ken­din­de her in­san­dan bir par­ça bul­ma­yan, tev­hit­ten ha­ber­siz­dir...
Büyük musibetin eşiğindeyiz
İn­sa­noğ­lu­nun aya­ğı­nı kay­dı­ra­cak çü­rü­me nok­ta­la­rı­na par­mak ba­san mu­ci­ze ifa­de­ler­le do­lu Kur'an, uya­rı­la­rın­dan bi­rin­de şöy­le di­yor:
"Kor­kun o mu­si­bet­ten ki içi­niz­den yal­nız ve özel­lik­le zul­me sa­pan­la­ra mu­sal­lat ol­maz." (En­fâl su­re­si, 25)
‘Bü­yük mu­si­bet’, her­ke­sin bey­nin­de bir kı­ya­met bo­ra­za­nı gi­bi ses ver­me­ye baş­la­yan mu­si­bet­tir. Böy­le mu­si­bet­ler­den kur­tul­mak an­cak kitlesel töv­be ve se­fer­ber­lik­le müm­kün ola­bi­lir. Böy­le bir mu­si­be­tin baş­ gös­ter­di­ği or­tam­lar­da su­çu şu­nun bu­nun üs­tü­ne atmak bir çı­kış yo­lu gi­bi gös­te­ri­li­yor­sa, ba­tış ka­der ha­li­ne gel­miş de­mek­tir.
İslam dünyası, o arada ül­ke­miz bu­gün böy­le bir mu­si­be­tin eşi­ğin­de bu­lu­nu­yor. Eko­no­mi­den di­ne, po­li­ti­ka­dan sa­na­ta ka­dar bü­tün alan­lar­da yıl­lar­dır iş­le­nen zu­lüm­ler ve sergilenen ahmaklıklar ül­ke­yi ve in­sa­nı­mı­zı or­tak ür­per­ti ve kaygı ya­ra­tan bir mu­si­bet­le yüz ­yü­ze ge­tir­miş­tir. Ben bu­nun da­ha çok, di­ne ve düşünceye iliş­kin yön­le­ri­ne dik­kat çek­mek­te­yim ama hep­si o de­ğil­dir.
‘Or­tak ve bü­yük mu­si­bet’ten ya­ka­yı kur­tar­ma yo­lun­da ol­ma­nın gös­ter­ge­si, eleştiriye açık olmak ve ha­va­le­ci­li­ği bı­rak­mak­tır. Bo­zuk­lu­ğu sürekli şu­na bu­na fa­tu­ra eden, gözünün üstünde kaşın var diyene düşman damgası vuran, eleştirenleri bir biçimde süründüren yak­la­şım­lar, bü­yük mu­si­betin at­la­tıl­ma­sın­ı geciktirmekten başka hiç­bir işe ya­ra­maz.
Bü­yük mu­si­bet; dini kin ve çıkarların egemenliğine sokan din istismarcıları, ak­lı, tak­li­din ipo­te­ği­ne so­kan ay­dın­lar­ ve ah­la­kı mad­de hır­sı­nın ipo­te­ği­ne so­kan zen­gin­le­r tarafından üretilen kötülüklerin so­nu­cu­dur.
ÜÇ ZÜMRENİN AYMAZLIĞI
Kur'an bi­ze gös­te­ri­yor ki bü­yük mu­si­be­tin ar­ka­sın­da ule­ma (her tü­rüy­le ay­dın­lar, özellikle dinin gerçeğini saklayan ilahiyatçılar), ümera (yönetenler, siyasetçiler) ile ağ­ni­ya (servet sahipleri) zul­mü var­dır. Her top­lu­mun tüm ra­hat­sız­lık­la­rı­nın te­me­lin­de bu üç züm­re­nin gaf­le­ti ve gü­na­hı ya­tar.
Ülkeyi tarihsel kinleri yönünde uçuruma götürmek için oyunlar tezgâhlayan dış güçlerin tahripleri de bu üç zümrenin aymazlık veya hıyanetleri kullanılarak gerçekleştirilir. Tür­ki­ye'de­ki ra­hat­sız­lı­ğın te­me­lin­de de bu üç züm­re­nin yan­lış­la­rı, aymazlıkları, hıyanetleri var­.
Bir yı­ğın zu­lüm ve şey­tan­lık­la ül­ke­nin im­kân­la­rı­nı ka­sa­la­rı­na akı­tan­lar­la on­la­rın kı­rın­tı­la­rın­dan ya ‘çağ­daş­lık’ sa­ta­rak ya da ‘âhiret vi­ze­si’ ve­re­rek se­bep­le­nen­le­rin aç­tık­la­rı ya­ra­lar mil­yon­la­rı teh­dit et­mek­te­dir. Subaşlarındakilerin zulümlerine karşı çıkmayan kitleler, gelecek büyük musibetten mutlaka paylarını alacaklardır. Çünkü zulme seyirci kalmak da  zulümdür. ‘Türk halkı’ denen yığınların büyük çoğunluğu, zulme rıza göstermiştir. Rıza göstermek ne ki, zulme destek vermiştir.
Tövbe etmek ve günahın faturasını ödemek zamanı yaklaşmıştır.
HALK KENDİNE GELMELİDİR
Suç he­pi­mi­zin­dir, or­tak ve bü­yük mu­si­bet­te hepimizin pa­yı­ var­dır. O hal­de so­rum­lu­lu­ğu başkalarına ha­va­le et­mek ye­ri­ne, onu pay­laş­mak ve bu paylaşımın gereğini yapmak zo­run­da­yız.
So­rum­lu­lu­ğun pay­la­şıl­ma­sı il­ke­si­nin bu sü­tun­da da­ha çok din­le il­gi­li kıs­mı ele alın­mak­ta­dır. ‘Çağ­daş­lık’ adı al­tın­da din­siz­lik sö­mü­rü­sü ya­pan in­kârcılarla di­ni hal­kın ke­se­le­ri­ni bo­şalt­mak için ahiret vi­ze­si ve­ren bir ‘Allah ile aldatma’ aracına dönüştüren siyaset dincilerinin aç­tık­la­rı ya­ra­la­rı, al­da­tıl­mış halk te­da­vi ede­cek­tir.
İş, Hakk'ın bir gö­rü­nü­mü olması gereken ama asla olmayan hal­ka düş­mek­te­dir. Hal­kın sa­hip­len­me­si ge­re­ken ger­çek ise “Gelen ağam, giden paşam” namertliğine son vererek zulme karşı çıkmaktır. Zulme karşı çıkmanın bu ülkedeki ilk adımı, ‘Allah ile aldatan’ kahpeliğe karşı çıkmak olacaktır.
Din, Allah ile aldatan kahpeliğin elinden kurtarılıp onu gön­de­ren kud­re­tin ki­ta­bı­na tes­lim edil­me­dik­çe sö­mü­rü dur­ma­ya­cak, bü­yük mu­si­be­ti bes­le­yen zu­lüm de­vam ede­cek­tir.
HARAM LOKMA, ALLAH İLE ALDATMA VE SİYASETİN ÇÖKÜŞÜ
Türkiye’nin en büyük sıkıntısı, haram lokmadan kaynaklanan sıkıntıdır. Basınımız bu haram lokma tespitimizi vurgun, soygun, çeteleşerek Türkiye’yi soymak, kamu haklarını ihlal etmek, emeğe ve alın terine ihanet... şeklinde değişik ifadelerle vermektedir. Ben kendi bilim ve düşünce sözlüğümü kullanarak bu derdin ana başlığını haram lokma olarak veriyorum.
Halkımız bilmelidir ki, haram serveti hayatımızın amacı haline getirmek bizi perişan etmiştir. Benim görüşüme göre, Türkiye’nin hiçbir sıkıntısı yoktur ki, o haram lokma ve haram servet tutkusu ile bir biçimde irtibatta olmasın. Haram lokma köylerimizi, kentlerimizi, ormanları-mızı, suyumuzu ve nihayet kamu imkânlarımızı talana maruz bırakmıştır. Ve daha kötüsü, siyaseti çürütüp çöküş noktasına getirmiştir.
Bundan da kötüsü, haram lokma virüsü, sadece dinci ve dinsiz hırsızların kanını bozmakla kalmamış, artık halk tabakalarını da zehirlemiştir. Yiyebilen yiyebildiği kadar haram lokmaya istekli hale gelmiş veya getirilmiş bulunuyor. 1980 sonrası siyasal iktidarları haram lokmayı meşrulaştıran politikalarla bu ülkenin ahlak ve vicdan yapısını büyük bir yıkıma uğratmıştır.
İstisnalar, her alanda olduğu gibi burada da kuralı bozmuyor, bozamıyor.
İkinci ana sıkıntı, Allah ile aldatmadır. Yani temel belaların birincisine günlük deyimlerle hırsızlık, soygun ve vurgundan kaynaklanan sıkıntı dersek, ikincisi de din istismarından, Allah ile aldatmaktan doğan sıkıntı adını alabilir.
Allah ile aldatma tabirini doğrudan doğruya Kur’an’dan alıyorum. Zamanlar üstü kitap bu deyimi, üç yerde kullanmaktadır: Lukman suresi 33, Fâtır suresi 5 ve Hadid suresi 14. Ve bu tabiri kullanırken söylediği aynen şudur: “Dikkat edin, sizi aldatan sakın Allah ile aldatmasın!”.
Kur’an bir din kitabıdır. İnsanlık tarihinin, peygamberler mirasının özetini veren zamanüstü bir kitaptır. Bu kitap neden “Allah ile aldatılmayın!” diye altını çize çize haykırmakta,  insanlığı hem vicdanından hem de omuzlarından tutarak silkmekte, sallamaktadır? Çünkü Allah insanın şah damarındadır, canındadır. Allah ile aldatan kahpelik insanı işte o can noktasından vurur ve böyle bir kahra maruz kalmış insan kitlelerinin kurtulmaları, hatta aldatıldıklarının farkına varmaları bile ömürler alır. Onun içindir ki, Yüce Yaratıcı, insanoğlunu, “Sakın sizi benimle aldatmasınlar!” diye bizzat kendisi uyarmaktadır.
Din bağlamında gündeme gelen bütün meselelerden kaynaklanan sıkıntıların çözümü, bu tabirdedir. İnsanoğlu, din adına Allah ile aldatılıp aldatılmadığının hesabını ciddi bir biçimde yapıp tedbirlerini de ciddi biçimde olmadıkça iflah edemez.
Din, kalbe benzer; kalp, sağlığına kavuşturulmadıkça huzur ve rahat söz konusu olamaz. Ve bu benzetmede kalbin rahatsızlığı dinin istismarı demektir.
ALLAH İLE ALDATMA BİTMEDİKÇE HUZUR BULAMAYIZ
Bütün aldatmaların, bütün oyunların, kandırmaların, ihanetlerin acısı bir biçimde biter. Ama Allah ile aldatılanların acıları, ıstırapları ve gözyaşları bitmez. Allah bitmez ki Allah ile aldatma bitsin! İdeolojiler, rejimler, modalar ve sevdalar biter ama Allah ve onun gönderdiği kurum olan din bitmez. O halde, Allah ile aldatma kahrına karşı sürekli ve ‘tam teyakkuz durumu’ kaçınılmazdır. Tarih boyunca hep böyle olmuştur ve ileriki zamanlar boyunca da hep böyle olacaktır.
İleriki zamanların evrensel çapta kavgalarının esasını din ve mezhep çekişmelerinin oluşturacağını, benim gibi bir ilahiyatçıdan değil de bir siyaset bilimciden sormak isteyenlere, süper güç ABD’nin politikalarına yön veren beyinlerden biri olan Samuel  Huntington’ın The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order” (Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Oluşturulması) adlı eserini okumalarını öneririm.
Benim vardığım sonuç şudur: İnsanoğluna Allah ile aldatılmanın panzehirini veren temel kaynak  Kur’an’dır. Bu Kur’ansal panzehirin nasıl kullanılması gerektiğini kitlelere anlatan ve düşünce tarihimizde bir devrim kabul edilen ‘Allah İle Aldatmak’ adlı eserimiz mutlaka ve muhakkak okunmalıdır. İşin özeti şudur:
Kur’an’ı din ve dini Kur’an yapanlardan başkası Allah ile aldatmanın  yıkıcı kahrından korunamaz.
Kur’an’dan en çok rahatsız olanlar kimler?
Kur’an’ı iman ve vicdanınızın kıblesi yapmışsanız bu sorunun cevabı şu olacaktır: Kur’an’dan en çok rahatsız olanlar saltanat dincileridir, yani maskeli müşrikler. Özellikle Mâûn suresinden ve şirki tanıtan ayetlerden rahatsızdırlar.
Çünkü Mâûn suresi halkın malını talan edenlerle namazına riya bulaştıranları lanetliyor. Ve bu iki illet, dincilerin temel illetleridir. Şirki tanıtan ayetlerse mümin-Müslüman yaftalı nice ruhu bozuk adamın İslam maskesi altında müşrik benliği taşıdığını ifşa ediyor. Bunun içindir ki, tarih boyunca bütün siyaset ve saltanat dincileri, şirkin tanıtılmasını engellemişlerdir. Ve bugün de engellemektedirler. Çünkü şirk, Kur’an’ın verileriyle tanıtılınca saltanat dinciliğinin bir Müslümanlık değil, bir Ebu Cehil dini olduğu ortaya çıkacaktır. 
Allah ile aldatanların, 24 saat Allah ve din diye bağırıp çağırmalarına rağmen en büyük rahatsızlıkları Kur’an’dandır. Kur’an dediğiniz zaman âdeta kan tepelerine fırlamaktadır. Kur’an’a, isim vererek karşı çıkamazlar, çünkü istismar ettikleri dindir ve herkes teorik olarak bilir ki dinin kaynağı Kur’an’dır. Ne yapacaklar? Bir biçimde Kur’an’ı saf dışı bırakacaklar. 
Gidin, Furkan Suresi’nin 30. ayetini okuyun. Bu dinin muazzez Peygamberinin, mahşer mahkemesinde kendi ümmetinden şikâyetini şöyle vermektedir: “Resul diyecektir ki ‘Rabbim, benim ümmetim bu Kur’an’ı dış görünüşte tutmalarına rağmen gerçekte  hüküm dışı bıraktı, dışladılar.” Yani kılıflarını, kapaklarını baş üstüne koyup kelimelerini papağan gibi telaffuz etmeyi kutsadılar ama onun içindeki dinin yerine birtakım insanlarca oluşturulan başka bir dini koydular.
Kur’an’ı dışlamak, sadece onu inkâr veya hapsetmek değildir; esas dışlamak, Kur’an’ı kutsadığını söyleye söyleye onu hayatın dışına itmektir. Birinci kötülük hemen fark edilir ama ikincisini fark etmek için asırlarca çile çekmek gerekir.
İşte bu ikinci ve büyük zulmü, din hurafecileri, zübürcüler, kilik dincileri, din istismarcıları  yapar.
Bakın tarihe! Kur’an herkes tarafından okunmasın, ne dediğini herkes anlamasın diye ne oyunlar tezgâhlanmıştır: Abdestsiz okunmaz, tercüme edilmez, tercümesiyle ibadet edilmez... Peki, ne yapılır? Mezarlarda okunur, fal bakmada, kısmet açmada kullanılır, kelimelerinin Arapçası Arap papağanları gibi telaffuz edilir ve tüm bunlar için halktan trilyonlar toplanır ve iş orada noktalanır.
AKIL VE KUR’AN’IN YERİNE RÜYA VE İLHAM GEÇİNCE…
Bu tezgâha karşı çıkanlarsa “Dinde reform yapıyor, sünnete karşı çıkıyor!”  iftirasıyla alçakça itham edilir. Böylece ortalık boşaltılır. Bu boşlukta dini, Allah ve Peygamber’in yetkileriyle donatılmış ve dokunulmaz hale getirilip bir tür yedek ilaha dönüştürülmüş efendiler ve onların rüyaları, ilhamları (!) kotarır.
Kur’an’ı insanlığa ileten nebinin, son ve en büyük mahkemedeki şikâyeti ürpertici değil mi? Bu son mahkemede Son Peygamber’in şikâyetini bildiren ayet, Allah ile aldatanların neleri, nasıl yürüttüklerini ve sonuçta ne ile karşılaşacaklarını göstermesi bakımından bir mucizedir.
Tam bu noktada, eğer takıyyecilik veya tatlı su aydınlığı yapmaya tenezzül etmeyeceksek, şunu söylemek kaçınılmaz olmaktadır: 
Türkiye’de siyasetin iflasında etkili olan bir numaralı olumsuzluk din istismarı veya Allah ile aldatmadır. Bu bir numaralı olumsuzluğa, sadece saltanat dincileri değil, dine karşı tavırlarıyla ünlenmiş sözde hümanist, liberalist, sosyal adaletçi, Atatürkçü... siyasetçiler bile gırtlağına kadar batmıştır. Ve bence, en büyük yıkım da bu ikinci tiplerden gelmektedir. İslam’ın büyük vicdanı Mehmet Akif, bu ikinci tipi, Safahat’ında, eşsiz bir ferasetle fotoğraflamıştır:
“Şimdi Allah’a söver, sonra biraz bol para ver,
Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!”
Ha para için yapmış, ha oy için! Ha Protestanlara zangoçluk etmiş, ha dinci fırkalara yalakalık...Vicdan o vicdan, sefalet o sefalet...
Aşk ve diyalektik
“Ezelde aşk vardı” diyor, sûfî düşünce… Aşk vardı ve her şeye vücut sebebi o oldu.
Sonuçta da aşk olacaktır. Kısaca, varlık ve varoluş serüveninin başı ve sonu aşktır. Varlık, aşk annenin çocuğudur. Düşe kalka büyür ve sonunda kendini dölleyen rahme döner, yine aşk olur.
Batılı kafa, yıllar ve yıllar, bir terane tutturmuştur: Kur’an’da sevgi yoktur veya sevgi motifi çok zayıftır. Bir saptırma ve yalan değilse, bir gaflet ve göremeyiştir bu… Kur’an’ın ana teması Allah (veya Allah-insan diyalogu) ve Allah’ın temel vasfı rahmettir. Rahmet, Kur’an terminolojisinin o esrarlı kavramıdır ki, Yaratıcı Kudret’in varlık ve oluşa uzanan sınırsız sevgisini bize iletir ve gözlerimizin önüne, güzelliklerden, şefkatten, sevgiden, vecd ve cezbeden bir evren koyar. Rahmet; aşk, şefkat ve merhamet gibi üç temel unsuru kucaklayan bir ulûhiyet (tanrılık) vasfıdır. 
Rahmet, Kur’an’ın öğrettiği aşkı iğretiliklerin, sefilliklerin ötesine, üstüne çeken erdirici kavramdır. Aşkı süzer, arıtır, ölümlünün, basitin çamurundan kurtarırsanız, rahmet olur; küçüğü büyüğü, kadını erkeği ile bütün insanlığı kucaklamakla kalmaz, bütün varlığı en sıcak duygularla bağrına basar.
İman dediğimiz o esrarlı mânâ, sadece İslam mistiklerine göre değil, hemen hemen tüm İslam düşünürlerine göre, bir aşk alakasıdır. Muvahhit filozof İbn Sîna’ya sorsanız “Aşk esas, kurallar ve ibadetler uyarıcı (münebbihât)dır. Münebbihât esas değildir, esas olan aşktır.” (İbn Sîna, eş-Şifa, ilahiyat bahsi, makale: 10, fasıl: 3) Ve aynı düşünürün aynı yerdeki tespitine göre, “İlk hareket aşktandır.” İlk ve son, başlangıç ve bitiş noktaları aşktır. 
DÜNYADA EGEMEN OLAN AŞK DEĞİL, DİYALEKTİKTİR
Ancak, bunun kadar gerçek olan bir şey daha var Kur’an’da: Tevhidin ilk ve son noktalarının arasında yani, oluş çizgisinde hâkim olan, aşk değil, kesret (çokluk) cedel ve cihaddır; yani, diyalektik. İnsanın tekâmülü, bir başka deyimle oluş, aşk üzre değil, cihat üzre seyrediyor. İnsandan istenen, aşkı, mümkün olduğunca hayata sokmaktır fakat ne yazık ki, hayat serüveni, aşk üzre değil, diyalektik üzre yürüyor. Hayat sahnesinde, özellikle dünya planında, diyalektiğin üstüne çıkmış, aşka ulaşmış ruhlar yok değildir ama yok denecek kadar azdır. Bu yüzden, Kur’an, hakların savunulmasını, zalimin durdurulmasını ister; bu yolda gösterilen gayretleri kutsar. Hakkın korunması, diyalektiği aşka yükseltmesi beklenen müminin yani, Allah adamının tavrı olacaktır. O halde, Kur’an’daki cihat (oluşu güzele ve iyiye çekmek için sürekli didinme) Marksist terminolojideki diyalektiği aşan bir yürüyüşün adıdır. Cihat, bir metadiyalektik arayışıdır.
Diyalektiğin en zorlu süjesi ve alanı, insanın bizzat kendisidir. İnsan, aynı anda diyalektiğin hem süjesi hem objesi hem de alanıdır. O, hem kendini kuşatan dünyada hem de kendisinin kuşattığı dünyada bir diyalektik sergiliyor. O yüzden “insan, şeylerin diyalektik bakımından en zorlusudur.” (Kehf, 54)
Kur’an, sürekli değişmeyi esas alan diyalektik bir mantık sergiler. Onun en sevmediği şey, değişmezlik esasına oturan formel mantıktır. Bu yüzdendir ki, büyük Muhammed İkbal’in de işaret ettiği gibi, Kur’an’ın dinamik düşüncesini eski Yunanın statik düşüncesine bağlayan İslamî teoloji hareketi (İlmi Kelam) Kur’anî gelişmeye bir darbe indirmiştir.
Kur’an diyalektiğinin temelinde, altta kalanın, Yaratıcı Kudret tarafından sürekli yukarı çekilişi yatar. O’nun deyimlerini kullanırsak, bu bir müstaz’af-müstaz’if veya müstaz’af-mütref çelişme ve didişmesidir. Burada, mustaz’af ezilen, horlanan, altta kalan, hakları gaspedilen, küçük görülen; mustaz’if veya mütref ise, ezen, horlayan, küçük gören, gaspeden, şımaran anlamlarına geliyor. Bu anlamda bir diyalektiğin özünü veren ayet Kasas suresinin 5. ayetidir. “Biz istiyoruz ki, yeryüzünde mustaz’af tutulanları nimetlendirelim, onları önderler yapalım ve mülkümüze onları varis kılalım.” (Ayrıca bk. İsra, 16) Burada, ezileni sürekli yukarı çeken kuvvet, Yaratıcı Kudrettir. Ve motör güç, ezilendir.
Büyük ruh’a düşen, diyalektikle yürürken aşka tırmanabilmektir.
İlim namusları işte bu kadar!
Temel görevini, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Türk-İslam aydınlanmasının öncüsü Mustafa Kemal’e sövmek, onu yıpratmak olarak belirlemiş bulunan ‘emperyalizm ve dincilik zurnası medya’, Atatürk’ü yıpratma misyonunu yerine getirirken, tarihte eşi menendi görülmemiş vicdansızlıklara, düşüklüklere imza atan birtakım ‘haçlı hizmetçisi’ propagandistleri ekranlara, köşelere taşıyıp büyük para destekleriyle palazlandırmaktadır.
Bu propagandistlerin azgınlarından bir tanesi, Atatürk’ün mal varlığını gündem yapıyor. Bakın nasıl:
Atatürk’ün menkul ve gayrimenkul mallarının listesini veriyor. Milletinin ona hediye ettiği mülklerden oluşan bu listedeki gayrimenkuller, büyük bir yekûn tutuyor. Adam, “Atatürk işte bu malların sahibiydi” deyip kesiyor. Gazi’nin bu malları, ölüm öncesinde zerresine kadar devlet hazinesine bağışladığına ilişkin tek kelime söylemiyor.
Evet, Atatürk, ölümünden bir süre öncesine kadar bu malların sahibiydi. Bu arazilerin tümü, ülkede ziraatı, hayvancılığı geliştirmek için öncülük eden çiftlikler olarak çalıştırılmış, Atatürk’ün ölümünden bir süre önce de tümü millete, kamu kuruluşlarına bağışlanmış ve bağışların resmi tescilleri bizzat Atatürk nezaretinde yapılmıştır. Atatürk bununla da yetinmemiş, kendi el yazısıyla ve noter huzurunda hazırladığı vasiyetiyle de bu bağışları ayrıca hukuksal garantiye kavuşturmuştur. Onlarca, belki yüzlerce kaynak ve sicil bu gerçeği belgelemektedir.
Atatürk, onca mülkten Ankara’da bir evi, kimseye muhtaç olmadan oturması için kız kardeşi Makbule Hanım’a, yine kimseye muhtaç olmadan oturması için bir evi de Fevzi Çakmak Paşa’ya vermiştir. Şu kadere bakın ki, Fevzi Çakmak Paşa’ya verdiği ev, Atatürk’ün ölümünden sonra Fevzi Paşa’nın elinden İsmet İnönü tarafından alınmıştır. Evden çıkması söylendiğinde Fevzi Paşa, Atatürk’ün kendisine verdiği tapuyu göstermiş, İnönü bu kez, evin bulunduğu araziyi istimlak ettirerek Mareşal Çakmak’ı evden yaka paça dışarı attırmıştır. Tipik bir ‘İnönü klasiği’dir bu.
Atatürk’e bağışlanan arazi ve binalar, birer hizmet kurumu olarak 13 yıl çalışmışlardır. “10 Haziran 1937 günü Trabzon’a gelen Atatürk, burada akşam yemeği sırasında şöyle dedi: ‘Bana bordro imzalatırlar ama ne para veren olur ne de paranın hesabını. Şu anda cebimde para yok. Benim zaten paraya ihtiyacım yok. Masrafım da yok. Bana milletim bakar.”
“Atatürk ertesi gün, Trabzon’dan başbakanlığa gönderdiği bir yazı ile bütün çiftlikleri ve üzerindeki taşınmazları Hazine’ye bağışladığını bildirdi. Çiftliklerden sonra, üzerinde kayıtlı diğer bazı taşınmazları da devletin ilgili kurumlarına bağışladı.” (Ali Güler, Sonsuzluk Yolcusu, 200)
ÖLDÜĞÜ GÜN, TARİH YARATMANIN ONURUNDAN BAŞKA BİR ŞEYİ YOKTU
Atatürk’ün mal varlığı listesini abarta abarta yazan ‘haçlı hizmetkârları’, işin şurada açıkladığımız millete hibe kısmına tek kelimeyle girmiyorlar. Listeyi verip bunu bahane ederek Atatürk’e sövüp sayacak kanı ve imanı bozuklar ekibini harekete geçiriyorlar. Kanı ve imanı bozuklar ekibinin‘yorumcular’ (!) korosu da haçlı üstatlardan meşk ettiği şarkısını söylemeye başlıyor:
“Vay be! Adam, neredeyse memleketin yarısına el koymuş!”
İlim namusuna uygun olarak konuşulup yazılsa mesele başka bir veçheye bürünecek ve Atatürk’ün, gözlerini hayata kapadığı anda hiçbir menkul ve gayrimenkulünün bulunmadığı, neyi varsa milletine bağışladığı ve bunu resmen tescil etmeden bu âlemden ayrılmadığı ortaya çıkacak. O zaman elbette ki şöyle dememiz gerekecek:
Atatürk, Hz. Peygamber’in, “Biz nebilere vâris olunmaz, arkaya ne bırakmışsak sada-kadır” yani ‘kamunun ortak malıdır’ sözüne uygun bir imanla hareket ederek arkaya, birilerinin vâris olacağı hiçbir şey bırakmamıştır.
Tarih kayıtlarının sadece bir kısmı verilip diğer bir kısmı örtüldüğü için gerçeğin yüzü gölgeleniyor ve neyi varsa son kuruşuna ve son karışına kadar milletine bağışlayarak bu dünyadan tıpkı dünyaya geldiği zamanki gibi ‘Meteliksiz Mustafa Kemal’ olarak ayrılan ölümsüz Gazi’nin bu mahviyetkâr-melamî yanı bir türlü ortaya çıkamıyor.
Bir millet; analarını, avratlarını, mabetlerini işgalci tasallutundan kurtaran adama böyle bir nankörlüğü nasıl reva görür? ! Akıl ve idrak bu soruya cevap bulamamanın çilesi içinde kıvranmaktadır.
ŞEKİL VE ÖZ
Şekil-öz, şekil-ruh veya kalıp-öz…
Varlık ve oluşta bir çelişki sırrının ifadeye konuluşudur bu… Sûfîler, zâhir-bâtın veya sûret-mânâ deyimlerini kullanırlar. Geçici ile süreklinin, iğreti ile ölümsüzün, aldatıcı ile gerçeğin, riya ile samimiyetin varlık ve hayat sahnesinde sergiledikleri didişme, bir polarite halinde, bu kavramlarla dile getirilir.
Tasavvuf düşüncesinde bu, yalnız ahlaksal planda bir tespit olarak kalmaz; evrensel-ontolojik planlara taşınır. Sûfizme göre, varlık bir ve tektir. Onun şekline, kalıbına, eşya ve çokluk; özüne ve ruhuna, Yaratıcı Kudret, Hak veya Allah diyoruz. Varlığın görünen yüzü halk, görünmeyen yüzü yani öz, Hak’tır. Ve tasavvufun ölümsüz ilkelerinden biri, bu noktada şöyle kristalleşir: En büyük sanat ve kemal, halkla Hakk’ı birleştirmektir. Varlığın Hak yüzüne bakmak tahakkuk (Hak’la beraberlik) halk yüzüne bakmak tahalluk (yaratılmışlarla meşgul olmak) adını alır. Sanatların sanatı, yüceliğin zirvesi, tahalluk ile tahakkuku birlikte yürütmektir ki, buna da taalluk (iki kutup arasında ilişkiyi kurmak) diyor sûfî düşünce…
İnsan, bütün büyüklüğünü, bu taalluku gerçekleştiren varlık olmasına borçludur. İnsan, halkla Hakk’ın ortasında durmakta ve bu ikisinin özelliklerini bünyesinde, aynı anda taşımaktadır. “Burada bir âlem, orada bir âlem; ben ortada, eşikte durmaktayım” diyor Mevlana Celaleddin.
İslam düşüncesinin zirvelerinden biri olan İbn Arabî (ölm. 1240) şekil-öz sırrını evrene uygularken şöyle düşünüyor: Esas olan, vechullah yani, Allah’ın yüzüdür. Öz odur. Görünen varlık, o özün büründüğü kalıptır. Özün, yarın bir başka şekle bürünmesi ne gariptir, ne de zor: “Her şey yok olur da, Allah’ın yüzü sürekli baki kalır.” (Kur’an, Kasas, 88)
Kısacası; şekil iğretidir, geçicidir ve sonuç olarak da araçtır. Böyle olunca, ruh maddenin değil, madde ruhun eseridir, demek gerekir.
Şekil-öz ayırımı, insan için de geçerlidir. İslam Peygamberi: “Bedenleriniz sizin bineklerinizdir. Onlara iyi bakın ki, sizi iyi taşısınlar” diyor. Beden çirkin değildir. Onu hor göremezsiniz. Ama süvariye tanınan onuru bineğe tanımak akıl işi olmayacaktır. Bu yüzden, Kur’an, insanın yüceliğini ve üstünlüğünü şeklin uzantıları olan renk, ırk ve nesepte yani, binekte aramaz; insanın niyet, hizmet ve sevgisinde yani, özde arar. Değerlerin kaynağı, binek değil, süvaridir.
ŞİŞELER VE GÜL SUYU
Şekil-öz meselesinde, Kur’an’ın tezi şudur: Amaç olan özün yerine araç olan şekli koymak, bir başka deyimle özü ikincil kılmak insanı iğretiye mahkûm eder, hiçliğe yenik düşürür. Şekilde, çokluk ve değişme esas olduğundan kavga ve didişme şekle bağlılığın ürünüdür. Şekil, şişelere; öz, şişelerin taşıdığı gül suyuna benzer. “Şişeleri kırın” diyor, büyük Mevlana, “kırın ki, peşinde olduğunuz şeyin bir ve aynı olduğunu göresiniz.” Bir ve aynı olan gül suyunu unutarak şişelerin boy ve renkleriyle uğraşmak, ne büyük zavallılık…
Hz. Muhammed; resmi mabet, din sınıfı ve din kisvesini insan hayatından çıkarmakla, insanlık tarihinin en büyük darbesini indirmiştir şekilciliğe. “Bütün yeryüzü bana ibadet-hane yapılmıştır” diyor. İnsan ruhunun, duvarlar arasına hapsedilmesine son veriştir bu. İslam Peygamberi, mabet süslemeyi, mabetleri görkemli yapmayı (yani mabetperestliği), dinde iflasın bir belirtisi sayıyor. Bize gösteriyor ki, eski toplumların din rahmetinden yarar-lanamamaları, mabet süslemeyi Allah’a yakınlık sanmaları yüzündendir. Ve gösteriyor ki, bu süsleme tutkusu, ruhsat yetersizliği ödünlemek için, nefs putunun işlettiği bir mekanizmadır.
Gönül mabetlerini ihya edemeyenler, gösteriş adına duvar ve minare dikseler de, kitleye sunacakları, yalnız hayal kırıklığı olacaktır. Soluk benizli çocukların, çöp yığınlarından çıkardıkları ekmek parçalarıyla karın doyurmaya çalıştıkları bir dünyada hangi mabet-ten, hangi duayı Allah’a yükselteceksiniz?
Velhasıl, özü esas almayanlar, insanı tanıyamazlar; insanı tanıyamayanlardansa hayatın beklediği hiçbir mutluluk olamaz.
Totem ve tabular
Freud’un ünlü eseri Totem ve Tabu’yu anlatacak değilim. Freud’un eserinden de söz edeceğim; ama esas anlatacağım o değil…
Totemizm ile ilgili görüşümüz ne olursa olsun, insanlık, totemi de totemizmi de artık çok gerilerde bırakmıştır. Fakat, acaba tabuyu, tabuları söküp atabilmiş midir? İslam Peygamberi’nin ölümsüz tespitiyle, açık şirk (totemizm ve benzerleri) bitmiştir, artık geri gelmez ama gizli şirkhep sürüp gidecektir. Başka bir deyişle, totemleri öldürdük, fakat tabular yaşıyor.
Totemleri, görünür putları parçalayan insanlık tabuları hep arttırmış, yoğunlaştırmış ve hayatına egemen kılmıştır. İnsanlık, dışındaki puthaneleri yerle bir etmenin bahtiyarlığını kutlarken onları iç dünyasında daha ihtişamlı bir biçimde kurmanın azabına yakalanmış bulunuyor.
Psikolog Wundt’a göre “tabu, insanlığın en eski yazılmamış kanunudur.” Ve tabu, günümüz normlarından çok daha etkilidir. Freud’un tanımıyla “Tabu, bir otorite tarafından dışarıdan yükletilen ve insanın en zorlu isteklerine karşı çevrilmiş olan ilkel bir yasaktır.” Tabuda negatif-pozitif, Wundt’un deyimiyle kirli ve kutsal halinde bir polarite, daima vardır. Yani tabu, ya bir emir olarak bizi baskı altında tutar ya da yasak koyarak. Buna, tabunun bir şeyden alıkoyma veya bir şeye itme rolü denebilir. Sonuçta o, Freud’un deyimiyle bir ‘kutsal korku’ halinde belirir.
Freud, kendine özgü tahrip dehasının bir uzantısı olarak, insanoğlunun düzen duygusu adına tutunduğu hemen bütün değerleri (vicdan dahil) , tabunun görünümleri olarak görüyor. Ona göre, ahlakî emirler (Kant’ın, teolojiyi üzerlerine oturttuğu kategorik emperatifler), tabu temeline dayalı belirişlerdir.
Tabunun iki şaşmaz niteliği vardır: Gerekçesizlik, kırılmazlık (istisna tanımazlık). Tabunun dikte ettiği yasak ve emir için gerekçe aranmaz. ‘Neden’ diye soramazsınız. Sorarsanız, bizzat siz, negatif bir tabunun konusu olursunuz. Çünkü tabuyu çiğneyenin kendisi de tabu olur. Tabu, istisnaî haller, zorunluluk gibi kuralı yumuşatan, delen veya kıran haller, durumlar kabul etmez. Öyleyse öyledir. Ölseniz de öyledir, kalsanız da. Gerekçe ve mantık, tabunun dünyasına yaklaşamaz. Freud, buradan hareketle, tabuyu izahta baskı nevrozu (compulsion nevrozu) nu esas almıştır.
KUR’AN, TABULARI YIKAN KİTAPTIR
Kur’an, insan hayatında emir ve yasakların, bir başka deyimle yükümlülüğün tabu ve baskıya dönüşmesini önleyen tedbirleri bizzat kendisi getirmekle, insanlık tarihinin en büyük devrimlerinden birini gerçekleştirmiştir. Çünkü dinin, insan hayatını cehenneme çeviren yozlaştırmaların âleti yapılması, yükümlülüğün tabuya dönüştürülmesiyle vücut bulmaktadır.Tabulaştırma, emir ve yasağı gaye haline getirmektedir. Oysaki emir ve yasaklar vasıtadır; gaye, hayatın devamı ve insanın mutluluğudur.
Emir ve yasakların tabulaştırılması, bizzat normu koyan ayetler tarafından önlenmiştir. Yasaklar veya emirler sıralanır; aynı ayetin sonunda ıztırar (hayatı zorunluluk) ilkesi getirilerek istisnaî hallere, zorunlu durumlara çıkışlar gösterilip tabulaştırma engellenir.
Kur’an’da tabu olmadığı gibi, Batı’nın klasik anlayışında yer aldığı şekliyle, dogma da yoktur.Buyruk o şekilde gönderilmiştir ki, onun önümüze koyduğu yoruma açık esnek yapı, hayatın çeşitli zorluklarına değişik zaman ve mekânlarda sayısız nüanslarla çare bulma fırsatı verir.Kur’an, ihtiyaç duyulacak reformu bizzat kendisi getirmiştir.
Tabulaştırmayı yıkan ilkelerden biri de şudur: “Dinde baskı ve zorlama yoktur.” (Bakara, 256) Fiil ve hareket, hür irade ve serbest niyetin ürünü olacaktır. Böylece, Kur’an, emir ve yasaklar planında bir baskı nevrozuna yol açılmasını önlemiştir. İnsanın tekâmülü ve kurtuluşu açısından,hür iradeye dayalı günahlar, baskı ve zorlama ürünü ibadetlerden daha değerlidir.
Kur’an; gerekçesi gösterilmeyen emir ve yasak koymaz. Her emir ve yasağın, her fiilin bir gerekçesi olmalıdır. Hayat ve ölüm bile, gerekçeye dayanmalıdır. “Ölen beyyine (gerekçe ve aydınlık) üzerine ölsün; yaşayan da beyyine üzerine yaşasın.” (Enfal, 42)
Tabulaştırmayı önleme açısından günümüz İslam dünyasına baktığımızda, manzara ürperticidir. Tabulaştırılan şahıslar, kurumlar, ekoller, devirler, kavramlar vardır. Ve bir türlü bitmeyen sefaletin sebebi de bunların varlığıdır.
GERÇEK VE GELENEK
Yalnız yolcular değil, yollar da yürüyor. Var olmak, sürekli yürümektir.
Engizisyon kahrı altında ezilen Ortaçağ Batı insanı, dünyayı hep yerinde duran bir küre olarak görüyordu. Hareket eden, dünya değil, sadece güneşti. Dünya dönmüyordu; dünya evrenin tam merkeziydi ve bir yere çakılı olarak duruyordu.
Varlık ve oluşu bir tespih (Yaratıcı’nın cezbesiyle sürekli yüzüş hali) faaliyeti olarak gören Kur’an: “Her şeyin uzayda yüzmekte olduğunu” (Yasin, 40) söyler. Yalnız dünya değil; güneş, ay, yıldızlar, galaksiler hep faaliyet, hep hareket halindedir. Makro plandaki bu hareket  mikro planda, atomlarda da aynen yürürlüktedir.
Yaratıcı Kudret, galaksilerdeki sırrı atomlarda da aynen korumuştur. O, bunu yapabilen kudret olduğu içindir ki, “İstisnasız her şey O’nu tespih etmektedir.” (İsra, 44)
Ne duran bir şey var ne de işi bitip hikâyesi noktalanmış bir oluş. Her an yeni bir söz söylen-mede, her an yeni bir evren oluşmada. Her an yeni bir doğuşun sancısıyla kıvranıyoruz. Bir sürekli oluş, bir durmaz-dinmez yürüyüş içindeyiz. “Bir şey ne ise odur” diyemeyiz. A, A’dır diyemeyiz; çünkü, bunu derken iki A arasına zaman girmiş, onları farklı hale getir-miştir. Kısacası, ölümsüz Heraklit’in dediği gibi, “Bir suda iki kez yıkanılmaz.”
Sürekli oluşu, ontolojik-metafizik plandan psiko-sosyolojik plana aktarırsak, Kur’an’ın esrarlı dünyalarından biriyle daha tanışırız.
Bu ikinci alanda da değişmeyen şey, gerçektir. Gerçeğin kendi (mânâ, hakikat) hep aynı kalır. Fakat gerçeğin formu (sûret, şekil) sürekli değişir. Bu yüzdendir ki, Kur’an, değişme fikrine inatla karşı çıkan ve “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz tavır ve tarzı izleyeceğiz” diyen Mekke müşriklerini yerer ve şunu sorar: “Ya ataları bir şey anlayamaz ve doğruyu yakalayamaz idiyseler?” (Bakara, 170)
Kur’an, hukuk alanında geleneğe (örfe) atıf yapar. (bk. A’raf, 199) Ancak bu, hukukta değişmezliği esas almanın değil, tam aksine, sürekli değişmeyi esas almanın ilanıdır. Kur’an, değişmezliğin ölçütü olarak fıtratı (yaradılışın değişmezleri) esas alır. Adalet, meşveret-şûra (cumhuriyet, demokrasi), bey’at (sosyal mukavele) değişmez ilkelerdir. Kur’an, bunları koyar ama bunların şekline yani uygulamanın nasıl olacağına değinmez, onu insana bırakır.
Şekil ve yöntemi, her toplum, evrensel gerçeklerden sapmamak üzere, kendisi belirleyecektir. Vahyin saptadığı yaradılış kanunlarını yoruma tâbi tutamazsınız. Ancak, sürekli değişmeyi durdurmamak ve gerçeği geleneğe boğdurmamak için de, şu ilke konmuştur: “Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi esastır.”
İÇTİHAT KUR’AN’IN RUHUDUR
Konumuzun en zorlu sorusu şudur: Gerçekle geleneği, yani sürekli değişmeyle fıtratı nasıl uyuşturacağız? Hem durup donmamak hem de değişme adı altında tahribe uğramamak, buharlaşıp dağılmamak için ne yapmalıyız? Hem sürekli akmak hem de eriyip tükenmemek nasıl mümkün olacaktır? Çare, yeni sentezlere gitmek başka bir deyimle içtihattır.
Sürekli gelişmeyle bu gelişmenin vücut verebileceği tahribin önlenmesini birlikte yaşatmak, içtihat ilkesini çalıştırmakla mümkün olur.
İçtihat, gerçeği zedelemeden oluşun seyrine yeni imkânlarla katılmanın biricik yoludur. O, bir ilim ve fikir gayretidir ki; insan, vahiy ve evren kitaplarındaki ayetlerin layıkıyla okunuşun-dan çıkarılacak sonuçları, birey ve toplumun hizmetine sunmamıza zemin ve malzeme hazır-lar ve bizi hayat ve insan gerçeğiyle çatışmaktan korur. Kur’an’ın zaman ve mekân üstü olu-şunun ancak içtihat sayesinde işlevsel kılarız. Bu bize, eşya ve olayları, Yaratıcı’nın istediği ve gösterdiği yönde şekillendirmenin bahtiyarlığını kazandırır ve insan tekâmülünde daha yeni aşamaları süratle aşmamızı kolaylaştıracak yolları önümüzde açar.
İçtihat; hayat, insan ve toplumun sürekli değişmesine sürekli cevaplar bulmanın ve Kur’an’ı hayata sokmak için yeni perspektifler ve sentezler keşfetmenin Kur’ansal yoludur.
Kur’an ahlakı
Kur’an ahlakı, Hz. Muhammed’in, Kur’an’ı yaşamasından doğan ahlaktır. Hz. Âişe’ye “Bize Peygamberimizin ahlakından bahseder misiniz?” dediklerinde o, şöyle demiştir: “Onun ahlakını tanımak için gidin Kur’an’ı okuyun; onun ahlakı Kur’an’ı yaşamaktan ibaretti.” O halde, onun sünneti de Kur’an’ın içindedir.
Sünneti Kur’an’da değil de Arap örflerinde arayanlar asırlardır hüsran gayyasında debelenmekteler. 
Evet, Hz. Peygamber, Kur’an’ın yaşayan modelidir. İslam düşünürlerinin kullandıkları bir deyimle, o, yaşayan Kur’an’dır. Bu gerçeğe işaret ederken o, şöyle buyurmaktadır: “Ben, ahlak güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.”
Aslında her Kur’an mümini bir ‘yaşayan Kur’an’ olmalıdır.
Kur’an ahlakının en önemli niteliği, Allah ile beraberlik şuuruna ulaşmaktır. Bu Kur’an gerçeği, yine Hz. Peygamber tarafından, ünlü Cibril hadisinde şu şekilde ifadeye konmuştur: “Her an, Allah’ı görüyormuşsun gibi hareket et. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir.” Çünkü “O, insana şah damarından daha yakındır.” (Kaf suresi, 7) Ve O, “Her nerede olursanız olun, O sizinledir.” (Hadîd suresi, 4)
Bu beraberlik, insanın ‘ilahlaşma’sı değildir ama ‘ilahîleşme’sidir. (bk. Âli İmran, 79)
Kur’an ahlakının ikinci temel niteliği, hayırda eylem olarak karşımıza çıkar. Kur’an ve Hz. Muhammed öğretisi; insanın, şerde hareketsiz kalmasını yeterli görmemektedir. Şerde faal olmamak, kemal noktası değildir. Kemal noktası, şöyle formüllendirilmiştir: “İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydalı olandır.” 
Hayırda aktivite, diğer adıyla insanlığa hizmet, Peygamber’in eşsiz beyanıyla, “halka hizmettir.” Halk, Allah’ın kulları anlamındadır. Tasavvufta, bu incelik şöyle dile getirilir: “Halka hizmetle Hakk’a hizmeti birleştirmek Muhammedî ahlakın özüdür.” Allah’ın kullarına sevgi ve hizmetle Allah’a sevgi ve hizmet birleştirilmeden olgunluk elde edilemez.
Hayırda faal olmanın çilesi, karşılıksız değildir. Sözünü ettiğimiz noktaya gelenlere Kur’an’ın bahşettiği bir sonsuzluk armağanı vardır: İnsanın tüm davranış ve düşüncelerinin ibadet oluşu. Hayat yolunu, bahsettiğimiz ölçüler içinde ve o niyetle yürüyenlerin, türküleriyle ibadetleri birleşir ve soluyuşlarından adım atışlarına kadar her şeyleri ibadet olur. İş o hale gelir ki,  “Dostunun yüzüne tebessüm, eşinle oynaşman bile ibadet olur.” (hadis)
ÖZGÜRLÜK VE SAMİMİYET
Kur’an ahlakının bir diğer niteliği de, hürriyet ve samimiyettir.
Hürriyete ve samimiyete oturmayan davranışlar, Kur’an’ın anladığı anlamda, ne ahlak olabilirler ne de ibadet. Kur’an’ın değer verdiği hareket, insan benliğinin bir aşk alakasıyla kucaklayabileceği ve “İşte bu, benimdir” diyebileceği davranıştır. Belirli kalıpların, gizli veya açık baskılarla, şuursuzca icra edilişi veya ettirilişi, Kur’an’ın kutsadığı şeyler değil, tiksindiği şeylerdir. İlke, evrensel ve ölümsüz bir güzellikte konmuştur: “Dinde zorlama ve baskı olmayacaktır.” (Bakara, 256) Baskı veya riya ile yapılanın dış görünüşü ibadet olsa da, gerçekte o, bir lanet vesilesinden başka şey değildir. Bu lanetli ibadet, insanı mümin değil, müşrik yapmaktadır. (Ayrıntılar için bizim Mâûn Suresi adlı eserimizin okunmasını öneririz.)
Hürriyet ve samimiyet ilkesi, bizi, bir başka Kur’an gerçeğine götürür: Riya, en tehlikeli dinsizliktir. Ve dinlerine riya bulaştıranlar, en zararlı dinsizlerdir. Riyakârlık, bizzat, Hz. Peygamber tarafından, ‘gizli şirk’ olarak nitelendirilmiştir. Bu demektir ki, gerekçesi ister sosyo-politik, ister, bireysel-psikolojik olsun, riya bulaşmış ‘ibadetler’ Allah’ın rıza ve rahmetini değil, öfke ve lanetini celp etmekten başka bir işe yaramazlar. Bu gerçeği iyi bellemek için Mâûn suresini iyi okumak ve üzerinde derin derin düşünmek lazımdır. Sözün özünü, dinin tebliğcisinden dinleyelim:
“Din, samimiyetten ibarettir.”
O halde, dinin sömürüsünü meslek edinen dincilik, zehirli bir dinsizlikten ibaret olacaktır.
EMEK VE KERAMET
Mucize ve keramet, kısa bir ifadeyle, doğaüstü hal, oluş ve belirişler olarak kabul edilir. Teo-logların bir kısmı, mucizeyle keramet arasında fark görmezken, diğer bir kısmı bu ikisini yapı ve hedef bakımından ayırırlar. İslam ilahiyatçılarının büyük çoğunluğu mucizeyi peygamber-lerden, kerameti velilerden zuhur eden olağanüstülükler diye ifadeye koyarlar. Ne var ki, aynı olay bir peygambere mal edilince mucize, bir veliye mal edilince keramet adını alabilmektedir.
Konuya Kur’an açısından baktığımızda varlık ve oluş, bütünüyle harikuladedir, hayranlık ve-ricidir, güzeldir, coşturucudur. Bunun zorunlu sonucu, Kur’an’a göre şudur: Varlık ve oluşu tanımak ve oluşa doğrudan katılmak en büyük mucize, en büyük keramettir. Bunu gerçekleş-tirmek ise beden ve düşünce faaliyetiyle olur. Kur’an buna amel (iş, eylem, hareket) demek-tedir.
Düşünülebilecek en güzeli ve en olağanüstüyü yakalamak, hareketle mümkündür. Varlık ve oluşu amel ve emek yoluyla incelemek, onunla kucaklaşmak ve Yaratıcı Kudret’le beraberliğe ulaşmaktır. Tasavvuf düşüncesi bunu ‘yaşadığımız anı işe çevirmek’ ve ‘Yaratıcı’nın faali-yetine katılmak’ olarak adlandırır.
İslam Peygamberi ve onu tarih içinde gerçek kişiliğiyle tanıyanlar, mucize ve kerameti varlık ve evrenin fethedilmesi ve oluşa katılmak şeklinde anlamışlardır. İşte bu yüzden, onlara göre, amel ve onun dayandığı emek, kutsanmaya birinci derecede layık olan değerlerdir. Hayat, insan ve tarihin motör gücü amel ve emektir. Yaratıcı Kudret’in; oyunu, daima amel ve emekten yana kullandığını, Kur’an diyalektiğinin bir özelliği olarak görüyoruz. Ve Hz. Peygamber’in ifadesine göre, düşünce (tefekkür), amel ve emeğin burcuna oturan bir numaralı değerdir.
GERÇEK KERAMET, DÜŞÜNCE VE EYLEMDİR
Amel ve emeğin bedensel olanının onurunu, “Allah ve Peygamberin sevdiği el, değer üretenin elidir” diyerek ifadeye koyan Son Peygamber, düşünceyi onurun doruğuna oturturken de şöyle konuşuyor: “Bir anlık düşünce bir yıllık ibadetten üstündür.” Bu yaklaşımın çok güzel bir belirişini, İslam mistiklerinden Bişr el-Hâfî’ye (ölm. 226/840) atfedilen şu anekdotta görebiliriz: Kendisinden, çoluk çocuğu için dua isteyen bir işçiye bu sûfî şöyle diyor: “Benden dua istemek yerine, çocuklarının yiyecek ve giyecek için seni sıkıştırdıkları anda, sen bana dua et. Çünkü senin o anda yapacağın dua benimkinden daha makbuldür.”Burada, geleneklerin ‘keramet’ sandığı değerin yerine emeğin, özellikle, karşılığını alamamış emeğin konduğunu görüyoruz.
Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in mucize ve kerametten anladıkları, kısaca, budur.
İnsanlık, deveyi Allah’a teslim etmek için onu bağlamanın gerekli olduğunu ilk defa Hz. Muhammed’den öğrenmiştir. Başıboş bırakılmış devenin Allah’a teslim edilemeyeceğini, anlayışının hareket noktası yapan bir sistemde insanın kaderi, insanın fiil ve emeğinden başka hiçbir şeye emanet edilemezdi. Ve edilmemiştir. Bu yüzdendir ki, Kur’an, Son Peygamberi bir amel, emek ve hareket sembolü olarak göstermekte ve Peygamberi, meleklerle dola-şan, kendisine gökten sofralar inen, ayakları yere değmemiş (bk. Furkan, 5-9) bir ‘olağanüstü varlık’ olarak görmeyi, putperestliğin niteliklerinden biri olarak değerlendirmektedir.
İnsanın değeri işiyle, emeğiyle yani insanlığa ve hayata kazandırdıklarıyla ölçülür. Tasavvuf tarihinin ‘önder’ diye andığı büyük sûfî Bağdatlı Cüneyt (ölm. 296/908), göstermeye çalıştığımız Kur’an kaynaklı gerçeği şu ölümsüz sözüne çok güzel sığdırmıştır: “Su üstünde yürüyebilen kişiler olmuştur. Fakat susuzluktan ölenler, gerçeği yakalama bakımından onlardan çok daha üstündür.”
Hayata ve insana hizmet için didinmenin ve düşünmenin susuzluğunu göğüslemek en büyük keramet haline geldiğinde İslam dünyası belini doğrultacak, insanlık dünyası daha aydınlık ufuklara yönelecektir.
Ekmeğe saygı
İslam Peygamberi’nin sözlerinden biri şöyle: “Ekmeğe saygı gösterin; çünkü Allah yeri ve gökleri ekmeğin önünde boyun eğdirmiştir.” (İbn Abdrabbih, el-Ikd el-Ferîd, 6/293)
Bu peygamber sözünü sıradan insan sözü gibi değerlendiren geleneksel yaklaşım, onu boyutlarından yalnız biriyle algılar ve ekmeği öpüp alnına koymakla işin içinden çıkacağını sanır. Oysa ki iş, bu kadar basit değildir.
Ekmeğe o tür bir saygı, bu hadisin dikkat çektiği İslam inceliklerinden yalnız biridir ve o da insana saygının bir uzantısıdır. Ekmek gibi aziz bir nimete dudağını silip çöpe atan ruhsuz ve gönülsüz bir kuşak, insana saygının farkında olmadığından ekmeğe saygıdan da habersizdir. Böyle olmasaydı, insanın ağzına koyduğu bir nimeti, temizlik için kullanıp çöpe atmayı insan onuruna hakaret sayardı.
Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’in kişilik ve öğretisini dikkate aldığımızda yukarıdaki hadisin anlam boyutlarından biri de, insanın rızkına ve rızkı elde etmek için dökülen tere, kısaca, emeğe saygıdır.
Kur’an’ın tetkikinden anlıyoruz ki, ekmeğe saygının yokluğu toplum bünyesinde iki görünümle ortaya çıkar: Emeğin sömürülmesi, ihtiyaçların sömürülmesi. “Dini yalanlayan kimdir?” sorusuna Kur’an’ın Mâûn suresinde verdiği cevap aynen şudur: “Kamunun mal ve imkânlarına musallat olan.” Dahası var: Bu musallatların kıldıkları namazlar onlara lanet olarak geri döner.
Ekmeğe saygısızlığı, şurada saptadığımız çerçevede düşündüğümüzde, İslam dünyasının, o arada ülkemizin durumu hiç de iç açıcı değildir. Şunu hemen söyleyelim ki, 2-3 Arap ülkesinin kumdan fışkıran petrodolar bolluğuyla define bulmuş şaşkın misali para sarf ederken kitlelere sundukları yapay ve geleceği belirsiz sözde refah, bu ülkelerde ekmeğe saygının varlığı anlamında yorumlanamaz. Ekmeğe saygı her hal ve şartta insana ve emeğe saygının bir uzantısıdır ve ne yazık ki, İslam ülkelerinde bu yoktur.
Türkiye özeline bakalım: Millî Mücadele’nin ölümsüz başbuğu ve Cumhuriyetin çileli mimarı Halâskâr Gazi’nin bu âleme veda edişinden beri görülen şudur: Her geçen gün milli gelirin genelde yükselmesine ve ülke şöyle veya böyle birtakım aşamalar kaydetmesine rağmen, büyük kitlenin sofrasından her gün bir şeyler eksilmekte ve kuşaklar daha az beslenir duruma düşürülmektedir.
Fırsat eşitliği her gün büyük kitle aleyhine bozulmaktadır. Gel gör ki, politika, makro planda ve kâğıt üzerinde hesaplar yaparak ‘fert başına milli gelir artışı’ndan söz eder durur. İşin gerçek yüzü şudur: Sayıları elliyi, yüzü geçmeyen şirketlerin kasalarına akan para, elli milyona bölünmekte ve fert başına milli gelir hesaplanmaktadır. Ama biz biliyoruz ki, büyük kitlenin sofrasına bu ‘milli gelir’den bir zeytin tanesi bile gitmemektedir.
EKMEK DE KELİMEİ ŞEHADET GİBİ KUTSALDIR
Ekmeğe saygısızlık bahsinde bir noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor: Büyük kitle, politik sömürünün yarattığı bir yığın umacının saldırdığı dehşetle tir tir titretilmekte ve dinsel duyguları sömürülmektedir. Slogan şudur: Ya din ve mukaddesat ya ekmek ve fırsat eşitliği. Dün kendisine Allah demeyi yasakladıkları kitleye bugün, şeriat satıyorlar. İnsanımıza öğretilmelidir ki, din ve mukaddesatın gereklerinden biri, belki de birincisi, insanın ekmeğine ve alın terine saygıdır. Dinden maksat İslam’sa, o bize şunu haykırmaktadır: Kelimei Şehadetiniz kadar ekmeğiniz de kutsaldır…
Ekmeği ve alın teri acımasızca talan edilen yığınlara cami avlularında makarna ve bulgur dağıtmayı paylaşım diye pazarlayanlar, çeşitli yollarla haklarını yedikleri kitlelere kendilerini merhamet kahramanı, hatta çağdaş evliya diye alkışlatmayı da başarabilmişlerdir. Bu şeytanlığın sürekliliğini sağlamak için, kitlenin gerçek İslam’ı öğrenmemesi uğruna sergilenen oyunlar ise kahır ve zulümlerin en zehirlisidir.
Durum budur, zulüm de budur… Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Ekmeğine saygısızlık edilen kitleler, ekmeğe saygının, yoldaki kırıntıyı öpüp alna değdirmekten öte anlamlar da taşıdığını ne zaman öğrenecekler? Ve Allah ile aldatanlara ne zaman soracaklar? Bize, cennetten köşk vaat etmeyi bırakın da hakça ve insanca bir paylaşımı ne zaman getireceğinizi söyleyin!
Bir 10 Kasım yazısı: ‘Herkesle ve hiç kimsesiz önder!
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’süz bir 10 Kasım daha yaşadık. Onsuz kalışın acısını en derinden hissettiğimiz bir 10 Kasım oldu bu… 
Halâskâr Gazi’yi bu fani âlemden ölümsüzlüğe uğurlayışımızın üstünden 74 yıl geçti. Bu yıllar boyunca ona hasretimiz de büyüdü, onsuzluktan kaynaklanan dertlerimiz de… Bu hasret ve bu dertler büyümeye devam ediyor, devam edecek. 
Dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmeler gösteriyor ki, onun yeri ne bu ülkede ne de dünyada, daha uzun yıllar doldurulabilecek. Yüz yıl, belki iki yüz yıl o boşluk ve o boşluğun yarattığı derin ıstıraplar sürüp gidecek. Bu ıstırapların bitmesi için insanlığın onu anlaması lazım. Ne yazık ki, insanlık onu anlamış değil, yakın zamanda anlayacağa da benzemiyor. “Büyük bir askerdi” deyip geçiveriyorlar. 
Atatürk bu kadar mıydı? Hayır, asla! 
Onu anlamayan insanlık, onunla ilgili konuştukça bir gerçek daha belirginleşiyor:
Atatürk, yaşarken yapayalnızdı, şimdi de yapayalnız. Bu yalnızlık tarihin bir benzerini tanımadığı bir yalnızlıktır. 
İnsanlığın en muhteşem mistik mirası olan tasavvufta, yaratıcı ve tarih yapıcı ruhun kaderini ifade eden ölümsüz bir söylem vardır. Farsça orijinaliyle şöyle: 
“Bâ heme vo bî heme.” 
Türkçesiyle şu demek:
“Hem herkesle hem de hiç kimsesiz.”
YARATICI RUHUN ARKADAŞI OLMAZ
Büyük ruh, işte böyle bir benliktir. Hem hep kitlelerle birlikte olur hem de yapayalnız, bir başına yaşar. Bu ölümsüz söz, Atatürk kadar çok az insanda yerine oturur. Atatürk’ü iyi tanıyanlar itiraf eder ki, bu söz âdeta Atatürk için söylenmiş bir sözdür. Bendeniz, Atatürk’ü anlatmak için yazdığım ‘Atatürk Gerçeği’ adlı eserimin alt adı olarak bu sözü seçtim: ‘Herkesle ve Hiç Kimsesiz’
Kurtuluş Savaşı boyunca o herkesle ve herkes onunla. Aydınlanma savaşı boyunca hiç kimse onunla değil ve o, hiç kimsesiz. ‘Atatürk’ün arkadaşları’ tabiri kısmen ve çok az yanıyla doğrudur. Gerçeği tam ifade etmez.Çünkü yaratıcı-tarih yapıcı Atatürk’ün arkadaşı falan yoktur, olamaz. Hiçbir yaratıcı ruhun arkadaşı yoktur ve olamaz. Olursa o ruh yaratıcı ruh olamaz. Yaratıcı ruh için ‘arkadaşları’ sözü laf ola beri gele türünden bir sözdür. Bizzat Atatürk’ü  dinleyelim:
“Millî Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan bazıları, millî hayatın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet kanunlarına kadar gelen gelişmelerinde kendi fikir ve ruhlarının kavrama sınırları bittikçe bana direnmişler ve muhalefete geçmişlerdir. Ben, milletin vicdanında sezdiğim büyük ilerleme kabiliyetini bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak, peyderpey bütün içtimaî heyetimize tatbik ettirmek mecburiyetinde idim.”
Atatürk’ün, edebiyat tarihimiz açısından da bir şaheser olan Nutuk’u, birçok seçkin niteliği yanında ‘Herkesle ve hiç kimsesiz önder’in bu paradoksal kaderinin de anlatımıdır. İhanetler, aldatmalar, hıyanetler, suikastlar, riyakârlıklarla çevrilmiş ama biraz da sevdalar, aşklarla dolu bir yalnızlığın bizzat yaşayanın diliyle anlatılmış bir tarihidir Nutuk.
Kör döğüşü
İki yüzüyle de karanlığı ve inadı temsil eden çift başlı bir canavarın huzur kaçırıcı horultularını dinleyerek büyümek talihsizliğine uğramış bir kuşağın çocuklarıyız. Canavarın iki başı, fakat karanlığa, çirkefe, musibete ve ruh dengesizliğine kaynaklık eden tek benliği vardı. Biri, çağdaşlık yaftalı inkâra, ötekisi ‘iman’ yaftalı inada dayalı olarak iş gören materyalist ve dinci yobazlıktan bahsediyorum, sevgili okuyucular.
Bunların biri haykırıyordu: “Allah var mı? Varsa, hadi bize şeker ver, deyin de versin bakalım.” Allah’la rulet makinesini bir gören ilkelin en sefili bir mantıktı bu. Öteki, şöyle sesleniyordu: “Allah’ın varlığı hakkında soru sorduğun için kâfir oldun, cehenneme gideceksin.”
Bu iki ilkel, köprünün üstünde karşılaştılar ve biri ötekine sordu: “Yağmuru kim yağdırıyor?” Ve beriki cevap verdi: “Yağmur, yerküredeki suların buharlaşarak yükselmesi ve atmosfer şartları altında yoğunlaşarak su halinde tekrar yere düşmesi olayıdır.
Ne demek, kim yağdırıyor?” Bu kez öbürü kükrüyordu: “Böyle şey olmaz! Yağmuru Allah yağdırır. Sen bunu inkâr ettiğin için kâfirsin.” Ve kavga, bu minval üzere sürüp gitti. Bu arada olan, köprünün açılmasını bekleyen diğer insanlara oldu. Yol tıkanmıştı. Beklediler, beklediler. Ve hâlâ bekliyorlar. Çok köşeli örneklerle ifadeye koyduğumuz bu didişme, aslında bir kör döğüşü, bir inat, bir illetti. Zararını günahsız kuşakların çektiği bir illet.
Kur’an, bu tip illetlere yol açan dengesizlikleri ortadan kaldıran, mutlu yaklaşımların kitabıdır. Az önceki yağmur kavgasına dönelim. Yağmur, birinci yobazın dediği şartlar altında yağar. Ancak bu düzeni koyan ve sürdüren bir Yaratıcı Kudret vardır. Ona, Allah diyoruz. Allah, varlık ve oluşa aynı sebepler ve şartlar altında aynı sonuçları doğurmak üzere bir düzen koymuştur. Kur’an buna fıtrat (yaradılış) ve sünnetullah (Allah’ın tavrı ve tarzı, tabiat yasaları) demekte ve eklemekte: “Sünnetullahta değişme ve bozulma bulamazsın.” Evet, sünetullah, yağmuru yerküredeki suların buharlaşıp yükselmesi ve atmosfer şartları altında yoğunlaşarak tekrar yere inmesi olayı olarak düzenlemiştir.
Sünnetullah, suyun 100 derecede kaynamasını belirlemiştir… Kur’an, işi burada da bitirmiyor. Sünnetullahın, atomdan galaksilere kadar tetkik edilmesini, insana, bir görev olarak yüklüyor. Ve bundan da ilginci, insanı bu görevini yerine getirirken tamamen özgür bırakıyor. Bu özgürlüğü kutsuyor. Sünnetullah, Kur’an’a göre, bir ayetler (Yaratıcıya götüren işaretler) düzenidir. Kur’an ayet-lerden oluştuğu gibi insan ve evren de ayetlerden oluşur.
Ve Kur’an, kendisini de insan ve evreni de kitap olarak nitelemektedir. Ayet, varlık ve oluşta insanın araştırmasına açılan her şeydir. Gece karanlığı, kelebek kanadı, fosiller, kelimeler, renkler, atomlar, yıldızlar ve galaksiler birer ayettir. Kur’an, bunların tümünün tetkik edilmesini insandan istemektedir.
İKİ YOBAZIN GÖREMEDİĞİMATERYALİST veya inkârcı yobaz, pozitif bilimlerin tespit ettiği düzen içinde işleyen varlık ve oluşun arkasındaki şuurlu Benlik’i yani Yaratıcı Kudreti göremiyor, görmek istemiyor. Çünkü bu, çileli bir iştir. İnsana yükümlülükler getirir. İnsandan bir şeyler ister: Sevgi ister, acımak ister, bazen gözyaşı ister. Kafa yormak kadar, gönül yormaya da çağırır.
İnsanın, yemlenip suyunu içerek bir köşede uyumasına karşı çıkar. Kısaca, ekmeğe ve suya sığınarak ömür tüketmeyi iğrenç bulur. Dinci yobaz ise Yaratıcı Kudret’in varlık ve oluşa, hür iradesiyle egemen kıldığı kanun ve ilkeleri görmek istemez. Çünkü bunu görmek, Kur’an’ın, “Varlığı atomdan galaksilere kadar inceleyin, araştırmak ve düşünmek en büyük ibadettir” yolundaki direktifine kulak vermeyi gerektirir. Böyle bir şey ise çalışmak, didinmek, ter dökmek, kısaca, çile çekmektir. Yemini ve suyunu alıp “Her şeyi Allah yapıyor, Allah’ın işine karışılmaz” diyerek tatlı rüyalara dalmak varken, dikenli, ıstıraplı yollara vurmak niye? 
Böyle düşünür, din yobazı. Yüzyılımızın insanı, o arada bizim insanımız kör döğüşünden çok çekti ve çekmektedir. Daha acısı şu: Dinci ve dinsiz yobazlığın ürettiği ıstırap artarak devam etmektedir. Çünkü dünyayı sömüren emperyalist güçlerle onların güçsüz ülkelerdeki piyonları çıkarlarını bu ıstırabın devamında görmekteler.
İman ve körlük
Alman filozofu Kant (ölm. 1804),  “İmana yer bulmak için aklı aradan çıkarmak zorunda kaldım” diyor. Kant’tan 30 yıl sonra ölen vatandaşı büyük Protestan ilahiyatçı Schleiermacher, aynı düşünceyi benimsemiş olacak ki, imanı ‘şartsız bağımlılığın hissedilmesi’ diye tanımlamıştır.
Hıristiyanlık açısından bakıldığında tutarlı olabilen bu yaklaşımı, Kur’an öğretisi açısından savunmak mümkün değildir. Kant’ın akıl ve bilim alanı 
(fenomen âlemi) ile vicdan ve iman alanı (numen âlemi) diye iki ayrı âlem kabulü, Kur’an’ın, düşünce, fiil ve varlığı bir gören tevhit (birlik) anlayışına uymaz. Kur’an’a göre imanla ilim, (vahiy ile akıl) aynı varlığın, gerçekte bir ve bölünmez olan realiteye bakışının değişik aşamalardaki adlarıdır. Tevhidin en esaslı anlamı olan bu idraki, dinci yobaz asla telaffuz etmez. Ona göre, tevhit, Müslümanların birliği, beraberliğidir. Bunu duyan da sanır ki, yobazın dünyasında bu birlik ve beraberlik gül gibi sağlanmıştır. Nerede? Akıl ile vahyin birliğini tevhit dışında gören kafanın insanların birliğini sağlaması mümkün mü? Mümkün olamadığını tarih gösteriyor.
Akıl ile vahiy, ilimle iman birbirini tamamlamak ve realiteyi kavramada güç birliğine varmak durumundadırlar
. Elverir ki, biri ötekine ilahlık taslamasın, herkes haddini bilsin… Bunların birini benimsemek için, ötekini inkâr gerekmez. Aksine, bunların birinin, hedefine tam varabilmesi ötekini ihmal etmemeyi zorunlu kılar. Bunun içindir ki, Kur’an, yüzlerce ayetinde doğrudan veya dolaylı olarak, aklı kullanmaya, düşünmeye, araştırmaya çağırmakta ve bu faaliyeti, insanoğlunun en değerli faaliyeti olarak kutsamaktadır. Ve bunun içindir ki, Kur’an, 15 asır gibi uzun bir zaman önce Arap Yarımadası gibi bir kum okyanusunun ortasında hitap ettiği Peygamber’e (ve elbette ki onun kişiliğinde bütün insanlığa) ilk buyruğunu “Oku” olarak yöneltmiştir. Kur’an ile yakınlığı olanlar iyi bilirler ki felsefeden güzel sanatlara, din ilimlerinden deneysel bilimlere kadar her bilim ve düşün faaliyeti bu “Oku”ya dahildir. “Oku”nun kitabı olan Kur’an’ın, adı bile okumak anlamına geliyor.
Kur’an’a göre, varlık, iç içe üç kitap oluşturur: Vahiy, insan ve evren kitapları…
 Bu üç kitap, ayetlerle doludur. Bu ayetlerin tetkiki, çeşitli bilim ve disiplinler tarafından yapılır. Ayetlerden hiçbirinin tetkiki ötekinden ne az ne de çoktur. İlim, mutlak değerdir. Bir Kur’an ayetini tetkikle, mesela bir fosil, çiçek, yıldız ayetini tetkik arasında hiçbir fark yoktur. Bunların hepsi, iman sırrının, hedefini yakalamasına yardımcı olacaktır. O halde, ilimde yükseliş ve düşüncede derinleşme, imanda aydınlığın artışı demektir.
Kur’an, imanı, ‘kutsal’ adı verilen bir kuvvet veya mekanizmaya bağlanarak dış dünyaya, aklın el attığı varlık ve oluşlara gözü kapatmak olarak görmemektedir. İslam’da akıl-vahiy ilişkilerini incelediği ‘Revelation and Reason in Islam’ adlı eserinde İngiliz yazarı Arberry şu sonuca varmakta zorluk çekmemiştir: “İslam, bir dini dogmalar sistemi olmaktan daha fazla bir şeydir.”
 Çünkü onun kaynağı Kur’an, dogmayı, aklın ve araştırmanın elini-gözünü bağlamak için değil, bilime kol-kanat takmak için devreye  sokmaktadır. Bu onun, diğer dinlerle en belirgin farkıdır.
Tanrısal isimlerden biri de Hak’tır. Kur’an, aynı anda hem Yaratıcı Kudret’e hem de varlığa Hak demektedir. Yine Kur’an’ın anlayışına göre bizim kuşattığımız âlem (insanın iç dünyası) ile bizi kuşatan âlemi (dışımızdaki dünyayı) dolduran sırların tetkiki, Hak’ın iyice tanınmasını sağlayacaktır. (Fussılet, 53) Yani, varlık ve oluşun sırlarını çözmek Yaratıcı Kudret’in sırlarını çözmek olacaktır.
 Kur’an’ın, varlık ve oluşu tetkike çağıran ayetleri, Allah’a imana çağıran ayetlerinden az değil. O halde, Hakk’a imanın, Hakk’ın bir görünümü olan varlık ve oluşun incelenmesinden yani aklın faaliyetinden çekinmesi anlamsızdır. Çünkü varlıklar Hakk’ın zıddı (bâtıl) değildir. (Âli İmran, 191)
İman körlük değil, beyyine (delil, bilgi) üzere yaşamanın ilanıdır. (Enfal, 42) Beyyineden uzak düşmek, körlüktür. Ve “Bu dünyada kör olan öbür dünyada da kör olacaktır. En berbat sapık da odur.” (İsra, 72)
Demek oluyor ki, iman sadece bir ahlak alanı değil, aynı zamanda bir bilgi alanıdır.
 Bilgiyle kucaklaşmayan, akıl alanında ayağını sağlam noktalara basamayan, varlık ve oluştan kaçan bir iman Kur’an’da kendisine yer bulamaz. Varlık ve oluşla kucaklaşmak, şüpheye düşmek pahasına da olsa göz ardı edilemez. Kaldı ki, varlığın tetkiki şüphe olmadan gerçekleşemez. Şüphe denemesini yaşamadan kesinliğe ulaşmak mümkün değil…
Özetleyelim: Hiç kimse, Kelimei Şehadet’i ezberlemekle iman şerefinin doruğuna oturduğunu sanmasın. Bu şeref, imanı; çile, ıstırap ve eylemleriyle ispatlayanlarındır. O da, hem kendini hem evreni fethetmekle gerçekleşir.
Atatürk sadece asker mi?
Şu söz, çoğu insanın sadece asker olarak gösterdiği Atatürk’ündür:
“Hiçbir zafer gaye değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük olan bir gayeyi elde etmek için vasıtadır. Gaye fikirdir.  Bir fikrin istihsaline dayanmayan zafer yaşamaz.” (Şevket Süreyya, Tek Adam, 3/505)
Bu sözler, bir askerin değil, bir filozofun hem de idealist bir filozofun sözleri olabilir. Dahası, bu sözler, bir mistik-hümanist filozofun sözleri olabilir. Ama biz biliyoruz ki bu sözler Atatürk’ün sözleridir.
Atatürk denince hepimizin aklına askerlik gelir. Bunu devlet adamlığı ve siyasetçilik izler. Çoğumuz Atatürk’ün çağrıştırdığı değerler konusunu burada kapatırız. Zaten bu ilk üç alanda öylesine kuvvetlidir ki Atatürk, onu bir başka alana daha çekmek insanın zihnine zor gelir. Oysaki Atatürk, daha birkaç alanda büyüktür, örnektir, yaratıcıdır. Bu ‘öteki’ alanların başında kültür ve düşünce alanı gelir. Başka bir deyişle, düşünce derinliği, filozofik kişilik. Bir kere, şu gerçeği görelim:
Milli Eğitim Bakanlığı’nın yaptığı araştırmaya göre, Atatürk, 10 bin civarında kitap okumuş. Atatürk tarafından kenarlarına notlar, eleştiriler, açıklamalar konarak okunan kitapların dökümü şöyle: 1233 tarih, coğrafya ve biyografi, 121 felsefe, 161 din, 387 dilbilim, 261 askerlik, 204 siyasal bilimler, 150 hukuk.
Bitmedi. Yurt içinde yaptığı tüm gezilerde, okuyacağı kitaplardan birkaç sandık yanına alıp götürürdü. (Cumhuriyet, 9 Aralık 2004) Devam edelim:
NUTUK’U YAZAN BENLİK, SADECE ASKER OLAMAZ
Gazi’nin kimlik kodlarının tümünün tecelli alanı bulduğu tarihî eser Nutuk’tur. Nutuk, bazı Atatürk düşmanı mecnunların iddia ettikleri gibi, ‘Atatürk’ün hatıratı’ değildir. Aynı anda tarihî, edebî, felsefî, siyasî bir eserdir. Hemen ekleyelim, edebî yönden baktığımızda, Nutuk, Osmanlıcanın en selis ve seçkin kullanıldığı ender eserler arsındadır. Kısa cümleleri birer edebî söylem gibi yerine oturmaktadır. Ama iş bu kadar değildir. En girift meselelerin ele alındığı en koyu Osmanlıca cümlelerin bazıları son derece uzundur. Bu uzun cümlelere, dikkatle ve eleştirel gözle baktım; hiçbirinde en küçük bir anlam kayması, en küçük bir içinden çıkılmazlık yoktur. Murat ve maksat, en kısa cümlelerdeki vecizlik ve selislikle ifade edilmiştir. İsmail Arar’ın şu tespiti derin bir hakikatin ifadesidir:
“Türk hitabet sanatının erişilmesi en güç ve en güzel örneklerinden biri de Nutuk’tur.” (Sinan Meydan, Nutuk’un Şifreleri, 73)
Gazi, Fransızcayı iyi bilirdi. Atatürk’le, 1928 yılında İstanbul’da 7 saat süren uzun bir görüşme yapan Fransız gazeteci Henri Beraud, Le Petit Parisien’in 7 Ekim 1928 tarihli nüshasında yazdığı uzun makalede Atatürk’ün değişik yönlerini anlatırken şunu da söylemiştir:
“Tuhaf bir hoşluk ve alaycı bir tavırla, dilimizi çok rahat ve aksansız kullanıyordu.” (ABE, 22/215)
Fransızcayı böylesine güzel konuşmasına rağmen, Fransızca konuşan gazetecilerin çoğuyla, tercüman aracılığıyla konuşmayı tercih etmiştir. Bu da Atatürk’ün örnekleştirdiği bir devlet adamı ciddiyeti, bir Türklük gururu idi.
Atatürk Arapça biliyor muydu? Birçok din hocasından daha iyi biliyordu ve bunu kendisi de ilan ve itiraf etmiştir. Dinci ve dinsiz yobazlar bu gerçeği saklarlar. Onlara göre, Atatürk’ü ‘Arapça biliyor’ göstermek onu örtülü biçimde ‘dindarlaştırmak’ olur. O halde, Atatürk’ü Arapçanın A’sını bile bilmeyen bir adam olarak tescil etmek lazımdır.
Atatürk, İzmir İktisat Kongresi gibi önemli bir toplantıda şöyle diyor:
“Ben Arapça bilmem, fakat Arabistan’da bulunduğum için anladım ki, Müftü Efendi’den daha çok biliyorum Arapçayı… Nasara yensuru. Bilirsiniz ki, bunu hepimiz okuduk ve ben de senelerce okudum, hâlâ öğrenemedim. Ve ben mi öğrenemedim? Medreselerde okuyanlar da çok iyi bildiklerini iddia edemezler.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 15/96-97)
Konuşmalarında birçok ayet ve hadisi özgün metinlerinden okuyup büyük bir vukufla tercüme ederek yorumladığını görüyoruz. Bu, Arapça bilmeden yapılamaz.
Boyutlar sonsuzdur
Bilmekle, hemen bilmek aynı şey değil. Bilgiye saygıyla, bildiğimizi ilahlaştırmayı birbirine karıştırmamalıyız. Hemen anlamak iddiası bizi hayatın ve gerçeğin esası yerine, oluşun arkada bıraktığı atıkları kutsamak gibi bir çaresizliğe mahkûm edebiliyor. Soylu beyinlerin yola çıkış sorusu hep şu olmuştur: Biz neyi, ne kadar bilebiliyoruz? Yalnız şu anda bildiğimize inanırsak, bilgimiz nasıl büyüyecektir?
Çapı milyonlarca ışık yılı uzunluğunda, evren denen bir kürenin parçalarıyız. Üstümüzde, ötelerde sayısını henüz tam bilemediğimiz kadar boyutlar var. Sonsuz planlardan acaba, kaçının sırrına mahremiz? Biz bir geçiş noktasında bulunuyoruz. Üç boyutlu bir âlemin, âdeta, mengenesindeyiz. Oysaki, boyutlar sonsuzdur. Bizi aşan sayısız varlık ve bilgi planları var. Bugün parapsikoloji, spiritoloji, tecrübî psikoloji çalışmaları gösteriyor ki, sadece insanın değil, tüm canlıların pozitif bilimlerce saptanan yapılarının ötesinde realiteler vardır. Bunlar bizi, determinizm kavramımızı değiştirmeye zorluyor. Sebep-sonuç sistemi yepyeni boyutlar kazanmaktadır. Canlı organizmayı ve hayatı anlamak için laboratuvarla teşrih masasının yetmediği anlaşılmıştır. Çünkü bunlar, “Bize hayatı ve mesela insanı tanıt” dediğimizde onu önce yüzlerce parçaya bölüyor yani, ortadan kaldırıyor, ondan sonra hakkında bilgi veriyorlar. Oysaki biz, hayatın geride bıraktığı kadavrayı değil, hayatın kendisini tanımak istiyoruz. Duyular üstü idrake kapılarını kapatan, yani, körlüğü arkadaş edinen bilim, bu konuda bize fazla bir şey söyleyemiyor. Kur’an, belki de, bu körlüğe çatmak için, şöyle diyor: “Andolsun, insanı biz yarattık ve iç dünyasının ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona, şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16)
Yaratıcı Realite, işte bu sesin çeşitli kanallardan renk ve desenlerle bize kazandırdığı duyular üstü bilgilerle yakalanabiliyor. Zekânın ürettiği bilgileri onlarla birleştirdiğimiz zamandır ki, gerçeğin sınırsız ufuklarına doğru yükseliyoruz. Bu tavrı bir gerilik ilan eden materyalist yaklaşım, onca ter döktükten sonra, bugün, karaladığı dinin değil, kendinin iflasını seyrediyor.
Görmek ve dokunmaktan gayrı hiçbir şeye güvenmeyen bir bilim, realiteyi yakalamak için bizi, her şeyi inorganik kütlelere çevirmek zorunda olan zekâya teslim ediyor. Oysa ki, büyük Bergson’un da dediği gibi, “Zekâ, cansız âletler yapmak ve kullanmakta usta olmasına ve geçtiğimiz yollar hakkında söz söyleyebilmesine rağmen geçilecek yollar hakkında söylenecek söze sahip değildir.”  İnsan, görüneni izahla yetinecek kadar basit bir susuzluk içinde değil; varlığın esasını, göklerdeki senfonileri anlamak isteyen derin bir hasretin kucağındadır.
BÜYÜK BİLGELERİN ORTAK İDRAKİ
Yaşadığımız yıllar, duyular üstü bilgilere ve kaynaklara tiksinerek bakan bir bilimin insanı ortada bıraktığını fark eden ruhların, klasik tavırları sarsan çalışmalarına tanık olmaktadır. Zaman dilimimiz, “Yaratıcı faaliyet, bilim ve onun metotlarıyla açıklanamaz. Bu faaliyet bir şuuraltı faaliyetidir” diyen Koestler’i, sosyal mekânın coğrafî mekândan farklı olduğunu gösteren bir Sorokin’i, sosyal zamanın matematik zamandan farklı olduğunu gösteren bir Gurvitch’i, psikolojik zamanın matematik zamandan farklı olduğunu gösteren bir Einstein’ı, Ouspensky’yi, Muhammed İkbal’i, nedensellik ilkesi yerine, yaratıcı hamleler ilkesini koyan ve “ Determinist yaklaşımdan insan ve hayat hakkında total açıklamalar beklenemez.” diyen bir Jung’un yaşadığı zaman dilimidir.
Yakınlarda yazdığı kitabı şu anda elimde olan Prof. Dr. Michio Kaku, ‘Hyperspace’ adlı muhteşem eserinde “Şu an itibariyle evrende on boyutu tespit etmiş bulunuyoruz” demekte ve eklemekte: “Görünenle öz aynı şeyse bilime ne ihtiyaç var?!” Bütün bunların anlamı, hayatı tanımada bilim yaftalı inadı kırıp ‘ötelerden gelen ses’e kapıları aralamanın kaçınılmaz olduğudur. Aksini düşünmek, Henry Clausen’in şu anlamlı yakınışını daha uzun süre tekrarlamamıza neden olacaktır:
“Pozitif ilimler, hayatımızın maddesel yanını geliştirdiler, fakat, ruh ve ahlak yanını ilk çağların karanlık çukurlarında yüzüstü bıraktılar. İnsan, günümüz toplumunda hayvansal ve sefil tabiatını konuşturmaya devam ediyor. Bu gidiş ancak, insanı insana düşüren farklılıkların -dinsel farklılıklar da dahil- ortadan kaldırılması ve insanlığın bir yüksek ruhsal plana ulaştırılmasıyla durdurulabilir.” (Clausen, Beyond the Ordinary, 39)
Efendi değil, arkadaş peygamber
Basımda olan ‘Din Maskeli Allah Düşmanlığı: ŞİRK’ adlı eserimizde ele alınan tüm konular bağlamında en büyük Kur’an devrimlerinden biri de Hz. Muhammed’in, İslam’ın çekirdek nesli olan iman arkadaşlarıyla ilişkilerinin, bir benzeri görülmemiş düzenlenme şeklidir. Bu düzenlemenin özellikle şirk bağlamında çok dikkatle değerlendirilmesi gerekir.
Kur’an, hiçbir yerinde, ima ile bile olsa, Hz. Muhammed’i geleneksel İslam’ın kullandığı ilahlaştırıcı, toplumdan tecrit edici, farklılaştırıcı ifadelerin hiçbiriyle anmamakta, tanıtmamaktadır. Bu tür ilahlaştırıcı veya ilahlaştırmayı çağrıştırıcı ifade ve tavırları, bizzat Cenabı Peygamber’in çok sert biçimde yasaklayıp kırdığını, anılan eserin muhtelif yerlerinde gösterdik.
Örneğin, ‘Efendimiz’ tabiri. Hz. Peygamber, arkadaşlarının kendisine “Efendimiz” (seyyi-düna) diye hitap etmelerini şiddetle yasaklamış, bu ifadeyi kullananların imanlarının gereğine göre değil de şeytanın keyfine göre konuştuklarını söylemiştir. Onun bu tavrı (sünneti diyelim), Kur’an’ın 10’a yakın ayetinin fiilî tefsiridir.
Evet, Kur’an, Hz. Muhammed’i hitap ettiği ve ahlaklarını ilk elden inşa ederek insanlığa örnek modeller olarak eğittiği muhataplarının efendisi, üstadı, hazreti, yücesi, şefaatçisi vs. olarak anmamaktadır. Onun arkadaşlarıyla münasebetlerinde ona tek sıfatla hitap etmektedir:Arkadaşınız. İniş sırasıyla 7. sure olan Tekvîr’den başlayarak, iniş sırasıyla 113. yani sondan bir önceki sure olan Tevbe’ye kadar.
Kur’an, kendisinin mahbatı (indiği benlik) olan Muhammed Aleyhisselam’ı, hitap ettiği çekirdek neslin sadece ‘arkadaşı’ olarak anmaktadır. Muhammed onların arkadaşıdır, onlar da Muhammed’in arkadaşlarıdır. İki taraf da ‘arkadaş’ sıfatıyla anılmıştır. Muhammed ‘efendi’, onlar ise ‘köle, basit seviyeliler, geri kalmışlar, dilenenler’ vs. diye anılmamıştır. Kur’an’a göre, Muhammed onların efendisi falan değildir, arkadaşıdır. Onlar da Muhammed’in kölesi falan değildir, arkadaşlarıdır.
AYDINLATAN DA ARKADAŞ, AYDINLANAN DA…
Eğiten de arkadaş olarak anılmıştır, eğitilen de, veren de arkadaş olarak anılmıştır alan da, aydınlatan da arkadaş olarak anılmıştır aydınlanan da, yücelten de arkadaş olarak anılmıştır, yücelen de… Bir inkılabın büyüklüğüne, gerçekliğine, insancıllığına, hakka uygunluğuna en büyük kanıtlardan biri de bu değil midir? Okuyalım şu ayetleri ve ürperelim:
“Arkadaşınız bir cin çarpmış değildir. Yemin olsun ki, onu apaçık ufukta gördü.” (Tekvîr, 22-23)
“Yemin olsun inip çıktığı zaman yıldıza/fışkırıp çıktığı zaman çimene/süzülüp aktığı zaman Ülker Yıldızı'na/aşağı indiği zaman o parçalar halinde ağır ağır gelene ki, arkadaşınız ne saptı ne de azdı. O; kuruntudan, keyfinden konuşmuyor. İndirilmiş bir vahiyden başkası değildir o. Kuvvetleri çok müthiş olan belletip öğretti onu ona.” (Necm, 5)
“Düşünmediler mi ki, o arkadaşlarında cinnetten eser yok. Apaçık bir uyarıcıdan başkası değildir o.” (A’raf, 184)
“Arkadaşınızda cinnetten eser yok! O, şiddetli bir azap öncesinde sizi uyaran bir kişiden başkası değil.” (Sebe’, 46)
“Eğer siz ona yardım etmezseniz bilin ki, Allah ona zaten yardım etmişti. Hani, küfredenler onu iki kişinin ikincisi olarak yurdundan çıkardıklarında, mağarada bulundukları bir sırada arkadaşına şöyle diyordu: ‘Tasalanma, Allah bizimle!" (Tevbe, 40)
Şimdi biz, İslam dünyasını asırlardır, ‘Efendiler, hazretler, ekâbir, izâm, fiham, üstatlar’ ve daha bilmem neler olarak boyunduruğu altında inleten maskeli putlara, Kur’an’a, imanlarının olup olmadığını sormak zorundayız.
Kur’an’a imanları varsa, o imanla, kendilerine verdirdikleri o unvanları yan yana nasıl tutuyorlar? Ya Kur’an’a imanı ya o unvanları seçeceklerdir. İkisini birden seçerek ‘Kur’an mümini’ olamazlar.
Ne yazık ki tarih bize, onların o unvanları seçtiklerini ve seçmeye devam ettiklerini gösteriyor. 
Tasavvuf ve İnsan
İslam-Doğu’nun düşünce burçlarından biri olan İranlı Sadi, “İnsan nedir?” sorusuna şu cevabı veriyor: “Bir damla kan, binlerce hasret ve problem.” Yaratıcı Kudret, bir avuç toprağın içine binlerce özlem, acı, coşku, problem ve kavgayı doldurup adına ‘insan’ demiş.
Tasavvufa göre insan, bir vasat-ı câmia yani toplayıcı ortamdır. Neleri topluyor insan? Zıtları topluyor: İyi-kötü, güzel-çirkin, hayır-şer, sonlu-sonsuz… Bu yüzden, “İnsan, varlığın, didişme ve savaşmaya en fazla sahne olanıdır.” (Kehf, 54) İnsan, yalnız dışındaki dünya ile değil, belki ondan da önce, kendi içindeki dünya ile bir diyalektik sürdürüyor. İnsanın üstünlüğü ve erişilmezliği de bu diyalektikten kaynaklanıyor. Bünyesindeki, ‘zıtların çarpışması’nı saf dışı bırakırsanız insan, hiçlik oluverir. Bu yüzden, sûfî düşünce, ‘melek insan’ idealine karşıdır. Yaratıcı, meleklerin, insanın yaradılışına karşı çıktıklarını ve onu ‘kan dökücülük ve bozgunculukla’ suçladıklarını bildiriyor, fakat  bu suçlamaya karşı insanın tarafını tutuyor. (Bakara, 30) Kur’an, birçok ayetinde ‘tüm varlıkların insanın emrine boyun eğdiğini’ vurgulamaktadır. Böylece Kur’an, getirdiği dini, insanın evren karşısındaki zavallılığını ödünlemeye giden bir yol olarak değil; insanı, evrenin hâkimi olmaya götüren bir yol olarak önümüze koymaktadır.
İnsan, kalıbı ile ölümlünün, toprağın bir ürünü olmakla birlikte özü bakımından Yaratıcı Kudret’le aynıdır. Bu öze Kur’an, ilahî nefha (Yaratıcı’nın nefesi) demektedir. İnsan serüveninin temelinde, bu özün kendini ortaya çıkarma arzusu yatmaktadır. Hayat macerasının, diyalektiğin temelinde de bu vardır. Tasavvufun, çağlar önce dile getirdiği bu tespit, yüzyılımızda varoluşçu düşünürler tarafından ifadeye konmuştur. Fransız düşünürü Sartre, ateist bir beyin olmasına rağmen, şöyle diyebilmiştir: “İnsan, tanrı olma savaşı veren bir varlıktır. Daha doğru bir ifadeyle insan, derin bir ‘Tanrı olma’ özlemidir.”
Tasavvufun bu temel yaklaşımı bizi hangi pratik sonuçlara ulaştırır? Tasavvufta bu sorunun cevabı da çarpıcı ve sarsıcıdır: İnsan, artısı-eksisi, hayrı-şerri, güzeli-çirkini, kiri-pasıyla büyüktür, güzeldir ve yücedir. İnsanı bu karşıtlıkların sergilediği diyalektikten soyutlamak onun varlık yapısını tahrip etmek, anlamını ayaklar altına almaktır. Diyor ki İslam Peygamberi, “Eğer günah işlemeseydiniz Allah sizi yok eder, yerinize günah işleyen bir topluluk getirirdi.” Hz. Peygamber’in, bu sözüyle vermek istediği nedir? Herhalde, insanları kötülüğe ve günaha teşvik değildir. Dikkat çekilmek istenen şudur:
İnsan tekâmülünde sürçmenin, düşüp kalkmanın, hataların, isyanların, ters düşmelerin rolü inkâr edilemez. Din, bu sürçme ve ters düşmeleri, kendi terminolojisi içinde ‘günah’ diye anmaktadır. Demek olur ki, İslam Peygamberi gelişmenin, olgunlaşmanın, evrene egemen olmanın yolunu melek insan ideali üstüne değil, zıtların diyalektiğine sahne bir varlığın üstüne oturtmaktadır. Tasavvuf tarihini bilenler, bu kabulün çok ilginç belirişlerine tanık olurlar. Birçok büyük sûfî, hayatlarının belli dönemlerinde günahlar işlemiş insanlar olarak karşımıza çıkar. Ve onlar, diyalektiği hapsedecek tüm gelişmelere, adı ne olursa olsun hep karşı çıktılar. Bu yüzden, tasavvuf tarihini, Fransız düşünürü Garaudy ile birlikte ‘imanın destanlaşması’ olarak niteleyebiliriz.
TALİHSİZ İKİ GELİŞME
Bunlardan ilki, Muhammed İkbal’in eşsiz tespitiyle, Kur’an’ın dinamik ve anti-klasik
ruhunu, statik ve spekülatif Yunan düşüncesine yenik düşüren harekettir. Bu hareket, Kur’an verilerini eski Yunan düşüncesiyle, özellikle Aristo metafiziğiyle bağdaştırmaya ve bu yolla ‘Kur’ansal değerleri klasik felsefe normları içinde ispat’a koyulan filozoflar faaliyetidir.
İkinci talihsizlik, Muhammed İkbal tarafından Mollaizm diye anılan ve Kur’an diyalektiğine eylem imkânı vermeyen katı kuralcılıktır. Ne yazık ki, tasavvuf gibi dinamik bir kurum bile, Hicrî 6. (m. 12’nci) yüzyıldan sonra İslam dünyasını saran tarikatlar aracılığıyla, bu katı kuralcılığa yenik düşme noktasına getirildi. 14’üncü yüzyıldan itibaren, tarikatlar, büyük kısmıyla, birer tasavvuf ekolü olmaktan çıkıp birer Mollaizm alt kurumu haline dönüştüler. İkbal, bu yozlaşmayı ifade için de bir terim tespit etmiştir: Pirizm, yani, şeyhperestlik.
İnsanı, Kur’an ve Hz. Muhammed öğretisinin amaçladığı yerine oturtmak ve Müslüman kuşakları inanç kaynaklarının erdirici ve eser bırakıcı iklimine sokmak için yeni bir diriliş hareketi kaçınılmazdır.
İnsan gerçeğinde birleşmek
Her şey susturulabilir, her şey yalanlanabilir ama insan gerçeği asla. Alternatifi yoktur onun, bitişi, tükenişi yoktur. Bütün ezgilerin indirgendiği ses, bütün duaların kıblesidir o… Evet, insan gerçeğinde birleşmek yolun sonunu, varış noktasını görmüş olmaktır. Bütün yollar o nokta için adımlandı. Bütün çamurların derdi, o noktaya varmak için çekildi. İnsanoğlu bunu fark etmek için çok düştü kalktı. Bugün artık şekillerin, farklı mabetlerin, farklı duaların bir tek hedefe yöneldikleri, bilinmez, görünmez olmaktan çıkmıştır. Hedefin insan gerçeği olduğu anlaşılmıştır. Neden hâlâ çamurla, ayak izleriyle, çer çöple oyalanıyoruz? Bütün duaların bir ölümsüz şarkıyı aradığını biliyorduk. Ölümsüz şarkının, insan gerçeği olduğunu, hâlâ anlamayanlar mı var? “Bütün yollar Roma’ya çıkar” diyordu Roma gururu. Bütün yollar Atina’ya, Konya’ya, Bursa’ya, Edirne’ye, İstanbul’a, Berlin’e çıkar diyenlerin gururlarını da seyretti insanlık. Sonuç ortada: Ne biri kaldı, ne öteki. Şimdilerde, bütün yollar Washington’a, Moskova’ya çıkar diyenlerin gurur geçidini izliyoruz. Bu da sona erer. İnsanoğlu, “Bütün yollar insan gerçeğine çıkar” demedikçe daha çok medeniyetlerin batışını izleyecektir. Aynı zamanda hocam olan derviş babamı hatırladım. Demişti ki bir gün: “Cedlerimiz Bağdat’tan Malatya’ya, oradan da bu şehre gelmişler. Topraktan baktığımızda her birimiz bir başka yerdendir. Fakat esastan bakarsak hepimizin anavatanının bir küçük nokta olduğunu anlarız. İnsanlık, zafer anıtının üstüne, “Bütün yollar insanın gönlüne çıkar” yazan bir uygarlığın özlemi içindedir. İdeoloji, ırk, renk, mezhep, tarikat, klik… Bütün bunlar, karınları geniş yaratıklardır. İyi, kötü birçok şey doldurabilirsin içlerine. Ama insan gerçeği kıl payı oynaklık kabul etmez. O gerçeğin tavrı net ve açıktır: Öldüremezsin, sömüremezsin, ezemezsin, horlayamazsın. Tam aksine, sevmek zorundasın. Kısacası, “kendin için hoş görmediğini bir başkası için isteyemezsin.” İnsan gerçeği yürek ister. Seni meydana çeker. Ekmeğini, aşını bölüştürür. İnsana başka türlü gitmek olmaz. Dosta gider gibi, sevgiliye gider gibi gidilir insana. Yürek sıcak, gönül berrak olmalıdır. ‘Kutsal mücahit’ aktörlüğünün, devrim hokkabazlığının nefesi yetmez bunu yapmaya. “Yetmiş iki milleti bir bilmek” lazım bunun için, “insanlığı bir vücut bilmek” lazım. Mahşer tellallığına, hac palyaçoluğuna, Kâbe vurgunculuğuna izin vermez insan gerçeği.
İNSAN VE SARIK
Alın teri sömürülen milyonları susturmak için “Ya Kelimei Şehadet ya ekmek, ya minare ya haklarınız” şeklinde sergilenen iblis politikalarıyla kitleleri kendi inançlarının ağında boğmak, yalnız insan gerçeğini esas alanların saf dışı edebileceği bir oyundur. Çünkü insan gerçeğinde birleşmek Hak’ta birleşmektir. Çünkü ikisi de hayatın parçalarıdır. Ve hayat kutsaldır. İnsan gerçeğini bilenler bunu çok iyi bilirler. Bu yüzden, cehalet ve duygu ticaretinin usta bezirgânları, kitleyi, insan gerçeğinde değil, kliklerde, ‘izmler’de birleşmeye itmekte, insan yerine, taşı toprağı kutsal ilan etmektedirler. Hizmet ve insanlık sevdalısı Hamza Bâli’yi (Ölm. 1561) astıran Osmanlı mollalarından biri, idam sırasında şöyle diyordu: “Başından sarığı alın, sarığa saygısızlık olmasın.” Hamza Bâli’nin o şerefli başını, birkaç santim bezden kıymetsiz gören bir şerefsiz mantıktı bu. Ve bunlar, insanı mutlu etmek için gelen bir din adına yapılıyordu. Ne korkunç, ne ürpertici! Bir eve gidelim ki, orada şah kim, köle kim belli olmasın” diyor, Tebrizli Şems. 8 asır öncesi için, insan gerçeğine ne muhteşem bir yaklaşım. Ya bugün? Bugün bir ev kurmalıyız ki, orada, şah, köle vs. değil, yalnız insan olsun. Bir ev kuralım ki, orada kimseye rengi, ırkı, dili, camisi, kilisesi, havrası sorulmasın. Bir ev kuralım ki, orada “Bütün yeryüzü bana mabet yapılmıştır.” (hadis) diyen en büyük insanın sonsuzluk şarkısı okunsun. Bir ev kuralım ki, orada yalnız gönüllere bakılsın. Menfaat putlarını, ideoloji tabularını aşıp insan gerçeğinde birleşirsek hepimizin, bir tek vücudun hücreleri olduğunu anlarız. Bütün yolların insana çıktığını anlarız. Ve o zaman bütün yolların mutluluğa çıktığını görebiliriz.
Evrensel olabilmek
“Dünya, kiri ile pası ile sevmeye değer.” Böyle diyor Bedri Rahmi Eyüboğlu.
Şair bir ruhun, hayatı ve insanlığı kucaklamaya doğru ilk atılımıdır bu. Fakat bu ilk atılım, başka bir deyimle bu duygusal ve romantik ‘tatlı dillilik’ evrensel olmak, yani bütün insanlığı bir ve aynı bilmek için yeterli olabiliyor mu? Hayır! Sözden işe geçmek, ölümsüz Nietzsche’nin deyimiyle insanın çilesini çekmek gerekiyor. Sevmek her zaman eylem olmayabilir ama çile daima eylemdir ve eylem olmadan evrensellik olmaz. Çile, evrenselliğin belgesidir.
Pascal, “Evren insanı kuşatamaz, fakat insan evreni kuşatır” diyordu. Pascal’ın Batı’da 17’nci yüzyılda ifadeye koyduğu bu düşünce İslam mistikleri (sûfîler) tarafından 8. yüzyıldan itibaren tekrar tekrar dile getirilmişti. Orijinalite kimin olursa olsun, mesaj önemli: İnsan, evreni kuşatacak genişlikte bir düşünce kapasitesine sahiptir. Buna, insanın gönlü diyoruz. Ve gönlün kuşattıkları arasında ayrı gayrı görmemek, her şeyi, en azından herkesi sevmek, saymak isteniyor. İşte, evrensellik budur. Şiir kudretiyle çağların üstüne çıkabilmiş Yunus Emre (ölm. 1320), espriyi, erişilmez bir sadelik içinde şöyle ölümsüzleştirmiştir:
“Yaratılanı severiz Yaratan’dan ötürü.”
Yaratıcı Kudret’in insana ulaşan sözlü mesajlarının en son kaynağı olan Kur’an, varlık ve oluşları, Yaratan’ın belirişleri, açılıp saçılmaları (tecelli) olarak görür. Yaratılmışların en güzeli ve en kutsalı, insandır. Bu yüzden insanı sevmek, kutsamak ve ona hizmet etmek Yaratıcı’yı sevmenin şaşmaz belirtisi kabul edilmiştir. Burada altı çizilmesi gereken şudur:  İnsanı renk, dil, ırk, din, bölge vs. ile kayıtlamak, Kur’an mesajına ters düşmek olur.
Tasavvuf, İslam Peygamberi’ni evrensel ruh (Ruh-i Azam) olarak nitelendirir. Bu düşüncenin dayanağı, Kur’an’ın Hz. Peygamber’i anlatan ayetlerinden birindeki şu ifadeye ve onun Hz. Peygamber tarafından sergilenen uzantılarına dayanır. İfade şudur: “Size dokunan her şey o Peygamber’i de rahatsız eder, üzer.”Anlaşılan o ki, Kur’an’a sorarsanız evrensel ruh olmak tüm insanlığın acı ve ıstıraplarını ve doğal olarak sevinç ve mutluluklarını öz benliğinde duyabilmeye bağlıdır. Yalnız hizbini, ırkını, bölgesini, yandaşını, yöndaşını düşünenler evrensel olamaz.
DÜŞMANA BİLE İYİLİK DİLEMEK…
Taif’e gidiyor Hz. Peygamber, Arap Yarımadası’nın en azılı putperestlerinin yaşadığı kente. Onları doğruya ve güzele çağırıyor. Verdikleri karşılık, Hz. Peygamber’i taş yağmuruna tutup vücudunu kanlar içinde bırakmak oluyor. Acılar içinde kıvranıyor Hz. Peygamber. Yanındaki yol arkadaşı, ağlayıp yalvararak şöyle diyor Hz. Peygamber’e: “Ne olur bunlara beddua edin.” Cevap şudur: “Böyle bir şeyi yapmam. Onların soyundan putperestliği bırakacak insanlar gelecektir.” Ve ellerini açarak şöyle yakarıyor: “Rabbim, benim şu topluluğuma doğruyu göster, ne yaptıklarını bilmiyorlar.”
İşte evrensellik!
Sizi kanlar içinde bırakan putperestlere “Benim topluluğum” demek, bir başka deyimle en azılı düşmanlarınızı bile kendi benliğinizden birer parça gibi görecek ruh enginliğine ulaşmak.
Kolay iş değildir bu?
İslam tarihi, sadece cellâtların, zebani ruhlu mollaların, siyaset cambazlarının tarihi değildir. Dini, ‘yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevme’nin kurumu ve yolu olarak gören, şekil ve kalıba mahkûm olmamış bir kadro evrenselliği, daha ilk günden başlayarak binlerce renk ve desenle tekrar etmiştir. Hem de çoğu kez kanları ve canları pahasına. Bazı kaynakların ilk halife Ebubekir’e ve 9. yüzyılın ünlü sûfîsi Ebul Hüseyin Nuri’ye mal ettikleri, fakat pek çok sûfîde benzerini gördüğümüz şu yakarışla noktalayalım yazımızı:
“Rabbim, eğer günahkâr kullarını, cehenneme koymaya karar verirsen, onların hepsi yerine beni cehenneme koy ve vücudumu öylesine büyüt ki, cehennemi doldursun ve diğer günahkârlar dışarıda kalsınlar!”
Kozmik birliğe doğru
Fransız düşünürü Andre Malraux (ölm. 1976), Tokyo Mektupları’nda şöyle der: “Çağımızın kültür ve zihniyet alanında en büyük keşfi, bir değil, birçok medeniyetin var olduğuna ilişkin keşiftir. Bu keşfi gerçekleştirdiğimiz zamandır ki, evrensel ilk medeniyetin doğumunu yakalamış, en azından sezmiş olduk. Sözünü ettiğimiz keşfin gerçekleşmesine kadar bizim dışımızdaki medeniyetler düşman, önceki medeniyetlerse ilkel kabul edilmiştir.
Batılı birçok yazarda Malraux’nun yaklaşımını görmek mümkün. Toynbee, Fromm, Garaudy bu düşünürlerden bazıları.
Batı, bu düşünürler aracılığıyla günah çıkarıyor. Zamanı, Milattan Önce-Milattan Sonra diye keyfince parselleyen o  dur. Kültürler arası bağı inkâr eden Spengler, “Evrimleşme sonunda en iyinin kalması doğanın düzenidir. Ayakta kalan tek uygarlık Batı’nınki olduğuna göre, en iyi, Batı’dır” diyen Spencer onun çocuklarıdır.
Bütün güzellikleri kendine, tüm çirkinlikleri diğer medeniyetlere ve kitlelere mal etmek, Batı egoizminin karakteristiklerinden biri oldu. Ölçü kendisi idi: İyinin, güzelin, kurtuluşun, refahın ölçüsü…
Fakat hayat gerçeği, Batı’ya tükürdüğünü yalatmıştır. Öz çocukları onun bu talihsizliğini çok acımasız bir dille ifadeye koydular. 50 yıllık yoğun bir kültür hayatını Batı’ya hizmetle geçirmiş olan Roger Garaudy, eseri ‘l’Islam Habite Notre Avenir’e şu cümleyle başlıyor: “Batı, insanlık tarihinde bir faciadır.”
İKİ GÖSTERGE: MEVLANA VE DANTE
İnsanlığın birliğini, buna bağlı olarak medeniyetlerin birliğini, başka bir deyimle evrensel bir medeniyetin varlığını kabul ve ilanda geç kalmıştır Batı… Çünkü kendinden başkasını insan saymak zor gelmiştir ona. Uygarlığının temelini oluşturduğu varsayılan Roma Hukuku insanları doğuştan hür ve doğuştan köle diye ayırıyordu. Günümüzden 700 yıl önce yaşamış olan Mevlana ile Dante’yi karşılaştıran İngiliz bilgini Nicholson şu tespiti yaparken derin bir acı duymuş olmalıdır: Mevlana, sokak köşelerindeki Hıristiyanların küçük görülmesini Tanrı’yı gücendirecek bir davranış olarak nitelerken, onun ölümünden birkaç yıl sonra ünlü İlahî Komedya’sını kaleme alan Dante, eserinde, Müslümanların Peygamberi’ni cehennemin alt tabakalarında yanan bir zındık olarak gösteriyordu. Batı’nın, kendisi dışındakilere bakışı, işte budur…
Kur’an göstermiştir ki, insanlık bir bütündür. Uygarlıklar mozaiğinin her parçası aynı öneme sahiptir. Hiçbir medeniyet, oluştaki yeri bakımından, ötekinden üstün değildir. Hayat, sürekli yeni sentezler yapar. Bu sentezlerde bileşime giren unsurlardan hiçbirini ikincil ilan edemezsiniz.
İnsan uygarlığı, Hz. Âdem’le başlar. Âdem ilk insan, fakat aynı zamanda ilk peygamberdir. Yani, insanlık bir peygamber neslidir ve bu yüzden yücedir, saygındır. Renk, dil, bölge vs. ayrıcalıkları yapaydır; insanın saygınlığına etki etmez. Kur’an’ın aziz tebliğcisi ilan etmiştir ki, “İnsanların tümü bir aile oluşturur. İnsanlık Allah’ın ev halkıdır.” (Müslim, ıtk, 16) Bu aile içinde “En değerli fert Allah’ın ıyaline en yararlı olandır.”
Evrensel ve kozmik şuur, işte bu insan anlayışının sonucudur.
Evet, çağımız, evrensellik ufkundan kozmik idrak ufkuna yükselmenin sancıları içindedir. İnsan, dünya denen yuvarlağa sığacak kadar zavallı değildir. Bütün mesele, bunun farkında olanların, yapay ayırımları bir kenara bırakarak kozmik beraberliğe doğru kanatlanma sürecine girmeleridir.
Acaba, Batı ve onu izleyen dünyalılar, Kur’an’ın çağırdığı şuur boyutuna yükselmek için söz makamını kozmik benliklere verme basiretini gösterebilecekler mi? Yoksa Mevlana ile Dante arasındaki fark hep yaşanacak mıdır?
ŞEB-İ ARÛS
   
“Ölüm günü tabutum yürüyünce, şu dünyanın derdiyle dertleniyorum sanma. Bana ağlama, yazık, yazık deme. Şeytanın tuzağına düşersem işte hayıflanmanın sırası o zamandır. Cenazemi görünce ayrılık, ayrılık deme. Buluşma-görüşme zamanım, o vakittir benim. Beni toprağa tapşırınca elveda, elveda deme sakın. Mezar, cennetler topluluğunun perdesidir. Dolunmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşle aya guruptan ne ziyan gelir ki? Sana dolunmak görünür ama doğmaktır o. Mezar, hapishane gibi görünür ama ruhun kurtuluşudur. Hangi tohum yere ekildi de çıkmadı? Niçin insan tohumu hakkında yanlış bir sanıya düşersin?”
 
Böyle diyordu, çağları aşan sonsuzluk eri Mevlana Celaleddin Rumî. O yüzden, onun ölümüne Şeb-i Urs (düğün, şenlik, kavuşma gecesi) dendi. Bu deyim, zaman içinde Şeb-i Arûs şekline getirildi.
 
Şeb-i Arûs’u, “Bu gece dünya gebe kaldı, ebedi bir dünyayı doğuracak” diye ifadeye koyan Mevlana, 5 Cemâziyelahir 672/17 Aralık 1273 günü sonsuzluğa göçtü.  69 yaşındaydı. Ruhu, ayrıldığı bütüne, Yaratıcı’ya doğru kanatlanırken gün batmak üzereydi. Ruh, bineği olan cesedi terk etti ve Rumî’nin deyimiyle “nur, nura kavuştu.”
 
İnsan, Mevlana’ya göre, aslı ve can yoldaşı olan Yaratıcı’dan kopup bu noksanlıklar dünyasında bir yolculuğa çıkmıştır. Bu yüzden, sûfîler insan hayatına sefer, hicret, seyr ve gurbet derler. Bir sürekli yürüyüştür hayat, bir sürekli koşuş. Beden bineğinde bulunduğumuz sürece, aslımız olan Yaratıcı’yı tam bilemeyiz; bilgilerimiz bir tür hayaldir. Dünya serüveni bitince, biz, beden bineğinden ayrılırız; Yaratıcı da hayal olmaktan çıkar. Mevlana bunu anlatırken: “Ben tenden soyundum; O, hayalden. Şimdi, kavuşmanın bahçelerinde salınıp geziyorum” diyor. O bahçeler, Mevlana’ya göre bir kamışlıktır ve biz de bir kamış parçasıyız. Oradan koparak bir ney olmak üzere bu âleme geliriz. O yüzden, bu dünyada insan, yürek delen ayrılık ezgileri çıkarmaktadır. Hayat dediğimiz, bir ayrılık hikâyesinden ibaret…
 
Sonsuzluk bahçesinden kopup gelerek bu dünyanın ıstıraplarıyla, kiriyle-pasıyla kucak kucağa yaşamak niçin? Cevabı şu Mevlana’nın: “Eğer çaresizlerin uyarılması görevini üstlenmiş olmasaydık, bu toprak dünyada bir an bile durmazdık.” Böyle bir görevle bu âlemde oturmak, böyle bir bilinçle bu yolculuğu sürdürmektir ki, insanı ‘ölümsüz’ yapar.
 
ÖLÜMSÜZ SALTANAT HANGİSİ?
 
Randevu isteğine aylar sonra cevap verdiği Selçuklu Sultanı ona sordu: “Benimle senin farkın nedir?” Mevlana’nın cevabı başlı başına bir ölümsüzlük beratı olduğu gibi, ölümsüzlüğün bir tanımıdır da. Şöyle dedi imparatorluğun sultanına:
 
“Farkımız şu: Senin saltanatın öldüğün gün biter, benim saltanatımsa öldüğüm gün başlar.”
 
Gerekçeyi de şöyle veriyor: “Ben o padişah değilim ki, tahttan inip tabuta bineyim. Benim saltanat beratımın üstüne ‘ölümsüz ve sonsuz’ diye damga vurulmuştur.” Bu damgayı beratlarına vurduranlar hep yaşarlar. Ama onların yaşadıklarını görebilmek de bir başka eriş ve oluş gerektirir. Onların, ölüm sonrasında nereye saklandıklarını iyi bilmek lazım. Bir ipucu veriyor Mevlana: “Ölümümüz ardından, bizim mezarımızı toprakta arama. Bizim türbemiz, sonsuzluk erlerinin gönüllerindedir.” Demek ki, Mevlanalar yeni yeni bedenlerde devamlı gelip gidiyor ama bunu fark edebilmek herkese nasip olmuyor.
 
Özü, sonsuzluk erlerinin gönüllerine giderken, cesedi Konya toprağına verildi Mevlana’nın. Her dinden, her ırktan, her renkten insan, ardından gözyaşı döktü. Çünkü o, hepsinin Mevlanası idi. Kimi onu Musa’nın, kimi İsa’nın, kimi de Muhammed’in bir belirişi sayıyordu. Bu yüzden, herkes kayba uğramıştı. Kedisi bile ağzına bir kırıntı koymadan bir köşede büzülüp kaldı. Tam yedi gün, aydınlıklar kadar berrak sahibinin ölümüne yas tuttu kedicik ve 7. günün sonunda açlıktan öldü.
 
Mevlana’nın ölümsüzlüğe geçen özünü kutsamak, daha doğrusu bu özden nasiplenmek için, cesedinin saklandığı türbenin çevresinde 7 asrı aşan bir zamandır el bağlıyoruz.
 
Mevlana, ölümsüzlük gibi saygındır. Hatırası önünde tâzimle eğilmeyi onur biliyorum.
Mevlana'yı tanıyor muyuz?
  
Mevlana’yı her Aralık ayında anıyoruz ama tanıyamıyoruz, anlayamıyoruz. Bugün Mevlana’yı en az anlayanlar, Müslümanlardır. Mevlana konusunda daha çok şu kavga ile meşguldürler: Mevlana Türk müydü, İranlı mı? Türk olsa ne, İranlı olsa ne? O, Mesnevi ile Divan-ı Kebir ile, Fîhî Mâfih ile büyüktür. Konyalı veya Belh’li olduğu için değil.
 
Büyük İskender: “Benim esas babam kral Philip değil, Aristo’dur” diyor. Neden garip olsun? İskender’in beynini ve ruhunu Philip değil, eserleriyle Aristo yoğurdu. Mevlana da, “Benim canım ne sensin, ne şu; benim canım Cüneyd ile Serî’dir” diyerek, tasavvufun iki büyük ismine dayandırıyor ruhunu. “İnsan cevher, varlık ona arazdır” diyerek zaman ve mekân kategorilerinin bile özüne uygulanmasını kabul etmeyen Mevlana için, hayat macerasının gayesi, insanı sosyal veya tarihsel kılmak değil, kozmik ve evrensel kılmaktır. Onu, milliyet, bölge, iklim, renk, ırk kalıplarına hapsetmeye kalkmak doğru olmaz. Ne var ki, konuyu böyle anlamak bir derinlik ve çap meselesidir. Ve gerçek Mevlana’yı anlayıp anlatabilmeyi gerektirir. Bunu yapamayanlar, bir ‘turistik Mevlana’ ortaya çıkarmak ve onu anmak durumundadırlar. İşte, Mevlana’yı anma adı altında yıllardır yapılan ‘kutsal dans’ gösterileriyle, çekilen beşinci sınıf politikacı nutuklarının arz ettiği manzara budur.
 
Nasıl tanıyacaksınız Mevlana’yı? Bunun için Kur’an’ı, tasavvufu, Hz. Muhammed’i, felsefe tarihini anlamak gerekir. Aksi halde, Mevlana’yı ya şeriat yobazının katranına ya da Marksist hezeyanın kızılına batırır, boğarsınız. Fakat Kur’an’ı ve Muhammed’ı nasıl anlayacaksınız?
 
Tarikat önderi geçinen sahtekârların, sekizinci sınıf parti liderlerinin ellerini öptükleri bir ortamda tasavvuf anlaşılır mı? Hayatının, harplerde ‘kelle koparmak, kâfir boğazlamak’ olarak anlatıldığı bir coğrafyada Hz. Muhammed’in gerçek kişiliği fark edilebilir mi? Anayasal bir direktif olan din kültürü ve ahlak öğretimini, evrensel din esaslarını tanıtmak yerine, İslam tarihinin yorum ekollerinden biri olan Hanefîliğin yozlaştırılmışını belletmek şeklinde uygulayan bir eğitim sisteminin yürürlük alanında: “Kâfir de, putperest de olsan gel, bizim kapımız ümitsizlik kapısı değildir” diyen Mevlana’yı, nasıl anlayıp anlatabilirsiniz?
 
Camilerde, ilahiyat mekteplerinde hâlâ musıkînin ‘şeytan büyüsü’ olduğuna dair fetvalar veren ‘hoca efendiler’ var. Hal böyle iken, insanlığın birliğini esas alan ve bu yüzden insanlığın ortak dili musikiye hayatında en büyük yeri veren Mevlana’yı nasıl tanıtırsınız? Mevlana, “Ben Kur’an’ın kölesiyim, Muhammed’in yolunun toprağıyım” diyor ve ardından sevgiden, birlikten, hoşgörüden, güzellikten örülü bir dünya öğütlüyor. Öte yanda, “Ben Kur’an’ın ve Muhammed’in askeriyim” diyen ve ardından nefret, kin, bölücülük, karanlık ve çirkinliklerden örülü bir kaos takdim edenler de var. O da Kur’an adına konuşuyor. Bunların farkını kim gösterecek?
 
DİNCİLİK, MEVLANA’YI NEDEN SEVMEZ?
 
Mevlana, bu toprağın insanına 700 yılı aşan bir zamandan beri ruh ve sonsuzluk üflemektedir. Cumhuriyet Türkiyesi’nin anayasal din işleri kurumu olan Diyanet Reisliği’nin, sayıları düzineleri bulan yayınlarına bakın. İçlerinde, Mevlana’yı anlatan bir tane gören varsa, lütfen bana da bildirsin. Yoksa Mevlana’nın din ve ahlak konusunda çağın Türk çocuklarına verecekleri, fıkıh mollalarının vereceklerinden daha mı azdır? Elbette ki değil ama Mevlana ruhunu devreye sokmak, bir sanayi kolu haline gelmiş bulunan din ticaretinin dayanaklarını yıkacağı için, anılan ticaretin patronları, böyle bir şeye izin vermezler. Koltuğunu onlara borçlu olanlar da susmayı yeğlerler. Malum, “Söz gümüşse sükût altındır.”
 
Bir felsefî-edebî metin; değeri ne ölçüde büyük olursa olsun, gerçek yorumcusunu bulamaz ise ya bir hiç olarak kalır yahut da insanın zararına kullanılır. Bunun, tarih içinde en güzel örneği, Kur’an’dır. Kur’an, her devirde yeniden yorumu yapıldığında -ki bu onun emridir- insanlığa aydınlıklar getirdi. Onu izleyenler, ilimlerin temellerini attılar; rönesansı hazırladılar. Sonra, yorumlama durdurulunca İslam dünyası düşüşe geçti ve çöküşün eşiğine geldi. Kitap aynı kitap, fakat okuyanlar aynı değil.
 
Mevlana’yı, çağa hitap edecek çizgide yorumlayanlar, ne yazık ki, İslam dünyasının dışında bulunuyor.
‘Varoluş çıkmazı’ ve Mevlana
Başlıktaki “varoluş çıkmazı” (existential dilemma) deyimi, çağımızın ünlü psikanalizci düşünürü Erich Fromm ekolüne mensup İran asıllı Amerikalı Profesör Rıza Âraste’nin, Mevlana’yı anlatan kitabında (Rûmi, the Persian, the Sufi), günümüz insanının içinde bulunduğu durumu ifade için kullanılmaktadır.
 
Çalışma salonum, bir ayı aşkın bir zamandır, bir Mevlana mevsimi yaşamakta, bir Mevlana coşkusuyla dolu bulunmaktadır. Sebepsiz değil. 17 Aralık, Şeb-i Arûs’tu. Bir yazı, bunun için yazacaktım. Ama bu kadarla kalmadı. Bir haftayı aşkın bir zamandır, ziyaret veya sohbete gelen dostlarla hep Mevlana konuştuk.
 
Böylece, sevgili okuyucular, manevi koşullar kadar, dış sebepler de masamın üstünü, Mevlana’nın eserleri ve Mevlana üzerine yazılan kitaplarla doldurmamı zorunlu kıldı. Mevlana mevsimi, masamı da onurlandırmıştı. Bir yığın kitap… Türkçe, Osmanlıca, Arapça, İngilizce, Farsça, Fransızca…
 
İki Müslüman yazar, rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı ve İranlı Fürûzanfer, Mevlana konusunda otorite isimler. Bu iki yazarda, Mevlana’nın hayatını, devrini, çevresini ve nihayet eserlerinin edebi-filolojik tahlillerini buluyorsunuz. Mevlana, çağa nasıl anlatılmalı, çağdaş insanın bulunduğu çizgide Mevlana nedir, neleri temsil ediyor veya edebilir gibi soruların cevapları ise bu iki yazarda yok. Oryantalizmin devlerinden biri olan Nicholson, Mevlana’ya bu açıdan bakma gücü olan bir beyin. Fakat Mevlana’nın esas kaynağı olan İslam’a bakışı ‘yamuk’ olduğu için bir türlü sadede gelmiyor… Arap, İslam’ın Araplaştırılmasına bir engel teşkil ettiği için olacak, Mevlana ile asla ilgilenmemiştir diyebiliriz. Arapça literatürde Mevlana, genel bazı eserler içinde, bir iki sayfalık yer tutar; hepsi bu.
 
Onu atıyorum, bunu kenara koyuyorum, elimde “İşte, Mevlana çağa böyle anlatılır” dedirten üç kitap kalıyor: Pakistan asıllı, fakat çalışmalarını Amerika’da sergilemiş bir ilim adamı-yazar olan Halife Abdülhakim’in The Metaphysics of Rûmi (Mevlana’nın Metafiziği) adlı eseri, Rıza Âraste’nin, az önce andığım kitabı ve bendenizin Almancaya da tercüme edilen ‘Mevlana ve İnsan’ adlı eseri.
 
ÇAĞIMIZIN MEVLANASI: MUHAMMED İKBAL
Tam bu noktada şunu, altını çizerek, ifadeye koymak borcundayız: Çağdaş düşünceye Mevlana’yı, belki de uzun yıllar aşılamayacak bir çapta anlatmak nasip ve şerefi, ölümsüz şair-düşünür Muhammed İkbal’in olmuştur. İkbal, Cavidnâme adlı anıt eseriyle Çağımızın Dantesi diye anılırken, kişiliğine ve sistemine hâkim olan Mevlana etkisi yüzünden de ‘Rûmi-i Asr’ (yüzyılımızın Mevlanası) olarak adlandırılmıştır.
 
Halife Abdülhakim, Mevlana’yı, felsefe ve tasavvuf düşüncesi zemininde ele alıyor. Âraste ise girişi Erich Fromm tarafından yazılan eserinde, Mevlana’yı çağın problemlerine, çıkmazlarına, bunalımlarına çareler sunabilecek en önemli isim olarak değerlendiriyor.
 
Âraste, Erich Fromm ekolüne mensup bir psikanalizci. Amerika Birleşik Devletleri’nde, George Washington Üniversitesi’nde psikiyatri profesörü olarak çalışmakta. İran asıllı oluşu  O’nu tasavvufa çekmiş, Farsça aracılığı ile çok iyi tetkik imkânı bulduğu Mevlana ise onun düşünce dünyasına en büyük etkiyi yapmış.
 
Âraste, tasavvufu sadece psikanalize değil, pedagojiye de uygulayan ilginç bir bilim adamı-düşünür-yazardır. Mevlana’yı anlatan eserinden sonra yazdığı ve serbest bir çeviriyle ‘Sûfî Düşüncede Benliğin Geliştirilmesi’ diye verebileceğimiz ‘Growth to Selfhood, the Sufi Contribution’ adlı eseri, tasavvuf alanında, günümüzde yazılmış en güçlü kitaplardan biri kabul edilebilir.
 
Âraste’ye göre, Mevlana, yüzyılımızda en ideal temsilcisini Erich Fromm’un kişiliğinde ve yaklaşımında bulmuştur. O halde, Mevlana’yı, Fromm’un penceresinden ve onun mesaisiyle kaynaştırarak tanıtmak, günümüz insanına, özlediği aydınlığı büyük ölçüde getirecektir.
Haçlı emperyalizmi Allah’a tercih edenler
   
Bu ülkenin son çeyrek yüzyılda yaşayarak gördüğü en altı çizilesi, en ibret dolu gerçeklerden biri de şu oldu:
Dinden-imandan-mukaddesattan en çok söz edenler, bu değerleri fütursuz biçimde maddî çıkara, siyasete, servete tahvil eden dinci takımı olmuştur. En cilalı, en hararetli din nutukları onlardadır ama dinin temel amacı olan ahlaktan en az nasibi olanlar da onlardır.

Dinin temel düşmanları olan yalancılık, kamu hakkı talanı, iftira, insana kötülük (diri diri insan yakmak dâhil) bu dinci takımın sıradan eylemleri olmuştur. Son otuz yıl boyunca ekranlar bunların rezillik ve zulümleriyle reyting rekorları kırdı.

Menfaatleri için çiğneyemeyecekleri ahlak ilkesi, çamur atmayacakları haysiyet, rencide etmeyecekleri hak söz konusu değildir. Özellikle iftira, bunların baş ibadeti, birinci dereceden siyasal sermayesidir.
Tam bu noktada, Müslüman halkımızın şu Kur’ansal gerçeği aklından çıkarmamasını öneriyorum: 

Kur’an, bu ümmetin, öz Peygamberi’nin eşine zina suçu iftirası attığını bize uzun uzun anlatmaktadır. Bunu sebepsiz göremeyiz. Kur’an bu yolla bizi, Müslüman ümmetin zaaflarından birine karşı uyarmaktadır.
İftira atma zaafı, siyaset dincisi ekiplerde şaşmaz bir kişilik yapısına dönüşmüş bulunuyor. Bu kafanın ve bu çürümüşlüğün, İslam dünyasını, o arada Müslüman Türkiye’yi getirdiği yer ortadadır.
İslam Peygamberi’nin elbisesini, sakalını din yaptık ama ahlakını din yapamadık. 

İşte, temel facia noktamız budur. İslam’ın getirdiği evrensel ilkeleri din yapmak yerine, İslam’ın geldiği dönemin Arap örflerini din yaptık. 
Hz. Peygamber, kamu malını talan edenlerin cenazesine gitmezdi dediğimde, bana neler yapıldığını dünya âlem biliyor. Bu gerçeği duyurmamdan ilk ve en çok rahatsız olan, bu ülkenin iki katrilyon lirayla kotarılan Diyanet Teşkilatı oldu.

Allah ile Aldatmak kitabım, bu ibret verici serüvenin ayrıntılarını milletimizin önüne koymuştur. Daha sonra yayınlanan ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’ adlı kitabımsa halkın malını çeşitli oyunlarla talan edenlerin dinsiz-imansız lanetliler olduğunu Kur’ansal bir gerçek olarak insanlığın önüne koydu.

İSLAM’I HAÇLI EMPERYALİZME SATTILAR

İki kadeh rakı içenleri, başını, Pavlus buyruklarına uygun olarak sarıp sarmalamayanları din dışı ilan etmekten çekinmeyenler, milletin malını talan edenlere ilişkin İslamî ilkelerden tek kelimeyle söz etmediler. Edenleri de çamurlayıp etkisiz kıldılar.

Diploma törenlerinde babası, hatta dedesi yaşındaki hocasının elini sıkan kızlarımızı ‘günah işlemek’le, hatta ‘İslam’a ihanet’le suçlayabilenler, Irak sokaklarında ırzlarına geçilen 11-12 yaşlarındaki kızlı-erkekli çocukların katilleriyle aşna-fişna olmakta, onlara açık veya örtülü biçimde destek vermekte hiçbir sakınca görmediler. 

Irak’ta Müslüman çocukların ırzına geçen haçlı katilleri kınayalım diye TBMM’ye getirilen ‘kınama önergesi’ne karşı çıkanların, aynı zihniyetin uzantıları olduğunu dünya biliyor.  
Peki, Müslüman mazlumların ırzları, kanları, malları, bu kadar mı önemsiz? 

Bilenler biliyor ki, bu dinin bizzat Peygamberi, insanın kanının, ırzının, malının, haklarının, bırakın kumaşı-kılı, Beytullah’tan bile daha kutsal olduğunu dünyaya ilan etmiştir. 
Asırlarca tartışılmış küçük ayrıntıları dinin-imanın temel meselesi yaparak Müslümanları kavgaya sokmakta hepsi yekta, hepsi şeytana taş çıkartacak kadar kurnaz. Ama Müslümanların haçlılara karşı hukukunu korumak söz konusu olduğunda hepsi suspus. Keşke sadece suspus olsalar; hepsi Batı meddahı, hepsi haçlı destekçisi...
Eğer bu halk, böylesine çürümüş bir riyakâr zihniyete hâlâ değer veriyorsa Allah’ın gazabına uğrayıp belasını bulmaya müstahak hale gelmiş demektir. Sabredin, göreceksiniz.
Âkif'in ıstırabı
İslam-Türk şiirinin, bireysel-psikolojik ıstırabı işleyen en büyük ismi Fuzulî’dir. Aşk ve ıstırabın çağları aşan şiir sultanı Fuzulî için hayat hep şöyle yürümüştür:
 
“Dost bîperva, felek bîrahm, devran bîsükûn
Dert çok, hemdert yok, düşmen kavi, talih zebûn.”
 
Böyle bir lirizm ustası, yalnızlığını, acılarını dile getirirken, yüzyılların kesemeyeceği bir şiir şokunu gök kubbeye yansıtır ve ruhumuzu, söz büyüsünün burcuna çeken şu beyti bize armağan eder:
 
“Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge.
Ne açar kimse kapım, bâd-ı sabadan gayrı.”
 
Burada, şairin ruhunda bir kor gibi yanan ıstırap ve yalnızlık, onun büyülü kelam kudretiyle, sadece insana duyurulmakla kalmıyor; varlık ve oluş da bu acıyı yaşar hale getiriliyor. Bu beyti okurken biz, çöl sessizliğinde bir şafak vakti esintisinin, bir büyük ruhun yalnızlığına acıdığını ve onu teselli için, kimselerin ırgalamadığı kapısından içeri süzüldüğünü, onu sıcak bir dost gibi kucaklamak istediğini hissederiz.
 
İşte, zamanı önünde eğen sanatkâr budur. İşte Fuzulî budur…
 
Fuzulî’nin, derinliğine ve mistik ıstırabı, aynı büyüklük ve kıvamda, fakat genişliğine ve sosyolojik bir belirişle, Mehmet Âkif Ersoy’da karşımıza çıkar. Gerekçesi ne olursa olsun, ıstırabın duyuluşu ve onun, sanat dediğimiz ölümsüz ve esrarlı dille aktarılışı dikkate alındığında, Âkif de büyük bir mistiktirEsasen, bir insanın sanatkâr olup da mistik olmaması söz konusu edilemez. Tartışma konumuz, mistisizmin türü olacaktır, varlığı-yokluğu değil. Bütün iman, aşk, ıstırap ve coşku olayları bir mistisizm sergiler. Âkif’i din ticaretine veya ticari dine âlet eden, güzelden ve ıstıraptan yoksun molla-softa hezeyanı, mistik olmayı falan veya filan tarikata mensup olmakla eşitlediği için “Âkif’te tasavvuf yoktu” hükmünü verir ve onu, kokuşmuş kuralcılığın bir “vezinli söz bezirgânı” olarak sunar.
 
1936’da hayata gözlerini yuman Âkif’i, her 26 Aralık’ta anarken bu düşünceleri tekrar tekrar yaşarım. Âkif, istismar palyaçoluğunun musallat olduğu değerlerden biridir.
 
İMAN VE ISTIRAP ADAMI AKİF
Âkif, şiir denen söz yaratıcılığının zirvelerinde oturmuş bir dev olmanın yanı sıra, İslam tasavvufunun (tarikatçılığın değil), hatta vahdeti vücudun en güzel terennümünü gerçekleştirenlerden biri olarak da dikkatimizi çeker. Bakın Safahat’ın 7. kitabı Gölgeler’e; özellikle Gece, Secde, Hicran adlı şiirlere:
 
“Nasıl dursun benim biçare gölgem, senden ayrılmış
Güneşlerden değil, ya Rab, senin sinenden ayrılmış
 
Hayır, imanla, itmi’nanla dinmez ruhumun ye’si
Ne afâk isterim sensiz, ne enfûs, tamtakır hepsi”
 
“Güneşler geçti, aylar geçti artık gel ki mihmanım,
Şuhûdundan cüda imanla yoktur kalmak imkânım”
 
“Kıyılmaz, lakin Allahım, bu gaşyolmuş yatan vecde
Bırak, hilkatle olsun varlığım yekpare bir secde.”
 
Bu dizelerde, en ileri vecd ve coşkunluğa yükselmiş Müslüman mistiklerin aşk ve birlik anlayışları dile gelmektedir. Bunlar, mabedi ve secdeyi, koltuk kapmak ve biraz daha fazla yiyebilmek için propaganda aracı yapan sefil goygoycuların çıkarabileceği, hatta anlayabileceği sesler değildir. Bu sesler, Kur’an ve Muhammed’in vicdanı gibi konuşacak çizgiye erişmiş ruhların ezgileridir. İşte size, altına rahatlıkla İbn Arabî veya Hallâc imzasını atabileceğiniz, abide bir beyit daha:
 
“Mülhid de senin, kalb-i muvahhid de senindir
İlhad ile tevhid nedir? Menşeleri hep bir.”
Mehmet Âkif de uyandıramadı!
Âkif, aşk ve ıstırabının Leylası bildiği, ‘İslam dünyasının uyanışı’na özlem içinde bu dünyadan ayrıldı. Leyla’yı görememenin, ona yol açamamanın acıları içinde kendi derinlerine çekildi ve bütün yaratıcı ruhlar gibi, iniltilerinden gök kubbeye destanlar bıraktı. Şu sızlanışlara bakın:

“Bana dünyada ne yer kaldı emin ol, ne de yar
Ararım göçmek için başka zemin, başka diyar
Bunalan ruhuma ister bir uzun boylu sefer
Yaşamaktan ne çıkar, günlerim oldukça heder
Bir güler çehre sezip güldüğü yoktur yüzümün
Geceden farkını görmüş değilim gündüzümün”

“Artık, ey yolcu, bırak ben yalnız ağlayayım.”

“Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz,
İnler, Safahat’ımdaki hüsran bile sessiz.”

Âkif’in, bu iniltilerle gözyaşı döktüğü sırada İslam dünyası gerçekten perişandı.

Emperyalizmin, sömürgeciliğin, zulmün, ezilmişliğin, yokluğun, sefaletin pençesinde kan ağlıyordu. Bugün elliye yakın bayrak ve iki milyarlık kitleye ulaşan İslam dünyası, ekonomik bakımdan da iyi noktalara gelmiştir. Peki, Leylası göründü mü Âkif’in? Bitti mi çile, dindi mi acı? Hayır! Âkif’in ıstırabı, belki de, biraz daha büyümüş olarak, ortadadır.

Âkif’in Leylası ekonomik, askerî, politik, coğrafî bir ülkünün sembolü değildi. O, bir şuur ve uyanış peşindeydi. O halde, onun Leylası ancak insan unsuru beklenen çizgiye gelince ortaya çıkacaktır. Ve bu, İslam dünyasında henüz gerçekleşmemiştir.

Âkif’de, bir toprak ve tarih şuuru vardır. Bu, onu, önce Millet (Türk milleti), ikinci olarak da ümmet (İslam milletleri) için konuşturur. Türk vatanı ve Türk tarihi bu bakımdan kutsal beşiktir Âkif için. Bakın İstiklal Marşı’na, bakın Çanakkale Şehitleri’ne, bakın Bülbül’e…

ÜÇ BÜYÜK MUSİBET

Âkif, ideal insanın vücut bulmasına engel üç musibet görüyordu: Yobazlık, hareketsizlik ve Kur’an’dan kopuş. Bu üç musibeti saf dışı bırakmak için, bir beyin-ruh seferberliği istiyordu. Bu, onun dilinde inkılâp diye anılır ve bu inkılâbın esasını, ilme ve Kur’an’a dönüş oluşturur. Buna; İslam’ın, Kur’an’dan kaynaklanan öz çehresini değiştiren uydurmaların, hurafelerin saf dışı edilmesi de diyebiliriz.

Safahat’tan bazı mısralar okuyalım:

“Ya taassup! ya taassup! o kadar maskaraca
Bir yol almış ki, bakarsın başı misvaklı hoca
Mütehassısken edepsizliğin eşkâlinde
En ufak şeyden olur dini hemen rencide.”
“Müslümanlık denilen ruh-i ilahi arasak
Müslümanız diyen insan yığınından ne uzak!”
“Müslümanlık nerde, geçmiş bizden insanlık bile
Âdem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile
Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir

 
Şu dize, bugünlerde ‘Arap Baharı’ denen alçaklığın bir tasviri gibidir.

“Gaza namıyla dindaş öldüren bîçare dindaşlar!”

Âkif’in ıstırabını, acısını besleyen sebepler, ortadan kalkmak şöyle dursun, beraberine politik destek ve parayı da alarak kitlelerde derin yaralar açmaya devam etmektedir.

Âkif, Kur’an’ın vicdanı kadar berrak ve ölümsüzdür…
Kemiklere sığınmak
Kur’an’ın surelerinden biri de Tekâsür adını taşıyor.

Tekâsür, ‘çoklukla övünme yarışına girmek’ anlamında. Kur’an, tekâsürün, insan hayatında daha çok mal ve insan çokluğuyla övünme şeklinde belirdiğini gösteriyor.
Çoklukla övünme, niteliğe karşı niceliği yani, öze karşı şekil ve kütleyi öne çıkarmaktır ki, Kur’an bunu aldanışın, çöküşün habercisi sayar. Servetten ibadete kadar bütün alanlarda sayı çokluğuyla övünmenin birey ve toplumu, yıkımın kucağına ittiğini kabul ve ilan, Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in temel tavırlarıdır.
Tekâsür suresi bize, insan sayısının çokluğunu bir üstünlük sebebi sayan iki Arap kabilesinin zavallılığını örnekleştirerek, ölümsüz bir ders vermektedir. Bu iki kabile, insan sayısı bakımından çok oldukları iddiasını birbirlerine karşı öne sürmekle başlattıkları kavgayı iyice kızıştırmış, nihayet ölülerini de saymaya başlamışlar ve böylece kavga mezarlığa götürülmüştür. Esrarlı Kur’an dili bunu şu şekilde ifadeye koyuyor:

“Oyalayıp aldattı, o çokluk kuruntusu sizleri. Öyle ki, ölüleri saymak üzere ziyaret ettiniz kabirleri. İş, sandığınız gibi değil, ilerde bileceksiniz bilinecekleri…”
İki görünümü vardır kemiklere sığınmanın: Övme görünümü, yerme görünümü.

Övme görünümünde, ölüp gitmiş kişi veya kişilerin, üretilemeyen güzellik ve iyiliklerin yerine ortaya sürüldüklerini görürüz: “Benim babam, benim ecdadım şuydu, buydu. Ben, falan babanın, filan ırkın çocuğuyum…” teraneleri bu çaresizliğin ifade şekillerinden bazılarıdır.
 
Görünüm ister bireysel planda, ister sosyal planda olsun, Kur’an’ın buna cevabı şudur: Baban, ecdadın peygamber bile olsa, eğer sen bir şey üretemiyorsan, hiçlik ve hüsrandan kurtulamazsın.

Soya tapma, ataları ilahlaştırma ve kutsanan kemiklerin arkasına saklanma, Kur’an’a göre putperestliğin niteliklerindendir.
Yaratıcı dehadan yoksun bireylerin, yaratıcı ruhlardan yoksun toplumların eskiye sığınışlarına hayat gerçeğinin verdiği yanıt şudur: Kendi elinle ürettiğin, kendi ruhunla yarattığın bir şey varsa, göster. Yoksa, olduğun yere çömel ve sus!...

Kemiklerle uğraşmanın yerme görünümü ise eksiklik ve cüceliği kemiklere yükleme şeklinde ortaya çıkar. Zavallı benlikler, başarısızlıklarını, kendilerini savunamaz duruma gelmiş kişilerin mezarlarına yüklemeyi, en geçerli yol bilirler. İslam Peygamberi, ölülerin arkasından çirkin şeyler söylemeyi yasaklayarak, üzerinde olduğumuz evrensel ilkeyi çok yalın bir nezaket kuralı içinde göstermiştir. 

İSLAM DÜNYASININ TALİHSİZLİĞİ 
Kemiklere sığınma talihsizliğinin en tipik belirişlerini, ne yazık ki, günümüz İslam dünyasında görmekteyiz. Ülkemizin de, ilk sıralarında yer aldığı bir dizi topluluk, yaratıcı hamlelere beşiklik yapacak büyük beyinler yetiştirmenin sırlarını aramak ve çilesini çekmek yerine, geçmişin, başkaları tarafından tarihe bırakılmış değerlerini zavallı bir bezirgânlıkla sömürme açıkgözlülüğünden bir şeyler beklemekte. Bu ülkelerdeki, kitleleri coşturma, avutma ve susturmanın yolu her şeyden önce, hararetli ‘ecdat ve mazi övme’ nutuklarından geçiyor. Ve hayat, bu ülkelere sürekli şunu soruyor: Peki, siz ne yapıyorsunuz?
Oluş ve eriş hiç kimsenin kazanılmış hakkı değildir. Her insan, ölümsüzleşmeye, sadece potansiyel olarak adaydır. Bunu, fiile çevirmek, benliğin sarfedeceği öz gayrete bağlı bulunuyor.
Kemiklerle uğraşmaya harcanan ümit ve enerjileri kendimizi tanımaya ve oluşun çileli yolunu yürümeye harcadığımızda talih ufkumuz aydınlanacaktır.
Enginizasyonun ayak seslerinin yeni yıl mesajı
Genelde insanlık, özel olarak da Türkiye çok zorlu bir berzahtan geçiyor. Önce genele bir bakalım:

Ümitler, beklentiler var; deneyimlerimizle elde ettiğimiz ışıklar var ama korkular, ıstıraplar, karanlıklar, tehlikeler de var. Bundan da önemlisi, tüm ümitlerimizin hayat kaynağı olan evrensel değerleri kemirmek, insanlığı, eskinin karanlık dehlizlerinde çürütmek üzere bekleyen tahrip odakları var. Bunlar, kudurgan bir şehvetle insanı boğmak ve sadizmlerini tatmin etmek üzere pusudadır.

Berlin Duvarı yıkılmıştır. Duvarın arkasından ümit ve coşkularla birlikte ‘acabalar’ ve endişeler de akın etmiştir. Soru, kısaca şudur: Zulüm ve kahırla bastırılan kitlelerin serbest kalışıyla su yüzüne çıkan boşluklar nasıl doldurulacaktır? Cevap ne olursa olsun, şunu görmezlikten gelemeyiz: Materyalizmden idealizme, dinsizlikten dine, Allahsızlıktan Allah ile aldatmaya gidiyoruz. Magazin züppesi sözde ‘aydınlar’la, devlet adamlığını Kırkpınar ağalığı sananların hâlâ fark edemediği bu gerçeği bundan elli-altmış yıl önce görenler var.

Çağın en büyük düşünürlerinden biri olan İngiliz Toynbee, 1940’lı yıllarda şunu söylüyordu: “Eğer insanlığın mutlu bir geleceği olacaksa bu yine büyük dinlerin mirası içinden çıkacaktır.” Yüzyılımızın düşünce devlerinden bir başkası, Fransız Andre Malraux, aynı gerçeği daha keskin bir ifadeyle şöyle tekrarlamıştır: “Önümüzdeki yüzyıl ya dinler çağı olacaktır ya da hiçbir şey.”

Büyük dinleri, evrensel ilkelerin, insana sevgi ve saygının kaynak kurumu olarak aldığınızda bu doğrudur. Ama unutmamak gerekir ki, insanlığı din dışılığın, inkâr ve materyalizmin en zehirlisine teslim edenler  de büyük dinlerin temsilcileri olmuştur. Burada, Kur’an’ın, yaklaşık üçte birinin, din temsilcilerini şikâyetten oluştuğunu bir kez daha belirtmek isterim. Yani rahmet ve mutluluk kurumu olması gereken dini,  zahmet ve kahır kurumu haline getirenler, ne yazık ki, dini inkâr edenler değil onu temsil edenler oldu.

Kılık değiştirmiş engizisyonların yakamıza yapışması imkân dışı değildir. Çünkü engizisyon ölmez, sadece uyur; uyanmak için de sizin uyumanızı bekler. Bugün, hassas kulakların duydukları bazı sesler, engizisyonun ayak sesleridir. Çöken sistemlerin bıraktıkları boşlukları doldurmak üzere din, ruh, üst âlem, öte dünya, kutsal adına binlerce kişi ve klik sahneye fırlamıştır. Her ilde birkaç ‘mehdi’ (!) türemiştir. Bunlar, esrarlı bir paralellik ve entegrasyona girebilmişlerdir. Hatta yer yer ‘ortak hurafe mafyaları’na vücut verebilmektedirler.

Dinlerin bünyesinden çıkabilecek mutlu yarınlar kendiliğinden gelecek kadar ucuz değildir.
Herkesin, özellikle aydınların kolları sıvaması şarttır.

Bizim teklifimiz şudur: İnsanlığın ulaştığı bugünkü bilim, aydınlık ve deneyim mirasıyla, vahyin son ürünlerini toplayan Kur’an’ı kucaklaştırıp yepyeni reçeteler elde etmeliyiz. Bunun için, Kur’an’ı, geleneksel  tabuların tüm tasallutundan kurtularak yeniden okumak gerekiyor. Biz bu okuyuşun devrim niteliğinde örneklerini iki düzineyi aşkın eserle ortaya koymuş bulunuyoruz.

VE TÜRKİYE ÖZELİ

Türk halkı olarak yeni bir oluş sürecine girmiş bulunuyoruz. Türkiye ile, Türk tarihiyle, Türk’ün ruh ve iman kökleriyle hesaplaşıyorlar. İşin kotarımı, Kelime-i Şehadet’in ve Malazgirt ruhunun bin yıllık düşmanı haçlılarda. Destek ve meşrulaştırma işi ise içerdeki kanı bozuklarla imanı bozuklara ihale edilmiş. Türkiye borç batağına tepesi üstüne batırılmış. Seksen küsur yıllık birikimlerimizin işe yarar nesi varsa ona  buna satıldı. İslam dünyasındaki en yakın komşularımızla neredeyse kanlı bıçaklı olmuşuz. Hukuk askıya alınmış. Süratli bir biçimde diktatörlüğe gidiyoruz. Diktatörlük özlemleri hedefine vardırılırsa bölücü  terörün döktüğü kana ilaveten dinciliğin dökeceği kanlar dönemi başlayacak.

Türkiye şundan haberdar mı: Dincilik, planını çok becerikli bir biçimde ve çok önceden yapmış bulunuyor. Dincilik yıllardan beri iç ve dış teröre yatırım yapıyor. Ayağını tam sağlam bastığı anda, Türkiye’nin  canını yakacak kıyımlar sürecini açacaktır. Böyle giderse dincilik bu millete yakın bir gelecekte PKK’ya rahmet okutacak dehşetlere imza attıracaktır.
Allah bu milleti korusun. Yeni yılınız kutlu olsun!
Işığı uyandırmak…
Karanlığın ve kötünün, doğrudan varlığı yoktur. Işık ve iyi ortadan çekilince boy gösterir, karanlık ve kötü.
 
Işık olmak; vermektir, çile çekmektir, ıstırabı göğüslemektir. Verenlerden olmak; Ali, Hasan, Hüseyin olmaktır. Çöl susuzluğuna dayanmak, Kerbela eri olmaktır. Ucuzun, hep aşağı doğru yürümenin, hep hazır yemenin, hep uyumanın rahatını sevmez güneş adam… Yezit nasipsizliği, tiksindirir onu. Bilir ki; var olmak, ışıkla dost olmaktır. Bilir ki; karanlığı kovmak, aydınlığı kucaklamaktır. Bu da, dikenli yollardan geçmeyi gerektirir…
 
Işık ekin insanın içine. Işık, tüm antitezleri eriten, yok eden tezdir. Bu yüzden, düşüncenin cüceleri, acezeleri hep antitez olur, hep hırlar, hep horlarlar. Çünkü verecekleri bir şey yoktur. Bütün sermayeleri, veren elleri karalamak, ışığı çarpıtmaktır. Işık verenler ise sadece ışık vermekle meşguldürler.
 
Işık veren, sevgi tohumu eken hizmet ve sonsuzluk erleri yeterince olmazsa, kötülük boy atar ve kavga, ümit haline gelir.
 
Işık vermeyi, ışık adam olmayı, akıl-sevgi-Kur’an üçlüsüne oturan bir İslamla eşitliyorum. Hesaplara, ideolojilere, politikaya, kin ve öfkeye âlet edilmeyen bir İslam…
 
 
Anadolu’nun dört bir yanından şu feryat yükseliyor: “Bize, İslam adına öfke ve kin öğretildi. Biz, din adamı adı altında cehennem müfettişi dinlemek istemiyoruz. İnsanlığın rahmet kucağı olarak nitelediğiniz Hz. Peygamber’i, bize, bir kinci bedevî gibi tanıttılar. Nikâhlarımıza geçersiz, çocuklarımıza piç diyenler var. Bayramda, cumada, camiden bizi kovanlar var. İslam, bize, çekilmez bir kahır gibi gösterildi. Biz, hiziplerin, politikanın kirli sularında lekelenmiş bir İslam istemiyoruz; biz Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’i istiyoruz. Klikçilik yapanların, insanlar arasında şu veya bu gerekçeyle ayrımı körükleyenlerin hayır getireceklerine inanmıyoruz.”
 
Güzel ülkemin ve aldatılmış halkımın istekleri, en güvenilir, en samimi ve kendiliğinden bir anketin sonuçları halinde, işte böyle özetlenebilir:
 
Üniversitelerimizin değerli üyelerinden bir dekan, bir konferansımın ardından yanıma sokulup şöyle inledi: “Bize İslam’ı, Müslüman olmayı, bir onur halinde sundun. İçimizdeki mirastan gurur ve haz duymamızı sağladın; sana ebediyen minnettarız.”
 
 
BİR ŞEYLER YAPMALIYIZ!
 
İnsanımıza din, büyük kısmıyla, bilgisiz temsilciler tarafından anlatılmış ve bu durum, onlarda güvensizlik yaratmıştır. Bu güvensizlik, inkâr yobazlığı tarafından sömürülerek kitleler ya manevî boşluğa düşmek yahut da din sömürüsü yapan yobazlığa “Eyvallah” demek durumuna getirilmişlerdir. Bu çıkmazı aşmak, dini, ana kaynağı Kur’an’a ve akla dayandıracak, yetenekli, yetişmiş, hizmet aşkı ve insan sevgisiyle dolu iman ve fikir adamlarına sahip olmakla mümkündür. Bu yapılmadıkça din, izbelerde karanlık üretimlerini sürdüren hiziplerin tekelinde kalacaktır. Bunun sonucu ise bu hiziplerin standartlarına uymayanların ‘zındık, fasık, kâfir’ ilan edilmeleri ve halkın birbirine kin tutması olacaktır.
 
Bu ülkenin insanını, “Filan veya falan zümre gibi düşünmez, filan veya falan efendinin elini öpmezsen Müslüman olamazsın” şeklindeki hain ve müşrik tasallutun tahribinden kurtarmak lazımdır.
 
Bugün, her hizip, kendi standartlarına uymayanları, en amansız biçimde itham etmekte ve İslam dışı gösterebilmektedir. Din adına aşılması gereken temel problem, budur.
 
Kısacası, insanımız; bilgili, gönlü zengin, insan sevgisiyle dolu, Allah’ın kulları arasında ayrım yapmayan hizmet erlerine muhtaç ve hasrettir. Bu hasreti, Allah ile aldatan bezirgân zümreye boğdurmamak, bizim, insanlık borcumuzdur.
 
Gelin, ey yüreği donmayanlar! Yakalım sevgi kandilini, uyandıralım ışığı! Bir ses bırakalım kubbede! Hadi gelin!...
Mal putu
İnsan, yalnız verdiği şeylerin sahibidir; yığdığı şeylerin değil… Ve yalnız paylaşan sahip olur, biriktiren değil. Hz. Muhammed’in, tebliğcisi olduğu Kur’an adına insanlığa öğrettiklerinden biri de, budur.
 
Sonsuz güzelliklerin kaynağı Yaratıcı’ya imanla dolu gönüller, O’na güvenmenin doyumsuz mutluluğu içinde coşar ve sahip olduklarını, O’nun yarattıkları hayrına bol bol dağıtırlar. Paylaşmak, onlar için, Yaratıcı Kudret’e güvenmenin en güzel belirtisidir. Kur’an, bu dağıtma ve kaynaşmaya infak diyor ve ekliyor: “Sevdiğiniz şeylerden bol bol vermedikçe sonsuzluk ve mutluluğa eremezsiniz.” (Âli İmran, 92)
 
Verebilmek ölümsüzleşmenin, sonsuzlaşmanın en emin yoludur. Aşk bir verebilme sanatı olduğu içindir ki, onun defterine yazılabilen bütün adlar ölümsüzdür.
 
Verebilme buysa; hapsetme, yığma, başkalarını mahrum bırakma, ölüme, hiçliğe, iğretiye, sefilliğe, mutsuzluğa mahkûm olmaktır. Böyle öğretiyor Kur’an ve bunu gösteriyor onu tanıtan en büyük insan.
 
HZ. PEYGAMBER’İN BEDDUASI
 
Hz. Muhammed’in en büyük bedduası, mal putuna yenik düşenlere yaptığı bedduadır. Şöyle diyor mal putunun şerir ve azgın kulları için:
 
“Gümüş ve altın paranın, kadifenin, süslü giysilerin kulu-kölesi olan, yüzükoyun yere çakılıp gebersin! Yüzükoyun yere çakılsın da yerlerde sürünsün! Vücudunun her yanına dikenler batsın da o dikenleri çıkaramasın! O öyle biridir ki, bir şeyler verildiğinde hoşnut olur, bir şey verilmediği zaman ise asla vefa göstermez.” (Buharî, cihad 70, rikaak 10; İbn Mâce, zühd8)
 
Adları bilinenleri ve bilinmeyenleriyle, iyi ve güzel adına bütün mirasımızın babaları olan peygamberler, biliyorlardı ki, paylaşabilmek, güzel bir dünyanın kurulabilmesinin tek yoludur. İmkânları hapsetmekse hayatı cehenneme, mutluluk iksirini zehre çevirir.
 
İmkânlar ve onların paylaşımının sembol ismi ekonomik değer olarak bilindiği için, üzerinde olduğumuz konuda başlık daima mal ve daha sonra para olmuştur. Buna, kısaca, kapital diyelim.
 
TÜM DESPOTLAR MAL PUTUNUN KULUDUR
 
İnsanoğlu, hırsını tatmin için başkaları üstünde hegemonya kurmak istemiş, bunun en geçerli yolu olarak da madde-ekonomi üstünlüğünü görmüştür. Ne ilginç talihtir ki, anılan hegemonyaya karşı çıkanların zafer yolu da, madde-ekonomi üstünlüğünü sağlamaya bağlandı. Böylece, insanlık bünyesinde, ekonominin tarihe ve ideye egemenliği hem hırsına yenik düşenlerce hem de onlara antitez olanlarca, savaş alanının tek gerçeği haline getirildi.
 
Ekonominin tarihe ve ideye üstünlüğünü, şöyle veya böyle kabul, insanlığın bahtını kararttı. Çünkü hırs iblislerinin tek değer ve tanrı haline getirdikleri mal putu, onu yıkmak isteyenlerin de putu oluverdi. Tezin ve antitezin putu, korkunç bir kader oyunuyla aynılaşmıştı. Bugünkü dünyaya bakarsanız, bu putun, komple materyalizm olan komünizmle, pratik materyalizm olan kapitalizmde aynı kudret ve saygınlık burcuna oturtulduğunu görürsünüz. İkisi de insanlık bünyesinde habis birer urdur.
 
Kur’an, kendine özgü üslubu ve yaklaşımıyla, mal putunun kanı durumundaki hırsı insan benliğinden sökmeye çalışırken onun beslediği organların yırtıcı tırnaklarıyla mücadeleyi de ihmal etmez. Ve bu mücadele, Kur’an’a göre, insan onurunun bir gereğidir ve din diliyle, en kutsal ibadettir.
Mal putunun zulüm çocukları
Toplumların çöküşlerini bir yaradılış zorunluluğu haline getirenler, mal putunun azdırdığı hırs uşaklarıdır ki, Kur’an onlara mütref (servet ve refahla şımarmış olanlar) demektedir. Mütrefler, insanlık suçu işlemeyi hayat kuralı haline getiren, insan emeğini sömüren canavarlardır. Kur’an onları, kendi iddiaları ne olursa olsun, ‘dini yalanlayanlar’ olarak adlandırır ve ibadetlerine bakmadan lanetler. (bk. Mâun suresi)
 
İslam’ın muazzez peygamberi biliyordu ki, mal putu, tarih boyunca iyice devleşmiş ve en güçlü devrini Muhammed ümmeti zamanında elde etmiştir. Bu yüzden o, mal putuna mağlup ve mahkûm olmanın yaratacağı tehlikenin büyüklüğünü, bu tehlikeden kaçmanın yollarını fiil ve sözleriyle bütün hayatında gösterdi ve yetiştirdiği örnek kuşağı bu bilinç ve ahlakla donattı. Tehlikeye şöyle dikkat çekmiştir:
 
“Her ümmetin bir bozgun sebebi vardır. Benim ümmetimin bozgun sebebi de maldır.”
 
“Kişinin mal ve gurura düşkünlüğünün dinine getirdiği zarar, sürü içine dalmış kurtların koyunlara getireceği zarardan daha büyüktür.”
 
Şu söz de onun: “Allah’a yemin ederim ki, ben sizin için fakirlikten korkmuyorum. Sizin adınıza beni korkutan şey şudur: Sizden önceki topluluklar gibi dünya nimet ve imkânları önünüzde birikecek ve bu nimetler yüzünden çekişme ve didişmeye gireceksiniz de önceki topluluklar gibi mahvolacaksınız.”
 
Ve aynen öyle olmuştur.
 
Mal putu, Peygamber’in hayata veda edişinden kısa bir süre sonra kitleyi tahribe başlamış ve aradan yarım asır geçmeden iki peygamber torunundan biri zehirletilerek, öteki boynu vurularak ortadan kaldırılmıştır. Mal putunun zehrini kusmaya başladığı hengâme olan Halife Osman devrinin dünya malı doymazlığını gören sahabî, Abdurrahman bin Avf şöyle diyordu:
 
“Bizler zorluk ve ıstıraplarla denendik sabredebildik de, bolluk ve refahla denenince başarılı olamadık.” (İbn Mübârek; Kitabu’z-Zühd, 182)
 
Bir başka büyük sahabî, İbn Mesûd, mal putunun sendelettiği kitleye şöyle sesleniyordu:
 
“Siz bugün namaz ve benzeri ibadetlerde, Muhammed’in sahabîlerinden daha ilerdesiniz; o ibadetleri daha çok yapıyorsunuz ama onlar sizden çok daha hayırlıydılar. Çünkü onların sizden bir farkı vardı: Dünya malına karşı sevgileri sizden az, sonsuzluğa sevgileri sizden fazlaydı.” (aynı kaynak, 173)
 
EMEVÎ’NİN TANRISI MAL PUTUYDU
 
Peygamberimizin hanımlarından süt emmiş bir tâbiî (sahabîleri gören kişi) ve İslam ilim ve fikir tarihinin en büyük isimlerinden biri olan Hasan el-Basrî, mal putunun saptırdığı Emevî sultasının kahrını çektiği sıralarda şunu söylüyordu:
 
“Şu ümmetin mal hırsı yüzünden maruz kaldığı kötülüğe, başka hiçbir ümmet maruz kalmamıştır. Bu ümmetin herhangi bir ferdi, din kardeşinin kemiklerini, mal hırsı yüzünden parça parça kırabilir.” (aynı kaynak, 231)
 
İslam toplumları, peygamberlerinden kısa bir süre sonra pençelerine takıldıkları mal putunun açtığı yaraların acılarıyla kıvranmaya devam ediyorlar. Günümüz Müslümanlarının, çağın üstünde bir insan modelini dünyaya yeniden sunmaları, Kur’an’ın feragat, aşk ve sonsuzluk ateşinin ısıttığı gönüller oluşturmalarına bağlıdır. Daha iyi yeme, daha mükellef koltuğa oturma, daha çok gururlanmanın âleti yapılmış bir ‘ideolojik din’, Hz. Muhammed’in, tanıttığı ölümsüzlükten nasiplenmeye imkân vermemektedir.
 
Bugün, Müslüman vicdanların devirmek zorunda oldukları baş putlardan belki de birincisi, mal putudur. Ellerdeki mallar değil, gönüllerdeki mal putu…
Bir tereddüdün romanı
Romandan filan söz edecek değilim.

Sözünü ettiğim tereddüt, Millî Mücadele sürüp giderken gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi’nde  hayatının en uzun konuşmasını yapan Atatürk’e dinleyiciler arasından gelen müthiş bir sorunun yarattığı ve bugün kahırlı acılara dönüşen bir tereddüttür.

Benim tespitlerime göre, Atatürk’ün hayatında yaptığı en uzun süreli konuşma, 2 Şubat 1923’te İzmir Kordon’da, İzmir İktisat Kongresi toplantılarından birinde yaptığı konuşmadır. O tarih yaratan konuşma, halkın da dinlediği, canlı sorular sorduğu ve cevaplar alarak katıldığı destanî bir konuşmadır.  2 Şubat 1923 günü birkaç oturumda tamamlanmış, saatlerce sürmüştür.

Halk, konuşmaya zaman zaman tezahürat cümleleriyle, bazen de Gazi’ye sorduğu ve cevabını anında aldığı canlı sorularla katılıyordu. O konuşma bu yönüyle de eşsizdir, örnektir, tarihtir.

İşte, zabıtlarda ‘hazır olanlardan biri’ diye geçen bir yurttaşın uzun sorusundan ibret verici, keramet gibi cümleler. Parantez içi sözler bizim açıklamalarımızdır. Uzun sorunun özeti şu:

 
“İslam’ın kurtarıcısı! Müsaade-i devletleri olursa bendeleri de memleketimin ve devletin mukadderatıyla alakadar bir noktadaki müşkülümün hallini zâtı devletlerinden rica ediyorum. (Şu vakara, şu ciddiyet ve nezakete, şu öngörüye bakın). Köylüleri karşısına alıp büyük bir tevazu ile her türlü ihtiyaçlarını ve yaralarını dinlemek için lütfen teşrif buyuran yüce Gazi’den bütün köylü rica ve istirham eder ki, bu millî hâkimiyetin ebediyyen bekasını temin edecek yollar ve bunlara ait hususlar tespit olunsun.”


“Paşa Hazretleri! Devletlilerince de malumdur ki, halkımız eğitimsizdir ve masumdur. Bu cehalet ve masumiyetin neticesidir ki, (şimdi şu bilince, şu idrake bakın) memlekete dün mebus sıfatıyla o millet kürsüsünden hitap eden Mustafa Sabri (Damat Ferit ve İngilizlerle Bağımsızlık Savaşı aleyhine işbirliği yapan ve halkı Allah ile aldatan hain şeyhülislam) ve emsali, bugün büyük felaketler getirmiştir. Yarını kim temin edecek ki, Mustafa Sabri veyahut o mayadaki adamlar memlekete girmesin. Gençlik bunda bütün ruhuyla, bütün mevcudiyetiyle tereddüttedir…” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 15/52)

KERAMET GİBİ SORULAR

Şimdi de, aynı oturumdaki bir bürokratın sorusunu yine özetleyerek verelim. Maarif Müdürü Vasıf Bey soruyor: “Paşa Hazretleri! Çöken imparatorluğu teşkil eden saray ve o sarayın etrafındaki menfaatperestler zümresi ve o zümrenin menfaatini temin etmek için dini araç kabul eden zümre tamamen yıkıldı mı?”

“Osmanlı İmparatorluğu yaşarken herkeste genel bir kanaat vardı: Padişaha karşı değil silah atmak, padişah konuşurken titrememek bile günahtır. Fakat görüyorsunuz ki, Anadolu halkı ve köylüsü üç yıldan beri padişahın hilafet ordusu diye (Millî Mücadele savaşçıları üzerine) gönderdiği kuvvetlere silahla karşı koydu. Ruhlarda ve fikirlerde husule gelen bu değişikliğin sebebi nedir?” (Adı geçen eser, aynı yer)

Türkiye doksan küsur yıldır bu soruların ve bu tereddütlerin romanını yaşamaktadır. Kahırlanarak söyleyelim ki, bu roman, bu tereddüdü duyan o büyük ruhlu dedelerimizin kaygılarını haklı çıkarmış, Allah ile aldatmanın haçlı ile işbirliği yapan tezgâhı, onlarca Damat Ferit ve Mustafa Sabri üretip ülkenin subaşlarına oturtarak aydınlanmanın mirasını çürütmüştür.

ABD’si, AB’si, yeni Damat Ferit ve Mustafa Sabrilerle işbirliği halinde o mirastan intikam alıyor. Ne için?

Velinimetlerine ihanet etmiş birkaç ruh hastasıyla, aydınlık aleyhine kiralanmış birkaç namussuzun işbirliğinden doğan çıkar ve ihanet değirmenine su taşımak için…

Bu hale getirilmiş ve üstelik bu hali bir tür meziyet gibi algılamış bir ülkenin akıbeti nasıl olabilir? Cevabı vicdanlarınız versin, sevgili okuyucularım!
Varolmak ve ıstırap
Varlık alanına gelmekle, varolmak aynı şey değil. Varlık alanına gelenlerin birçoğu, varoluş sırrının gerçekleşmesine malzeme olan ‘şeyler’dir. Varolmaksa, şey olmaktan çıkıp şeylere yön verme, şekil verme çizgisine ulaşmaktır. Varoluşçu felsefenin terimlerini kullanırsak; varolmak, iğreti varlıktan gerçek varlık (authentic existence) mertebesine geçebilmekle mümkün olur. İğreti varlık, bestenin malzemesi; varolansa besteyi yapandır.
 
İrade, kudret, faaliyet, yapıp-ediş, kısaca yürüyüştür varolmak… Malzeme varlıksa, yürüyenlerin kullandıkları hammaddelerdir.
 
İnsan dışındakiler, sadece malzeme varlıklardır. Varolan, yalnız insandır. Malzeme varlığın bütün şerefi, varolana hizmet etmesindedir. Kur’an buna teshîr (varlıkların insana boyun eğdirilmesi) diyor. Boyun eğdirilen varlıklar, varolanın hâkimiyeti için araçlardır. Varolan varlık, o malzemeyi kullanır ve küllî egonun istediği yönde hedefine götürür.
 
Kur’an, varolanın, malzeme varlıklar üstündeki hâkimiyetine giden yolun ışıklarını yakar, köşe taşlarını koyar ki, yaratıcı mimarlar emin ve rahat yürüsünler.
 
Varolmak, ‘özgür ben’ olmaktır. Ben veya benlik olmak, çok ince bir yolu yürümek sanatıdır. Kur’an buna, sıratı müstakîmi yürümek diyor. Bir yoldur ki sıratı müstakîm, hem küllî ego tarafından izlenir hem parça egolar tarafından. (Hûd, 56; Fâtiha, 6)
 
İnce yolu yürümeye koyulmak bizi bir kozmik titizliğe mecbur bırakır. Bu yüzden, varolmak, bir kozmik ürperiş getirir benliğe… Bu bir risktir, en büyük risktir. Malzeme varlıkların, yakınına bile sokulamadığı bir risktir bu… Varolmanın en çileli, fakat en şerefli yolunu gösteren Kur’an, bu riske, bu kozmik sancıya dikkat çekerken şöyle konuşuyor:
 
“Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ürpererek uzaklaştılar. İnsansa, çok zalim ve bilgisiz olduğu halde, emaneti yüklendi.” (Ahzâb, 72)
 
Varolma riskinin en güçlü omuzlayıcıları, peygamberler oldu. En büyük peygamberin muazzez torunu, aşk ve ıstırap şehidi Hz. Hüseyin’de bu gerçek, ifadesini şöyle buluyor: “Hayat, inanmak ve mücadele etmektir.”
 
ISTIRAPSIZ İMAN İMAN DEĞİLDİR
 
Malzeme varlıkla varolan varlık arası farkı, ıstırabı kucaklayan iman belirler. Ara varlıklarda iman, bir söz ve iddia olayı olduğundan, onların imanı, ıstıraba ulaşamaz. Bu yüzdendir ki, Kur’an, ıstırapsız imandan bir şey beklemez:
 
“İnsanlar zannederler mi ki, ‘iman ettik’ demeleriyle, hiçbir imtihana çekilmeden bırakılacaklardır. İşin doğrusu şu ki, biz onlardan evvelkileri de ıstıraplarla denedik.” (Ankebût, 2-3)
 
Kur’an’ı anlamak, imanla ıstırabı kucaklaştırmaktır. Varoluş sırrının Muhammedî zirvelerinden biri olan Muhammed İkbal şöyle demiştir: “İman adamı, Kur’an’ı okurken Kur’an olabilen adamdır.”
Bugünkü İslam-Doğu, Kur’anî varoluşun hürriyet ve yaratıcılık boyutlarını yakalamak zorundadır. Bu dünyada insan, henüz kahır ve ezilmişliğin acısından kurtulup hür yaratıcılığın ufuklarına yükselebilmiş değildir.
 
Servet ve refah, ıstırabı azaltırken, hürriyet ve yaratıcılık riskini göğüslemeyi sağlayan aşk ve imanı kokuşturur, pörsütür. Bu yüzden, Yaratıcı şuurla paralelliği kurulmayan servet ve refah, insanın varolma coşkusunu öldürür.
 
İnsanlık, zamanüstü kitabın, ‘zeval bulmaz saltanat: mülk lâ yebla’ (Tâha, 120) dediği oluş ve erişe layık hale gelmek için, “Yalnız lütuf isteriz” demenin hayvansal rahatlığından sıyrılıp, “Kahır içindeki lütfu isteriz” demenin büyüklüğüne ulaşmak zorundadır.
Var olmak ve özgürlük
Var olmak, oluşa, faal bir biçimde katılmaktır. Oluşun malzemesi (malzeme varlık), bu faaliyeti tanımaz. Var olanla ‘şey’in farkı, işte bu faaliyetidir. Faaliyet, yaratıcılıktır.

Zâtı Hakk’ın yaratıcılığı, hem oluşu hem de malzeme varlıkları kuşatır. İnsan ise yalnız oluş sergiler; onun, malzeme varlık yaratma kudreti yoktur. Fakat unutmamak gerekir ki, insan, bir parça-yaratıcıdır. Kur’an, “Allah’a yardım ederseniz Allah da size yardım eder.” (Muhammed, 7) derken parça-yaratıcı olan insanın oluşa katılımını bir yaratıcı faaliyet olarak belirlemektedir.
Küllî Yaratıcı, fragmanter yaratıcıya, halifesine bu yetkiyi, hür iradesiyle vermişse insanın yaratıcılığı O’nun yaratıcılığının bir devamı olur. Elbette ki, Allah’ın Allahlığı daima kendisinindir. Fakat bu, O’nun, dilediği kadarını dilediğine vermesine engel olmaz.
Var olmak bir yaratıcı faaliyetse, özgürlük bunun temel şartı ve alt yapısıdır. Hürriyetsiz bir yürüyüşten yaratıcı faaliyet beklemek, varlık sırrına terstir. Platon “İnsan ruhunu harekete getiren en önemli şey, insanı özgür tutan şuur halidir” derken bu gerçeği çok güzel yakalamıştı.

Özgürlük, bir risktir; hatta hürriyet, bir riskten de öte, her şeyi riske atmaktır. Ne var ki, bu risk göze alınmadan ne hayat sırrına yaklaşmak mümkün olur ne de insanlık kervanını ileri götürmek. Kierkegaard “Ebedî hayat -buna kahramanca yaşamak da diyebilirsiniz- bir ödüldür ki, onu ancak her şeyi, hem de mutlak olarak riske atanlar elde eder” derken bir oluş gerçeğine açıklık getiriyordu. Bu risk, aşkın ta kendisidir.
 
İKİ RİSK VE TANRI’NIN TERCİHİ 
Şunu da biliyoruz: Özgürlük insanın hep “Ben” deme noktasına gelmesini yani firavunluk riskini taşıyor. Ve insanlık bu yüzden çok zehirli kahırlara maruz kalmıştır. Ama unutmamak gerekir ki; bu riski göğüslemekten kaçan bir yürüyüş hep birilerine “Sen” demenin pençesine düşer; yani zillet riskine mahkûm olur. 
Kur’an’ın yolu, firavunluk riskiyle zillet riski arasında bir denge yoludur.  
Kur’an bize gösteriyor ki; küllî Yaratıcı, Tanrı, insan adına hürriyet riskini tercih etmiştir. İnsanın kan dökücülüğünden, bozgunculuğundan yakınan ve kendilerinin sadece emirleri yerine getirdiklerini söyleyerek insana güvenin tehlikeli olacağını ileri süren meleklere, Küllî Ego’nun verdiği cevap şudur: “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.” (Bakara, 30, 33) Böylece, Yaratıcı, insan adına, hürriyet riskini kucaklıyor. İnsana düşen, Allah’ı bu güveninde haklı çıkarmaktır.

İnsanlık tarihinde hiçbir dinsel-felsefî metin kendini, Kur’an’da olduğu kadar, hür fikir faaliyetine açmamıştır. Kur’an, bu faaliyete sadece müsaade etmez; onu emreder ve en seçkin ibadet olarak kutsar.

ÖZGÜRLÜK RİSKİ VE İÇTİHAT
Bu hür ve yaratıcı faaliyetin adı, İslam düşüncesinde, içtihattır. Muhammed İkbal’in deyimiyle, “İçtihat, İslam düşüncesinin dinamik ruhudur.”
İçtihat, hürriyet riskini kullanmanın ve kabullenmenin çarpıcı ifadesi ve kurumudur. İçtihat iledir ki; İslam, hürriyet riskini benimsemeyi kamulaştırmış ve kurumlaştırmıştır. Bu kurumu reddetmek veya işlemez hale getirmekse Müslümanlarda yaratıcı ruhların ölümü veya prangalanması oldu. İslam dünyası bu ölümden yeni bir dirilişe, bu prangalardan özgürlüğün engin fezasına geçmenin sancılarını çekiyor. Henüz mücadelesini tam veremiyorsa da sancılarını çekiyor…
Müslüman kitleler, “Eğer günah işlemeseydiniz Allah sizi yok eder, yerinize günah işleyen bir topluluk getirirdi” diyen peygamberlerinin, var olma ve ayakta kalmanın temeline, özgürlük riskini göğüslemeyi yerleştirdiğini çok iyi görmelidirler.
Kadın ve sonsuzluk
Allah aşkından söz eden ünlü sûfîi en-Nuri’yi (ölm. 295/907) zındıklıkla suçlayıp yargılayan  fıkıh mollaları; aşkı, insan hayatının iğrenç bir yanı olarak görüyorlardı. Bu tutumlarıyla onlar, aşkı, bir ‘psikoz prototipi’ sayan Freud’a ne kadar benzerler! Bu yaklaşımın, “Âşık olup aşkını lekelemeden içinde tutarak ölen, şehit olur” diyen bir Peygamber’in ruh dünyasına ne kadar uzak olduğunu söylemeye gerek var mı?

Tasavvuf, mecazî aşk dediği kadın-erkek ilişkisini evrenselliğin en mükemmel belirişi ve Allah’a gidişin erdirici yollarından biri sayar.

İslam mistik edebiyatı içinde kadının sonsuzluğa götürücü rolünü ve gücünü en güzel anlatan sözlerden biri de Hintli sûfî Ahmet Faruk Serhendî’nin (ölm. 1621) ünlü Mektûbât’ının ilk mektubundaki şu tespittir:“Tanrısal güzelliğin kadın güzelliği halindeki belirişi, başka hiçbir varlıkta yoktur. Emir âleminin (ideler âleminin) güzellikleri, kadında belirginleştiği ölçüde başka hiçbir varlıkta ortaya çıkmaz.”

Kur’an, kadını hayatın sıcaklık, sevgi, huzur ve rahmet unsuru olarak göstermektedir. (Rum, 21) Ona göre, kadının şeref burcu olan annelik, tanrılıktan sonra, saygıya en layık olan mertebedir. Annelik, tartışmasız gerçektir. Bir çocuğun annesi, insanlık tarihinin bütün hukuk sistemlerinde, onu doğuran kadındır. Yaradılış düzeni, babanınkinin aksine, annenin durumunda kuşku ve tartışmaya imkân vermemiştir.

Kur’an’ın bu verilerine dayanan sûfî düşünürler, yaratıcı sıcaklığın motor gücü olarak, kadını görmüşlerdir. Ali el-Havvâs (ölm. 1532) bu gerçeğe değinirken şöyle diyor: “Varlık ve oluşta esas olan dişiliktir, erkeklik değil. Bu yüzden tüm ruhlara kadın sevdirilmiştir.”

İslam düşüncesinin en büyük temsilcilerinden biri olan Muhyiddin İbn Arabî (ölm. 1240), kadın konusunda şu sonuçlara varıyor: Üstün insan gözünde yaratıcı güzellik ve gücün en mükemmel beliriş alanı, kadındır. Kadın, mükemmel varlıktır. Erkek, yalnız aktivite taşır. Kadınsa, aktivite ve pasiviteyi benliğinde aynı anda barındırdığı için, yaratıcılığa kaynaklık etme özelliği erkekten fazladır. Yollarını, “Son Peygamber’in hayatını yaşama kurumu” olarak tanıtan sûfîlerin, “evlenmemiş kişiyi ruhsal eğiticiliğe yetkili görmemeleri,” işte bu yüzdendir.

Sûfîlerin kadına bakışı, zındıklık, hatta dinsizlik olarak görülebilmiştir. İslam bilim ve düşünce disiplinleri içinde yalnız tasavvuf, prototipleri arasına bir Râbia el-Adevî (ölm. 752) ve yalnız Bektaşilik, bir Kadıncık Ana koymuştur.

PEYGAMBER’DEN SONRAKİ DÖNEMDE KADIN

Hz. Peygamber devrinden sonra, büyük yozlaşmalardan biri de kadına bakışta ortaya çıktı. Hayatı boyunca, oyunu her zaman kadın lehine kullanmış olan ve ölümüne yakın günlerde kadın ve yetimlerin haklarını korumada muhtemel eksiklikleri için Allah’tan af dileyen İslam Peygamberi’nin, bir eşya olmaktan kurtardığı kadın, sonraki devirlerde tekrar ezildi, itildi. Belirgin özelliği, İslam’ı Araplaştırmak olan Emevî yönetimi, Hz. Peygamber’in ölümünden sonra, eski Araplığından beslenen şuuraltını hortlattı ve kadına bakışı da, diri diri kadın gömen bu şuuraltı tarafından belirlendi. İslam tarihinin ‘en büyük melun’ diye damgaladığı Yezid’in, Kerbela’da Peygamber torunu kadın ve çocuklara reva gördüğü vahşet bu şuuraltının bir boşalışı sayılabilir. Onca masum kadın ve çocuğun kimi doğrandı, kimi de paryalar gibi uzak diyarlara sürüldü.

Kadına bakışta bu yozlaştırma ve geriye götürmenin düşüş çizgisi, Osmanlı döneminde çok daha aşağılara indi. Batılı İslamolog Goldziher, Muslim Studies (İslam Araştırmaları) adlı eserinde, ilk devir İslam’ının kadınıyla sonraki zamanların hareme kapatılmış kadını arasındaki farkı, yine İslam açısından, ilginç bir şekilde ortaya koyar. Vardığı sonuç şudur: Hareme tıkılan kadın, Kur’an ve Peygamber’in getirdiği haklar elinden alınan kadındır.

Hayat ve sonsuzlaşma coşkusu duyanlar, yürüyüş ve uçuşun iki kanatla (kadın, erkek) gerçekleştiğini bilmek ve birbirlerini daha güçlü yapmanın yollarını aramak zorundadırlar. Ve kırılan kanat; güzellik, ahenk ve enginliği temsil eden kadınsa, sadece yürüyüşümüz durmaz, hayatımız da cehenneme döner.
Kur’an din olmaktan çıkarılınca…
Birer yorum ve düşünce ekolü olan ve bir kısmı politik kamplaşmalardan kaynaklanan İslamî mezheplerin birçoğu kendisinin tek gerçek olduğunu iddia edebilmiş ve çerçevesinin dışında kalanları ‘İslam dışı’ (heterodoks) olmakla suçlayabilmiştir. Oysaki bu mezheplerin hepsi, Kur’an’ı kaynak almakta birleşirler. Ve Kur’an, bu birliğe girenlerin kardeş olduklarını açıkça belirtir. (bk. Hucurât, 10)
 
Kendi mezhebi dışında kalanı ‘sapıklık ve fitne çıkarmak’la suçlamak, Emevîlerle başlayan ve sonra Emevîlik’e tepki olarak doğan anlayışlarla beslenen bir illettir. Bu illet, İslam dünyasını tarih boyunca kemirmiş ve kemirmeye devam etmektedir. Oryantalistler, bu illeti yaygınlaştırmak için, birer yorum ve yaklaşım şekli olan mezhepleri, bağımsız birer din gibi öne çıkarmakta ve Müslüman kitleleri birbirine yedirtmekte pek usta davranmışlardır.
 
Bu açıdan bakıldığında en acı tabloların Şiî-Sünnî veya Alevî-Sünnî ayırımından doğduğu görülür. Bu iki mezhebin Kur’ansal beraberliğinin esas alınması, tarih içinde bunları sömüren politik odakların işine gelmediğinden esasta birleşmeyi teşvik yerine ikincil noktalara ağırlık verilmiş ve Kur’an kardeşliği hançerlenmiştir.
 
Kur’an’da ve Hz. Muhammed’de birleşen ruhların, Kur’an’ın tamamlanmasından ve Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkmış görüş ayrılıklarının, dinin esasıyla hiçbir ilgisi olmadığını bilmeleri gerekir. Kaldı ki, anılan mezheplerin mensupları, ortak bir sevgi unsuruna da sahiptirler: Ehlibeyt. Sünnî veya Alevî hiçbir Müslümanın evinde bir tek Muaviye yahut Yezit adına rastlanmaz. Ama her evde bir Ali, Hasan ve Hüseyin bulabilir-siniz. Demek olur ki, tarihsel Müslüman kamu vicdanı, ortak sevgi objesine ilişkin bir icma (consensus) oluşturmuştur. Bu, Ehlibeyt sevgisidir. En koyu Sünnî tarikatlarda bile 12 imamdan birkaçı, önder kişiler silsilesinde yer almaktadır. En sert Alevî karşıtı bilinen Nakşîlik’in, en titiz kolu Halidiyye’de bile, silsilede, Selmanı Fârisi ve Caferi Sadık vardır. Kur’an ve Ehlibeyt sevgisinde birleşmek bu ekollerin bütün sıkıntılarını ortadan kaldırır ve bu birleşme, onlar için hiç de zor değildir. Ne ilginçtir ki, Hz. Muhammed, çağlar öncesinden bu temel birleşme noktasının altını şu mucize sözüyle çizmiştir:
 
“Ehlibeytim Nuh’un gemisine benzer, ona binen kurtulur.”
 
SİYASAL ÇIKARLARIN ENGELLEDİĞİ KARDEŞLİK
 
Halledilemeyen nedir? Halledilemeyen politik çıkarlar, hırslar ve cehalettir. Buna, azın-lıktakilerin ihmalini, horlanmasını, kucaklanmamasını da eklemeliyiz. Yıllar boyu, Sünnî-leştirmekten söz edilmiştir; kardeşleştirme, Kur’an’da birleştirmeden değil. Gönül isterdi ki, Kur’an ve Muhammed şuur ve rahmetine sahip din öncüleri çıksın ve Anadolu insanının, bu yapay illet tarafından açılmış yaralarını sarsın. Ne yazık ki, bugüne kadar böyle bir yaklaşım getiren, değil din görevlilerine, Kur’an’ın ve birliğin temsilcisi olması gereken bir Diyanet İşleri başkanına bile rastlayabilmiş değiliz. Hâlâ, ,bir yığın din adamı (!), Alevî-Sünnî evlilik-lerinin İslamdışılığına dair fetva verme hıyanetini göstermeye devam etmektedir. Bunlar, fetvalarını haklı göstermek için karşı tarafa insaf ve imanla bağdaşmayacak iftiralardan çekinmiyorlar. Burada Gazalî’nin el-Iktısad fi’l-İ’tikad (İnançta Orta Yol) adlı eserinde hatırlattığı bir Kur’ansal ölçüye dikkat çekmek istiyorum: “Bir Müslüman hakkında hüsnüzanda bulunup yanılmak, kötü düşünceler besleyip de isabet etmekten daha iyidir, daha İslamcadır.”
 
Gazalî, eleştirilerinde bu dediğine kendisi uymamışsa da tespiti tamamen Kur’ansaldır, doğrudur.
 
Müslümanları, Kur’an ve Hz. Muhammed’de birleşmeye çağıracak rahmet önderlerine ihtiyaç vardır; falan veya filan mezhebe çağıranlara değil. Kur’an ve Muhammed kar-deşliğine çağıranlara hasretiz. Allah-Muhammed-Ali sevdalıları, bir birlikle bin ayrılığı giderebilen erlerdir. Bin birliği bir tek ayrılığa feda edenler ‘din adamı’ yaftası taşısalar da Hak adamı olamazlar. İnsanımız, din zebanilerinden çok çekmiştir; şimdi Hak adamı aramaktadır.
 
Kitap, Peygamber, kıble ve secde birliğini; çıkar, gaflet, cehalet ve sömürü ayrılığına yenik düşürenlere yazıklar olsun.
En ideal zikir Kur’an okumaktır
Kur’an’ın en önemli kavramlarından biri olan zikir, türevleriyle birlikte 260 küsur yerde geçmektedir. Sadece zikir kelimesi 90 küsur yerde kullanılmıştır.

Kelime anlamıyla zikir, ‘unutulan bir şeyi hatırlamak ve bir şeyi unutmamak için sürekli hatırda tutmak, şeref, öğüt, düşündürücü’ demektir. Zikir, aynı zamanda Kur’an’ın adlarından biridir. Kur’an kendini bu adla defalarca anmaktadır. (Örnek olarak bk. 3/58; 7/63; 12/104; 15/6, 9; 16/44; 21/50; 36/69; 38/49; 68/51, 52)

Kur’an’ın hem adı zikir’dir hem de içi zikirle doludur. Kur’an, aynı zamanda ‘zikirle dolu’ (zü’z-zikr) bir kitaptır. (bk. 38/1)

Tam bu noktada, tasavvuf tarihinin ciddî sapmalarından birini ele almak gerekiyor. ‘Allah’ı zikretmek’ anlamında zikir, tarikatların asırlık şartlandırmaları yüzünden, belli tarikat vird-lerini tekrar tekrar okumak anlamında dondurulmuştur. Oysaki Kur’an’ın söylediği bunun tam tersidir. Allah’ı zikrin en yüce ve en etkili şekli, Allah’ı Kur’an okuyarak zikretmektir. Dahası, zikretmek, Kur’an okumakla eşanlamlıdır. Kur’an’ın ilk emri “Oku!” olduğu gibi, temel ibadet de Kur’an okumaktır. Namaz, Kur’an okuma emir ve ibadetinden daha sonra vahyedilmiştir.

İş bu kadarla da bitmez: Kur’an, namazla Kur’an’ın karşılaştırmasını da yapmış ve sonucu müminlerine bildirmiştir. Kur’an şöyle diyor:

“Kitaptan sana vahyedileni oku! Namazı da yerine getir! Çünkü namaz, çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar. Allah'ın zikri/Kur'an'ı ise elbette ki daha büyüktür! Allah, neler yaptığınızı biliyor.” (Ankebût, 45)

CUMA NAMAZI VE KUR’AN OKUMAK

Kur’an, yeni zamanlar için çok hayatî pencereler açacak bir tespit daha yapıyor: Bir ibadet olarak Cuma namazı ile ‘zikrullah’ (Kur’an) eşitlenmiştir. Ayet şöyle diyor:

“Ey inananlar! Cuma günü, namaz için çağrı yapıldığında, Allah'ın zikrine/Allah'ın Kur’an’ına koşun! Alışverişi bırakın! Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (Cumua, 9)

Bu ayetin bize bildirdiği gerçek şudur:

Bir mümin, Kur’an’ın emrettiği Cuma vakti ibadeti için isterse cemaatin oluştuğu bir yerde cuma namazı kılar, isterse cuma namazı vakti süresi kadar Kur’an okur veya Kur’anî bilgilerle meşgul olur.

Bu eşitlemede şaşılacak bir yan yok. Kur’an, salâtın (namazın) esas amacının ‘Allah’ı zikir’ olduğunu zaten bildirmiştir:

“Bana ibadet et ve namazını, benim zikrim için/beni hatırlayıp anmak için yerine getir." (Tâha, 14)

Allah’ı zikrin en yücesi de Kur’an olduğuna göre, Kur’an okuyan (Kur’an’ı tilavet eden veya Kur’an ilimleriyle meşgul olan), namazın en yücesini kılmış olur. Böyle birisinin, Kur’an’la meşguliyeti bırakmak pahasına kalkıp namaza gitmesi bir tercih meselesidir; bir emir veya kazanç değil.

Bu gerçeklerin geleneksel dayatmalarla dışlanmış olması, art arda yıkımlar getirmiştir. Bir defa, din bahsinde otorite, Kur’an ehlinden alınıp tevil, ilham ve rüya tüccarlarına verilmiş, böylece, toplumlara ve zihinlere ilim yerine teviller ve rüyalar egemen olmuştur. Oysaki bu anlayış, Kur’an’ın insan hayatından kovmak istediği temel belanın ta kendisidir. Kur’an şöyle diyor:

“Bilmiyorsanız zikir/Kur'an ehline sorun.” (Hicr, 43; Enbiya, 7)

Biraz önce değindiğimiz yıkım ise bu Kur’ansal emrin şu şekle dönüşmesine yol açmıştır:  “Eğer bilmiyorsanız, tarikat ehline ve tarikat şeflerine sorun!” Ve bu hezeyan, Müslüman kitlelerin beynine Allah’ın emri gibi kazılmıştır. 
Kur’an zikir olmaktan çıkarılınca
Kur’an’ın esas zikir olduğu yolundaki emrin arkaya atılıp onun tersinin dinleştirilmesinin sonucu ne olmuştur? Kur’an, bunun cevabını, çok açık biçimde veriyor:

“Kim Rahman'ın Zikri'ni/Kur’an’ı görmezlikten gelip ondan uzaklaşırsa biz ona bir şeytanı musallat ederiz de o ona can yoldaşı olur. Bunlar onları yoldan tamamen saptırırlar. Onlarsa kendilerinin hâlâ hidayet üzere olduklarını sanırlar.” (Zühruf, 36-38)

Kur’an zikrine sırt dönenlerin şeytanla birlikteliğe itilecekleri, başka vesilelerle de ve yine Zikir kelimesi kullanılarak ifade edilmiştir:

“Şeytan onları kuşattı da Allah'ın zikrini/Kur'an'ını onlara unutturdu. İşte bunlar şeytanın hizbidir. Dikkat edin! Şeytanın hizbi, hüsrana uğrayanların ta kendileridir.” (Mücâdile, 19)

“Kim Rabbinin zikrinden/Kur'an'dan yüz çevirirse Rabbi onu, gittikçe yükselen bir azaba sokar.” (Cin, 17)

“Kim benim zikrimden/Kur'anımdan yüz çevirirse onun için zor, sıkıcı bir hayat şekli/dar bir geçim vardır; kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz.” (Tâha, 124-126)

İslam dünyasının sürünüş tablosunu, görünüşü ve gerekçeleriyle bundan daha etkili biçimde anlatacak bir beyan bulunamaz. Tanrısal kitaba sırt dönmenin hangi hüsranlara yol açabileceğini de yine Zikir kelimesini kullanarak yine Kur’an vermiştir:

“Yemin olsun, size bir kitap gönderdik ki, öğüt ve uyarınız/zikriniz/şerefiniz yalnız ondadır. Hâlâ aklınızı çalıştırmayacak mısınız?” (Enbiya, 10)

KUŞADALI İBRAHİM’İN YARATTIĞI DEVRİM

Tasavvuf-tarikat tarihinde bu Kur’ansal gerçeği hayata geçiren bilgin, Türk sûfî düşünürü Kuşadalı İbrahim Halvetî (ölm.1845)  olmuştur. Zikretmenin Kur’an okumak olması gerektiğini, bunun için de Kur’an dışı zikirlerin tasavvuf bünyesinden çıkarılması lüzumunu ilk kez ilan eden Kuşadalı, bu düşüncesiyle İslam tarihinde büyük bir devrimin temsilcisidir. Kuşadalı, tekkelerin artık devrini doldurduğunu, çünkü bu mekânların meyhane ve kerhaneye dönüştürüldüğünü, Allah’a varışın artık, Hz. Peygamber döneminde olduğu gibi, tüm yeryüzünü mabet olarak algılamakla gerçekleşeceğini söyleyen büyük önderdir.

Atatürk’ün doğumundan 30 küsur yıl önce ölen Kuşadalı, bu düşüncelerinden bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Türk aydınlanma devriminin mimarı büyük Atatürk’ü müjdeleyen bilgedir. Bu bakımdan biz, Atatürk-din bağlamlı bir çalışmanın Kuşadalı’yı ihmal etmesini çok büyük bir kayıp sayarız. Atatürk’ün ne yaptığını ve niçin yaptığını anlamanın İslamî anahtarlarından biri de, Kuşadalı’nın fikir dünyasını tanımaktır. Ayrıntılar için bizim ‘Kuşadalı İbrahim Halvetî’ adlı eserimize bakılmalıdır.

Kur’an, Allah’ı yalnız Kur’an’daki anılış şekliyle anmayı tevhidin kaçınılmazlarından biri olarak tescil eder ve müşrik zihniyeti en çok rahatsız eden şeylerden birinin de Cenabı Hakk’ın Kur’an’daki şekliyle anılması olduğunu kayda geçirir:

“Rabbini yalnız Kur'an'da andığın zaman/Kur'an'da yalnız Rabbini andığın zaman, nefretle kıçlarına doğru geriye dönerler.” (İsra, 46)

Dinin Kur’an’a teslim edilmesi ve Allah’ın, Kur’an’da tanıtıldığı şekilde anılması, şirke bulaşmış zihniyetleri rahatsız eden temel olgulardan biridir. Bu rahatsızlığın belirgin görüntülerini, gizli şirke batık dinci ekiplerde izlemekteyiz. Allah, bu ekipler için, ancak kendi efendileriyle birlikte ve kendi efendileri bağlamında anıldığında bir anlam ifade etmektedir. Hatta bu şirk şaibeli zihin sahiplerinin bazıları, din bahsinde yapılacak müzakere ve tartışmalarda kendi efendilerinin yazdıkları dışında referans istememektedir.

Böyle bir tavır, Kur’an’ın hemen her sayfasında şikâyetçi olduğu şirkin dehşet verici bir görünümüdür.
Okuyabilmek
Yapılan tespitlere göre en az okuyan milletler arasındayız. Ne acı, ne düşündürücü, ne ürpertici bir gerçek!
 
Hangi noktadan sonra ve ne ölçüde Batılı olduğumuz tartışılabilir. Fakat başlangıçtan beri Doğulu olduğumuz tartışmaüstü bir gerçektir. Bunu gereğince bilsek ve baştan beri iyi değerlendirebilseydik, Batı lokomotifine yük vagonu olmanın acıları içinde kıvranma yerine, Doğu vagonlarına lokomotif olabilirdik. Ne yazık ki, olmadı. Olabilir mi? Kader, bizim dudaklarımız arasında değil. Her şey mümkündür.
 
Müslüman dünya, din mirasının en mükemmel ve en son kaynağı Kur’an’ı, gereğince anladığı zamanlarda ilim, düşünce, estetik ve refahta bugün Batı ile arasında aleyhine tecelli eden tabloyu, daha büyük farkla lehine tecelli ettirebilmişti. İslam Doğu’nun başkenti Bağdat’ta Müslüman şehirliler çalar saatle uyanırken, Batılılar, yıkanmayı bilmiyor ve hayvanlar gibi topraktan kök söküp yiyorlardı.
 
Daha sonra ne oldu? Tembellik, yaratıcı ruhun pörsümesi, bir ahtapot gibi Müslüman Doğu’yu kucağına aldı ve dünün mutluluk, yükseliş, öncülük kaynağı olan din, kavgaların, uyuşukluğun telafisi için kullanılan bir istismar kurumu haline geldi.
 
Sebep, Kur’an’ın ilk emri, ilk kelimesi yani, bir tür yapı hücresi olan “Oku” emrinin Müslüman’ın rüyalarını, dünyalarını, gönlünü, beynini ve günlük hayatını yönlendiren bir motor güç olmaktan çıkışıydı. Dünün; matematikten astronomiye, tıptan metafiziğe kadar bütün ilimlerinin kurucuları olan Müslüman nesiller, başını çektikleri kervanın gerisinde kalmış, nal ve tezek toplamaya başlamışlardı. Oku emrinin fitilini yaktığı ve parıltılarını ufuklara yükselttiği yürüyüş aşkı sönmüştü.
 
21’nci yüzyıla girmiş bulunuyoruz. Otoritelere göre bu, sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş anlamına geliyor. Bunun bir anlamı da, bilginin yaygınlaştırılmasıdır. O halde, önümüzdeki yıllar eğitimin, üniversitenin ön plana çıkması olacaktır. Kitap, yeniden en yüce değer olacaktır. Bunun, daha kısa bir cümle ile ifadesi şudur: “Oku” emri, yeniden öncelik kazanıyor; Kur’an mucizesi yeniden ve bir kez daha saltanat ilan ediyor.
 
Kur’an bağlıları için bu, hem bir bahtiyarlığın hem de bir ürperiş ve üzüntünün habercisidir. Bir bahtiyarlığın habercisidir, çünkü tanrısal kitabın zamanüstülüğü çağın ortak itirafıyla belirlenmiş bulunuyor. Bir ürperişin habercisidir, çünkü bu, “Oku” emriyle irtibatları asgariye inmiş bir İslam dünyasının kendi değerler kaynağına ne denli ters düştüğünün acı bir belgelenişidir.
 
“OKU” EMRİNİN KAPSAM ALANI
 
“Oku” emri, gazete okumaktan, göklerin sırrını okumaya kadar bütün bir ilim-fikir-hikmet-estetik dünyasını kaplar. Başka bir deyimle, “Oku” emriyle bize, insan, evren, vahiy kitaplarının okunması, yorumlanması, değerlendirilmesi ve eşya ve olayları Yaratıcı’nın dilediği yönde şekillendirme uğruna tüm varlığın didik didik edilmesi görevi yüklenmiştir.
 
İslam-Doğu, artık öğrenmiş olmalı ki, zaman ona, bağlı olduğu kitabın ölümsüz tespitlerinin, yaşanan bütün devirlerin üstünde ve önünde gittiğini göstermiştir. Öğrenmiş olmalı ki, “İlim Çin’de de olsa gidip alın” diyen peygamberin direktifine ters düşerek, evinin içine, elinin altına girmiş ilimleri bile değerlendirememenin faturasını ödemek çok ağır ıstıraplara malolmaktadır. Amerikalı yazar Henry Clausen’in, esası Kur’ansal olan şu sözünün ölümsüzlüğü, çağlar tarafından bir kez daha doğrulanmıştır: “Öğrenmek pahalıdır ama cehalet çok daha pahalıdır.”
 
İnsanın üstünlüğü, onuru evrensel ve kozmik olduğu için, onun cehalete yenik düşmesinin doğuracağı musibetler ve felaketler de evrensel ve kozmik olacaktır.
 
Her zaman ve mekânın temel belası ve Kur’an’ın baş düşmanı cehalet alt edildiğinde, aşk, irfan ve güzelliğin kaynak yurdu Müslüman Doğu, Bilgi Çağı’nın en ileri ufuklarına adını yazdırır.
Şiir, ötesi ve berisi
Şiirin sultan ustalarından Mehmet Akif, ölümsüzlüğünün belgelerinden biri olan bir dörtlüğünde şöyle diyor:

“Şi’r için gözyaşı derler, onu bilmem, yalnız
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım.
Ağlarım, ağlatamam, hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzarım.”

İslam’ın büyük vicdanı Akif, bir şair duygusallığı içinde böyle söylüyor. Zirvesinde oturduğu şiir sanatı adına eşsiz bir tevazudur bu… Gerisini edebiyatçılar tartışsın.

Benim bildiğim şudur: Gönlü, söz mucizesinin zirvesi Kur’an’a iniş yeri olmuş en büyük insan Hz. Muhammed, “Sözde büyü olduğu kuşkusuzdur” diyor ve ekliyor: “Arşın anahtarları, şairlerin diline emanet edilmiştir.” Buna göre, şiir, vasıtasız bilginin en güçlü yollarından ve belirişlerinden biridir. Böyle olduğu içindir ki, İslam düşünce geleneği şiiri, sanatların sultanı sayar.

Kur’an’ı, adam gibi okumayı bilmeyenler, onun, şiirin yerini belirleyen sözlerini, şiiri küçümseme olarak görebilmişlerdir. Oysaki Kur’an, şiirin gücünü ve yüceliğini inkârın peşinde değil; şiirle, onun üstünde ve ötesinde bir kurum olan vahyi karşılaştırma arzusundadır.

Biliriz ki, bir kudretin sınırlarını belirleme, o kudreti inkâr değil; onun, insan hayatındaki rolünü daha iyi oynamasına yardımcı olmaktır.

Evet, vahiy ve peygamberlik, şiirin üstünde ve ötesindedir. Nebi de, şairin üstünde ve ötesinde… Bu yüzden, nebi şairliğe muhtaç değildir. Yaratıcı Kudret, nebiyi, şiir üstü bir bilgi ile beslemektedir: “Biz o Peygambere şiir öğretmedik, zaten şiir ona yaraşmaz ki…” (Yasîn, 69) O’nun muhatap olduğu tanrısal kelam, her biri bir şiir devi olan Arap şairlerini, önünde secde ettirmedi mi?

Tanrı Elçisi, bu ölçüler içinde şiiri sevmiş, şairleri kutsamış ve hayatı boyunca güzel şiirlerden parçalar okumuştur. Onun, putperest şairlerin, ölümsüz gerçeği yakalayan deyişlerini bile övdüğüne tanık oluyoruz. Şair sahabîlerden Hassân için “Allahım, onu Ruhülkudüs’le destekle” diye dua eden de odur. Böylece o, şiirin, vahyin altında, fakat diğer bilgi ve eriş yollarının hepsinin üstünde olduğunu gösteriyordu.

Şair, peygamber değildir; filozof veya bilgin de değildir. Şiirde felsefe ve ilim olur ama bu, şairi ne filozof yapar ne bilgin. Filozof ve bilginden bekleneni şairden beklemek birçok topluma büyük kayıplar verdirmiştir. Bu toplumlardan birinin de, bizim toplumumuz olduğunu söylemek, bilmem abartma mı olur?

ŞİİRDEN FELSEFEYE GEÇİŞİN FATURASI

Aynı zamanda çok büyük bir şair olan filozof Platon, felsefeye soyunduğu sırada, o güne kadar yazdığı şiirlerini ortadan kaldırmış ve bir daha şiir yazmamıştır. Felsefede yükselmek adına neleri ortadan kaldırdığını anlamak için, imha ettiği şiirlerinden her nasılsa geriye kalmış ve daha sonra Mevlana Celaleddin’de yeniden dile gelmiş dizelerden bir örnek:

“Ey sevgili, seni doyasıya seyretmek için bu gözlerim yetmez; göklerdeki yıldızlar kadar gözüm olmalı ve seni o gözlerimin tümüyle seyretmeliyim!”

Ölümsüz Platon, şiirlerini yok etmeseydi; insanlık en büyük şairlerinden birine daha sahip olacaktı ama ideler dünyasının eşsiz habercisi filozofundan da yoksun kalacaktı.

Hayata hizmetini kalemle veren ruhların büyük bir kısmı, işe şiirle başladılar. Sonra, ya şiirin burçlarında kalmaya devam edip ayaklarını hiç yere basmadılar yahut bulutların üstünden yere inip düşünce veya bilgi üretmek üzere başka yollar seçtiler.

O ‘başka yollar’ı seçenlerden biri de bu satırların yazarıdır.
‘Din maskeli Allah düşmanlığı: Şirk’
Hayatımın gaye kitaplarından biri olan ‘Şirk’ adlı eserimden söz edeceğim. Eser, dün itibariyle kitapçı vitrinlerine ulaştı. Mutluyum, Tanrı’ya şükranla doluyum. Bu vesileyle, tarihin ve insanlığın önünde şunu söylemek benim hem hakkım hem de görevimdir:
Birkaç dilde yayınlanmış 60 küsur kitabımı bir kenara koyuyorum. ‘Allah İle Aldatmak’, Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmamı Âzam’‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’‘Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşına Bir Bakış’ adlı eserlerim, İslam düşüncesinde, özellikle Türk-İslam düşüncesinde birer devrimdir. Bunun böyle olduğu, yerli ve yabancı araştırıcılar tarafından da kabul ve itiraf edilmiştir. Bu eserler, Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in, ‘Allah İle Aldatmak’ kitabı vesilesiyle söyledikleri gibi, “Cumhuriyetin bugüne kadar yazılmamış manevî manifestosunu vücuda getiren eserlerdir.”
Yine hakkım ve görevim olarak söyleyeyim: Bu eserler, ‘Cumhuriyet devriminin eksik kalan diğer yarısı’nı tamamlayan eserlerdir. Bu eserler, bundan yetmiş-seksen yıl önce yazılmalıydı, yazılmamıştır, yazılamamıştır. Bu eserler kitlesel planda okunup hazmedilmeden Cumhuriyet devrimi gerçek rayına oturamaz ve emperyalizmle karanlığın işbirliği tarafından tezgâhlanan tehditlere açık olmaktan kurtulamaz. Ben bu gerçeği bir iman ve aydınlık emaneti olarak tarihin ve Tanrı’nın huzurunda halkımın vicdanına iletiyorum. Zamanın yanılmadığımı göstereceğinden de emin bulunuyorum. 
Bu devrim kitaplara bir yenisi eklendi. Tam adıyla verelim: ‘Din Maskeli Allah Düşmanlığı: Şirk’. Adı bile ürpertici. Ve bu ad, Kur’an’dan alınmıştır.
Neden bir devrimdir bu kitap?
İslam’ı bir Arap saltanat ideolojisine dönüştüren Emevîler, şirki tanınmaz hale sokarak, Mekke şirkinin patronu EbuCehil’de olanları İslam diye dinleştirdiler.
Şunu biliyor musunuz? Vahyin yeryüzüne inen ilk suresinde (Alak suresi) Tanrı’yı tanıtmaya ayrılan ayet sayısı beş, insanı tanıtmaya ayrılan ayet sayısı üç iken şirk patronu Ebu Cehil’i anlatmaya ayrılan ayet sayısı, onbirdir. Sarsıcı bir delâletle şuna vurgu yapılmıştır: Şirkin başı olanlar ve binnetice şirk, Allah’ın varlık ve birliği de dahil, her şeyden önce tanınmalıdır. Çünkü şirk tanınmadan, Kur’an mesajı tanınamaz.
Kur’an’ın savaşı, şirk iledir, ateizm veya öteki dinlerle değil. Şirkin olmadığı yerde Kur’an din savaşına girmez. Kur’an iki yerde savaş veriyor: 1. Genel savaş, 2. Din savaşı. Bunların ikisi de zulme karşıdır. Kur’an, hiçbir din ve inançla kavgaya girmiyor. Tek istisna şirktir.
ŞİRK TANINMADAN KURTULUŞ YOKTUR
Tevhit bilinmeden onun zıddı olan şirk bilinemeyeceği gibi, şirk tanınmadan da onun zıddı olan tevhit bilinemez. Mâûn suresi bize gösteriyor ki, şirki gereğince tanımadan, namazlı niyazlı müşriklerin camileri doldurmasını önleyemezsiniz. Çünkü şirki tanımadan, namazlı niyazlı müşriklerin olabileceğini bilemezsiniz. Emevî zorbaları, bu gerçeği çok iyi bilmekteydiler ve Kur’an mesajının gölgelenmesi için bu bilgilerini ustalıkla kullandılar.
Onlar biliyorlardı ki, tek başına tanıtılan tevhit Kur’an’ın tevhidi olmayacaktır. Onlar bir yandan tevhidi anlatarak, Allah ile aldatılan kitlelerin nabzını şerbetlediler, öte yandan şirkin tanınmasına olanak vermeyerek İslam’ın gerçek mesajının hayata geçmesini engellediler.
Bugünün Emevî takipçisi siyaset dincilerinin yolu da aynen budur. Onlar da, bir yandan yüzbinlerle ifade edilen camilerle, Kur’an kurslarıyla tevhidi anlatırken öte yandan, en azılı Kelimei Şehadet düşmanı emperyalistlerle işbirliği yaparak şirkin tanınmasına giden tüm yolları tıkamaktalar. Böylece hem Müslümanları memnun ediyorlar hem de İslam’ın düşmanlarını.
Kur’an’ın en büyük devrimi, şirkin sadece bir türünü değil, her türünü deşifre etmek olmuştur. Özellikle menfaatçılık ve riya şirkini. ‘Şirk’ adlı eserim, Kur’an’ın işte bu büyük devrimini ayrıntılıyor. Bin küsur yıllık bir hasrete cevap getiren bu eserimi, özelde milletimin, genelde de bütün insanlığın vicdan ve idrakine emanet ediyorum.
Her devrin mazlumu
Her devrin mazlumu, binlerce mazlumun ilham kaynağı, desteği-dayanağı olan bir mazlumdur. Her devrin mazlumu, Kur'an'dır.

Kur'an; kendisiyle savaşanlarla, kendisini benimsemiş gibi görünüp de hayatın dışına itenleri, ‘zalim’ olarak nitelendirmektedir.

O halde, Kur'an'a zulüm iki kanaldan gelir: Ona karşı çıkan imansızlık kanalı, ona inanmış olduğunu söyleyip de onu hayatın ve dinin kısmen veya tamamen dışına iten riyakârlık kanalı. Namıdiğer dincilik kanalı. Bu iki kanalın çocukları, indiği günden beri Kur'an'a zulmetmektedirler.

Kur'an'a zulüm, onu insanlığa tebliğ eden peygamberin ölümünden sonra, dini saltanat ve egemenlik aracı yapan Emevî zorbalarıyla başladı. Kur'an'ı tebliğ eden Peygamber’in torunlarını zehir ve kılıçla katleden bu ‘hıyanet kavmi’nin kahır ve nefreti, aslında Kur'an'a karşı idi.

Bugünkü İslam dünyasının perişanlığının biricik sebebi de Kur'an'a zulümdür. “Müslüman bir kitlenin Kur'an'a zulmü nasıl söz konusu edilebilir?” diye elbette ki sorulacaktır. Cevabı Kur'an vermiştir:
Kur'an'a yapılacak zulümlerin en büyüğü, onun kâğıt ve kılıflarını kutsayıp hükümlerini hayatın dışına itmektir. İslam dünyası bunu yapıyor. Biri şöyle yapıyor, öteki böyle yapıyor. Kur'an'ı tebliğ eden Elçi'nin, mahşer meydanında kurulacak en büyük mahkemede, kendisine inandığını söyleyenlerden tek şikâyeti işte bu olacaktır:
“Resul şöyle der: ‘Ey Rabbim, benim toplumum, bu Kur'an'ı terk edilmiş/dışlanmış halde tuttular.” (Furkan, 30)
Bugün, bütün dünyada, hemen her şey ‘Kur'an'a rağmen’dir. Hepsinden ilginci, din, Kur'an'a rağmendir. İslam dünyasında durum daha da vahimdir. İslam dünyasında hiç değilse şeklî ibadetlerin Kur’an’a uygunluğu tam olur diye düşünebiliriz. Hayır, o konuda bile durum sanıldığı gibi değildir. Kur'an'ın emrettiği abdest, namaz, oruç, hac gibi ibadetler bile Kur'an'a ters bir biçimde uygulanmaktadır. 

KUR’AN’A EN BÜYÜK ZULMÜ DİNCİLER YAPIYOR

“Kur'an” dediğiniz anda, en ileri dincilerin bile kan tepesine fırlamaktadır. Bir örnek olarak Türkiye’ye bakalım: Türkiye’de inkârcı zulüm, “Kim demiş Kur’an mucizedir! Kur'an çöl kitabıdır, bize ne, Araplar okusun” diye haykırırken, dinci zulüm, “Arapça bilmeyenler Kur'an'a el sürmesin” fetvasıyla inkârcı zulme taşeronluk yapmaktadır.
Dahası var:
Son zamanlarda, “Bütün Müslümanların ana dili Arapça’dır. Müslüman olduğumuz için biz Türklerin de ana dili Arapça’dır. Biz de ana dilde eğitim istiyoruz, ana dilimizi öğrenmek istiyoruz” diyebilen süper manyaklar türemiştir. Arapçılıkla kafayı yiyen süper manyaklardır bunlar. Süper manyaklar ve süper alçaklar...
Tuh bunların ervahına! Tuh ve yuh!
‘Kur'an'a rağmen din’in dükalıkları, beylikleri, kethüdalıkları, hatta şiddet çeteleri oluşmuştur. Onları kullanan haçlı emperyalizm bu gidişin devamını ‘lüzumlu’ görüyor.  Kur’an’ın gerçek dinini tanıyanlara ise sadece şunu söylemek kalıyor:
Kur'an'a inanmayanlar sürünmekten kurtulabilirler; çünkü kötü niyetleri ve zulümleri yoktur ama Kur'an'a zulmedenler asla kurtulamazlar. 
Mişnacılık ve Kur’an
Miş­na, di­nin tanrısal kay­na­ğı­nın ye­ri­ne ge­çi­ril­mek üze­re, tar­tış­ma üstü ilan edi­len kitap­la­ra de­nir. İb­ra­ni­ce olan bu ke­li­me, il­kin, Ya­hu­di din adam­la­rı­nın din­leş­tir­dik­le­ri yorum­la­rı içe­ren me­tin­ler için kul­la­nıl­mış, da­ha son­ra H­ıris­ti­yan ve İs­lam li­te­ra­tü­rü­ne de gir­miş­tir. Arap­çada miş­na­yı kar­şı­la­mak üze­re, ‘mesnât’ söz­cü­ğü kulla­nı­lır.

İs­lam açı­sın­dan bak­tı­ğı­mız­da, içe­ri­ği ne olur­sa ol­sun, Kur'an dı­şın­da­ki ‘tar­tış­ma üs­tü’ ilan edi­len tüm din kitapları miş­na cüm­le­sin­den­dir. Te­mel tev­hit öl­çü­sü şu­dur: Al­lah'ın el­çi­si dı­şın­da tar­tış­ma üs­tü ki­şi, Al­lah'ın kita­bı dı­şın­da tar­tış­ma üs­tü ki­tap ka­bul eden, İs­lam di­nin­den çı­kar. Çün­kü böy­le bir ka­bul, ka­tık­sız şirk­tir. Kitap baş­ka, ‘tar­tış­ma üstü ki­tap’ baş­ka. İslam dininde ikin­ci­si sa­de­ce Kur'an'dır.

‘Kur'an­da­ki İs­lam’ ki­ta­bım­da, Hz. Ömer'in miş­na­cı­lık­la il­gi­li bir sö­zü­nü, İbn Sa'd (ölm. 230/844) Tabakaat’ının Leiden baskısından ak­tar­mış­tım. Hz. Ömer, Pey­gam­be­ri­mi­ze isnat edi­len söz­le­rin tümünün im­ha edil­me­si­ni, aksi hal­de ile­ri­ki za­man­lar­da bu rivayetlerin Kur'an'ın ye­ri­ni alan miş­na­la­ra dö­nüş­tü­rü­le­ce­ği­ni ve so­nuç­ta Kur’an-İslam irtibatının ke­sil­me nok­ta­sı­na ge­le­ce­ği­ni söy­ler­ken, “İs­ra­i­lo­ğul­la­rı gi­bi, miş­na­la­ra sığınmak durumun­da kal­ma­mızdan kay­gı­la­nı­yo­rum” şek­lin­de ko­nuş­muş­tu. Hz. Ömer, İslam-din konusunda Kur’an dışında kutsal ilan edilen bir kaynağın varlığına radikal biçimde ve her zaman karşı çıkmıştır.

HADİS ALLÂMESİ ELBANÎ’NİN SARSICI TESPİTİ

Sonraki ça­lış­ma­la­rım sı­ra­sın­da mutluluk ve hayretle gör­düm ki, miş­na (mesnât) kelimesi­ni ilk kul­la­nan ve muci­ze bir bi­çim­de ta­nı­mı­nı da ve­ren, biz­zat İslam Peygamberi’dir. ‘Yüz­yı­lı­mı­zın Ha­dis Allâmesi’ di­ye anı­lan tar­tış­ma­sız oto­ri­te Nâsıruddin el-Elbanî (ölm. 1999) şa­he­se­ri ‘Sil­si­le­tü'l-Ahâdis’ adlı 32 ciltlik anıt eserinin, ‘es-Sahîha’ kıs­mı­nın 6. cil­din­de (s. 774-776), konumuzla ilgili şu ilginç satırlara yer veriyor:

 
“Pey­gam­be­ri­miz şöy­le bu­yur­muş­tur: 'Kı­ya­me­tin yak­laş­tı­ğı­nı gös­te­ren be­lir­ti­ler­den bazı­la­rı şun­lar­dır: Şe­rir ve şir­ret­le­rin iti­bar­lı-say­gın tu­tul­ma­sı, er­dem­li in­san­la­rın ze­lil du­ru­ma ge­ti­ril­me­si, sö­zün ço­ğa­lıp eylemin azal­ma­sı, top­lum­da miş­na­lar oku­nup durması­na rağ­men kim­se­nin bun­la­ra kar­şı çık­ma­ma­sı.' Sa­ha­bî­ler sor­du­lar: 'Miş­na (mesnât) ne­dir ey Al­lah'ın El­çi­si?' Re­sul ce­vap ver­di: 'Al­lah'ın ki­ta­bı dı­şın­da­ din adına yazılan tüm kitaplar.”

 
Allâme Elbanî bu hadiseye şu açıklamayı getiriyor:

"Bu ha­dis, Hz. Mu­ham­med'in pey­gam­ber­li­ği­nin mu­ci­ze gös­ter­ge­le­rin­den bi­ri­dir. Onun, son­ra­ki za­man­la­ra ilişkin söy­le­dik­le­ri­nin tü­mü, özel­lik­le miş­na­lar­la il­gi­li olan­la­rı tamamen ger­çek­leş­miş­tir. Miş­na, Al­lah'ın ki­ta­bı dı­şın­da­ki tüm ya­zı­lan­lar­dır. Ce­na­bı Peygamber bu sö­züy­le, son­ra­ki de­vir­le­rin, uyul­ma­sı farz ha­le ge­ti­ril­miş mez­hep kitapları­na dik­kat çek­miş gi­bi­dir. Çün­kü bu ki­tap­lar, za­man için­de kit­le­yi Kur'an ve ger­çek sün­net­ten uzak­laş­tır­mış­tır. Ne ya­zık ki bu­gün de du­rum ay­nı­dır. Bu ki­tap­la­rı farzlaştıran­lar için­de şeriat fa­kül­te­le­rin­den çı­kan­lar, dok­to­ra yap­mış ki­şi­ler bi­le var­dır. Bun­lar, ta­rih bo­yun­ca bu mez­hep ki­tap­la­rı­nı din­leş­tir­di, hal­kın bunla­rı iz­le­me­si­ni din em­ri ha­li­ne ge­tir­di­ler. On­la­rın ule­ma ta­kı­mı­nın en bü­yük­le­rin­den bi­ri olan Ebul Ha­san el-Kerhî el-Ha­ne­fî (ölm. 340/951) ün­lü sö­zün­de ba­kın ne di­yor: 'Mez­hep imam­la­rı­mı­zın gö­rüş­le­ri­ne zıt­lık belirten tüm Kur'an ayet­le­ri ya te­vil edi­lir ya­hut da neshedil­miş (hüküm­den dü­şü­rül­müş) sa­yı­lır. Ha­dis­ler­de de du­rum ay­nı­dır."

"Bu zih­ni­ye­te sa­hip olan­lar, mez­he­bi asıl, Kur'an'ı ona uyan ikin­cil kay­nak du­ru­mu­na ge­tir­di­ler. İş­te bu, kuşkusuz ve tar­tış­ma­sız bir miş­na­cı­lık­tır."

"Miş­na­la­rın Be­ni­is­ra­il ri­va­yet­le­rin­den iba­ret ol­du­ğu­nu söy­le­mek ha­di­sin be­ya­nı­na tama­men ay­kı­rı­dır. Mişnacı­lık, kı­ya­met alametlerinden bi­ri­dir. Böy­le bir alametin, Hz. Pey­gam­ber'den ön­ce Ya­hu­di­le­rin yap­tı­ğıy­la il­gi­si ola­maz..."

An­la­şı­lan o ki, he­sa­bı­na gö­re kut­sal­laş­tır­dı­ğı bir­çok ki­ta­bı tar­tış­ma üs­tü ilan eden mişna­cı zih­ni­ye­tin mas­ke­si­ni ilk dü­şü­ren, Kur'an'ın teb­liğ­ci­si Hz. Mu­ham­med'dir.
İndirilen din’ ve ‘Uydurma din’
Baş­lık, İs­lam dü­şü­nür ve ak­si­yo­ne­ri İbn Tey­mi­ye’nin ‘mün­zel din ve mü­ev­vel-mü­bed­del din’ de­yim­leri­nin bu­gün­kü di­le ak­ta­rıl­mış şek­lidir. Ke­li­me­le­re bağ­lı ka­lır­sak, de­yi­min tam kar­şı­lı­ğı şu olur: ‘Al­lah ta­ra­fın­dan vah­yedi­len din, in­san­la­rın te­vil ve uydurmalarıyla oluş­muş din.’ Kı­sa­ca­sı, ger­çek din ve sah­te din...
İbn Tey­mi­ye (ölm. 728/1328), ten­ki­de açık yak­la­şı­mları ol­mak­la bir­lik­te, İs­lam ta­ri­hi­nin en ce­sur tev­hit er­le­rin­den bi­ri­dir. Onun bü­tün çe­kil­mez­li­ği, kes­kin bir kı­lıç gi­bi kullandı­ğı üs­lu­bu ve acı­ma­sız eleş­ti­ri tar­zı­dır. Ve bu eleş­ti­ri­den en faz­la ra­hat­sız olan da ta­sav­vu­f ve tarikatlardır. Ancak şunu unutamayız:
İbn Teymiye, bir ta­sav­vuf düş­ma­nı de­ğildir, ta­sav­vu­fun bir tü­rü­ne düş­man­dır.
İbn Teymiye, ta­sav­vuf adı al­tın­da, şeyh­pe­rest­lik ya­pan­la­ra kar­şı­dır. Ta­sav­vuf ta­ri­hi­nin ‘ön­der’ di­ye an­dı­ğı Bağ­dat­lı Cü­neyd (ölm. 298/910) ve eko­lün­ce tem­sil edi­len mistik anla­yı­şı­ takdir et­miş­tir. Ona gö­re, ta­sav­vuf, Kur'an'a da­yan­dı­ğın­da Al­lah dos­tu, Kur'an'dan ko­pa­rıl­dı­ğın­da şey­tan dos­tu ye­tiş­ti­ren bir ku­rum­dur. Bu na­zik ku­ru­mu, indi­ri­len di­nin kay­na­ğı Kur'an'da­ki bo­yut­la­rıy­la ko­ru­mak, Kur'an di­ni­nin se­la­me­ti bakı­mın­dan hayatî bir önem ta­şır.
Kur'an, ken­di­si­nin ta­nıt­tı­ğı di­nin bir ya­ra­dı­lış di­ni ol­du­ğu­nu ıs­rar­la be­lir­tir. Di­nin kuru­cu­su Al­lah'tır. Pey­gam­ber­ler ku­ru­cu de­ğil, teb­liğ edi­ci, ta­nı­tı­cı­dır­. Din gön­der­me, din adı­na emir ve ya­sak­lar koyma, kı­sa­ca, dinde hü­küm Al­lah'ın­dır. Kur'an bu­ra­da tam bir te­kel­den bah­se­der. Bu te­ke­le şöy­le ve­ya böy­le, şu ve­ya bu ge­rek­çey­le bur­nu­nu so­kan, Al­lah'a or­tak koş­muş ya­ni şir­ke bat­mış olur. Bu nok­ta­da şu il­ke­nin al­tı doğ­ru­dan ve dolay­lı, de­fa­lar­ca çi­zi­lir:
"Saf, te­miz ve er­di­ri­ci din Al­lah'ın te­ke­lin­de­dir." (Zü­mer su­re­si, 3)
Bu­na bağ­lı ola­rak, ha­ram kıl­ma, gü­nah ilan et­me yet­ki­si de Al­lah'ın faaliyetlerinden biridir. Pey­gam­ber­le­rin bi­le bir şe­yi din adına ha­ram ilan et­me yet­ki­le­ri yok­tur. (Tahrîm, 1; En'am, 119, 140; A'raf, 32; Mâide, 87) Ha­ram ilan et­me yet­ki­si­ni kullanmaya kalk­mak Ya­ra­tı­cı-din ko­yu­cu kuv­ve­ti iki­leş­ti­rir. Var­lık ve oluş­ta esas olan mu­bah­lık ya­ni ser­best­lik­tir. Bu yaradılış ku­ra­lı­na is­tis­na ge­tir­mek, yani ba­zı şey­le­ri haram ilan et­mek, sa­de­ce Al­lah'ın elinde­dir.
VAHYÎLİK İLKESİ VE İÇTİHAT
Kur’an, vahyîlik (vah­ye da­yan­ma) il­ke­si­ni di­nin omur­ga nok­ta­la­rın­dan bi­ri ola­rak tescil eder. Di­nin içe­ri­ği ve çer­çe­ve­si va­hiy ta­ra­fın­dan be­lir­le­ne­cek­tir. İs­lam'da bu be­lir­le­me­yi, Kur'an ya­par. Kur'an, Ya­ra­tı­cı Kud­ret ta­ra­fın­dan din adına in­san­lı­ğa ulaş­tı­rı­lan mesajla­rın top­la­mı­dır. Ka­çı­nıl­maz de­ğiş­me­nin or­ta­ya çı­kar­dı­ğı ye­ni şart­la­ra ce­vap vermek tanrısal ke­la­mın niteliklerinden bi­ri­dir. Bu nitelik, vah­yin me­sa­jı­nı, re­for­m ihtiyacının üs­tün­de tu­tar.
Zamanüstülüğün insa­na da­ya­lı faaliyetinin adı­na, Kur'an dü­şün­ce­sin­de iç­ti­hat de­nir. İçti­hat, Kur'an'ın ha­yat da­mar­la­rın­dan bi­ri­dir. Kur’an, iç­ti­ha­dı, bir hayatî fa­a­li­yet alanı ola­rak be­lir­le­mek­le, me­sa­jı­nın  ye­ni za­man­la­ra uyu­mu­nu sağ­la­ma­nın tıkanmaz yolunu ortaya koymuştur.
İs­lam gi­bi ev­ren­sel bir di­nin, iliş­ki­ye gir­di­ği pek çok kül­tür ta­ra­fından yo­rum­lan­ma­sı ve bu kül­tür­le­rin sa­hi­bi kit­le­le­re ma­l edil­me­si ka­çı­nıl­maz­dı. An­cak bu ma­l et­me sı­ra­sın­da bir yı­ğın hu­ra­fe, put­pe­rest ka­lın­tı İslam bün­ye­si­ne gir­miş­tir. Böy­le­ce yo­rum­la­nan (müev­vel) din, za­man­la, de­ğiş­ti­ri­len (mü­bed­del) din ha­li­ne gel­miş­tir. Di­ni de­ğil de bu yorumları za­ma­nüs­tü ilan eden bir an­la­yış, kutsallaştırılmış bir örfler yığınını Al­lah'a fa­tu­ra et­mek­te­dir. İn­di­ri­len di­ne bağ­lı iman ada­mı­nın her de­vir­de bir nu­ma­ra­lı işi, indiri­len di­nin kay­na­ğı olan Kur’an de­ne­ti­minde, uy­du­ru­lan din ka­lın­tı­la­rı­nı temizlemek ol­malıdır. Bu ya­pıl­maz­sa uy­du­rul­muş din, in­di­ril­miş di­ni ör­ter ve kit­le, Allah'ın di­ni adı al­tın­da,  asır­la­rın es­ki­miş ka­bul­le­ri­ne tes­lim ol­mak gi­bi bir ta­lih­siz­li­ğe iti­lir. 
Ne acı ka­der­dir ki uy­dur­ma di­ni sö­mür­me­de din yo­ba­zı ile din­siz­lik yo­ba­zı, es­rar­lı bir pa­ra­lel­lik için­de­dir. İn­di­ri­len din, iki­si­ne de ya­ra­maz. İki­si­nin de re­fe­rans­la­rı uydurulmuş di­ne çı­kar. Bi­ri "Din bu­dur" di­ye sal­dı­rır­ken, öte­ki­si de he­sap­la­rı­na, hasetle­ri­ne, kin­le­ri­ne çar­pan­la­rı ce­hen­nem­lik ilan et­mek için uy­dur­ulmuş di­ne sarılacak­tır. Kı­sa­ca­sı, ser­ma­ye ay­nı, ser­ma­ye­nin kul­la­nı­mı fark­lıdır.
Tanrı vesayet altında mı?
Tan­rı ve­sa­yet al­tı­na el­bet­te alı­na­maz ama O'nu ve­sa­yet al­tı­na al­ma­ya yö­ne­lik davranışlar in­san ta­ra­fın­dan her za­man ser­gi­le­ne­bi­lir ve ser­gi­len­miş­tir. Bu­gün­kü dünya­nın sı­kın­tı se­bep­le­ri­nin ba­şın­da da in­sa­nın bu namert gi­ri­şi­mi bu­lun­mak­ta­dır.
 
Tanrı’yı ve­sa­yet al­tı­na al­ma tut­ku­su, Tanrı’nın gönderdiği dini ken­di he­sap­la­rı­na uyduran din tem­sil­ci­le­ri­nin dün­ya­sın­da ba­rı­na­bil­mek­te­dir. Tanrı’yı ve­sa­yet al­tı­na al­ma gi­ri­şi­mi, Tanrı’nın yer­yü­zünde­ki ira­de­si­ni sap­tır­mak­la baş­lı­yor. Şirk (Al­lah'ın yetkilerini paylaştırma) il­le­ti bu ira­de sap­tır­ma­nın en ti­pik be­li­ri­şi­dir.

Tanrı, ira­de­si­ni bi­ze üç yol­la açık­la­mak­ta­dır. Bi­rin­ci­si, Kur'an'da ‘sün­ne­tul­lah’  ve ‘kader’ ke­li­me­le­riy­le ifa­de edi­len ya­ra­tı­lış ve ta­bi­at ka­nun­la­rı; ikin­ci­si, içsel peygamber diye anılan akıl, üçüncüsü ise pey­gam­ber­ler ara­cı­lı­ğıy­la bildi­ri­len vahiydir. Tanrı, kendi iradesindeki iyilik ve mutluluktan gereğince yararlanmayı aklın işletilmesine bağlamıştır.

Ve Tanrı, aklı tabiata da dine de komutan yapmıştır. Akıl işletilmez ise ne dinden hayır gelir ne de tabiattan. Aklı işletmeyenlerin üstüne yağacak olan, sadece pisliktir. (Yunus, 100)

İslam’ın anlamı olan Al­lah'a tes­li­mi­yet iki an­la­m içer­mek­te­dir: Ya­ra­tı­lış ve ta­bi­at kanun­la­rı­na ters düş­me­mek, di­nin ge­tir­di­ği mut­lu­luk öğretisine uy­gun ya­şa­mak. Bu ikisi­nin ye­ri­ne in­sa­nın ina­dı ve­ya key­fi geç­ti­ğin­de ise Al­lah'ın ira­de­si sap­tı­rıl­mış olmakta­dır. Bu sap­tır­ma­nın dinler tarihindeki suçluları daima dini temsil ettiğini söyleyenler olmuştur. Bunun içindir ki, dinin en büyük belası ve problemi, din temsilcileridir. Ve bunun içindir ki son dinin ana kaynağı Kur’an; din sınıfına, din kisvesine, resmî mabede yer vermemiştir. Çünkü bunlara yer vermek, insanı ‘tanrısal irade gaspçıları’nın keyfine teslim etmek olur. Al­lah'a tes­li­mi­ye­tin ye­ri­ni Al­lah'ı ve­sa­yet al­tı­na al­ma gi­ri­şi­mi geçince,  in­sa­nın iyi­lik ve mut­lu­lu­ğu­nu sağ­la­ya­cak olan din, in­sa­nın mutluluk ve aydınlık yo­lu­nu tı­ka­yan bir belaya dönüşür.

İSLAM’IN ANLAMI VE ŞEYTAN EVLİYASI

Tanrı’nın yer­yü­zü­ne İs­lam adı al­tın­da gön­der­di­ği me­sa­jın son ve mü­kem­mel şek­li olan Kur'an'la ku­cak­laş­mak, bir­ta­kım ara­cı ku­rum ve ki­şi­le­rin ona­yı­na bağ­lı bu­lu­nu­yor­sa Al­lah ve­sa­yet al­tı­na alı­nı­yor de­mek­tir. Bunun Kur’an dilindeki adı şirktir. Şu­nu da belir­te­lim:

İs­lam dün­ya­sın­da bu­gün ba­ğım­sız bi­rer din gi­bi al­gı­la­nan mez­hep­le­rin ve tarikatların hemen tümü birer vesayet kurumu gibi işletilmektedir.

İslam dünyası, Kur'an'da te­cel­li eden tanrısal ira­de­yi ha­ya­tına yön ve­rir ha­le getiremiyo­r. Çün­kü İslam dünyasına yaşatılan din, tanrısal iradenin ürünü olan din değildir. Müslümanla-ra yaşatılan din, Tanrı’yı vesayet altına alan din temsilcilerinin oluşturdukları tabular yığını-dır. Kur’an, Allah’ı vesayet altına almak isteyen zihniyetlerin temsilcilerine ‘şeytan evliyası’ demektedir.

BU KİTAP OKUNMADAN OLMAZ!

Allah’a imanı ve dindarlığı kendilerine bir biçimde komisyon verilmesine bağlayan ‘şeytan evliyası’ için bir şe­yin Kur'an'da ol­ma­sı ve­ya ol­ma­ma­sı önem­li sa­yıl­ma­mak­ta­dır. Önem­li olan, Tanrı’yı vesayet altına alan ara­cı ku­rum ve ki­şi­le­rin ne söy­le­dik­le­ri­dir. Şeytan evliyasına göre, Al­lah'ın buy­ruk­la­rın­dan ya­rar­lan­mak, Al­lah üze­rin­de ve­sa­yet hak­kı kul­la­nan ki­şi ve ku­rum­la­rın im­za­sına bağlı bulunuyor. Şeytan evliyasına göre, "Bu ko­nu­da Kur'an ne diyor?" so­ru­su, sa­kın­ca­lı ve teh­li­ke­li bir so­ru­dur. "Bu ko­nu­da ec­da­dı­mız, ule­ma­mız, efen­di­le­ri­miz, mollalarımız, fa­lan risale, fi­lan ri­va­yet ne di­yor?" di­ye so­ra­cak­sı­nız.

Tanrı’yı vesayet altına alma kahpeliğinin ürünü olan ‘şirk’, kitlelere, bizim yeni yayınlanan kitabımız ‘Din Maskeli Allah Düşmanlığı: ŞİRK’ adlı eserimizde Kur’an’ın verileri istikametinde ilk kez anlatılıyor. Gerçeği arayanların vicdanlarına iletmeyi bir görev sayıyorum.
Rahmeti zahmete çevirenler veya şecere-i mel’ûne
Esa­sen Arap­ça olan rah­met ve zah­met ke­li­me­le­ri ara­sın­da es­rar­lı bir iliş­ki var: Rahmetin ilk har­fi olan Ra'ya bir nok­ta koy­du­ğu­nuz­da, Za'ya dö­nü­şü­yor ve kar­şı­nı­za zah­met ke­li­me­si çı­kı­yor. İşlem basit ama anlam farkı çok büyük!..

Zah­met, rah­me­te tam zıt nitelikler ifa­de eden bir söz­cük. Rahmet-zahmet ilişkisinin bir ben­zeri, Os­man­lı­cada­ki göz ve kör ke­li­me­le­rin­de var. Göz ke­li­me­sin­den bir nok­ta sildiği­niz­de kör ke­li­me­siy­le kar­şı­la­şı­yor­su­nuz. Ve şiirin büyük devi Fuzulî (ölm. 1556), bir nok­ta sil­mek­le gö­zü ‘kör’ eden kâtiplere bed­dua edi­yor. Tanrısal rahmeti insana zahmete çevirenlere ise tüm insanlık, hatta tüm varlıklar beddua ediyor.

Bir Kur'an te­ri­mi ola­rak rah­met, Türk­çede­ki mer­ha­met, sev­gi ve şef­kat kav­ram­la­rı­nın tü­mü­nü ay­nı an­da içerir. İlk ve temel anlam, sevgidir. Zah­me­te ge­lin­ce o, rah­me­tin tam kar­şı­tı bir an­lam ta­şı­yor. Din­de rah­me­ti zah­me­te çe­vir­mek, el­bet­te­ ki bir nok­ta ilave­siy­le ol­ma­mak­ta­dır. Bu­nun için çok zor­lu bir ‘ta­sal­lut me­ka­niz­ma­sı’ iş­le­til­miş­tir. Bu me­ka­niz­ma­nın be­lir­gin ni­te­li­ği, Al­lah ve pey­gam­berlerin rah­me­ti­ne am­bar­go koy­mak­tır. Bu na­sıl olu­yor? Dini yozlaştırarak insana rahmet kurumu olmaktan çıkarıp siyasal rakiplere, hatta tüm insanlığa zahmet kurumuna dönüştürmekle oluyor. İslam’ı en taze döneminde yozlaştıran Arap-Emevî kodamanlarının yaptıkları işte budur. Dindeki tanrısal iradenin yerine insanın tutku ve çıkarlarını koydular. O çıkarlar, İslam’ın en muhteşem düşünürlerini, en büyük dâhilerini yok etti. Hayatını ve eserini bağımsız bir kitapla (Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmamı Âzam) incelediğimiz İmamı Âzam (ölm. 150/767) bunlardan sadece biridir.

Bugünün, siyaset dinciliği denen kahır ve fesat ideolojisinin derin psikolojisinde de bu saltanat iştahı vardır. İslam, siyaset dinciliği elinde rahmet dini olmaktan çıkıp zahmet ideolojisine dönüştü. Siyaset dinciliği, İslam’a musallat olan en zehirli virüstür. Bu virüs, İslam’ı çürüttü; şimdi de Cumhuriyet Türkiyesini çürütüyor.

Kur'an, bir rah­met ki­ta­bı­dır. Rahmetten nasipli olmayanlar; söylem, slogan ve iddiaları ne olursa olsun, rahmetin kitabından hayır göremezler. Ruhlarını sarmış olan riya illeti o hayrı görmelerini engelliyor. Söverek, bağırarak, Allah ile aldatarak, haçlı kodamanlarla işbirliği yaparak saltanat sahibi olabiliyorlar ama  irfan ve basiret sahibi olamıyorlar. Mutluluk ve rahmet taşıyıcı hiç olamıyorlar.

Kur'an'ın Rab­bi, Kur’an’ı, in­sa­na zor­luk ve prob­lem çı­kar­mak, şiddet ve terör sergilemek için in­dir­me­miş­tir. (Tâha suresi, 1-2)

ŞECERE-İ MEL’ÛNE ÇOCUKLARI

Rah­me­ti zah­me­te çe­vi­ren gaf­let ve­ ta­sal­lut, Al­lah için iş gör­dü­ğü­nü söy­ler ama yaptığının esası, Al­lah ye­ri­ne iş gör­me­ye kal­kan en­gi­zis­yon ze­ba­ni­li­ğidir. Zebani dinciliği, dünyayı İslam karşısında şiddet ve dehşete boğarak ayaklandırmıştır. Almanya’nın ünlü araştırma kurumlarından biri olan Allensbach’ın anketine göre, İslam kelimesinin neleri çağrıştırdığı sorusuna muhatap olanların % 93’ü İslam’ın baskı altındaki kadını, % 83’ü terörü çağrıştırdığını söylüyor. Ankete katılanların % 70’i İslam’ı tehlikeli bulduğunu bildiriyor.

Rahmet dinini rahmet üzere anlatmaya, ‘dini sosyetenin keyfine uydurmak’ diyen ‘şecere-i mel’ûne’ (İsra suresi 60. ayette geçen bu tabir lanetli soy ağacı demektir) çocukları az değildir. Şecere-i mel’ûne çocukları, kendilerinden başkasının secde etmesinden asla mutlu olmuyorlar. Onun içindir ki, daha çok insanın secde etmesine vesile olanları, ‘dini sosyetenin hesabına uydurmak’la itham ediyorlar.

Şecere-i mel’ûne çocukları bir yandan rahmeti zahmete çevirirken öte yandan, girdiğimiz yüzyılı ezilen Müslümanların kanıyla boyayan emperyalist kodamanların hizmetkârı gibi iş görüyorlar; onlara sığınıyor, onları koruyucu, öncü, emin dost ediniyorlar. Sonra da hiç utanıp arlanmadan, dinin gerçeğini anlatanları, ‘sosyetenin kurtarıcısı’ diye itham etme alçaklığına tenezzül ediyorlar.

Tarihin az rastladığı bir kahpeliktir bu! Şecere-i mel’ûnenin üreteceği temel ürün işte bu kahpeliktir!
Dost, ey dost!...
“Dost dost diye nicesine sarıldım. Benim sadık yarim kara topraktır” diyor Âşık Veysel.

Kara toprak, hepimizi, en şefkatli anne olarak, bağrına basacaktır, bu bir gerçek. Çünkü toprak, bir şey beklemeyen dost, hiçbir eksiği görmeyen, bütün kötülüklere iyilikle karşılık veren annedir. Gönül ve sevgi kurumu tasavvufta anne toprağa, baba göğe benzetilmiş ve şöyle denmiştir: “Üzerinde gezdiğimiz toprak, başımızın üstündeki semadan yücedir.”

Gök; parıltılı, cilveli, çekicidir ama kara bahtımızın bütün ak bereketleri, kara topraktan çıkar. Kara günlerde bizi o kucaklar. Tasavvuf tarihinin “önder” diye yücelttiği ölümsüz Cüneyd el-Bağdadî (ölm. 296/908): “Sûfî, yani, gönlünü ve hizmetini Hak yoluna adamış kişi, toprağa benzer” diyor ve ekliyor: “Bakın toprağa, ona her türlü çer-çöp, kirli şey atılır; fakat ondan hep güzel şeyler zuhur eder.”

Anadolu’nun koca gönüllü Âşık Veysel’i, Cüneyd’den bin yılı aşkın bir zaman sonra bu gerçeğe şöyle değinecektir:

“Karnın yardım kazmayınan, belinen
Yüzün yırttım tırnağınan, elinen
Yine karşıladı beni gülünen
Benim sadık yarim kara topraktır.”


Evet, kara toprak, böylesine cömert ve sevecendir. Ne var ki, yalnız kara toprağın ‘sadık yar’ olacağı bir dünya, derdi çekilecek bir dünya değildir. Mutluluk için ‘insan dostlar’ da lazım.

Kur’an; dostluk (uhuvvet) sırrının erdiriciliğini mucize boyutlarda ele alan, ezel dostunun kelamıdır. Her şeyden önce, iman beraberliği, zaman öncesi başlayan ve zaman üstü değeri olan bir dostluk olarak veriliyor. Îsar ahlakı -ki başkalarının mutluluğunu kendi çıkarlarına yeğlemektir- bir dostluk ahlakıdır.

İman sırrı, ezelde, mîsak denen bir mukaveleyle ve Yaratan-yaratılan arasında başlayan bir dostluk oluşturur. (bk. A’raf, 172) Bu dostluk ahdine vefa, önce Allah’a bağlılığı, ardından da iman çerçevesi içine girmiş olanlara ve giderek Allah’ın tüm kullarına dostça davranmayı gerektirir. “Aldatan, bizden değildir” diyor emin dost Hz. Muhammed. Çünkü aldatmak, dostluk sırrını tahrip etmektir. Aldatanlar, Emin Elçi’nin bağlıları olamazlar. İman eri odur ki, varlığı, özellikle insanı büyük dostun rengini, çizgisini, kokusunu taşıyan haberci olarak görür ve dost hatırına sever. Çağları dize getirmiş Yunus Emre’nin dediği gibi, “yaratılanı, Yaratan’dan ötürü sever.”

AHDE VEFA YOKSA…

Kur’an, ezel dost Allah’a, ezelde verdiğimiz sözün dünya planında hatırlanmasına ve gereklerinin yapılmasına ‘ahde vefa’ diyor ve bunun zedelenmemesine özen göstermemizi istiyor. (bk. Bakara, 27) Ve ezel dostunun en büyük dostu zamanlarüstü Peygamber: “Ahde vefası olmayanın imanı da olamaz” diyor. Ne ilginçtir ki, en büyük Allah dostu Yüce Peygamber’in, eşsiz çilelere katlanarak tanıttığı mesaj karşılığı insanlıktan istediği tek şey Ehlibeyt’ine sevgi ve dostluktur. (bk. Şûra, 23)

Ve ne ürperticidir ki, Arab’ın, o masum Resul’ün bu masum isteğine verdiği cevap, onun, “cennet çiçeğim” diye koklayıp öptüğü torunlarının birini zehirleyerek, birini de hançerleyerek öldürmek olmuştur.

Allah’ın, anne-baba-evlat-kardeş gibi kan ve beden bağı ifade eden ilgilerden uzaklığı, tanrılığın bir niteliği olarak, Kur’an tarafından ısrarla ifade edilir. Ama aynı Kur’an’a göre “Allah’ın dostları vardır” ve “Allah dostları için ne korku vardır, ne de hüzün, dünya ve ahirette muştular vardır onlar için.” (Yunus, 62-64)

Tasavvufta, Yaratıcı’dan ‘dost’ diye söz edilir. Bir derviş için, en büyük eriş, bu ölümlü dünyadan, mezar denen sonsuzluk istasyonunun taşına ‘Hû Dost’ yazdırabilmeyi gerçekten hak etmiş olarak ayrılabilmektir.

Mezar taşına ‘Hû Dost’ yazdırmayı gerçekten hak edenlere selam olsun!
“AİDS’ten de beter…”
Başlığımız, Libya Devlet Başkanı rahmetli Muammer Kaddafi’nin dinci yobazların İslam ve Müslümanlar için arz ettikleri tehlikeyi göstermek üzere kullandığı ifadedir.

Evet, yıllardan beri haçlı Batı’nın, fanatizmin korkunç temsilcilerinden biri ilan ettiği Kaddafi’ye göre fanatizm ve yobazlık, İslam ve Müslümanlar için AİDS’ten de tehlikelidir.

Amerika ve piyonları, İslam’ı çamurlamak ve yıpratmak için yıllar boyu, iki ismi bir şiddet ve nefret sembolü olarak kullandılar: Humeyni, Kaddafi. Bütün kötülükler bu iki şahsın adı altında toplandı ve şu formül, kitlelere ısrarla dikte edildi: Humeyni ve Kaddafi eşittir İslam…

New York’ta hocalığım sırasında, talebelerden biri yanıma sokulup şöyle demişti: “Bundan önceki devrede sizin dersinizi seçmiş arkadaşlarım çok güzel şeyler anlattığınızı söylediler ve bana sizin dersinizi tavsiye ettiler. Fakat ben anne ve babama Humeyni ve Kaddafi inanışıyla ilgili bir şey okuyup dinlemeyeceğime dair yemin ettim. Şimdi ne yapacağım?” Amerikalı genç, benim okuttuğum ‘İslam Düşüncesi’ni Humeyni ve Kaddafi ile eşitliyordu.

KADDAFİ AYNI ZAMANDA BİR DÜŞÜNÜRDÜ

Kaddafi konusunun, bizim açımızdan en ilginç yönlerinden biri, belki de birincisi şudur: Türkiye’de, hemen her ‘sivri kişi’nin izleyicileri ve bunların oluşturdukları hizipler, odaklar, hatta ekoller oluştuğu halde, Kaddafi’yi bayrak yapan bir grup veya ekole rastlanmıyor. Oysaki Kaddafi, düşünceleri ve hamleleri ezber bozan, renkli bir liderdir. Buna rağmen bir ‘Kaddaficilik’ neden görülmüyor? Cevap basit: Kaddafi yobaz değil ve Kaddafi antiemperyalist.

Kaddafi, aleyhinde koparılan politik yaygaralar ne olursa olsun, İslam’a bakışı esas alındığında, son derece tutarlı ve aydınlık bir kafadır. Bu tespitin en güvenilir delili ise Suudlular başta olmak üzere, bir yığın Arap yobazın onu zındık, hatta kâfir ilan etmiş olmasıdır. İslam düşmanı güçlerle, İslam’ın sözüm ona şampiyonluğunu yapan güçlerin aynı anda ‘tehlikeli’ ilan ettikleri bir adam, üzerinde gerçekten durulması gereken bir adamdır.

Cennetmekân Kaddafi, yaradılışı itibariyle atılgan, devrimci bir tipti. Uyku kaçıran bir tipti. Çağların beslediği uyuşukluğa, dolap beygirlerine ters düşen şeyler söyleyen bir tipti. Yobaz kafayla, çıkarlarını yobazlığın palazlanmasına bağlamış çevrelerin böyle bir tipi sevmeleri beklenemez.

Dinsel alanda kalarak konuşursak, Kaddafi, bir içtihat adamıdır. İslam düşüncesi açısından devrim sayılacak içtihatları vardır. Bu yüzden hayat onu, yobazlığı en büyük illet olarak ilan etme noktasına getirmiştir. Kaddafi, tartışmaların getireceği en ileri riski göze alarak içtihatlarını dünyaya ilan etmiştir. Bunların en önemlilerinden biri şudur: Kaddafi,  İslam adına Kur’an’dan başka kaynak tanımaz. Geleneksel kabullere indirilen ağır bir darbedir bu…

Bir başkası daha: Kaddafi’ye göre, kadınların başlarını örtmeleri, Kur’an’ın, tüm zamanlar için geçerli kıldığı bir emir değildir. Tesettür ayeti, Asrısaadet kadınlarına, özellikle Hz. Peygamber’in eşlerine hitap eder. Bunu, tüm zamanlara ve tüm Müslümanlara genellemek, zorlama bir yorumdur.

Şunu da söyleyebilmiştir Kaddafi: Petrol ve hac gelirleri tüm Müslümanların ortak gelirleridir. Bu gelirler, çıkış yerlerine bakılmadan tüm Müslüman halkların ortak yararlarına harcanmalıdır. Kur’an’ın bu en hayatî mesajı sadece ve sadece Kaddafi tarafından telaffuz edilmiştir. Bu bile onu tarihin üstüne çıkarmaya yeter.

Kaddafi örneği, din konusundaki şu noktanın altını çizmeyi de bir akıl ve vicdan borcu haline getirmektedir: İslam düşmanı güçler, yobazlığın alkışladığı tiplerle değil, onların zındık-sapık ilan ettikleri tiplerle savaşmayı esas alıyorlar. Çünkü İslam’ı sahneden kovmak isteyen güçler, bütün ümitlerini, yobazlığın İslam’a musallat edeceği tahribe bağlamış bulunuyorlar. Onlar biliyorlar ki, yobazlığın çamuruyla lekelenmiş bir İslam, hayata ve insana etkili olamaz. İnsan gerçeğiyle çelişmeye girmiş bir İslam, çağın dışına itilir ve sahneyi boşaltmak zorunda kalır. Onların istediği de zaten budur.
Nuh’a zulüm varsa tufan kaçınılmazdır
Müslüman dünya, o arada Türkiye, Nuhlara hep zulmetti. Onlardan biri de bu satırların yazarıdır. Ne demek istiyoruz? Görelim:

Nuh, isimleri ve hatıraları Kur’an’da kayda geçirilen peygamberlerden birdir. Nuh, yine Kur’an’ın deyimiyle, ‘ulül azm’ (büyük eylemlerin yaratıcısı) olarak bilinen beş peygamberden de biridir.

Kur’an, her peygamberin hayat ve hatırasında insanoğlunun bir boyutunu değerlendirmekte, örneklemektedir. Nuh’la ilgili ayetler (ve Nuh suresi) göstermektedir ki, peygamberlerin en büyük zulümlere maruz bırakılanlarının önde gelenlerinden biri de Hz. Nuh’tur.

Nuh ile örneklenen gerçek, aydınlatıcı ve uyarıcıların yoğun zulümlere muhatap kılınması halinde toplumun büyük bir azap faturası ödemesinin kaçınılmaz olduğu gerçeğidir. Nuh, bir prototip, bir sembol. Bir toplum, aydınlatıcılara, uyarıcılara karşı sergilediği zulümlerle Nuhlar yaratmışsa bunun faturasını mutlaka ödeyecektir. Nûh suresinde ifadeye konan süreç işleyip çöküş hak olduğunda Ra’d suresi 11. ayet devreye girer. Ve o ayet devreye girdiğinde olup bitecekleri durduracak, erteletecek ne bir kurtarıcı ne bir şefaatçi ne de bir dua söz konusu edilebilir. Çünkü “Allah’ın öngördüğü vakit geldiğinde, ertelenme olmaz.” (Nuh suresi, 4) Ra’d suresi 11 şöyle diyor:

“Gerçek şu ki, Allah, bir toplumun maruz kaldığı şeyleri, onlar, birey olarak içlerindekini/birey olarak kendilerine ilişkin olanı değiştirmedikçe, değiştirmez. Allah bir topluma bir perişanlık dileyince de artık onu geri çevirecek bir güç yoktur. Ve onlar için Allah'ın berisinden koruyucu bir dost da olamaz.”

Allah’ın bir şeyi geri dönülmez şekilde istemesi, insanların tüm uyarıları, tüm gerçekleri çiğneyerek perişanlığa müstahak hale gelmeleri durumunda söz konusu olmaktadır. Kur’an buna ‘sözün hak hale gelmesi’ diyor. Yani, insanın başına gelen perişanlık, Allah öyle istediği için gelmemektedir; insan o perişanlığa müstahak hale geldiği için gelmektedir.

TANRI’NIN LİYAKAT VE İSTİHKAK YASASI

Allah, layık olana layık olduğunu verdiği gibi, müstahak olana da müstahak olduğunu vermektedir. Onun varlık kanunlarından biri de budur. Bir kanundur ki bu, asla şaşmadan işler. O halde insanoğlu, müstahak hale geldiği şey karşısına dikilince, “Allah, niye bunu böyle istedi, aksini yapacak gücü mü yoktu, bizim için keyifli olanı yapsaydı ya!?” diyerek şeytanî bir ukalalıkla suçu Allah’ın üstüne yıkamaz.

Allah, yürüyüşün kurallarını koymuş, insanı da defalarca uyarmıştır. Uyarıları kim dinler,  kuralları kim daha iyi uygularsa o kazanır. Unutulmaması gereken şu ki, Allah, kuralları gereğince uygulamayanlara iltimas geçmez. İnsanoğlunun yanıldığı nokta burası. İnsanoğlu, kendi hayatındaki yalan ve talan şeytanlığının Allah’ın hareket tarzında da geçerli olacağını sanarak özrü kabahatten büyük bir kötülük işlemektedir. Ama insanın bu şeytanî ukalalığının kendisine hiçbir faydası olmamaktadır. Allah âdildir, asla zulmetmez. Kendisine zulmeden, insanın bizzat kendisidir.

Kurtuluş Savaşı kumandanlarından Ali Fuat Cebesoy, o günkü Türkiye’yi çöküşe götürmek isteyenlerin bir gerçeği göremediklerini, onun da ‘Türk insanının azim ve imanı’ olduğunu söyler. Şöyle diyor:

“Dış düşmanlarımız istiyorlardı ki... Bir asırdan beri Avrupa’nın anlaşarak taksimle ortadan kaldıramadığı Türkiye’nin mevcudiyetine artık nihayet verilsin. Fakat bu düşmanlar bir şeyde aldanmışlardı. O da Türk’ün yok edilmesi yalnız Avrupa’nın kendi aralarında uyuşup anlaşmasında değil, Türk’ün azim ve imanının kırılmasında idi. Hâlbuki bu mümkün değildi.” (Cebesoy, Bilinmeyen Hatıralar, 89)

‘O azim ve iman’ bugün de aynı canlılıkta mevcut mudur? Tartışmaya açık bir sorudur bu…
İbret dolu iki mektup ve ötesi
Yorumu sizin yapmanız ricasıyla bu tarihî mektupları özetleyerek vereceğim.

Soner Özer adlı okuyucum, Gaziantep’ten yazıyor: “Sevgili hocam, Funda Teyze’nin, milletimiz için dua etmeniz önerisini reddetmekle, haddim olmayarak, isabetli bir karar verdiğiniz görüşündeyim. Ne demektir, koca bir millet, nereye götürüldüğünü, inançlarının hangi hayınane emeller için sömürüldüğünü idrak edemeyecek ama İslam adına, Kur’an adına, Peygamber-i Zîşan adına, yaptığı tüm uyarılara boş verilen Yaşar Nuri Öztürk’ün duasıyla aklı başına gelip felaha erecek. Olmaz böyle şey!”

“Geçen hafta, TV programınızda, ‘Sen, bizim efendimizsin’ diyen kişiyi, ‘Sen, şeytanın arzusuna göre konuştun, imanına göre değil; ben sizin efendiniz değil, arkadaşınızım’ diyerek azarlayan o güzeller güzeli  peygamberimizi anlatıp ona sevgimizi kat kat arttırdınız.”

“Bu halkın çoğunluğu ne yazık ki melanetler işliyor. Cenabı Allah’ın, gökten âdeta zembille indirip imdadımıza gönderdiği, İngiliz’e ve piyonlarına diz çöktüren Mustafa Kemal’e  ‘İngiliz ajanıydı’ diyecek kadar alçaklaşıp kahpeleşenlerin toplantılarını hınca hınç doldurmaktadır. Böyle bir halk, sizin gibi bir insanın helallik bahşetmesini, asla hak etmiyor. Lütfen, haklarınızı helal etmeyin; zira bir musibet, bin nasihatten evladır. Bırakın, Allah takdir etsin.”

FUNDA TEYZE VE ÖĞRENCİLERİNİN YAZDIKLARI

“Sevgili Hocamız! Sizin alçakgönüllülüğünüz sebebiyle göremediğiniz bir nokta var. Siz, taşıdığınız Allah vergisi gücün büyüklüğünü göremiyorsunuz.  Allah size, peygamberler mirası bir kapı açmıştır. Allah'ın mesajını, milyonlarca kişiye ulaştırıyorsunuz.”

“Allah'ın zorlu yoldaki kullarına sadece ahirette değil, bu hayatta da çok büyük armağanları olduğunu, bu armağan kişilerin bir duaları ile tarihin akışının değişebileceğini, milletlerin kurtulabileceğini veya batabileceğini düşünüyoruz. Siz de o armağanlardan birisiniz.

Alçakgönüllülüğünüz yüzünden göremediğiniz şey budur. Dualarınızla olabilecek değişiklikleri ve bunların milletimizin, hatta dünyanın gidişatında oynayabileceği anahtar rolünü ve tarihi değiştirme gücünü, ‘Nerede o günler? Keşke bir dua ile olsa bu işler!’ diyerek yok saymayın. Dua bir anahtardır, arkası mutlaka gelecektir.”

“Siz milyonlara hitap ediyorsunuz. Size sataşanlar elbette olacaktır. Sizden ricamız, tüm bu sataşmalara rağmen duanızı milletimizden esirgemeyiniz. Bizim en büyük dileğimiz, Türkiyemizin sizin kapınızın hakkını vererek, Allah'tan bir hoşnutluk kazanmasıdır.”

“Biz de siz de yeterince ıstırap çektik. Ve artık, zaman gelmiştir, Türkiye sizi dinleyecektir ve Kur’an'ın özüne, peygamberimize, Allah'ın lütfettiği o yol gösterişe uyacaktır.  Ülkemiz için bu yolda, kapı sizsiniz. Ancak, milletimizin bu kapının hakkını verebilmesi için, sizin de, niyet, karar ve dua ile bu kapıyı sonuna kadar açmanız gerekiyor. Siz dikkatinizi aklı ve kalbi mühürlü olanlara yöneltince, düşünce ve duygu âleminde bu kapı az veya çok kapanıyor.”

“Dikkatinizi, o çok değerli akıl ve kalp gücünüzü, o değerli nefesinizi, kıllı ve kılsız şeytan çocuklarıyla harcamaktansa, bizim gibi sizi seven, sayan, dinleyen, inanan, güvenen Allah dostlarına yönlendiriniz.”

"Şeytan çocuklarının aklı ve kalbi mühürlü ve Allah'ın izni olmadan bu mührü açmamıza imkân yok. Onlara nefes tüketerek boşa kürek çekmiş oluyoruz. Oysaki sizi dinleyenler var, biz varız. Bizi kırmayın, hakkınızı helal etmekten öte, bizim için dua ediniz.”

“Biz de, elimizden geldiğince, mukaddes hamallığımızı yapmaya çalışıyoruz. Bizimkisi karıncalık, sizinki ise çok çok ağır bir yük. Ama Allah kimseye taşıyamayacağı yük vermiyor. Allah razı olsun tüm yardımlarınız için.” 
Ezilip horlanmanın gücü üstüne
Bu da benim 23 Nisan yazım. Bakalım beğenecek misiniz?

Türkiye’nin geleceği artık, ‘demokrasi maskeli örtülü engizisyon’ tarafından ezilip horlananların çekecekleri ıstıraplarla inşa edilecektir. Başka bir çare kalmamıştır. Umarım ezilip horlananlar olup bitenlerden gerekli dersi çıkarır ve gerekeni sabırla yerine getirirler. Bu vesileyle, Kur’an’ın bu konuya yaklaşımına kısaca değinmek istiyorum.

Kur’an, akılcı-ilimci-aydınlık insanların temsil ettiği iman ve ışıkla onların karşısına dikilen zalim karanlığın mücadelesini bir istiz’af-istikbâr çatışması olarak göstermektedir. İstiz’af, ezmek, horlamak ve sömürmek demektir. Bunun karşıtı bir anlam taşıyan Kur’ansal terim, istikbârdır. Yani gücünü aşılmaz ve erişilmez görerek ötekileri horlayıp ezmek.

İstiz’af-istikbâr çatışmasında Yaratıcı’nın, ezilenler yanında yer aldığı açıkça söyleniyor. A'raf 137. ayete göre, Allah, yeryüzünün doğularına ve batılarına despotlar tarafından ezilenleri hâkim kılmak ister. Kasas 5. ayet, Yaratıcı'nın, ezilenleri bir motor güç olarak devreye soktuğunu ve oyunu sürekli onlar lehine kullandığını gösteriyor:

“Biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilip horlananlara bağışta bulunalım, onları önderler yapalım, onları mirasçılar haline getirelim.”

Kur'an, oluş diyalektiğinin temeline ezilen-ezen didişmesini yerleştiriyor.  Ve bize gösteriyor ki, en büyük peygamberler de dâhil bütün yaratıcı ruhlar ezilip horlanmışlardır. (Âraf, 75, 150) Ezilip horlananlara Kur'an, müstaz'afûn demektedir. Bu sözcük Kur'an kaynaklı bir tarih terimi olarak, İslam'ın ilk yıllarında müşrik Mekkeliler ta­rafından zulüm ve işkence altında inletilen yoksul ve kim­sesiz Müslümanları ifade eder. İslam tarihi kaynakları, şirke karşı çıkmaktan başka suçu olmayan insanların, ağır işkenceler altındaki inleyişlerini ve nihayet hayatlarını yi­tirmelerini göz yaşartıcı tablolar halinde vermektedir. (Ayrıntılar için bizim, Asrısaadet Şehitleri adlı eserimize bakılabilir).

Ezilip horlanma, devir ve şartlara göre yeniden belirlenecektir. Bir devrin ezilenleri kölelik altında inlerken öteki devrinkiler ideoloji veya din zulümleri altında inleyebilir. Hatta saptırılarak bir despotizm aracına dönüştürülen demokrasi aracılığıyla yaratılan tipik ‘korku iktidarları’, tipik bir ‘müstaz’aflar zümresi’ yaratabiliyor. En büyük dehşet iktidarlarından biri olan Nazizm, demokrasi söylem ve imkânlarıyla iktidar olmamış mıydı?

Din gerekçeli zulüm veya engizisyon
 
Tarihin en uzun süreli ve en acılı ezip horlama, din adına bir zulüm olan engizisyon dinciliği tarafından sahnelenmiştir. İslam tarihinin en büyük zulümleri de din adına sergilenen zulümler oldu.
Omurga kavram ezilip horlanmadır. Zamanı, mekânı, sistemi, rengi ve deseni ne olursa olsun, ezilen, şu üç sebepten biri, ikisi veya üçü yüzünden ezilip horlanmaktadır: 1. İnancı yüzünden, 2. Irkı, soyu yüzünden, 3. Emeği sömürülsün diye.

Marksizm’in, diyalektiğin omurgasına koyduğu ‘emek’ veya ‘artı değer’, ezen-ezilen çelişkisinin sadece bir boyutudur. Kur’an, buna iki boyut daha eklemektedir. Değişmeyen gerçek, diyalektiğin bir ezen-ezilen zıtlığı halinde ezelden ebede yürüyeceği gerçeğidir.

Kur’an, ezen-ezilen diyalektiğine bir de ‘din eksenli ezme’ eklenmesin diye, dindarlığı insanlar arası ilişkilerde bir değer olmaktan çıkarmıştır. Kur’an çıkarmıştır ama İslam tarihinin kaderini belirleyen dinci güç ‘dindar-dindar olmayan’ zıtlığını sürekli egemen kılmıştır. Ve ‘daha dindar’ın kim olduğuna daima egemen güçler karar vermiştir. Bugünkü İslam dünyasında ‘daha dindar’ı haçlı kodamanların desteklediği egemen güç belirlemektedir. Bugünkü Müslüman dünyanın kaderi işte böyle bir kader…

Yanılmış olmayı çok isteyerek şunu da söyleyelim: Türkiye, din gerekçeli ve din eksenli zulüm sürecine fiilen girmiş bulunuyor. Kelimei Şehadet düşmanı haçlı kodamanlar Türkiye üzerindeki bu emellerine de ulaştılar. Çok kahırlı bir süreç olacaktır bu. Büyük acılara hazır olalım. Ve çok sabırlı olalım.
Dinci tahakküme karşı çıkışın prototipi olarak Ebu Zer
Kur’an’ın getirdiği din, insanoğlunu iki tahakkümden kurtarmayı amaçlamaktadır: 1. Servet tahakkümü, 2. Saltanat tahakkümü.

Kur’an bu iki tahakkümü dışlayacak ilkeyi iki kelimeyle koymuştur: “el-mülkü lillah.” Yani toprakta mülkiyet ve saltanat Allah’ındır. Bu ilke, Kur’an’ın bildirdiğine göre, bütün peygamberli dinlerin esasıdır. Bu dinler adına gündem yapılan ne varsa, bu esasa yaradığı sürece makbuldür. Arap-Emevî dinciliği, bu esasa dayalı kaydırılmış bir ‘sözde İslam’ yarattı ve Müslümanların kaderini bu ‘sözde İslam’a bağladı.

İslam mesajının esası, ezilenlerin ezenlere karşı korunmasıdır; ezmeyi dine dayandırmak için Allah ile aldatmak değil. Bu gerçek, daha ilk günden anlaşıldığı için, Kur’an mesajına ilk karşı çıkanlar, Mekke oligarşisi yani Mekke’nin müşrik kodamanları oldu.

“Müşrik kodamanlara ‘diğer insanların inandığı gibi siz de inanın’ dendiğinde onlar, ‘Düşük seviyeli, beyinsizlerin inandığı gibi biz de mi inanalım?’ demişlerdir.” (Bakara, 13)

Kur’an müşrik zihniyete karşı mücadelesinin esasını ve insanlık dünyasına gelişinin amacını ifadeye koyarken bir varlık yasası halinde şunu söylemektedir:

“Biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilip horlananlara bağışta bulunalım, onları önderler yapalım, onları mirasçılar haline getirelim. Ve yeryüzünde onlara imkân ve kudret verelim.” (Kasas, 5-6)

Hz. Muhammed’in Kur’an mesajı etrafında, Mekke kodamanlarının aşağıladığı ezilip itilmiş mazlum insanlar toplandı. Bu çaresiz insanlar, Mekke oligarşisine vücut veren servet babası kodaman takımın karşısına dikiliyordu. İslam mesajı başarılı olup Kur’an dini bütün Arap Yarımadası’na yayılınca, bu dine kılıçlarıyla ilk karşı çıkan Mekke oligarşisi de yeni dine katıldı. Ve doğal olarak, İslam’ın ilk bağlıları olan ezilmiş kitle ile İslam’a zaferi gerçekleştikten sonra girenler, daha doğrusu girdiğini söyleyenler birbirine zıt iki ayrı cephe oluşturdu.

Bu iki cephenin, ilk Müslümanlar olan ezilip horlananlar ekibinin başını Ali çekmekteydi. Ali, ilk günden itibaren ve bütün İslam tarihi boyunca, ezilip horlananların önderi, ilham kaynağı olarak benimsendi. Bu ezilip horlananların tam karşısındaki eski aristokrat yeni ‘sözde Müslüman’ ekiplerin başını ise başlangıçta Ebu Süfyan, daha sonra da onun oğlu Muaviye çekti. Bir de bu iki zıt kitle arasında ‘orta kitle’ vardı ve onu Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde bin el-Cerrah temsil ediyordu.

EBU ZER KİTABIMIZIN DEVRİM NİTELİĞİNDEKİ VURGUSU

Üçüncü halife Osman, Ebu Süfyan-Emevî ekibinin mümessili olarak rol aldı. Emevî ekibi, İslam’a ilk günlerinde savaş açmış olanlar ekibiydi. Manzaranın bugüne kadar sürüp gelen şekli, İslam’ı bir dinsel Arap ideolojisi olarak algılayan Arapçılar ve Arapçılıkla, İslam’ı bir evrensel hak ve insanlık dini olarak algılayan Antiarap unsurlar arası mücadele tablosudur. Unutmayalım ki, bu tablonun bir yanı olan Ali-Ehlibeyt ekibi, İslam’ın ilk zamanındaki insanî ruhunu temsil edenler ekibidir. Bu ekibin öncü isimleri arasında, ilk on Müslüman içinde yer alan Ebu Zer, Ammâr bin Yâsir ve Selman Farisî de vardır. (Ayrıntılar için Kâmil Mustafa Şeybî’nin el-Fikru’ş-Şîî ve’n-Nezeâtu’s-Sûfiyye adlı eseri okunmalıdır.)

Bin yılı aşkın bir zamanlık Müslüman tarih, Arap-Emevî idealini İslam perdesi altında sürdürenlerin galibiyet, egemenlik, tahakküm ve büyük ölçüde de zulümleriyle öne çıkan bir tarih oldu. Ne yazık ki, Müslüman Türk tarihi diye andığımız tarih de büyük kısmıyla bu tarihin bir uzantısıdır. Ve bu tarih, aynı karakterini büyük ölçüde bugün de sürdürmektedir. Bu sözde İslam’a karşı sosyal düzendeki yozlaşmayı hareket noktası yaparak mücadele verenlerin ilham kaynağı, prototipi, öncüsü Ebu Zer el-Gıfârî’dir.

Ebu Zer’in, Ali ve Ehlibeyt önderlerinde olduğu gibi siyasal bir talebi olmadığı için, bize göre, onun Emevîliğe karşı çıkışı Ali ve Şiasının karşı çıkışından çok daha önemlidir.
Emek ve artık değeri belirleyici ilan eden kitap
Kur’an, insanoğlunun varoluş sebebini ‘değer üretmek’ olarak gösterdiği gibi, varolma şartını da değer üretmek olarak göstermiştir.

Kur’an’da geçen ve ‘kulluk’ diye tercüme edilen ‘ubûdiyet’ kavramının esas anlamı kulluk değil, iş yapmak, değer üretmektir. Bu kelime İbranicedeki ‘aboda’ kelimesinden türemiştir ve aboda, az önce verdiğimiz anlamlarda bir kelimedir. Değer, bizzat üretilecektir. Yani birinin ürettiği değer, bir başkasını yüceltmez:

“Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başkası yoktur.” (Necm, 39)

“Kim inanmış olarak barışa/hayra yönelik işlerden bir şey yaparsa, onun gayretine nankörlük edilmez. Biz, böylesi lehine kâtiplik ederiz.” (Enbiya, 93)

“Her benlik kendi kazandığının bir karşılığıdır.” (Müddessir, 38)

Kur’an, kapitalin emeği boğmasına izin verilmemesini istemektedir. Yaratıcı-motor güç kapital değil, emektir. Kapital, sömürücü güçtür. Kapital, yaratıcı cevher değildir, bir manipülasyon aracıdır. Tam bu noktada bir devrim gerçeğinin daha altını çizmeliyiz: Kur’an, zenginin malında fakirin hakkı olduğunu açıkça ifade etmektedir. Zâriyât 19. ayet şöyle diyor:

“Onların mallarında, ihtiyaç sahibi için, yoksun ve yoksul için bir hak vardır.”

Aynı hak, En’am 141. ayette ‘Allah’ın hakkı’ olarak anılmaktadır. Böylece Kur’an bir yandan zenginin malında yoksulun yani emek sahibinin hakkı olduğunu bildirirken öte yandan, emek sahibinin hakkını ‘Allah’ın hakkı’ olarak tescil ederek Tanrı’nın, emeğin yanında olduğuna vurgu yapmış, emeği bir yaratıcı güç olarak öne çıkarmıştır.

“Ürünler olgunlaştığı zaman yiyin ve hasat gününde O’nun hakkını da verin. Onun bunun hakkını zalimce saçıp savurmayın; Allah, israf edenleri sevmez.”

Zenginin malındaki emekçi hakkını aynı zamanda Allah’ın hakkı olarak belirleyen ayet, bunu ‘O’nun hakkı’ diyerek bir zamirle yapmaktadır. Bu zamir, geleneksel Emevici-kapitalist anlayış tarafından bütün tefsirlerde, çeşitli oyunlarla başka yerlere gönderilmekte ve ‘Allah’ın hakkı’ tabiri yok edilmektedir.

ARTIK-DEĞERİ İLK TELAFFUZ EDEN KİTAP

Artık-Değer’i ilk telaffuz eden Kur’an’dır.

Zenginin malında yoksulun yani emekçinin hakkının bulunduğunu ilan, artık-değerin ilanıdır. Karl Marx (ölm. 1883) felsefesinin en önemli kavramlarından biri, belki de birincisi olan artık-değer (surplus value), ücreti ödenen emekçinin, çalıştıranın (anamalcının) malında-gelirinde kalan ‘karşılığı ödenmemiş fazla değer’dir.
Artık-değerin, işverenin lehine işlemesi sermayenin hızla büyümesine ve böylece üretimin aralıksız artmasına yol açar.

Artık-değer yüzünden bu durum hep öyle devam ettiği için zaman geçtikçe patron daha çok servet sahibi olur, işçi de daha çok yoksullaşır.

Kur’an, işte bu ‘değişmez kader’in değişmesini sağlayacak devrimleri getirmiştir. Bu devrimlerin omurgasında, ‘kapitalin emeği boğmasının durdurulması’ yatar. Kur’an, bir ideoloji veya hukuk kitabı olmadığından ve bir devlet biçimi getirmediğinden ‘olması gerekenler’in evrensel ilkelerini koyarak insandan gerekeni yapmasını istemektedir. Kur’an’dan anlaşılan odur ki, ‘gereken’, ne Marx’ın söylediği gibi özel mülkiyeti ilgadır ne de Kapitalist-liberalist zihniyetlerin söylediği gibi bireye sınırsız mülkiyet hakkı vermektir; ‘gereken’, toplumcu-devletçi yanı ağır basan bir karma sistemdir. (Bu konunun ayrıntıları, yakında çıkacak olan ‘Kur’an’ı Tanıyor musunuz?’ adlı eserimde yazılmıştır).

Netice olarak, Kur’an, artık değerin varlığını, yerini, önemini Marx’tan asırlar önce insanlığa tanıtarak da bir devrim yapmıştır.
Arslan ve Eşekler
Baş­lı­ğı, Kur'an'ın Müd­des­sir su­re­si 49-52. ayet­le­rin­de­ki bir ben­zet­me­den aldık.
 
Kur'an, eşek is­ti­a­re­si­ni, ken­di­si ile ken­di­si dı­şın­da hi­da­yet kay­na­ğı ya­pı­lan ki­tap­la­rı ve ki­şi­le­ri kar­şı­laş­tı­rır­ken kul­lan­mak­ta­dır. Eşek is­ti­a­re­si (iğ­re­ti­le­me) da­ha son­ra sûfî düşün­ce­de, özel­lik­le Mevlana Celaleddin (ölm. 672/1273) sis­te­minde çok kul­la­nıl­mış­tır.
 
Mevlana sis­te­min­de eşek, şeh­vet­pe­rest­li­ğin, ah­mak­lı­ğın, ka­ba­lı­ğın, ba­si­ret­siz­li­ğin, akıldışılığın yobazlığın sem­bo­lü­dür. Ce­ha­le­te ye­nik düş­müş ka­la­ba­lık­la­rı ni­te­ler­ken de eşek sembo­lü­nü kul­la­nı­yor Mevlana ve ken­di­si­ni, ‘eşek sü­rü­sü­nün ku­la­ğı­na ger­çe­ği ulaş­tır­ma­yı ba­şa­ran bir Hak eri’ ola­rak ta­nı­tı­yor. Mevlana, eşek is­ti­a­re­si­ni kul­la­na­rak şu il­ginç me­sa­jı da ve­ri­yor: Yo­lun doğ­ru­su­nu açık ve net bi­çim­de bil­me­yen­ler eşe­ğin gitti­ği yö­nün ter­si­ne git­sin­ler; yo­lun doğ­ru­su odur.
 
Kur'an, koz­mik-ev­ren­sel plan­da ye­ri­ni ve me­sa­jı­nı an­la­tır­ken ken­di­ni bir ‘Tez­ki­re’ (öğüt ve­ren, uya­ran, dü­şün­dü­ren) ki­tap ola­rak ta­nı­tı­yor(Abese, 11) ve şöy­le di­yor:
 
“Ne oluyor onlara da öğüt verip düşündüren kitaptan yüz çeviriyorlar? Sağa sola kaçışan yaban eşekleri gibidirler.” (Müddessir, 49-52)
 
Kur'an, Al­lah'ın rahmet ve affını her şeyin üstünde tuttuğu içindir ki, dini kan ve kin ocağına çeviren engizisyon ve onun İslam tabelası altında faaliyette bulunan fesat mollası takkeli zebanileri Kur’an’ın dini anlatıldığında derinden rahatsız olurlar. Kur'an de­nin­ce âdeta çıldırır­lar, dünya başlarına çökmüş gibi feryat ederler. Bizzat Kur’an’ın deyimiyle, Kur’an’ı duyduklarında “saf kan arslanı görüp de panikleyen yabani eşek sürüleri gibi kaçışırlar.” (Müddessir, 50-51)
 
Ve Kur'an'ı ‘mehcûr’ yani devre dışı tutmak (Furkan, 30) için se­fer­ber olur­lar. Bunda başarılı olmak için başvurdukları bir numaralı araç ise ‘yalan ve iftira yoluyla sindirmek’ olmuştur. 
 
KÂFİRLER VE ÇİFTE KAVRULMUŞ KÂFİRLER
 
Kur’an’ın itham edici kavramlarından biri olan ‘küfür’, ‘gerçeği, ayetleri örtme’ anlamındadır. Ayetleri tetkik dışına itmek, onlara sırt dönmek açık bir küfürdür; bunu yapanlar da kâfirdir. Sırt dönülen ayetin Kur’an ayeti olmasıyla madde dünyasına ait olması (örneğin fosiller veya tarih kalıntıları olması) arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü Kur’an’a göre, evren ve insan da ayetlerle dolu birer kitaptır.
 
Küfür, Kur’an’a dayanılarak, ‘bilimin işlerliğine engel olmak’ anlamında da tanımlanabilir. Âli İmran suresinin 7. ayeti olan omurga beyyineye göre, Kur’an’ın ayetleri muhkem ve müteşâbih olarak iki ana kısma ayrılır. Muhkemler az bir kısımdır. Büyük çoğunluk (yüzde 90 civarında) müteşâbih ayetlerdir. Müteşâbihleri bir Allah bilir, bir de bilimde derinleşen bilginler.
 
Müteşâbih ayetleri yani Kur’an’ın yüzde doksanına yakınını işler hale getirip insan hayatına sokmak bilim faaliyeti gerektirmektedir. Kur’an ayetlerinin iman ve ibadet konusu olan iki yüz civarındaki muhkemlerini inkâr edenlere kâfir derken, yüzde doksanlık müteşâbih kısmın inkâr veya ihmaline ses çıkarmamak Kur’an’ın onaylayacağı bir tavır değildir. Şunu  rahatlıkla söyleyebiliriz: Allah’ı, ahireti, namazı, orucu... İnkâr insanı nasıl kâfir yaparsa bilimi, düşünceyi, gözlemi, deneyi, tetkik ve tahlili inkâr da aynen öyle kâfir yapar. İkisinin inkârı ise kişiyi, deyim yerinde ise ‘çifte kavrulmuş kâfir’ yapar.
 
Kur’an’dan baktığımızda, bilim ve teknolojide öne geçmiş ülkeler birinci anlamda, İslam dünyası ise ikinci anlamda kâfirlerle doludur. Bu iki dünyada, iki anlamda da kâfir olan ‘çifte kavrulmuşlar’ da vardır.
 
Gerçek şu ki, sadece Kur’an ayetlerini görmezlikten gelenler değil, evren ve insan kitaplarındaki ayetleri görmezlikten gelenler de kâfirdir. Nüfus kâğıdına ‘Müslüman’ yazdırmış olmak, kâfirlikten kurtarmaz.
‘Bir su­da iki kez yı­ka­nıl­maz’ di­yor He­rak­lit...
Ay­nı ger­çek, 20. yüz­yıl­da, Do­ğu­lu dü­şü­nür Ha­lil Cib­ran (ölm.1931) ta­ra­fın­dan şöy­le tekrar­lan­mış­tır: "Hiç­bir gün do­ğu­şu, bi­zi, bir gün ba­tı­şı­nın bı­rak­tı­ğı yer­de bu­la­maz."

Sü­rek­li olu­şun bu iş­le­yi­şi Kur'an'da bir yaratılış ilkesi ha­lin­de şöy­le ve­ril­miş­tir:

"Al­lah... O, her an ye­ni bir iş ve oluş­ta­dır." (Rah­man su­re­si, 29)

Bu Kur’ansal ilke, Kur’an’ın tebliğcisi Hz. Muhammed’e isnat edilen bir sözde şöyle ifadeye konmuştur: “İki günü birbirine eş geçen, hüsrandadır.”

Ya­ra­tı­cı Kud­ret'in sü­rek­li oluş için­de gös­te­ril­me­si, Al­lah'ın bir sü­reç (pro­cess) sergilediği­ni ifa­de et­mek ya­nın­da, olu­şun sü­rek­li­li­ği­ne ve de­ğiş­me­nin ka­çı­nıl­maz­lı­ğı­na da dik­kat çeker. Kur'an bu te­mel ka­bu­lü­nü, ha­ya­tın ve di­nin omurgası yap­mış­tır. O yüz­den, Kur'an'da dog­ma as­ga­ri­de tu­tul­muş­tur.

Siyaset dincilerinin dillerine doladıkları ‘muhafazakârlık’, Kur’an’ın felsefî yapısı açısından bakıldığında, bir müşrik tutkudur. Muhafazakârlığın esasını; eskiyi, ecdat kabullerini dokunulmaz kılmak oluşturur. Kur’an bu tutkuyu, doğrudan elli küsur, dolaylı olarak da yüz küsur ayetiyle şirkin bir uzantısı ilan etmektedir.

Batı’nın İslam’ı ve Müslümanları sömürmek için zaman zaman icat ettiği unvanlardan biri olan muhafazakârlık, son tahlilde, Kur’an ruhunun pagan şuuraltına (şirke) uyarlanmasıdır. Kur’an, hayatın, varlık ve oluşun temeline sürekli yürüyüşü, zıtlığı, isyanı ve diyalektiği koymuştur. Bu temel taşlar oynatıldığında Kur’an’ın dünyasından eser kalmaz.

Kur'an'ın ta­ma­mı­na ya­kı­nı bir di­ya­lek­tik alan oluş­tu­rur. Kur’an, bu ala­na müteşâbih (ben­zer zıt­la­rın vü­cut ver­di­ği tar­tış­ma­ya açık alan)  di­yor. (Bk. Âli İm­ran, 7; Zü­mer, 23) Bu son­suz görecelikler ala­nı, in­sa­nı sü­rek­li bir bi­çimde dü­şün­ce ve bil­gi üret­me­ye, gerçeğin ye­ni bo­yut­la­rı­nı ya­ka­la­mak için hiç dur­ma­dan ye­ni sen­tez­ler yap­ma­ya ça­ğı­rır.

Bu yaklaşım ve özendirme, Kur’ansal hermenötiğin de esasıdır.

Sü­rek­li olu­şun ve ka­çı­nıl­maz de­ğiş­me­nin sos­yo-te­o­lo­jik alan­da or­ta­ya çı­kar­dı­ğı so­ru­la­rın ce­vap­lan­dı­rıl­ma­sı, biri sürekli, diğeri belirli zamanlarda işleyen iki eylemle gerçekleştirilir: 1.İçtihat, 2.Tecdit.

İçtihat, hayatın yeni şartlarına yeni cevaplar vermek üzere her gün sergilenmesi gereken bilim ve düşünce faaliyetinin İslam literatüründeki adıdır. Cihat (Arapça yazılışı: cihad) kavramının temel uzantılarından biri olan içtihat, (Arapça yazılışı: ictihad) tıpkı cihad gibi, ‘bilim ve düşünce adına yoğun gayret göstermek’  anlamındaki ‘cehd’ kökünden türeyen bir sözcüktür.

‘Ye­ni’ an­la­mın­da­ki cedîd kö­kün­den tü­re­yen ve İslam Peygamberi tarafından Müslüman aydınlara bir görev olarak yüklenen tecdit (Arapça yazılışı: tecdid) ise içtihadın daha kurumsal, daha derin ve devrimci bir belirişi olarak algılanabilir. İçtihadın her gün işleyen bir mekanizma oluşuna karşın tecdit, belirli zamanlarda devreye giren ‘büyük çaplı bir yeniden yapılanma hareketi’dir.

Tecdit de­yi­minin Batı dillerindeki kar­şı­lı­ğı reform değil, ‘reconstruction’dur. Reform tabiri, Müslüman beklentilere cevap vermekten uzaktır. Müslüman aydınlar için bu sözcüğü kullanmaya gerek yoktur. Bu sözcüğün cevap getireceği makul ve meşru her şey, tecdit kavramı içinde vardır. Ancak Batılılar, kendi açılarından İslamî yenilenmeleri bu adla anmakta mazur sayılırlar.
Tecdit ve reform, müceddit ve reformist
Pey­gam­be­ri­mi­zin tec­dit­le yani yeniden yapılanmakla il­gi­li ilkesel sö­zü şöy­le verilebilir: "Her de­vir­de üm­me­tim için­den bi­ri çı­kar ve di­ni tec­dit eder." Ya­ni ye­ni­den yapılandırır. (bk. Ebu Davud, melâhim 1; Elbanî, Silsiletül Ahâdîs es-Sahîha, 2/148-149)

Ye­ni­den ya­pı­lan­ma­nın tem­sil­ci­si­ne müceddit denir.
 
Mü­ced­dit, re­for­ma­tör de­ğil­dir. Müceddit, Kur'an'da­ki de­ğiş­mez­le­re da­ya­nan bir iman ada­mı sı­fa­tıy­la görecelikler ala­nı­nı ve ilahî be­yan­lar­da­ki es­nek­lik­le­ri de­ğer­len­di­re­rek vah­yin ve­ri­le­ri­ni ha­ya­tın ve in­sa­nın ulaş­tı­ğı ye­ni bo­yut­la­ra gö­re ye­ni­den yo­rum­lar. Evrensel bir mesaj ve hermenötik bir evren olan Kur’an bu yorumu sadece istemekle kalmaz, bunu yapacak bilim ve fikir öncülerine büyük destekler verir.

Kur’an, aynı zamanda hermenötik (yorumbilime ilişkin) ilkeler koyan bir kitaptır.

Bu­gün­kü tec­dit ha­re­ke­ti ve­ya ha­re­ket­le­ri bi­rey­sel fa­a­li­yet­ler ol­mak­tan çok, kad­ro çalışma­la­rı olmalıdır. Dün­ya­nın kü­çül­müş bu­lun­ma­sı, tek­no­lo­ji­nin önü­mü­ze ser­di­ği ileti­şim im­kân­la­rı, bi­lim ala­nın­da­ki uz­man­laş­ma­lar bu­nu zo­run­lu ha­le ge­tir­miştir. Bu, aynı zamanda tecdit hareketine büyük kolaylıklar da sağlar.

Tecdidin en büyük engellerinden biri de Batı’nın İslam dünyasına dayattığı politikalardır.

Batı, İslam’a ve Müslümanlara yönelik politikaları ile tecdit hareketinin önüne büyük engeller koymakta, geliştirdiği yeni stratejilerle Müslümanların yeniden yapılanmasını imkânsız hale getirmektedir. Batı’nın, tecdidi engellemede işlettiği temel politika, İslam dünyasındaki gelenekçi-tutucu unsurları dinin birinci dereceden temsilcisi gibi öne çıkarıp onları desteklemesi ve rasyonel-tecditçi unsurları etkisiz kılmasıdır. Müslüman dünyadaki aktif-devrimci unsurlar, Batı’nın bu politikaları yüzünden çok yıkıcı bir ‘pusula sapması’na uğramakta, şaşılaşmakta, şapla şekeri birbirine karıştırır hale gelmekteler. Batı, Müslümanların efor ve enerjilerini yanlış yönlere kanalize etmeyi başarmış bulunuyor.

Din­de ye­ni­den ya­pı­lan­ma­nın zorunlu ilk adımı, dine sokulmuş yalanların ve dinleştirilmiş örflerin din bünyesinden temizlenmesidir. Bu temizleme gerçekleştirilmeden işe yarar bir içtihat veya tecdit mümkün değildir. Çünkü geniş anlamlarıyla içtihat da tecdit de dinsel vahiylerin yorumundan ibarettir. Bu yorumun hayır getirmesi için öncelikle din adı verilecek temel verilerin ortaya çıkarılması gerekir. Din patenti yapıştırılmış ama aslında din olmayan kabullerin din diye yorumlanmasının götüreceği sonuç ağır bir aldanıştan başka ne olabilir?
 
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Müslümanların, İslam’a sokulmuş yalan ve uydurmaları dinlerinden temizlemeleri (sadece bu bile) başlı başına bir yeniden yapılanma ve diriliş getirir.

Bugünkü Müslüman dünyayı tökezleten çarpıklıklar, yeni yorumların yapılmamasından çok, geleneğin dinleştirdiği uydurma ve yalanlardan kaynaklanmaktadır.

Ne ilginçtir ki, İslam Peygamberi, tecdidi bir görev olarak ümmetinin aydınlarına yüklerken şunun altını da çizmektedir:

“Allah, her yüzyıl başında, insanlara, kendilerine sünnetleri (yöntemleri) öğreten ve Allah Elçisi’ne isnat edilen yalanları ondan uzaklaştıran birini/birilerini ortaya çıkarır.” (Elbanî; el-Ahâdîs es-Sahîha, 2/148)

O halde, bugün Müslümanların gerçekleştirmek zorunda oldukları yenilenme (değişim veya rönesans) hareketinin temel başlıkları (veya aşamaları) şunlar olacaktır:

1. Eski mirası sorgulamak, 2. Eski mirasın otantik din olduğu kesinleşen verilerini yeniden yorumlayarak dini yeniden yapılandırmak.

Tecdidin amaçladığı yeniden yapılanma, es­ki de­yim­le, bir telfîk-i mezâhip (mez­hep­le­ri bir­leş­tir­me) de­ğil­dir. Amaç, geleneği okşayan bir eklektisizm aktörlüğüyle herkesin nabzına şerbet verip halkı kandırmak olmamalıdır. Mez­hep­ler üs­tü İs­lam'ı ya­ni vah­ye da­ya­lı özgün di­ni or­ta­ya çı­kar­mak­ kaçınılmazdır. Bu­na, ‘Ortadoğu örflerinden oluşan geleneksel din’den özgün İslam’a/vahyin dinine/Kur’an’daki İslam’a  ge­çiş di­ye­bi­li­riz.
Soru sormanın varoluşsal anlamı
Kur’an soru kavramına büyük önem vermekte ve soru sormayı insan hayatının temel eylemlerinden biri olarak görmektedir. Soru anlamındaki sual kökünden isim ve fiiller yüz yirmi küsur yerde geçer. 
 
Soru sormak, sadece varlığın değil, varoluşun da sorgulanmasıdır. Daha doğrusu, soru sormak hayat nimeti denen muhteşem kredilerin hesap aşamasının da bir işleyişidir. Şu sarsıcı beyyineye bakın:
 
“Yemin olsun, kendilerine elçi gönderilenleri muhakkak sorgu suale çekeceğiz; gönderilen elçileri de mutlaka sorgu suale çekeceğiz. Onlara bir ilmin tanıklığında/bir ilmin aracılığıyla bütün serüveni mutlaka anlatacağız. Biz, olup bitenlerden habersiz değiliz.” (A’raf, 6-7)
 
Bu beyyine, sorgulama serüveninde ilmin aracılığına atıf yapmakta, böylece soru ve sorgulama ile ilim arası münasebet ilginç bir biçimde kurulmaktadır.  Soru sormak, bilimin hem göstergesi hem de besleyici unsurudur.
 
Elçilerin tebliğde bulundukları kitleler kadar elçilerin de sorgulamaya maruz tutulacağı bildirmektedir. İnsanoğlu, tüm yapıp ettiklerinden, kendisine verilen tüm nimetlerden sorgulanacaktır:
 
“Yapıp ettiklerinizden mutlaka sorgu suale çekileceksiniz.” (Nahl, 93)
 
MEDRESE VE TEKKE SORU SORDURMUYORDU
 
Varolmak, bir anlamda sorular sormak ve bu sorulara cevaplar almaktır. Başka türlü varolmaya çalışanlar varolamazlar, mahvolurlar. Medrese, ilim kurumu olarak geçiniyordu ama şu ilkeyi esas almıştı: “Bir öğrenci ‘Niçin?’ diye soruyorsa ondan hayır gelmez.” Tekke ise zaten soru sormamanın dinleştirildiği kurumdu. Tekkenin ideal insan saydığı ‘mürit’, iradesi-ni tarikat şefinin iradesinde yok eden kişi demektir. Kur’an böylesi kişiye ‘abd-i memlûk’ (köleleştirilmiş kişi) diyor ve ondan asla hayır gelmeyeceğini bildiriyor. Kur’an bildirdi ama tekke o bildirilenin tam aksini din yaptı.
 
Şimdi sormak gerekmez mi: Kur’an mümini bir adam tekkeyi mi kutsayacak ona isyanı mı?”
 
Soru sormanın varoluşsal ilk anlamı insan olmaktır. İnsan, ‘konuşan varlık, düşünen varlık’ olarak tanımlanabileceği gibi ‘soru soran varlık’ olarak da tanımlanabilir. Dahası var: Soru sorabilen tek varlık insandır.
 
Tarihe, kalıntılara, eski uygarlıklara, kadim topluluklara, eski dinlere de sorular sorulması istenmiş, “Her şeyi ben bilirim, ben ne dersem odur; sakın başkalarına sormayın” zihniyet ve yaklaşımı yıkılmıştır. Çünkü bu yaklaşım, tekelci, egoist ve nihayet müşrik bir yaklaşımdır:
Soru sormak insanın sadece değerlerinden biri olarak kalmaz, insanın bütün değerlerinin motoru olarak seçkinleşir. İnsanı varlıklar dünyasında öne çıkaran değerlerin hemen tümünün arkasında soru sormak vardır. Mensuplarını raiyye (davar sürüsü) olmamaya, aklı işletmeye, ‘sözü dinleyip de onun en güzeline uymaya’ çağıran kitap başka ne diyebilirdi?!
 
Anlaşılan o ki, ilim, hikmet, tekâmül, kısacası insanın boyut yükseltmesine yarayan her atılım soru sormakla amacına varmaktadır. Bugünkü dünyaya bakın, özgürlükler düzeni, demokrasi, hukuk devleti, hukuk hayatı, basın bir anlamda sorularla yaşamaktadır. Günümüz dinciliğinin soru sorulmasından korkunç derecede rahatsız olduğunu tam bu noktada anımsayalım. Ve unutmayalım: Bugünkü Türkiye’de soru soranlar kara listelere alınmakta, birçoğu işinden, aşından yoksun bırakılmaktadır.
 
İslam dünyasına da bakalım! Soru sorma ve  özellikle sorgulama İslam dünyasının hayatında yok. Bunun yerine engizisyon ithamı, aforoz, dışlama, tekfir, tefrika, Allah ile aldatma ve Mehmet Akif’in ölümsüz tespitiyle, ‘Allah ile iskât (susturma) var. Böyle olunca da insan hakları, özgürlük, mutluluk ve ilerleme yok.
 
Allah âdildir. Gönderdiği dinin değerler sistemini tahrip edenlerin yüzünü elbette ki güldürmeyecektir.
Evet, muhafazakârlık şirktir!
Muhafazakârlık denen şirk irinine Kur’an neşteri vurmamız birilerini çok rahatsız etti. Haçlı emperyalizmin zurnalığını yapan fikir ve ilim cüceleri sağdan soldan hırlamış. Neymiş efendim, Yahudi stratejistlerin düdüklemesiyle öne çıkardıkları ‘muhafazakâr demokrasi’ denen ABD-Siyon marka müşrik damgaya bindirme yapmışız.
 
Bindirmeyi ben yapmadım, Kur’an yapıyor. Ben ilim, fikir ve iman adamıyım ve pusulamı akıl,  koordinatlarımı Kur’an belirler. Emperyalizmin atıklarından yal yemediğim gibi, birilerinin alın terinden artanları da yemem. Cennetmekân babam ve hocam olan zâtın ifadesiyle, bir kartalım ki, bırakın başkalarının av artıklarını, kendi avımın bile bayatlamışını yemem. Başkalarının avına, eskinin bayatlamışlarına ölsem dönüp bakmam. Rehberim olan Kur’an’ın buyurduğu gibi, “Her an yeni bir iş ve oluştayım.” (Rahman suresi, 29) Tevfik Fikret’in ölümsüz dizelerinde ifadeye konan şahsiyet yapısı benim şahsiyet yapımın tam ifadesidir:
 
“Kimseden ümmid-i feyz etmem, dilenmem perr u bâl,

Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim.

İnhina, tavk-ı esaretten girandır boynuma,

Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim.”

Fikret’in bu kıtası, son mısradaki ‘şair’ sözcüğünü ‘âlim’ olarak değiştirmek şartıyla,  benim imzamdır.

Emperyalizmin muhafazakârları (muhafızları) bu şahsiyete, dünyaya üç dört kez daha gelseler yine ulaşamazlar. Çünkü ezel nasipleri sıfırdır. Sadece yal ve leş nasipleri boldur. Zaten fikir ve ilim vadisinde muhafazakârlık, leş yiyenlerin meslek ve meşrebidir.

Ben, fikrin kartalıyım, leş ve yal yemem. Ürettiğim eserlere, dünya önünde hak ettiğim vakarlı markaya bakın, anlarsınız. Sizin asla olamayacağınız şeylerdir bunlar,  ey ‘emperyalizm muhafızları!’


KARTAL ZİRVELERİNDEN DERS

Gıybet izbelerine tüneyen fikir ve ilim cücelerine, kartal zirvelerinden biraz daha ders verelim: Kartal bakışına tahammül edemeyen cüceler öncelikle ‘Kur’an’ın Temel Kavramları’ adlı eserimin ‘Ecdatperestlik’ maddesini okusunlar.  Ve şu söyleyeceklerimi not etsinler:

Gelenekçi dinin borazanları (Kur’an mümini hanîf aydınlar değil) tam bir miras yedidir. Hepsi hazır bulduğunu yer. Bunun için de eskiyi kutsallaştırıp dokunulmaz kılmak onların pis kaderidir.

Şunu da unutmayalım: Eskiyi dokunulmaz kılanlar, İslam’ın eski mirasının tümünü dokunulmaz kılmıyorlar; eskinin, Kur’an ve akıl dışı Arapçı kabullerini dokunulmaz kılıyorlar. Eski mirasın, akılcı devrimcilerini dışlıyorlar. Yani eskinin yanlışlarına karşı çıkmış kimler ve neler varsa onları, kutsadıkları eskinin içine koymuyorlar, dışta tutuyorlar.

Emperyalizm muhafızları için, akıl düşmanlığına, Kur’an dışı dinciliğe, haçlı emperyalizme, sömürüye problem çıkarmayan her şey ‘dokunulmaz eski’ içindedir. Aklın, Kur’an dininin, antiarabizmin, sosyal adaletin, insan haklarının, antiemperyalizmin, emeğe saygının, paylaşımın önünü açan ne varsa bunlar, tarihleri ne kadar eski olursa olsun, emperyalizm muhafızları nezdinde yeni sayılır ve düşman hanesine dâhil edilir. Eğer bu dâhil edilenler içinde açıkça karşı çıkmanın risk oluşturduğu birileri veya bir şeyler varsa onlar ustalıklı oyunlarla

tanınmaz hale getirilip esas mesajlarının üstü örtülür. Ebu Zer, İmamı Âzam, Hallâc-ı Mansûr ve bir dizi Mûtezile düşünürüne yapılan bu ikincisidir.

Evet, ey haçlı emperyalizmin zurnaları! Muhafazakârlık, Kur’an’ın açık beyanıyla şirktir. Kur’an’ın bu hükmünü beğenmeyenin canı cehenneme!
Batı’nın gasp ettiği Kur’ansal değerler
Bu gasp edilen değerlerin bir listesini vermek bile ürperticidir. Bunların bazıları bizim eserlerimizin sayfalarına aktarılıp ayrıntılanmıştır. (Bu konuyla ilgili olarak özellikle ‘Kur’an’ı Tanıyor musunuz?’ adlı eserimizin okunması gerekir.) Bu liste, muhafazakârlığı din yaparak yenilikçi ve yaratıcı Müslüman beyinlere düşman, şirk ve şeytana uşak olan siyaset ve saltanat dincilerinin asırlardır nasıl bir insanlık suçu işlemekte olduklarını çok iyi göstermektedir.

‘Batı tarafından gasp edilmiş Kur’ansal değerler’in şu ana kadar tespit edebildiğimiz listesi şudur:

1. Artık değer, 2. İhtiyaç fazlası malın paylaşımı (sosyal adalet), 3. Sınıfsız toplum ideali, 4. Servet azgınlığı ile mücadele, 5. Dinler tarihinin eleştirisi, 6. Din sınıfının eleştirisi ve ilgası, 7. Dinin kitleleri uyuşturan bir morfine dönüştürülebileceğinin ilanı, 8. Telaffuz Edilmeyen Tanrı (dincilerin içlerinde tuttukları menfaat tanrısı), 9. VARLIĞIN ASLININ ENERJİ OLDUĞU, 10. Laikliğin metafizik-ilahî dayanakları, 11. Köleliğe karşı kitlesel savaş, 12. Kuvvetler ayrılığı ilkesi, 13. Evrim teorisi, 14. İzafiyet teorisi. Bu kavram ve teorilerin temel dayanaklarının kaynağı Kur’an’dır. Bunların ilk 10 tanesi, Kur’an tarafından doğrudan doğruya telaffuz edilmekte, hatta bazıları sistemleştirilmektedir.

Bu ve benzeri söylemler her gündeme geldiğinde şu karşı çıkış da (biraz da haklı olarak) gündeme gelmektedir: “Bunlar Kur’an’da vardı da Müslümanlar neden bunları bulmakta başarılı olamadılar?”

BUGÜNKÜ BİLİMLERİN KURUCULARI MÜSLÜMANLARDIR

Batı, Müslümanlarca keşfedilip temelleri atılan bilim ve felsefelerin geliştirme ve hayata geçirme devresinde başarılı oldu. Bunda da şaşılacak bir yan yoktur. İlim insanlığın ortak malıdır ve Kur’an’ın muhatabı bütün insanlıktır, sadece kendisine ‘Müslüman’ adı verip kimliğine bu damgayı vuranlar değil.

O halde, tanrısal kitaptaki bir kavram veya gerçeği şu veya bu kimliği taşıyan bir insanlık evladı keşfedebilir. Bu olguyu, ‘Müslüman’ kimliği taşıyanlara sataşmak için vesile yapmak çok ucuz bir ukalalıktır.

Önemli olan, gerçeklerin fark edilip insanlığın yararına devreye sokulmasıdır. Kim fark ederse etsin; onur ortaktır ve bütün insanlığındır. Onurdan en büyük payı elbette ki, Yaratıcı’nın kitabında insanlığa verilen kod ve koordinatları en iyi okuyanlar alacaktır. Bu da aklı işletmekle olur, daha çok namaz kılmakla değil. Esasen, bir Müslümandan söz edeceksek, o, gerçeği fark ederek gereğini yapandır. Yapan kimse, Müslüman odur; nüfus kâğıdı hegemonyası kuranlar değil.

O halde, “Bunlar Kur’an’da vardı da Müslümanlar neden keşfedemedi?” lafı, mesnetsizdir. Tam tersine, bahis konusu edilen birçok meselede, ‘ilk keşfeden’in Müslümanlar olduğunu görürüz. Batı’nın geliştiricilik, hedefine vardırıcılık yeti ve becerisini inkâr etmiyoruz ama hakka saygının bir icabı olarak söyleyelim ki, bugünkü insanlığın övündüğü keşif ve teorilerin hemen tümünün ‘ilk fark edicisi’ Müslümanlardır. Yukarıda verdiğimiz liste bu ikinci kısma örnek oluşturan değerlerin listesidir.
Çağ, insan ve zafer
İliklerimize kadar işleyen kavram kargaşası illetinin temel gıdalarından biri oldu çağ kelimesi… Çağdaş, çağı yakalamak, çağ dışı, çağ atlamak, çağa damgasını vurmak vs. Bu kelime bolluğu, çağ kavramından haberi olmayan bir toplum olduğumuzun en yaman belgesidir. Ve böyle olduğu içindir ki ‘çağı yakalamak’ yerine çağa damgasını vuranların günahlarını taklit etmeyi çağdaşlık sanmakla avunuyoruz.

Bütün zamanların en büyük insanının: “Zamana kötü söz söylemeyin; çünkü zaman Allah’tır” dediği rivayet edilir. Zamanla hesabını iyi sonuçlandırmamış bir toplum ne çağdan anlar ne zaman gerçeğinden ne de tarihten.

Tarihin her devrinde iki tip toplum var olmuştur: Yaratıcı eylemleriyle çağı oluşturanlar, oluşan çağa bakarak laf üretenler. Yani zamanı kullananlarla, zaman tarafından kullanılanlar. Anadolu toplumu, uzun zamandan beri, ikinci başlık altındaki toplumlardan biridir.

Çağ gerçeğini anlamak için çağlarüstü gerçeği yakalamak ve yaşamak lazımdır. Sisteminizin adı ne olursa olsun çağlarüstü gerçeği hayatınıza sokmuşsanız hayat sizi zafer tacıyla donatacaktır. Bunun yerine, bulmuş olmanın sarhoşluğu ile zamanınızı övünmeyle geçirirseniz çağ sizi kadavra gibi bir kenara atıverir.

Tebrizli Şems: “Her çağda bir tek gerçek vardır” diyor. Her çağ, bu gerçeği yakalayanlarca yaratılır. Bu gerçeği yakalayamayanlarsa her çağda hüsran ve aldanış içindedirler.

Zamanüstü gerçeğin söze dönüşmesi olan Kur’an, bir suresine Asır yani çağ adını vermiştir. Ve Kur’an, her çağda aynı kalan gerçeğe dikkat çekmek için, anılan sureye çağa yeminle başlamıştır: “Yemin olsun çağa ki insan hüsrandadır.” Yani çağ gerçeğini fark edemeyenler, zafer ve mutluluğun kokusunu bile alamazlar; hüsrandan başka nasibi yoktur onların.

Çağlarüstü ve çağ yaratan gerçek, şu unsurlardan oluşan bir sentezdir: İnsan, iman (azim ve kararlılık), salih amel (yaratıcı iş ve hareket) yani eylem, hakkı ayakta tutma ve sabır şuurunun kolektifleşmesi. Her çağın gerçeği, her zaferin yolu, unsurları bunlardır. Çağa damga vuranlar bu unsurlara damgasını vuranlar olacaktır.

MEHMET AKİF’İN CEVABI

Kur’an imanının çekirdek nesli, her çağın gerçeğine dikkat çektiği için olacak, karşılaştıklarında ve ayrılacakları zaman birbirlerine Asır suresini okurlarmış. Belli ki, her çağın gerçeğini bir manifesto halinde toplumun kolektif şuuraltına yerleştirmek istemişler. Neden başka bir sure veya ayet değil de Asır suresi? İslam’ın büyük vicdanı Mehmet Âkif, cevabı çok güzel vermiştir: “Çünkü meknûn o büyük surede âsâr-ı felah.” Yani o büyük surede kurtuluşun yolları gizlenmiştir. İmam Şafiî şunu diyebilmiştir: “Eğer insanlığa vahiy olarak Asır suresi dışında bir şey gönderilmemiş olsaydı bu sure insana yeterdi.”

Evet, o surede kurtuluşun yolları gösterilmiştir ama o yollardan yararlanmak, onları yürüyenlerin hakkıdır, oturdukları yerden onlara methiye yağdıranların değil. Zafer, kendisi için şiir yazanlara değil, kendisi için terleyenlere teslim olan esrarlı bir sevgilidir. O yüzdendir ki Kur’an, imanın erdiriciliğini sürekli eyleme bağlamaktadır. “Kurtuluşun reçetesi bizim kitabımızdadır, elhamdü lillah” diyerek elini göğsüne bastırıp oturanlara Asır suresi hiçbir şey vermemiştir, vermeyecektir. Buna karşın, Asır suresinden haberi olmayan birçok kitle, kurtuluşun gereklerini yerine getirdiği için çağı peşlerine takabilmişlerdir.

Çağ, iki dünyayı bağrında taşıyor: Âsâr-ı felah (kurtuluşun eserleri, yolları) edebiyatıyla ömür tüketenler, âsâr-ı felahı hayata geçirip çağı damgalayanlar. Asır suresini gönderen kudretin kanunu ve tavrı (sünnetullah), âsâr-ı felaha methiye düzenleri değil, âsâr-ı felaha sarılanları yüceltmeyi esas almıştır. Mehmet Âkif, Asır suresini anlatan şiirinde vicdan kulağımıza bu gerçeği üflüyor.

Kurtuluşa giden yolları tıkayanlara Asır suresinin layık gördüğü ödül, sadece hüsran olmuştur.
Ahlak ve fotoğraf, gerçek ve slogan
Sadece devlet başkanı değil, aynı zamanda bir düşünce adamı olan Ali İzzet Begoviç, eserinde, Kur’an’ın temel mesajlarından birini ifadeye koyarken şöyle diyor: “Kur’an’da, imana gel ki iyi insan olasın denmiyor, iyi insan ol ki iman etmiş olasın deniyor.” (Begoviç; Doğu ile Batı Arasında İslam, 158) Begoviç bu sözüyle, ahlakı, slogan ve iddianın üstüne çıkaran Kur’ansal diyalektiğin aşağıdaki ayette ifadeye konan ruhunu çok güzel dile getirmiştir:

“Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz hayırda erginlik/dürüstlük değildir. Hayırda erginlik/dürüstlük o kişinin hakkıdır ki, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır; akrabaya, yetimlere, çaresizlere, yolda kalmışa, yoksullara, özgürlüğüne kavuşmak gayretinde olanlara malı seve seve verir, namazı/duayı yerine getirir, zekâtı öder. Böyleleri söz verdiklerinde ahitlerine vefalıdırlar; bolluk ve bereket zamanı kadar, zorluk, sıkıntı ve şiddet zamanında da sabırlıdırlar. İşte bunlardır özüyle sözü bir olanlar. İşte bunlardır takva sahipleri.” (Bakara, 177)

Ahlak halinde yaşanmayan din şekil ve slogana, şuur haline gelmeyen iman ise iddia ve inatçılığa mahkûm olur. Slogan, değer üretmekle övünme imkânı bulamayan benliklerin, değer üretenleri övme veya sövme hedefi yaparak tatmin bulmalarının aracıdır. Slogancılığı, şekli ilahlaştırma tutkusu izler. Ve bu tutku yerleşince de din, hayat olmaktan çıkar, nefsin iştah ve kinini tatmin aracı haline gelir.

İmanın, daha geniş bir çerçevede dinin gerçek anlamda yaşanması nasıl olmalıdır? İslam’ın muazzez peygamberi bu sorunun cevabını, ölümsüz bir ifadeye büründürmüştür: “Ben, ahlaksal güzellikleri tamamlamak için gönderildim.”  

AHLAK MI, FOTOĞRAF MI, KUR’AN MI, ARAP ÖRFLERİ Mİ?

Din ve ona bağlı olarak Peygamber bir ahlak idesidir, bir görüntü modeli değil. Aksini yaparsanız; Peygamber, Kur’an’ın tebliğcisi değil, Arap örflerinin temsilcisi olursunuz. Böyle olunca da Kur’an’ın yerini Arap örfleri alır. Bugün gelinen nokta da işte bu ikincisidir. Felaketin temel sebebi de budur. 

Muvahhit fakîhlerin kullandıkları bir deyimle, Hz. Peygamber bir tahalluk (ahlaklanma) konusudur, bir teşekkül (şekillenme) konusu değil. Şekil ile ahlakın bağlantılı olduğu noktalar elbette vardır. Bunlar vahyin tespitleriyle açıklanmıştır. Vahyin şekil belirlemediği hususlarda dini ve Peygamber’i bir ahlaksal model olarak almak, dinden hayır görmenin biricik yoludur. Bu yol, Arap fistanı giymekle yürünemez; çile, aşk, ıstırap ve hizmet gerektirir.

Bir peygamberi gösteri ve resim modeli olarak almanın ucuzluğundan kurtulup onu yeni bir dünyanın yapılandırılmasında bir iman ve aşk modeli haline getirmek için, örfü ilahlaştırmaktan vazgeçmek şarttır. Bu gerçeği çok iyi yakalamış olan Peygamber eşi Âişe, kendisine “Peygamberimizin ahlakını bize anlatır mısın?” diyenlere şu ‘ilke cevap’ı vermiştir: “Kur’an’ı okuyun. Muhammed’in ahlakı Kur’an’dı”

O halde, Peygamber’i tanımak için Kur’an’ı esas alacağız, Kur’an’ı tanımak için Peygamber’e mal edilmiş rivayetleri değil. O rivayetleri Kur’an’ın önüne geçirenlerin yolu şirke çıkar. 

Bugünkü Müslüman dünyanın en büyük talihsizliklerinden biri, belki de en büyüğü, Hz. Muhammed’i, bir ahlak modeli olmaktan çok, bir şekil ve görüntü modeli halinde algılamasıdır. Bu yanlış algılama sadece bizi vahyin ruhundan uzaklaştırmakla kalmıyor diğer kitlelerin Kur’an’dan yararlanmasını da engelliyor.

Sonuç şu oluyor: Bizler, ahlaksal zemini tahrip edilmiş, değerleri birkaç karelik görüntüden ibaret hale getirilmiş bir anlayışı insanlığın geleceğini kurmaya, hatta ona yarınların cennetini vermeye aday göstermek gibi bir tutarsızlığın temsilcileri durumuna düşürülüyoruz. Ve insanlık ısrarlı ve haklı bir biçimde şunu soruyor: Bugünü ve bu dünyayı cehenneme çevirenlerin yarınki cennet vaatlerine nasıl inanalım?
Ebu Zer’in düşündürdükleri
Yoldaki kitaplarımdan biri olan ‘Sosyal Adalet Fikrinin Öncüsü Ebu Zer’ üzerinde çalışıyorum. Daha doğrusu kitabın son rötuşlarını yapıyorum. Bu münasebetle birkaç söz söyleyeceğim. Bunu Ebu Zer konusunda ister ‘ağzınıza bir parmak bal çalmak’ olarak alın, ister ‘vicdanınıza bir sızı akıtmak’ olarak…

İslam Peygamberi’ne inananların dördüncüsü olan Ebu Zer insan hakları, sosyal adalet ve hakça paylaşım konularında Müslüman tarihin ilk büyük savaşçısıdır. İslam Peygamberi’nin “Güneş, Ebu Zer’den daha dürüst ve doğru bir adamın üstüne doğmadı” diyerek yücelttiği Ebu Zer, Emevî Arabizmine karşı savaştığı için Emevîci Müslüman aydınlar (!) tarafından unutturulmuştur. Bilinmelidir ki, Ebu Zer, bizzat dindaşları tarafından kahır ve işkenceye uğratılıp dışlanmış, ‘sivri fikirli’ bir fesatçı olarak damgalanıp kenara atılmıştır.

Şimdi birileri çıkıp, “Müslümanların, sosyal adalet, toplumculuk, paylaşım gibi değerlerle ilgili hangi fikri, hangi mücadelesi var?” diyerek cehalet pazarladığında ‘muhafazakârlığa’ (emperyalizm muhafızlığına) dokunmamayı din bellemiş birtakım adamlar iki şeyden birini yapmaktalar: Ya “Bizim de sosyal adaletçilerimiz var, onlar da sosyalist ve komünist düşüncelere sahipler” gibi laflar ederek Ebu Zer’i komünistleştirmek ya da Ebu Zer’i, sosyal adalet fikrinde işi çığırından çıkarmakla itham edip etkisizleştirmek.

Bu tatlı su aydınlarını dinleyenler, Ebu Zer’in Marx, Engels gibi sosyalist teorisyen ve eylemcilerden sonra yaşadığını, onları izleyerek sosyal adaletçi fikirler geliştirdiğini mi düşünüyorlar? Böyle düşünüyorlarsa, tarihi tersinden okuyorlar, bin yılı aşkın bir zamanı yok sayıyorlar demektir.

Şu gerçeği görmeyecek miyiz: Ebu Zer, bir büyük Kur’an mümini olarak, en eski Batılı sosyalistlerden yaklaşık bin yıl önce yaşamış ve paylaşımcılığın, sosyal adaletin hem ilk mücadelesini vermiş hem de metafizik dayanaklarını ortaya koymuştur. Eğer bu konuda birilerini birilerine uyduracaksak, Batılı sosyalistleri Ebu Zer’in çömezi yapmamız gerekir. Tarih de vicdan da bunu emreder. Hal böyle olunca, paylaşımcı bir mutluluk toplumunu Marx ve şürekâsında değil, Ebu Zer ve dayandığı ölümsüz ilkelerde aramalıyız. Tarihe, insana, gerçeğe, devrimciliğe, hakka saygı bunu gerektirir.  ‘Solcular’ın çuvalladıkları yer işte burasıdır. Dahası var:

DİNCİ BAŞARININ SIRRI

Yakalarına taktıkları rozetlerle ‘Atatürkçülük’ hegemonyası kuran ama esasında Atatürk’ün iman ve dehasından zerre kadar nasibi olmayan birtakım ‘basireti tutuk adamlar’ın hüsran sebeplerinin başında da andığımız o ‘solcu’ zihniyete teslimiyeti görmekteyiz. O solculukla bu Atatürkçülük ele ele vererek, Türkiye’yi çöküşün eşiğine getirdi. Nasıl mı?

Türkiye’yi çökertmek isteyen haçlı emperyalizmle onlara içeride ‘Atatürk düşmanlığı’ adına kulluk eden dincilik ekiplerinin bir numaralı enerji kaynağı, ‘basireti tutuklar’ın sergiledikleri akıl almaz tutarsızlıklardır. Türkiye’nin geldiği yeri uzaktan seyredenler de sanıyor ki, dinciliğin giriştiği büyük işleri kotaracak bir zekâsı veya dehası vardır. Hayır! Hayır!

Dinciliğin bütün şansı, solculuk ve Atatürkçülük adına hezeyan ve hüsran sergileyen ekiplerin yanlışlarıdır. Dincilik, bu yanlışlardan yararlanmada, işbirliği yaptığı haçlı emperyalizmin hünerli stratejlerinden, toplum mühendislerinden büyük yardımlar aldı ve haçlı emperyalizmin büyük desteğine mazhar olduğu için, ötekileri pestil gibi çiğneyip dümdüz etti. Olan, muhteşem iki mirasa oldu: 1. Kur’ansal düşüncenin yarattığı antiemperyalist akılcı miras, 2. Atatürk aydınlığının yarattığı antiemperyalist akılcı miras.

Bu iki mirasın şaşmaz ve ortak özelliklerinin başında zulme karşı çıkış gelmektedir. Dincilik, çok büyük bir zulüm olduğu için bu iki miras dinciliğe de temelden karşıdır. Bu hayatî meselenin ayrıntılarını biz, ‘Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’na Bir Bakış’ adlı eserlerimizde ortaya koyduk. Dışarıdaki haçlı emperyalistlerle onların içerideki dinci muhafızlarını aynı anda rahatsız edişimiz biraz da bundandır.
Duayı tüm halk olarak yapmalıyız
Çok ilginç bir mektup aldım. Funda Teyze Çekim Yasası Öğretmeni ve Öğrencileri tarafından yazılan mektup, bana, haddimi aşan ve beni zor durumda bırakan nitelikler ve görevler yüklemektedir. Önce o ‘ilginç mektup’okuyalım:

“Sayın Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk Hocamız! ‘Kalb-i Sûzan’ makalenizde yayınladığınız mektubu da tüm diğer makaleleriniz gibi aklımızda ve kalbimizde hissederek ve  yaşayarak okuduk. Ancak bugün size yazma sebebimiz sadece o mektuptaki duygu ve düşüncelere katılmak değil, sizden bir ricada bulunmaktır.”
“Siz ülkemize, milletimize Allah'ın lütfettiği bir büyük armağansınız.  Bizler, Funda Teyze ve öğrencileri olarak, ülke olarak Allah'ın bize bu armağanının değerini bilememiş olmamızın ağır yükünü hissetmekteyiz.”
“Martin Luther de bir zamanlar aynı sizin gibi, Allah'ın Avrupa'ya bir lütfu olmuş. Gerçi siz ikilik yaratmamak ve bölmemek çabalarınız sebebiyle Martin Luther’den çok farklısınız ama dini özüne döndürme çabalarınız açısından amacınız ve eserleriniz bir benzerlik arz ediyor. Luther de, dini özüne döndürmek için gelmiş. Ancak milleti onun değerini bilemeyince ve Türkler Avrupa'ya doğru yola çıkınca, kendisi milletine ve yöneticilere şöyle seslenmiş:
“Türklere direnmeyin, onlar aramızdaki bağnazları temizlemek için Allah’ın gönderdiği bir kamçı.” Bu sözleri, Allah'ın lütuflarını göremeyen, değer bilemeyen insanlar için söylemiş.”
“Allah'ın lütuflarının, armağanlarının değerini bilemeyen bir toplum, tez zamanda cezasını buluyor.  Siz de bize Allah'ın bir armağanı, bir lütfusunuz. Değerinizi bilemedik.” 
“Şimdi, duanıza ihtiyacımız var. Affınıza ihtiyacımız var. Başımızdaki belaların tez zamanda bitmesi, çekilmesi için, lütfen milletinize acıyınız! Sizin Allah'ın bize bir lütfu olduğunuza, sizin duanızın kabul göreceğine inancımız tamdır. Gerçeklerin üstünü kim kapatmaya çalışırsa çalışsın, tarih, Allah'ın izniyle sizin hakkınızda da gerçekleri er veya geç ortaya çıkaracaktır. Bu millet sizin değerinizi eninde sonunda anlayacaktır. Ancak şimdi, duanıza ihtiyacımız var.”
“Lütfen milletimizi affediniz! Allah'tan bizim için yardım dileyiniz! Allah da bizi affetsin. Bize yardım etsin.  Allah sizi bize bir kapı yapmıştır. Her ne kadar bu kapının hakkı tam verilemese de... Lütfen, sırf Kalb-i Sûzan hatırı için, sizi seven, size güvenen, sizi sayanların hatırı için, milletimizi affediniz ve milletimiz için Allah'tan af ve yardım rica ediniz!”
“Aslında sizin bu affı ve duayı yaptığınıza da inanıyoruz. Sizin bu millete aşık olduğunuzu, bu milleti çok sevdiğinizi de biliyoruz. Her halükârda, Allah'a sığınıp dua ederek lütfen bizi ve milletimizi duanız ile kurtarınız!  Sonsuz saygılarımızla!”
BEN ANCAK HAKLARIMI HELAL EDEBİLİRİM
Mektupta sayılan nitelikler de görev de sadece benim değil, bütün milletimizin, bütün halkımızındır. Hem niteliklere sahip çıkalım hem de görevlerimize. Yapılması gerekeni birlikte ve bir şuur ve eylem bütünlüğü içinde yapmadıkça kurtuluş söz konusu değildir. 
Ben ancak haklarımı helal edebilirim, yıllardır bana zulmedenleri affedebilirim ama tek başıma yapacağım duaların kurtuluş getirmesi beklenemez. Böyle bir beklenti Allah’ın yasalarına aykırıdır. Halkın, kitlenin bir iman ve şuurda birleşerek dua etmesi gerekir. Bunun için de kitle olarak tövbe etmek, ıstırap çekmek gerekir. Bu halk bunu yapmıyor. Otuz yıldır, bunu yapması için didiniyorum ama yapmıyor.
‘Hep birliktelik şartı’ yerine getirilmediği sürece acı çekmeye devam edeceğimizi asla unutmayalım!

Allah ile aldatmanın aforoz mekanizması
Allah ile aldatanlar, eleştiri kabul etmez. Kabul ettiği anda kendini inkâr etmiş olurlar. Allah ile aldatan din simsarı, iddiaları akıl ve din dışı da olsa o, ısrarla dinin temsilcisi olarak hep kendini öne çıkarır. Dinin savunucusu da odur.

Allah ile aldatanları eleştirdiğiniz anda din dışı ilan edilirsiniz. Din dilinde buna ‘aforoz’ denir. İslam’da din sınıfı olmadığı için aforoz da yoktur. Ancak bu, işin nazarî yanıdır. Gerçekte İslam ülkelerinde aforozun en kahırlısı işletilmektedir. İslam dünyasında aforoz kurumunu Allah ile aldatanlar işletmektedir. Siyasal İslam dedikleri Haçlı güdümlü kurum da bu yapay aforoz sistemine destek vermektedir.

Aforozculuğun kurumsallaşmasına çağımızda entegrizm denir. Ün­lü Fran­sız dü­şü­nürü Ro­ger Ga­ra­udy (Ro­je Ga­ro­di), İslam dünyasında entegrizmi en iyi inceleyen düşünce adamı oldu.

Ga­ra­udy, bir za­man­lar iman ve kül­tür kim­li­ği­ni ta­şı­dı­ğı Ba­tı'yı acı­ma­sız­ca eleş­tir­di­ği gibi, sek­sen­li yıl­lar­dan son­ra iman ve kül­tür kim­li­ği­ni ta­şı­dı­ğı Müs­lü­man dün­ya­yı da ay­nı mert­lik ve ce­sa­ret­le eleş­tir­miş­tir. Bu iki eleş­ti­ri­yi bir­leş­tir­di­ği ese­ri ise ‘L'In­teg­ris­mes’ adı­nı ta­şı­yor.

AFOROZUN İRİNLEŞMESİ: ENTEGRİZM 

Entegrizm, Allah ile aldatanların tutuldukları temel hastalıklardan da biridir. Taassubun irinleşmesi di­ye ta­nı­ta­bi­le­ce­ği­miz en­teg­riz­m Ga­ra­udy'nin eserinde maharetle tespit edilip mertçe eleştirilmiştir.  Enteg­rizm, Ga­ra­udy'ye gö­re bir kül­tü­rel in­ti­har­dır. Bir ima­nın men­sup­la­rı, en­teg­riz­me git­tik­le­ri tak­dir­de, ken­di iman­la­rı­nı iç­ten ve ses­siz­ce ölü­me gö­tü­rür­ler. Ve ne ya­zık ki bu­nu, o ima­na hiz­met ola­rak ortaya sürmek gi­bi bir fena­lı­ğı iş­le­mek­ten de ge­ri kal­maz­lar.

Garaudy’nin yakındığı bu, ‘İslam’ı çürüten yozlaşma’, bugün artık tüm İslam dünyasını sarmış bulunuyor.

Bakın, o büyük ışık Muhammed İkbal’in Pakistan’ına. Ziya ül Hak ile yönetime el koyan yobazların Ortaçağ engizisyon gettosuna çevirdiği Pakistan bugün artık İslam’ın aydınlık ve ümit yüzünü değil, karanlık ve karamsarlık dolu bir gericiliği temsil ediyor. Pervez Müşerref bu badirede ABD’yi ürkütmeme politikası dışında bir şey yapabilmiş değildir. Pakistan, süratle Talibanlaştırılıyor.

Yakın tarihe değin, Türkiye bir istisna idi. ABD ve AB güdümlü BOP operasyonlarıyla o istisnanın da işini bitirmek istiyorlar.

Ga­ra­udy, entegrizm irinine örnek olarak Suud entegrizmini seçip ayrıntılıyor. Özeti şu:

“İran dev­ri­mi er­te­sin­de, Re­a­gan, 'Suudi Ara­bis­tan'ın ye­ni bir İran ha­li­ne gel­me­si­ne as­la mü­sa­a­de et­me­ye­ce­ğiz' be­ya­nın­da bu­lu­nur. Halk­tan ka­ynak­lan­ma­yan ve si­ya­sal bir teme­li ol­ma­yan Suud rejimi, tam dört çey­rek asır­dır, ön­ce­le­ri İn­gi­liz ve bu­gün ise Ameri­kan hi­ma­ye­si ile ayak­ta du­ra­bil­mek­te­dir.”

“Su­u­di ha­neda­nı bu ba­ğım­lı­lık­la­rı­nı, ken­di an­la­dık­la­rı bir İs­lam'ın dış gö­rü­nü­şü­nün savunucusu gö­zü­ke­rek mas­ke­le­mek­te­dir­ler. Hır­sı­zın eli­ni ke­se­rek 'şeriatı uy­gu­lu­yor' oldu­ğu­nu san­mak, Suudi Ara­bis­tan'a has bir du­rumdur.”

“Ür­kü­tü­cü ce­za­la­rın Suudi bu­yu­ru­cu­la­rı sa­de­ce ve sa­de­ce kü­çük suç­lu­la­rı ya­ka­la­dık­la­rı için sis­te­min iki­yüz­lü­lü­ğü apa­çık or­ta­ya çık­mak­ta­dır. Zira si­lah si­pa­riş­le­ri ve­ya bü­yük iş­le­rin ko­ta­rıl­ma­sı için Ba­tı'nın bü­yük fir­ma­la­rın­dan 'ma­sa al­tın­dan' 500 mil­yon do­lar alan ve bu ser­vet­le­ri Di­vo­ne ku­mar­ha­ne­le­rin­de ve­ya Mar­bel­la iç­ki âlemlerinde da­ğı­tan prens­le­rin el­le­ri­nin ke­sil­di­ği bu­gü­ne ka­dar hiç gö­rül­me­miş­tir.” (Bu sa­tır­lar ve da­ha geniş bil­gi­ler için bk. Garaudy; En­teg­rizm, 72-79)
Çağ dışı ve Kur’an dışı
Yıllardan beri altını çizerek gündeme getirdiğimiz mesajlardan biri de şudur: Çağ, Kur’an’ın gerisinde, biz Müslümanlarsa çağın gerisinde…

Şunu demek istiyoruz: Kur’an’ın getirdiği ve insanın yücelmesine sebep kıldığı değerleri hayata geçirmek bakımından, Müslüman olmayan dünya, Müslüman dünyadan daha öndedir. Kur’an’ın getirdiği değerler listesindeki her değere bir puan verin ve bu değerleri hayatına sokan insanların aldıkları puanları toplayın. Karşılaşacağınız manzara ürpertici olacaktır. Çünkü üçyüz yıla yakın bir zamandan beri, Müslüman dünyanın toplam puanı, diğerlerinden çok daha azdır. Ve ekleyelim ki, bu puan farkı her geçen gün Müslüman dünyanın aleyhine biraz daha büyümektedir.

Bu tespitin zorunlu sonucu şudur: İslam dünyası önce çağı yakalamak, ondan sonra da Kur’an’ın idealindeki dünyanın öncülüğüne soyunmak borcundadır. Müslüman dünyanın “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele” sözüyle dikkatlere sunulması gereken muhasebesinin özü budur. Zorlu bir muhasebedir bu. Ne yazık ki İslam dünyası bu muhasebenin bırakın ciddiyetini, varlığının bile farkında değildir.

İslam dünyası bu muhasebenin düşünce, gözyaşı, uykusuzluk ve yakarıştan oluşan çileler berzahından geçmeden Kur’an’ın getirdiği oluş ve eriş emanetini taşıyamaz; tam aksine, o emanetin şampiyonluğu iddiasıyla çalım sattığı her aşamada emaneti biraz daha nefret konusu yapar ve Allah’ı öfkelendirir. Unutmayalım ki, emaneti gönderen kudret, bazı nüfus kâğıtlarına iltimastan münezzehtir. Onun iltimas ettiği tek değer liyakat, kolladığı tek değer ameldir. Yani şuurlu ve yaratıcı eylem. İslam dünyası liyakat yerine eski hatıralara, eylem yerine de nüfus kâğıdındaki ‘Müslüman’ damgasına sığınmaktadır.

İslam dünyası; çağın Kur’an’ın gerisinde kaldığı gerçeğini, kendisinin çağın önünde olduğuna delil saymaktadır. Çağın, Kur’an’ın gerisinde olduğu bir gerçektir; çünkü çağ, Yaratıcı iradenin insan için belirlediği hedeflere ters düşmüştür. Ama tespitin ikinci kısmı doğru değildir. İslam dünyası çağın önünde değildir. Kur’an’ın çocukları olduğunu iddia edenlerin bu iddiaları slogandan fiile geçirilmedikçe Kur’an’daki değerler insan hayatına girmez. Bu değerleri hayatına sokamayan bir kitle “Kur’an bizim kitabımız, o halde onun çizdiği ideal dünyanın tüm güzellikleri bizim büyüklüğümüze delildir” diyemez. Derse bunu dinleyenler ya İslam’ın yetersizliğine hükmederler yahut da Kur’an’a inandığını söyleyenlerin tutarsızlığına. Bu gerçeği fark eden Müslüman vicdanların belki de en büyüğü olan Muhammed İkbal (ölm. 1938) şöyle seslenebilmiştir: “İslam’ın, kurtarıcı değerler sistemi olduğunu başkalarına anlatacaksak ilk yapacağımız şey onlara bizim Müslüman olmadığımızı söylemek olmalıdır.”

ŞİDDET VE AFOROZ SADECE NEFRET GETİRİR

İslam dünyasının bu gerçeği kabul etmeden bayrak dikeceği hiçbir zafer burcu yoktur. Bir yandan tarihin mezarlığına gömülmüş hurafeleri ‘İslam’ diye afişlere geçiren, öte yandan bu hurafe yığınına ısınmayan insanları cehennemlik ilan ederek bir yere varacağını sananlar düşmanlarını biraz daha artırmaktan öte bir şey yapamazlar. Unutulmamalıdır ki, insanoğlu, bugünleri cehenneme çevirenlerin yarınki cennet vaatlerine asla itibar etmemiştir. İtibarsızlığı kırmak için, kutsal kelimeleri kirleterek ‘cihat’ adı altında aforoz, şiddet ve fesat yayanların elde edecekleri tek şey dışlanmak olacaktır. Dışlanmaya karşı, fesat ve şiddetin dozunu artırmaksa karşı fesat ve şiddetlere yol açar. Engizisyon şiddet ve dehşeti, onu gölgede bırakan materyalist şiddet ve dehşeti gündeme getirmedi mi? Aklı başında olan herkes bilir ki karşı şiddet ve dehşetin sahnelenmesi halinde Müslüman kitlelerin çekeceği acılar büyük olacaktır. Arap-İsrail kavgasına şöyle bir bakın, bunu açıkça göreceksiniz.

Basiretten nasibi olanlara düşen, “Böyle diyorsak böyledir. Ya bize saltanat ya size kan” çığırını kapatarak ışığı ve güzelliği insanlığın gönlüne ulaştıracak ‘Kur’ansal tebliğ’ yolunu açmak ve sonsuzluk rahmetinden habersiz yaşayan kitleleri bu rahmetten haberdar etmektir.

Şunu kabullenmek zorundayız: Çağ, tanrısal iradenin yani Kur’an’ın gerisinde kalmıştır; biz ise çağın da gerisinde bulunuyoruz. Yapılacak ilk iş, bu olgunun nedenleri üzerinde durmaktır. İşe başka reçetelerle başlayanların sonraki pişmanlıkları asla fayda vermez.
Allah ile aldatmanın en aldatıcı maskesi: Muhafazakârlık
Siyaset dinciliğinin Yeşil Kuşak türünü, görmüştük; şimdi de muhafazakârı ve ılımlısı çıktı. Bu gidişle kim bilir daha neler çıkacak!
 
Muhafazakârlık, emperyalist Batı’nın siyasal İslam’ı maskelemek için bulduğu bir tabir.
 
Kur’an’a göre ise şirk alametlerinden biri ve belki de birincisi. Peki, niye kullanılıyor? Çünkü karnı her türlü ikiyüzlülüğü barındırmaya müsait. Geniş ve karanlık bir karın.
 
‘Siyasal İslam’ın Batı tarafından, özellikle Yahudi lobilerince konan yeni ‘tüp bebek adlar’ından biri de Muhafazakâr Demokrasi.
 
Türk anayasası, İslam ve din sözcüklerinin siyasette amblem olarak kullanılmasına izin vermediği için ‘muhafazakâr demokrasi’ diyorlar. Bilenler biliyor ki, onların bu sözden maksadı ‘muhafazakâr İslam’dır. Yani Emevî İslamı. ABD Dışişleri Bakanı Powell Türkiye’yi ‘İslam Cumhuriyeti’ diye anarken sürçi lisan mı etmişti sanıyorsunuz?
 
Muhafazakâr İslam, eğer Kur’an’a sorarsanız, ‘Kur’an İslamı’na karşı oluşturulan sahte İslam demektir.
 
Muhafazakârlık, siyasal terminoloji açısından baktığımızda, İslam’ı iğdişleştirme projeleri’nden biridir. Gerçek İslam demek istemeyenlerin başvurdukları oyunların en yenisidir. Yalın haliyle sırıtacağı bilindiğinden suratına çağdaş bir maske geçiriliyor: Demokrasi.
 
SİYASET DİNCİLERİNE YAHUDİ ARMAĞANI
 
Muhafazakâr demokrasi tabiri, Ortadoğu ve İslam konusunda yazan ve “Recep Tayyip Erdoğan’ın İslamcılığı tam bizim istediğimiz şeydir” diyen İsrailli diplomat Aron Liel’in icat ettiği bir tabirdir. Ortadoğu’yu anlatan eserinin Ortadoğu’da İslam’ın dönüşümünü ele   alan bölümünde işlediği ana fikir işte bu, Muhafazakâr demokrasi’ fikridir. Muhafazakâr Demokrasi,   siyasal İslam’ın ABD-AB-İsrail üçlüsünü rahatsız etmeyen şekli demek.
 
Felsefî esası şirk olan muhafazakâr mantığa göre, eski, hep iyilerin ve hayırların toplamıdır. Osmanlı’nın hamamlarındaki hiz oğlanı ticaret ve icraatı hiç anılmaz ama bugünkü transseksüellere lanet yağdırılır. Çünkü onlar bugünküdür. Osmanlı’nın, homoseksüelliği nasıl belgeli-resmî bir eğlenceye dönüştürdüğünü anlamak için ‘hiz oğlanlığı’ kavram ve kurumunu incelemek yeter.
 
Muhafazakârlık denen pagan illetinin bugün anımsadığımızda öfkemizi kabartan dindışılıkları vardır. Örneğin, Arap’ın sarığını bize asırlarca İslam’ın alâmeti gibi gösterip takdis ettirdiler. “Peygamber Efendimiz örtmüştü, nasıl olur da kutsal olmaz?!” Peki, Peygamber Efendimiz’in baş düşmanı Ebu Cehil başına ne örtmüştü? Acaba o baş düşmanın sarığı Peygamberimizin-kinden daha az mı görkemliydi? Hayır, tam tersine. Ebu Cehil’in sarığı en görkemli sarıktı. Nitekim Hz. Ali, “Sarık Arabın alametidir” diyor. Arabın alameti nasıl oldu da ‘İslam’ın alameti’ yapıldı? Ve nasıl oluyor da Arabın alameti, evrensel bir dinin alameti oluyor, kisve-i resul oluyor?
 
Muhafazakârlığın karşıtı hanîfliktir. Hanîf; sapık, zındık’  damgası yemeyi göze alarak ecdat kabullerine karşı çıkan devrimci, asi demektir. Kur’an bu kelimeyi, hanîfliğin babası olarak gördüğü Hz. İbrahim’i öven bir sıfat olarak kullanır.
 
Kur’an’a göre, gerçek bir mümin, aynı zamanda gerçek bir hanîf olmalıdır.
 
Hanîfliğin babası Hz. İbrahim’dir. O, bizzat babasının en ileri temsilcilerinden biri olduğu atalar dinine karşı çıkışıyla ünlüdür. Bu karşı çıkış onu ataları ve toplumu nezdinde zındık, sapık diye yaftalamıştır. Kur’an ise bu sıfatı, bir övünç aracı olarak kullanmış ve tevhidin en büyük peygamberlerinden birinin temel niteliği olarak sonsuzlaştırmıştır:
 
“İbrahim, müşrik, Yahudi veya Hıristiyan değildi; o, hanîf ve müslimdi.”
Allah ile aldatmanın Arapçılık ayağı
Arapları ifade için Kur’an’da, a’rabî (Arap) veya arab sözcüklerinin çoğulu olan ‘a’rab’ kelimesi kullanılmaktadır.

Kur’an, Arapları çok olumsuz sıfatlarla anmaktadır. Sonraki Arap dilcileri, Kur’an’ın bu tavrını etkisiz kılmak için olacak, a’rab ve a’rabî sözcükleriyle tanıtılan Arapların bâdiye Arapları, yani Arapların köylü tipleri olduğu yolunda bir söylem geliştirmişlerdir. Allah, kötülüğü köylülüğe bağlamaktan münezzehtir. Doğrusu şu ki, Kur’an’ın Araplarla ilgili söylemlerinin yarattığı sıkıntıya bir tepki olarak geliştirildiği anlaşılan bu yaklaşım kaş yaparken göz çıkarmıştır.

İşin gerçeğini, Kur’an dilinin aşılmamış ustası Isfahanlı Râgıb söylemiştir: Kur’an’da kullanılan a’rab sözcüğü Arap ırk ve insanını tümden ifade eden sözcüktür. Şöyle diyor:

“Arab, İbrahim’in oğlu İsmail’in zürriyetinin adıdır. A’rab kelimesi de, esasında bu arab kelimesinin çoğuludur.” (Râgıb el-Isfahanî, el-Müfredat, arb. maddesi)

Kur’an’da a’rab kelimesi, geçtiği 10 yerin biri hariç, daima olumsuzluğun, kötülüğün, ikiyüzlülüğün, cimriliğin, kaypaklığın taşıyıcısı olarak kullanılmaktadır.

ARAP GURURUNUN İSLAMDIŞILIĞI

Arap ırkının üstün ırk olduğuna inanmak, Arap için her şeyin üstündedir. Kendisi dışındakilere ‘acem’ yani ‘ötekiler-yabancılar’ der ve onları ‘köleler veya âzadlı köleler’ anlamındaki ‘mevâlî’ sıfatıyla anar. Bir mevâlînin hiçbir meziyeti onu, herhangi bir Arap’la eşit duruma getiremez. Düşünülsün ki, İslam din bilimlerinin tümünde kaynak, İslam ahlak ve irfanında prototip kişilerden biri sayılan ve Hz. Peygamber’in hanımlarından süt emmek gibi bir üstünlükle anılan Hasan el-Basrî (ölm. 110/728) başta olmak üzere o devrin bilgin ve düşünür tüm mevalîsi horlanmış, Arap kızlarıyla evlenmelerine izin verilmemiştir.

Fıkıh kaynaklarına kadar sokulmuş bulunan şu insanlık dışı tespiti de anımsayalım: Araplara ve onların oluşturduğu Kur’an dışı fıkha göre, Arapça okuma ve yazma bilmeyen herkes ‘ümmî’ sayılır. Yani böyle birisi birkaç dili bilse, okuyup yazsa bile o ümmîdir. Yani okuma yazma bilmeyen biridir. 

Arapların ve Arapçanın üstünlüğü ve kutsallığı yolundaki Kur’an, akıl ve insanlık dışı bu iddia, ne yazık ki yüce Peygamber âlet edilerek sahnelenmiştir. Bu iddia sahiplerine göre, mademki Hz. Peygamber en son ve en büyük peygamberdir, o halde onun mensup olduğu ırk da en yüce ırktır.

Kur’an, herhangi bir ırkın üstünlüğünü ileri sürmeye asla izin vermez. Söz konusu ırktan bir nebi gelmiş olması bu ölçüyü değiştirmenin gerekçesi yapılamaz. Üstünlük, niyet ve gayret  iledir.

Kaldı ki, Kur’an’ın beyanlarına göre, içinden nebi gelmemiş hiçbir ırk yoktur. Allah, en büyük lütuflarından biri olan peygamber göndermeyi, kulları arasında âdil bir biçimde paylaştırmıştır. Eğer bir ırktan nebi gelmesi bir üstünlük vesilesi ise bilinmelidir ki, tüm ırklardan bir veya birkaç nebi gelmiştir. Arap ırkı bu bakımdan tek değildir.

Dine saygı ve bunun oluşturduğu duygusal zemini, Arapların üstünlüğüne basamak yapan aldatma, Arapları sevmenin bir din emri olduğunu da iddia etmiştir. Bu iddiaya Kur’an’dan destek bulmak mümkün olmadığından, Allah ile aldatma pazarının başka bir çare bulması gerekiyordu. Bulmuştur. Benzeri durumlarda başvurduğu ‘hadis uydurma yolu’na gitmiştir. İşte o iftiralardan biri:

“Ümmetimden ilk şefaat edeceklerim, beni görüp bana iman ederek beni tasdikleyen Araplardır. Onların ardından da Arapların beni görmeden bana iman edip beni görmek arzusu taşıyanlarına şefaat edeceğim.”

Görüldüğü gibi, bu şefaat dağıtımında Araplardan başkasına bir şey vaat edilmemiştir. Resulü göreni, görmeyeni ile ne varsa Araplarındır. Kur'an, Araplarla ilgili olarak uydurulan bu sözlerin tam tersini söylemektedir.
Allah ile aldatmanın Arapçacılık ayağı
Allah ile aldatmanın bu ayağı, Arap dilini kutsal ilan etmek için dini kullanma şeklinde yürütülen bir zulümdür. Arap dili âdeta 'Allah'ın dili' ilan edilip onsuz ibadet yapılamayacağı dayatması dinleştirilmiştir. Üstelik dinde otorite bilinen birçok fakîh, özellikle İmamı Âzam  aksini söylemesine rağmen.

İlk büyük darbeyi İmamı Âzam'dan yiyen bu zulüm, kendisini 'bütün insanlığın, bütün zamanların dini' olarak tanıtan İslam'ı sadece Arapların dini haline getiren en vahim zulümlerden biridir. Bu zulümden en büyük zararı gören kitle ise Anadolu halkları olmuştur.

Diyanet İşleri Başkanlığı uzun yıllar bu zulmün savunuculuğunu yaptıktan sonra 2002 yılında Tarabya'da topladığı şûrasında, Kur'an'ın Türkçe çevirisi ile de namaz kılınabileceğini hükme bağladı. (Herkesin kendi diliyle ibadet etmesinin İslam'a uygunluğu konusunda ayrıntılar için bizim, Ana Dilde İbadet Meselesi adlı eserimize bakılabilir)

Kur'an-ı Ke­rim'in bil­dir­di­ği­ne gö­re, her pey­gam­ber, hi­tap et­ti­ği top­lu­mun di­liy­le konuşmuş, va­hiy al­mış­tır. Bu­nun se­be­bi, pey­gam­be­rin ge­tir­di­ği me­sa­jın, hi­tap et­ti­ği toplum ta­ra­fın­dan ra­hat­ça an­la­şıl­ma­sı­nı müm­kün kıl­mak­tır. (İb­ra­him, 4) Yi­ne Kur'an'a gö­re, is­tis­na­sız tüm top­lum­la­ra bir pey­gam­ber gön­de­ril­miş­tir. (Fâtır, 24)

Bu­nun din bah­sin­de zo­run­lu so­nu­cu şu­dur: Hiç­bir dil din­sel an­lam­da, öte­ki­ne gö­re da­ha kut­sal ve­ya da­ha üs­tün de­ğil­dir. Kut­sal olan, Al­lah'ın gön­der­di­ği buy­ruk­lar, vah­yet­ti­ği ger­çek­ler­dir. Dil, bu ger­çek­le­ri ilet­me­nin bir ara­cı­dır. Bu an­lam­da tüm dil­ler Al­lah'ın ayet­le­ri cüm­le­sin­den­dir ve hep­si eşit­tir. (Rum suresi, 22)

Bi­zim pey­gam­be­ri­miz, kendisi esasen Arap ırkından olmamakla birlikte (dedesi Hz. İbrahim aslen Sümerli idi. Araplar böylelerine 'Araplaşmış Arap: Arab müsta'rebe' derler), al­dı­ğı tan­rı­sal vah­yi, çe­kir­dek top­lum ve ilk mu­ha­tap ola­rak Arap­ça ko­nu­şan in­san­la­ra ilet­ti. Bu yüz­den, bi­raz ön­ce gör­dü­ğü­müz Kur'an­sal ger­çe­ğe uy­gun ola­rak Arap­ça va­hiy al­dı ve mu­ha­tap­la­rı­na Arap­ça hi­tap et­ti.

Kur'an'a gö­re, Kur'an oku­mak, esas an­la­mıy­la te­deb­bür et­mek yani anlam üzerinde düşünmektir. Te­deb­bür yok­sa Kur'an oku­mak­tan söz et­mek müm­kün de­ğil­dir. Tedebbür için, oku­nan met­nin di­li­ni bil­mek ilk şart ol­du­ğu­na gö­re, Arap­ça bil­me­yen bir Müs­lü­manın, te­deb­bürü ye­ri­ne ge­tir­me­si için, Kur'an'ı an­la­dı­ğı dil­de­ki çe­vi­ri­sin­den oku­ma­sı ka­çı­nıl­maz­dır. Kur'an, te­deb­bür il­ke­si­nin, Müs­lü­man­la­rın te­mel iba­det­le­ri olan na­maz­da da ko­run­ma­sı­nı is­te­mek­te­dir. Bu­nun için­dir ki, ne de­di­ği­ni an­la­ma­dan na­maz kıl­mak ya­sak­lan­mış (Ni­sa, 43), ne de­di­ği­ni an­la­ma­dan na­maz kılan­lar lanetlenmiştir. (Mâûn, 4-5)

O hal­de, na­maz­la­rın­da Kur'an'dan ba­zı bö­lüm­ler ve­ya ayet­ler oku­ya­cak ki­şi­le­rin, bunla­rı an­la­dık­la­rı dil­de oku­ma­la­rı Kur'an'ın em­ri­dir.

EMEVÎ ARABİZMİNİN TASALLUTU

Hz. Pey­gam­ber'in ve­fa­tın­dan kı­sa bir sü­re son­ra İs­lam dı­şı bir kral­lık sis­te­miy­le yönetimi ele alan Arap Emevî ha­ne­da­nı, ön­le­rin­de­ki en bü­yük en­gel Hz. Ali ve ev­la­dı­nı öldürüp or­ta­dan kal­dır­dık­tan son­ra, Arap ol­ma­yan Müs­lü­man­la­rı sin­dir­me ve bas­tır­ma ha­re­ke­ti­ne girişti. Arap ol­ma­yan Müs­lü­man­la­ra 'mevâlî' ya­ni kö­le­ler kit­le­si di­yen Emevî kral­lı­ğı, tüm İs­lam bil­gi ve dü­şün­ce mi­ra­sı­nı Arap­laş­tı­ra­cak, Arap­la­rın ve Arapça’nın üs­tün­lü­ğü­nü din­leş­ti­re­cek bü­yük bir ope­ras­yo­na gir­di. Bu zulümlerin meşrulaştırılması için yüzlerce ha­dis uy­du­rul­du. Bu­gün­kü İs­lam bil­gi mi­ra­sı­, özel­lik­le fıkıh ve ke­lam kay­nak­la­rı bu yoz­laş­tır­ma ve Arap­laş­tır­ma­nın ürün­le­riy­le do­lu­dur. Bu ürün­le­ri din ola­rak yaşatmak is­te­yen zih­ni­yet­ler, saltanatlarının devamını sağlamak için akıl al­maz oyun­lar ser­gi­le­mekteler.

Arap­ça bil­me­yen­le­rin Kur'an'a el sü­re­mez ha­le gel­me­si, sö­mü­rü­cü­le­rin din üze­rin­de kur­duk­la­rı bas­kı­yı kut­sal­laş­tır­mış ve Müs­lü­man kit­le­yi on­la­ra tes­lim ol­ma­ya mec­bur ve mahkûm et­miş­tir. Din on­la­rın elin­de, is­te­dik­le­ri­ni is­te­dik­le­ri ka­lı­ba dök­mek, istediklerini al­mak, is­te­dik­le­ri­ni en­gel­le­mek için kut­sal-do­ku­nul­maz bir araç ol­muş­tur. Kısacası, Allah'ın rahmeti olan İslam, zulüm ve sömürünün aracı yapılmıştır.

Dil mi kutsal, mesaj mı?
Din meselesinin en ciddi sorularından biri de budur. Dil mi kutsal, mesaj mı? Allah ile aldatanlar, hesapları öyle elverdiği için, sürekli olarak dili kutsal göstermiş, mesaja özgü kutsallık ve yüceliği sürekli dile vermişlerdir.

Eğer dil kutsal sayılırsa bu kutsallığa bağlı olarak o dilin toplumu, ırkı, coğrafyası, kültürü art arda kutsallaştırılır. Ve bunca kutsallığın altında dilin taşıdığı mesaj ezilir, unutulur veya ikincil duruma düşer. En azından, dilin coğrafyası, milleti, kültürü dinin verileriyle karışır, dinleşir. Dilin kutsallaştırılması halinde mesaj kaçınılmaz bir biçimde kenara itilir.

Engizisyon papazlığına göre, dil kutsaldı. O halde İncil başka bir dile çevrilemezdi. O şekliyle anlayanlar anlardı, anlamayanlar kelimeleri telaffuz edebildikleri kadar eder, sevap kazanırlardı.

İncil’in ne dediğini anlamaya gelince, onun için kiliseye, ruhban sınıfına başvurmak gerekiyordu. Ve işin püf noktası da buydu. İncil’in ne dediğini merak edenler onu anlama yetenek ve şansına sahip bulunan ‘kutsal Tanrı adamları’na başvuracak, İncil adına onları dinleyeceklerdi. Böyle diyerek kitleleri yüzyıllarca dinlerinin kitabından habersiz koyup papaz hegemon-yasının tasarruf ve tasallutuna mahkûm ettiler.

Allah ile aldatan zihniyet, dilin değil, mesajın kutsal olduğunu asla söylemez. Çünkü bu onun işinin bitmesi anlamına gelmektedir. Dil kutsal ve dokunulmaz olacaktır ki kitleler, mesajı anlamak için o ‘kutsala aşina olan’ kutsal ve dokunulmazlar önünde eğilmek ve onlara haraç ödemek zorunda kalsın. Sistem son derece dâhice kurulmuştur: Ya haracı ödesinler yahut da din bilmez cahiller olmaya devam etsinler.

DİNCİLİĞİN HARAÇ VE HURÛÇ TEZGÂHI

Haracı ödemeyen, hurûçla (karşı çıkış, baş kaldırışla) suçlanır. Hurûç yine sistemli bir biçim-de ‘Allah’a ve dine karşı çıkış’ olarak tanıtılır. Faturanın ağırlığını düşünün! Kim kalkar da birkaç kuruşluk haracı vermesin diye başını böylesine büyük bir derde sokar!?

Dilin kutsallaştırılması Allah ile aldatanlar egemenliğine iki başlı bir yarar sağlamaktadır:

1. Mesajı öğrenmek için egemenliğin temsilcilerine muhtaç hale gelen halkın ödediği haraçlar,

2. Sadece sözcüklerini telaffuzla sevap kazanacakları dilin kelime telaffuzundan ibaret öğretimi için toplanacak paralar.

Böylesi kutsal bir hizmeti (!) verdikleri için ‘kutsal ve dokunulmaz kişiler’e gösterilecek derin saygı da cabası. Allah ile aldatanlar, dilin değil mesajın kutsal olduğunu söyledikleri anda bu iki kapının ikisi de yüzlerine kapanır. Buna izin vermeleri beklenemez.

Müslüman coğrafyalardaki sarıklı engizisyonun bu noktada şansı haçlı engizisyondan çok daha yüksektir. Çünkü İslam’da namaz diye bir ibadet vardır ve namazda belli bir miktar Kur’an okumak şart tutulmuştur. Bu şartın yerine getirilmesi ise okunan Kur’an parçalarının Arapça olması şeklinde ikinci bir şarta bağlı kılınmıştır.

İmamı Âzam’a göre, Kur’an her dile çevrilir ve o çevrililerle namaz kılınır. Çünkü Kur’an, esasında bir mânâdır. O mânâ tarih boyunca tüm peygamberlere değişik dillerde gelmiştir. Bunun aksini söylemek Allah’ın anlamsız söz vahyettiğini söylemekle eşanlamlıdır. Ölümsüz Atatürk’ün de söylediği gibi, “Çevirisi yapılamayan bir kitabın anlamı yok demektir.” Atatürk’ün bu tezi, İmamı Âzam’ın bu konudaki teziyle tıpa tıp aynıdır. (Bu konuda ayrıntılar ve kaynaklar için bizim ‘Anadilde İbadet’ adlı eserimiz okunmalıdır).

Tanrısal kitap özgün şekliyle korunur, uzmanlaşmış kişilerce özgün şekliyle okunur ama kitleler için her dile çevrilir ve halkın yararlanmasına açılır. Bunun aksini iddia etmek dine hizmet değil dinsizliğe hizmettir.

Gayret kuşağını kuşanma vaktidir
“Bâki kalan bu kubbede hoş bir sada imiş” dizesi, Divan şairi Bâkî’yi ölümsüzleştirirken bir büyük sırrı da üflemiştir gönül kulağımıza… Her güzel ses kubbede bâki kalır, daha doğrusu, tüm sesler kubbede bâki kalır. Olumlu veya olumsuz, güzel veya çirkin bütün sesler, evrensel kompüterde kayda geçer ve hayatı çekip çeviren kudretin dilediği zamanda bir disketle insanın önüne konur ve insana şöyle denir: “Oku kitabını! Bugün sana, hesap sorucu olarak öz benliğin yeter.” (İsra, 14)

Tüm sesler bâkidir ama varoluş bünyesinde sesten daha derin izler bırakan başka bir ‘şey’ vardır: Aksiyon veya amel. Bir başka deyimle iş, hareket, fiil. Aksiyonun habercisi sestir. Ses duyulunca beklemeye başlar aksiyonu tabiat ana. Hareket ve işin müjde rüzgârıdır ses… Yaratıcı doğumun sancısıdır ses…

Anadolu, bir büyük oluşun sancıları içindedir. Bu sancıyı ses halinde duyan kulaklar, bu sesin kristalleşme yolunda olduğunu gören gözler var. Allah’a giden yolu ‘din’ yaftası altında tıkayan dinci zebaniliğe “yeter” diyen bir ses, insanımızın temiz ve berrak benliğinde bir nabız gibi atmaktadır. Diyor ki bu ses:

“Eğer din diye bir gerçek varsa onun en güzel belirişi Kur’an’dır. Ve biz, din denince Kur’an’ı anlamak, onunla kucaklaşmak istiyoruz. Kaldırın putlarınızı Kur’an’a giden yoldan, çekin engizisyoncu hurafe tüccarı ellerinizi göğsümüzden. Yana durun ki, vahyin en güzel mesajıyla dost olalım, onu hayatımıza sokalım…”

Ülkeyi bir baştan bir başa rahmet senfonisi gibi ferahlatan bu sese dost olmak isteyenler, açık yürekle söyleyelim ki, bizim kitaplarımızı okuyacaklardır. Şimdilik başka bir yol yok.

‘Kur’an’daki İslam’ adlı eserimiz, bir ‘yeniden doğuş ve karanlığa karşı çıkış sevdası’ yaratmıştı. Bu sevda, devrim niteliğinde mesajlar taşıyan birkaç kitapla daha büyütüldü, elle tutulur hale getirildi. Bizi izleyenler durumu çok iyi bilmekteler. Şimdi, bir kez daha sesleniyoruz: En güzel dini, biricik kaynağından öğrenme seferberliğine katılın!

Mensuplarına en ileri boyutlarda konuşma ve fikir üretme hakkı veren bir dini, kutsal sömürüsüyle saltanat kurmak isteyenlerin tekeline bırakmak gibi bir yanlışa boyun eğmemeliyiz. Artık kitle, “Ağzını açarsan cehenneme gidersin, biz müsaade etmeden konuşursan cayır cayır yanarsın” yolunda baskılarla halkı dini hakkında tek cümle düşünüp konuşamaz duruma getiren aforoz şeytanlarını, Allah’ın dini adına aforoz etmelidir. Bu onurlu gayreti gösterenlerin en büyük yardımcısı Kur’an olacaktır. Böylece din, şürekâ (Allah’a ortak yapılanlar) pisliklerinden temizlenip Allah’ın elinden çıktığı şekliyle hayatımıza girecek ve mutluluk kaynağımız olacaktır. Yol budur.

ÇİLEYİ GÖĞÜSLEMELİYİZ

Yeni doğuşların sancıları içinde kıvranan bir dünyanın en nazik ve netameli noktalarından biri üzerindeyiz. Evrensel sorumluluklarımız var. “Saat yaklaşmış, ay yarılmıştır.” (Kamer, 1) Tanrısal ayetleri görüp de “Bunlar aldatmaca” veya “Bunlar yetersiz” diyerek çekip gitmenin affedilebilirlik zamanı çok geçmiştir. Gafleti ve karanlığı hep birlikte kovmak borcundayız. Karanlığı kovmak bir sınıfın işi değildir; hepimizin varoluş ve insanlık borcudur.

Yarınlar söz konusudur; kuşaklar söz konusudur. Olmak veya olmamak söz konusudur. Rahat ve yan yatma uğruna karanlığa teslim olmakla, zahmet ve zorluğu göğüsleme pahasına aydınlık yarınları kucaklama sevdası arasında tercih gündeme gelmiştir. Devşirmeciliğin yüzyıllardır bizi toprak altında tutmak için üstümüze çulladığı kutsal etiketli karanlığın yırtılmasında Kur’an’ı, dinin ölçüsü saymanın dışında bir çare görmüyoruz.

Çıkış yolu, kitleyi, Kur’an’ın akılcı, antiemperyalist ve sosyal demokrat dini etrafında birleşmek üzere şuurlandırmaktır. Ya tez elden bu yola girersiniz yahut da kutsal sömürüsü sizi yok eder.

Bir mesaj daha iletelim: “İnsanların hesap vermeleri vakti yaklaştı; ama onlar hâlâ bir gaflete gömülmüş yan çizip durmaktalar. Rablerinin zikri olan Kur’an’dan kendilerine gelen söz halindeki her uyarıyı sadece eğlenip oynayarak dinliyorlar. Kalpleri sürekli eğlencede…” (Enbiya, 1-3)

Kaderimize ipotek koymaya hazırlanan dincilik katranını etkisiz kılmak için sadece niyet ve söz yetmemektedir. Gök çağrısına teslim olacak eylemci kozmik kahramanlar gerekiyor.

Allah için ve Allah yerine
Varoluşçu felsefenin babalarından biri olan Jean Paul Sartre, insandan bahsederken: “İnsan, Tanrı olmak için savaşan bir varlıktır” diyor. Sonsuzlukla arasına gerilen ipe çıkıyor Sartre fakat yürüyemiyor, düşüyor. Parça, varlık olduğunu, bütünün yerini alamayacağını fark edemiyor ve en büyük erişin kapısından geri dönüyor.

İpin oluş veya ölüş çizgisi haline getirilişinin kader noktasını, 19. yüzyılın büyük sûfî düşünürü Kuşadalı İbrahim (ölm. 1845) çok güzel yakalamıştır. Diyor ki, “Enel Hak kelamından ene maal Hak kelamı evladır.” Günümüz diliyle şu demek: “Ben Tanrı ile beraberim sözü, ben Tanrı’yım sözünden daha değerli ve erdiricidir.” Kurtuluş ‘Allah olmak’ta değil, Allah ile beraber olmaktadır.

Evet, insan büyük güçlerle donatılmıştır ama yine de ‘bütün’ değildir, parçadır, sonludur. O halde içindeki sonsuzluk tohumunu sonlu varlığına nispet etmek yerine, koptuğu bütüne bağlanmayı seçmesi daha akıllı ve mutlu bir yol olacaktır. Kur’an bu noktanın altını, kendine özgü söz güzellikleriyle çizer. İnsana Allah olamayacağını, bu yolla yücelmeye kalkmasının kendini batıracağını ısrarlı bir biçimde söyler ama insanı basit bir ‘şey’ olarak da görmez. İnsana der ki: Sen ilah olamazsın ama ‘ilahî’ olabilirsin ve olmalısın. (Âli İmran, 79) O halde mahrum olduğun şeyi elde etmeye zaman harcamayı bırak da mahrem olduğun şeyi elde etmek için çalış.

Kur’an insana, “Allah’ın yardımcısı ol” (Saff, 14) emrini veriyor ve devam ediyor: “Eğer Allah’a yardım ederseniz Allah da size yardım eder ve ayağınızı sağlam basmanızı sağlar.” (Muhammed, 7) Sonsuzluk yolu yürünecektir. İnsan bunu, koptuğu bütün olan sonsuzluk sırdaşı ile yürümek yerine, onu devreden çıkararak yürüme ahmaklığına düştüğünde başına bin türlü belayı kendi eliyle sarmaktadır. Sonsuzluk sırdaşı, ‘insana şah damarından daha yakın’ olduğunu söylüyor. (Kaf, 16) Yol incedir, uzundur. Âşık Veysel’in güzel deyişiyle ‘gündüz-gece’ yürümeyi gerektirir. İnsana ne oluyor da böylesine hassas dengelerin gerekli olduğu bir yolda can yoldaşını, şah damarından daha yakın dostunu dışlamak, onun yerini almak küstahlığına girişiyor! Akıl işi midir bu? Mevlana Celaleddin, bu yanılgının nelere mal olacağını iğneli bir ifadeyle şöyle duyurmuştur insana: “Efendilik hırsına düştün de kulluğun onurunu yitirdin.”

Din dilinde ‘kulluk’ (ubûdiyet) denen bu oluş tavrı, nasipsiz beyinlerin sandıkları gibi bir zavallılık değildir. Kur’an bunu, Yaratıcı dışındakilere boyun eğmemek için Yaratıcı ile sürekli ve samimi beraber olmak anlamında tanıtmaktadır. Parça bir varlık için bir boyun eğme kaçınılmaz olduğuna göre, bunun, Yaratıcı’ya olmasını yeğlemek gerekmez mi?

O’NUN YERİNE GÖZ DİKME, O’NUN YANINDA OL!

Yolu Allah ile yürümekle Allah’ı dışlayıp onun yerine geçerek yürümeyi birbirinden ayırmanın ölçüsü de verilmiştir Kur’an’da. Sonsuzlaşmaya aday insan, bir başka deyişle akıllı insan, Allah için iş yapan insandır, Allah yerine iş yapmaya kalkan insan değil. Allah yerine iş yapmaya kalkmak yola ve yoldaşa ihanettir. Yaratan-yapıp eden kudret, seni kendine ‘yardımcı’ seçmiştir. Şimdi sen kalkıp onun yerini almak istiyorsun; onurla bağdaşır mı bu?..

Kur’an bize şunu da göstermiştir: Allah yerine iş yapmaya kalkma ihaneti sadece Allah’ı kabul etmeyenlerin tavrı değildir. Tam aksine, bu ihanetin en zehirlisini sergileyenler, din paravanı kullanan maskeli yol vurucular içinden çıkar. Bunun içindir ki, Kur’an’ın yaklaşık dörtte biri din temsilcilerinden şikâyetten oluşur. Din, mutluluk ve güzelliğini, Allah için iş yapanlara verir. Tarih içinde dini; kahır, karanlık, kan ve didişmenin motor kurumu haline getirenlerse ‘Allah’a avukatlık’ yaftası altında Allah yerine iş yapmaya kalkan engizisyon zebanileridir. Bunlar her dinde değişik adlarla tezgâhlar kurarlar.

Allah yerine iş yapmaya kalkmanın belirgin şekli, Allah’ın tekelindeki dinde, nefsini veya putlaştırdığı birini hüküm sahibi yapmaktır. Bunun daha açık ifadesi şudur: Allah için iş yapmak yani gerçek din, vahyin tanıttığı kutsala saygıyı esas alır; Allah yerine iş yapma küstahlığı ise din adına sürekli ‘kutsal’ üretir. Bu kutsal üretimidir ki, rahmet ve mutluluk kaynağı olan dini sonsuzluk yolunu tıkayan bir engel haline getirerek kitleleri perişan eder.
 
 



 

 

 



 

 


 


 

 
 

     
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 


 

 


 

 

 

 

 















Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol