Boko Haram gökten inmedi (1)
Başlığı şöyle de atabilirdim: “Karşınızdakilerin Ne Olduğunu İyi Bilin!” Evet, ey Türkiye, Müslümanlar ve ey dünya! Karşınızdakilerin ne olduğunu, kim olduğunu iyi bilin! Dünya gündemi ‘İslamcı terörist’ diye anılan Boko Haram örgütünün özellikle kadınlara, kız çocuklarına uyguladığı vahşet ve dehşeti konuşuyor. Daha doğrusu bu dehşet ve vahşet karşısında ürperiyor, titriyor, nefretle doluyor. Boko Haram, Batı emperyalizminin kullandığı dehşet çetelerinden sadece bir tanesi. Dehşetlerini Anadolu’da seyrettiğimiz Hizbullahlar, Boko Haram’dan geri miydi!
İslam dünyası denen coğrafyalar Boko Haramlarla doludur. Türkiye de ‘uykuya yatmış Boko Haramlar’la doludur. Fırsatı bulup ayaklarını sağlam bastıklarında hepsinin Boko Haram’a rahmet okutacağından şüphesi olanların aklına şaşarım. Boko Haram veya bir başkası… İsimler üzerinde çakılıp kalmak yerine bu kanlı ve azgın zihniyetin arka planını, İslam tarihi içindeki temel mirasını irdelemek ve yarayı tedaviye oradan başlamak lazım. Tek çare budur. Biz bunu yıllar ve yıllardır söyleyip yazdık ama ne emperyalist Batı’ya anlatabildik ne de bizdeki uzantıları olan Batıcı angutlara. Dincilerin zaten bunu anlamak gibi bir niyetleri yok. Onlar, şu veya bu şekilde bu zihniyete eklemli. Hatta önemli bir kısmı bu zihniyetten besleniyor.
Boko Haram veya benzeri zihniyetler müşrik zihniyetlerdir; İslam tabelası altında şirk pazarlayan zihniyetlerdir. Aynen, izinden gittikleri Emevî saltanatçılığı gibi. Zaten egemen kılmak istedikleri düzen, Emevî saltanat dinciliğidir. Nijerya’daki hayalleri de budur, Suriye’deki de budur, Türkiye’deki de budur.
OLMAK YA DA OLMAMAK MESELESİ
Müslümanların da insanlığın da meselelerinin meselesi budur. Bunu anlamadıkça mutlu, huzurlu, aydınlık bir dünya veya Türkiye kurmanın imkânı yoktur.
Kur’an mümini aydınların bunu hem dünyaya hem de Türkiye’ye anlatmaları gerekiyor. Bunu yapmadıkları sürece kıldıkları namazlar onları Allah katında aklamayacaktır. Kur’an mümini aydınlar bu görevlerini savsaklarsa insanlık, ‘İslam’ adı altında dehşet ve cinayet üreten bu şirk çetelerinin açtığı yara yüzünden akıl almaz acılara maruz kalacaktır.
Nedir Boko Haram zihniyetinin tarihselmüşrik arka planı?
Asrısaadet’teki Müslüman ordunun komutanı Hz. Hamza’nın Uhud harbi sırasında ciğerlerini söküp yiyen Hind’in (müşrik ordunun başkomutanı Ebu Süfyan’ın eşi) iman torunlarıdır bunlar. Bunların zihniyet mirasının anası bu Hind’dir. Bu kadının sahabî neslince belirlenen lakabı ise ‘Âkiletül Ekbâd’ yani ‘ciğer söküp yiyen kadın’dır. Bu Hind’le Ebu Süfyan’ın oğlu olan Muaviye’nin lakabı da ‘İbn âkiletil Ekbâd’, yani ‘Ciğer söküp yiyen kadının oğlu’ olarak belirlenmiştir.
Bu ana ile bu babanın zihniyet ve inanç mirası üzerine oturan Emevî saltanat dinciliği, bugünkü dincilerin ve onların ‘caydırıcı gücü’ olan dehşet çetelerinin metafizik ve siyasal zemini, dayanağıdır. Biz bunların günümüzdeki icraatını ‘Emevî faşizmi’ veya ‘Emevî despotizmi’ diye tanımlarken sürçi lisan etmiyoruz. Ezbere konuşmuyoruz. Ne dediğimizi, nelere dayandığımızı çok iyi biliyoruz.
Boko Haram Gökten İnmedi (2)
Boko Haram zihniyetinin tarihsel iman ve zihniyet kaynağını bir önceki yazımda vermiştim. Boko Haramların iman ve zihniyet kaynağı olan Emevî’den yani o günkü Hint ve Muaviye’den beklenebilecek her şeyi onların devamı olan bugünkü dincilerden bekleyeceksiniz. Ve onlardan beklenemeyecek hiçbir şeyi bunlardan da beklemeyeceksiniz. Bunlardan beklenemeyecek bir numaralı değer, Kur’an’ın Allahı’na imandır. Emevî’nin Tanrısı Kur’an’ın Allahı asla olmamıştır. Olduğunu düşünenler feci âkıbetlerle yüz yüze geldiler; arkalarından gelen nesillerin de tarifsiz acılar çekmesine sebep oldular.
Emevî zihniyetinden insan haklarına saygı bekleyenler büyük hüsranlara uğramışlardır ve uğrayacaklardır. Bunların büyük babaları olan Ebu Süfyan, yani Muaviye’nin babası, Kur’an tarafından ‘şeytan’ olarak nitelendirilmiştir: “İşte size şeytan. O, kendi dostlarını korkutur/sizi dostlarıyla korkutur. Eğer inananlarsanız onlardan korkmayın, benden korkun!” (Âli İmran, 175)
O halde Bütün Emevîler ve Emevî takipçileri, şeytanın çocuklarıdır. Şeytandan anlayış, mer-hamet, vicdan, paylaşım, uzlaşma beklemek akla ve insana ihanet olur. Bu hayatî meselenin ayrıntılarını, ‘Kur’an-ı Kerim’de Lanetlenen Soy’ adlı eserimizde okuyabilirsiniz.
MÜDAFAAYI HUKUKÇULARIN HATASI
Cumhuriyet’in kuruluş günlerinden itibaren ve ne yazık ki, büyük Atatürk de dâhil, Müdafaayı Hukuk öncüleri bu Emevî takipçilerine her zaman (en azından çoğu zaman) merhametle yaklaşarak varoluşlarının en büyük hatasını işlediler ve bu hatanın faturasını hem kendileri çok ağır biçimde ödedi hem de çocukları ve takipçileri.
Büyük Atatürk, karşısındakilerin Hint ve Muaviye’nin zihniyet çocukları olduğunu bilemedi, çevresindekiler de bilemediler. Müdafaayı Hukukçular, Milli Mücadele düşmanı hainlere, Kur’an’ın öngördüğü hıyanetin karşılığını vermediler, onları âdeta korudular, kucakladılar. Karşılık ortada. Bugün hâlâ bu kahırlı faturayı ödemekteyiz.
Soruyorlar: “Atatürk’ün hiç hatası yok mu?” Elbette ki var. Atatürk’ün en büyük hatası, Emevî dinciliğinin devamı olan hainlere her şeye rağmen ‘insan’ muamelesi yapmasıdır. Kur’an onları şeytanın çocukları ve mel’unlar olarak niteledi, Müdafaayı Hukukçular onlara hümanistçe davrandı. Ve tarih bu hatanın faturasını bizlere ödetti.
Aynı hata, çok ibret verici bir tarzda, bugünün kılık değiştirmiş Muaviyeleri için sergilenen yaklaşımda işlendi. Emevî dinciliği ve Muaviye mirasçıları bugün, o hatayı işleyenlerin canlarını yakmaktalar.
Sözümüzü, İslam düşünürü Musa Carullah’ın şu cümlesi ile bağlayalım: “Sahte bir din, belaların belası ve bütün fitnelerin baş sebebidir.”
Kur’an’ ın kader anlayışı (1)
Kader; Kur’an’da tabiat kanunları, varlığın değişmez yasaları anlamında kullanılır. Sünnetullah tabiri de bu anlamdadır. Ahzâb 38, kader ile sünnetullah tabirlerinin eşitliğini bildiriyor. Elimizdeki geleneksel akait kitaplarındaki kader anlayışının Kur’an’daki kader kavramıyla bir ilgisi yoktur. O kitaplar yoluyla asırlardır taşınan ve bizlere öğretilen kader, sürüleştirilmiş bir toplum yaratmak isteyen saltanat odaklarının kitleyi uyuşturmak için oluşturdukları Kur’an dışı bir anlayıştır. Bu anlayışla Müslüman kitlelerin getirilmek istendiği yerin ne olduğunu, İslam’ın temel kabulleri gibi benimsettirilen ‘ilkeler’den seçtiğimiz şu birkaç örnek çok iyi göstermektedir:
1. Devlet başkanı, ahlaksızlık da zulüm de işlese azledilemez.
2. Sapık ve zalim bir imamın peşine de olsa namazı cemaatle kılın.
3. Dünya, müminin cehennemi, kâfirin cennetidir.
4. Her insanın cennetlik veya cehennemlik olacağı, önceden belirlenmiştir.
İnanç manifestosunun içine sokulan bu Kur’an dışı hezeyanların tümü Emevî yalanıdır. Bu kader anlayışına teslim edilmiş kitlelerin yarınlara ümitle bakabilmelerinin biricik koşulu, ‘gelecek bir kurtarıcı-mehdî’ beklemektir. Çünkü bu kitlelerin ‘gerekeni yapma’ azim ve iradeleri felce uğratılmıştır; onlar ancak göklerden gelecek olanı bekleyebilirler.
Kur’an’da, bugün dayatıldığı şekliyle bir kader kavramı olmadığı gibi, ‘kadere iman’ diye bir tâbir de yoktur. Türkiye’de bu gerçek, İslam ilahiyatının dahi bilgini Prof. Dr. Hüseyin Atay tarafından 1960 yılında yayınlanan ‘Kur’an’da İman Esasları’ adlı doktora teziyle ortaya konmuştu. Bu, çağdaş ilahiyat literatüründe ilk kez telaffuz ediliyordu. Prof. Atay bu tezi yüzünden, Ehlisünnet inancını bozmakla suçlandı. Oysaki bu gerçek, Hüseyin Atay’dan çok önce yaşamış bilginlerce de dile getirilmiş ama üstü örtülmüştür.
Ehlisünnet adı altında Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye ve işbirlikçilerinin ideolojileştirdikleri Cahiliye kabullerini pazarlayan Arapçı dincilik çevreleri, acaba bu gerçeği bilmiyorlar mı? Bilmiyorlarsa cehaletlerinden, biliyorlarsa, iftiracılıklarından utanmalıdırlar. Şimdi, meselenin gerçek Ehlisünnet inancındaki durumuna bakalım:
Ahkâm ayetleriyle ilgili ilk tefsir kitabının sahibi sayılan ve gerçek Ehlisünnet’in baş imamı olan İmamı Âzam’la aynı yıl ölen Mukaatil bin Süleyman (ölm. 150/676), iman konusunu anlatırken Allah, ahiret, melekler, kitap ve nebilere imanı sayar ama kadere iman diye bir şarttan söz etmez. (Mukaatil b. Süleyman, Tefsîru’l-Hams Mie, 12-13)
Ehlisünnet inancının temel kitaplarından bazılarını yazmış bulunan ünlü Matürîdî kelamcısı ve Hüseyin Atay’ın kaynağı olan Ebul Muînî (ölm. 508/1115), Tabsıratü’l-Edille adlı eserinde, kader konusunda Hüseyin Atay’ın söylediğinin aynısını söylüyor. Atay’dan 850 yıl önce. Nesefî, anılan eserinde imanın şartları konusunda şöyle diyor:
“İman esaslarına gelince bunlar 5 tanedir: 1. Allah’a, 2. Meleklere, 3. Kitaplara, 4. Peygamberlere, 5. Âhirete iman. Aynen bunun gibi ibadetler de 5’e ayrılır.” (Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, 2/92) Nesefî burada iki Kur’an dışılığı aynı anda düzeltmiştir:
1. Kur’an’ın gösterdiği iman esasları içinde kadere iman diye bir şey yoktur,
2. Geleneksel kabullerin ‘İslam’ın Şartları’ diye öne çıkardığı beş kavram, İslam’ın şartı değil, İslam’daki temel ibadetlerdir. İslam’ın şartları Kur’an’ın bütün hükümleridir.
Kur’an’ın kader anlayışı (2)
‘Kadere iman’ tabiri, İslam inançlarının içine, hadis diye ortalıkta dolaştırılan bir söze dayanılarak sokulmuştur. Oysaki o söz, bugünkü kader anlayışını savunanların deyimiyle bir ‘haberi vâhit’tir, yani Peygamberimizden bir tek kişinin rivayetidir. Ve hadisçilerin de kabul ettikleri bir kurala göre, haberi vâhit imanla ilgili konularda delil olmaz. Kader sözcüğü, Kur’an’da 11 yerde geçmekte ve tümünde de ‘ölçü’ anlamında kullanılmaktadır. Türkçe’deki ‘miktar’ (Arapça özgün şekliyle mikdar) sözcüğü de ölçü anlamındadır ve kader kökündendir.
Allah her şeyi bir ölçüye göre yapıp yönetmektedir. Platon’un güzel deyimiyle “Tanrı hep geometri kullanmaktadır.” Gökten su ölçüyle iner (Müminûn, 18; Zühruf, 11); inen suyun yeryüzünde vadilerde dolaşması bile ölçüyledir. (Ra’d, 17) Topraktan pınarlar fışkırması, fışkıran suların birleşmeleri yine belli bir ölçüye göredir. (Kamer, 12)
Tüm bu ölçüye bağlılıklar, kader kelimesi veya türevleri kullanılarak ifade edilmiştir. Ve bu ifadelerle önümüze konan kader kavramının temel amacı, insanın fiillerinin belirlenmiş olduğunu değil, varlık ve oluşta rastlantının bulunmadığını göstermektir.
Kur’an, kader kavramıyla ‘sünnetullah’ da denen tabiat kanunlarını kastetmektedir. ‘Kader asla değişmez’ söyleminin Kur’ansal anlamı budur. Bu kullanım, şu ayetlerde herkesin anlayabileceği açıklıktadır: Ra’d, 8, 17; Hicr, 21; İsra, 77; Fâtır, 43;Müminûn, 18; Ahzâb, 38, 62; Şûra, 27; Zühruf, 11; Fetih, 23; Kamer, 49; Talak, 3; Mürselât, 22.
Kader kökünden gelen ve ölçüye bağlamak anlamında olan ‘takdir’ sözcüğü de tabiat kanunları, değişmez ölçüler, yani sünnetullah anlamında kullanılmıştır. Bu kullanıma göre, Ay ve Güneş’in belirlenmiş ölçülere göre seyretmeleri, kısacası, irade sahibi tek yaratık olan insan dışındaki tüm varlıkların, her türlü iş ve oluşun, her türlü yaratılış ve yaratışın seyri değişmez kurallara, bağlanmış, determine edilmiştir.
İnsana gelince, onun için, kader kavramının, tabiat kanunlarının değişmezliği dışında herhangi bir değişmezlik getirmesi söz konusu değildir. Çünkü insan özgür iradeye sahip tek varlıktır.
Kur’an’daki kaderin anlamı budur. Ve bu anlamda bir kaderin değişmezliği, Allah’ın tabiata, varlığa koyduğu yasaların değişmezliğidir ki, Kur’an bunu açıkça ve defalarca ifade etmiştir. Bu değişmezlerin insanın fiilleriyle, iradesi ve özgürlüğü ile bir ilgisi yoktur. Oradaki değişmezlik, kanunların Yaratıcı tarafından koyulmasıdır; insan fiillerinin Yaratıcı tarafından önceden belirlenmesi değildir.
Biz, varlığın ve evrenin yönetimine, ontolojik yapıya ilişkin kanunlar koyamayız; bizim böyle bir yetkimiz yoktur. Ama biz, kendi fiillerimiz ve yönetimimizle ilgili kanunlar koyarız ve koymalıyız.
Kur’an’daki kader, İbn Teymiye’nin deyimiyle, yaratılışla ilgili ontolojik bir kavramdır; davranışlarla ilgili bir kavram değil. (İbn Teymiye; el-Furkan, 98-99)
Yine İbn Teymiye’nin ifadesiyle kader, Allah’ın yaratış ve dileyişiyle ilgili bir kavramdır, buyrukları ve hoşnutluğu ile ilgili bir kavram değil.
Kemal Sağır yazıyor: “Bildiklerinizi sonuna kadar paylaşın, yayınlamadıklarınızı ne olur çabuk yayınlayın. Sadece Türkiye değil İslam âlemi de doğrular ile yanlışları tartsın ve dünya, İslamiyet’in bize anlattıkları gibi olmadığını görsün de gerçek Müslümanın Allah diye diye boğaz kesenler olmadığını bilsin.”
'Atatürk'le Aldatmak' kitabı yayınlanacak!
Onur Aytacoğlu yazıyor: “Yaklaşık 15 senedir USA’de yaşayan, Türkiye’de ki gelişmeleri internet aracılığı ile takip eden birisiyim. Yaklaşık bir senedir haftalık yaptığınız programları youtube üzerinden izliyorum. İtiraf etmeliyim ki verdiğiniz bilgiler sayesinde dinimizin çocukluğumuzda öğrendiğimiz dinden çok farklı ve çok mantıklı olduğunu öğrendim. Kur’an çevirinizi hemen hemen her gün okuyorum.”
“Katıldığınız Ruhat Mengi’nin programını youtube üzerinden izlerken laiklik ve rakı konusunda diğer kişiler ile tartışmanızı dinledim. Siz bunu sadece bir örnek olarak verirken, oradaki katılımcıların nasıl böyle bir tepki verdiğini anlayabilmiş değilim. Sizin hep soylediğiniz angutizm gerçekten had safhada. Atatürkçülerin Atatürk’ü, dincilerin dini bilmediği Türkiye’de, bu cahilliğin yarattığı kutuplaşma gerçekten ağlanacak bir olgu. Umarım bahsettiğiniz ‘Atatürk’le Aldatma’ adlı kitabınız bu sorunun çözülmesinde bir çare olur.”
Aziz Âşık yazıyor: “Bu iletiyi size 17 yaşındaki bir lise öğrencisi olarak yazıyorum. Yaklaşık 2 senedir sizin kitaplarınızı ve videolarınızı takip ediyorum. Bu videolar ve kitaplardan edindiğim bilgilerden dolayı size teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Kur’an-ı Kerim’i kendi dilimde okuduysam, şu an yaşamımın bir gayesi olduğunun farkına vardıysam, insanları içlerinde oldukları yanlış dinsel inanışlara karşı uyarabilecek bir güvene sahipsem bu sizin sayenizdedir.”
“Son olarak söylemek isterim ki, sizin bu millete ve ümmete kattıklarınızı birçok insan anladığında iş işten çoktan geçmiş olacak. Sizin gibi birisiyle aynı dönemde yaşamış olmamın ve sizin gibi bir insanın benim dilimde bu denli muazzam eserler vermesinin Allah’ın bir lütfu olduğunu düşünüyorum ve yine Allah’ın huzurunda size tekrar ve tekrar teşekkür ediyorum.”
Müyesser Karaibrahim yazıyor: “Siz ülkemize, toplumumuza armağansınız. Varsın anlayamayanlar kendi egoları içinde kıvransınlar. Mustafa Kemal'i anlamadıkları gibi. Siz bir devrim yaptınız ve ülkemin tarihine iz bıraktınız. Ve eyleminiz sürüyor. Ne mutlu bize, çocuklarımıza, torunlarımıza.” “Siz bir evrensiniz. Sığ olanların küstahlığı sizi incitmesin.” “67 yaşında bir ilkokul öğretmeniyim. Ülkeme ve şehitlerimize olan borcumu ödemeye çalışıyorum. Sizin hizmetleriniz karşısında kum tanesi olmaya çalışıyorum.”
Özgür Gedik yazıyor: “Sizi tarih kitaplarından değil de yaşarken tanıma fırsatı bulduğum için Allah'a çok müteşekkirim. Beni ben yapan fikrî ve ilmî yapıtaşlarımın %90'ının mimarı siz oldunuz. Ben, sizin rehberliğinizde, Kur’an ışığında Allah ve insanlık yolunda yaşamaya gayret ediyorum. Fakat ben şimdi çevremdeki sözde Müslüman ama gerçekte zalim insanlar tarafından ateist ilan edildim. Kuran'ın ışığında yaşamak demek ki ateistlikmiş. Ben Kur’an'ı' okuduğum için ne dediğimi biliyorum, ölsem Kur’an'dan vazgeçmem. Ben Kur’an'a inanıyorum. Bana sataşanların tarlalara gübre bile olamayacaklarını biliyorum. Sonsuz hürmetler.”
Sorular ve cevapları
Bizi yıllardır takip eden bir grup aydın adına sorulan aşağıdaki soruları ve cevaplarını dikkatle izleyelim.
M. Kemal Sağır yazıyor: “Bu soruları birçok formasyona sahip olduğunuz için, sadece Türkiye değil, bir ‘dünya değeri’ olduğunuz için sizin cevaplamanız isabetli olacaktır.
“Bir din bilgini olarak cevaplamanızı istediğimiz sorular:
1. Birbirini boğazlayan cihatçılar, sürekli aldanan ve aldatıldıklarını söyleyen devlet adamları, Allah ile aldatıp dini kullananlar, hırsızlıklarını sadaka ile meşrulaştıranlar İslam dini içinde nasıl barınıyor?
2. Bu tür insanları buraya çeken nedir?
3. Müslüman olduğunu söyleyen bu insanlar bu davranışları nasıl ve neden yapar?
4. İslam bu davranışları neden terbiye edememiştir ya da bu ruhlarda baskın olan ne var ki böyle davranıyorlar?
5. Bu ruhlar nasıl ıslah edilir?”
“Bir hukuk adamı olarak cevaplamanızı istediğimiz sorular:
1. Yargılanma süreçleri nasıl böyle mesnetsiz olabiliyor?
2. Böyle devasa davalarda ‘Ben yanılmışım, beni kandırmışlar’ diyen savcı, avukat, hâkimlerin bir sonraki kararları şüphe uyandırmaz mı?
3. Allah inancını hukuksuzluk aracı yapan bir zihniyetten insana hayır beklenebilir mi?”
“Felsefeci bir insan olarak cevaplamanızı istediğimiz sorular:
1. Bütün bu olup bitenlerin bir üst plan mantığı muhakkak var. Bu mantık nedir ve nasıl işler?
2. Bu mantığın değişmesi için ne yapılmalıdır?”
Soruların tümünün ayrıntılı cevapları elliyi aşkın eserime yayılmış olarak verilmiştir. O eserler, bu ülke için bir tür ‘okul’ niteliğindedir. Söylemek zorundayım ki bu ülke, o eserleri layıkıyla okumadan, maruz kaldığımız Allah ile aldatmanın yarattığı ıstıraplardan kurtulamaz.
C. Filizli yazıyor: “Bir gece yarısı sizi rüyamda görüp sabahı bile beklemeden uyanabiliyorsam, uyandığımda bu ülkede bir şeylerin değişebileceğine hâlâ inandığımı fark ediyorsam, bu duygularımı saat 3.50 itibariyle acele sizinle paylaşma ihtiyacı hissediyorsam bu milletin hâlâ umudu var hocam.”
Fatih Ayhan yazıyor: “Hurafeye ve cehalete teslim olmuş anlayışın nasıl bir illet olduğunu bize hep Kur'an penceresinden açıklıyorsunuz. Bu ne güzel bir yol ve yöntemdir. Hakkı ve adaleti yazılarınızda dile getirdiğinizden kuşkumuz yok. İlminize ve bilgi birikiminize her zaman güvendik. Asırlardır milletimize anlatılmayan Kur'an hakikatlerini eserlerinizle dile getirip bilgilenmemizi sağladığınız için teşekkürler ediyoruz. Bizlere çok şey öğrettiniz ve öğretmeye devam ediyorsunuz. Size dualar ediyoruz.”
Dini de sorgulayın ateizmi de!
Cihan Erdoğan yazıyor: “Çok büyüksün be hocam! Sana pek çok ateistten benzer içerikli postalar geliyordur; bu yüzden aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum. Ben, Allah’a inanan biri değilim ama ‘Yaşar Nuri Öztürk bir şey söylüyorsa boşuna söylemez’ diyerek defalarca ateizmimi sorguladım. Eğer Allah varsa ve her şeye muktedirse ondan tek bir isteğim var: Benim ömrümden alıp sana versin. Bu millete sen lazımsın. Yaşadığın her fazla gün, değerlendirilmesi gereken bir fırsattır.”
Cihan kardeşim! Tanrı’nın bana biraz daha fazla ömür vermesi için senden bir miktar aşırmaya ihtiyacı olamaz. Tanrı ikimize de mutlu ve insanca bir ömür versin. Uzunluğu ve kısalığı çok önemli değil. Yaratıcı bir ömür olsun, yeter. Sen, ateizmini de dini de sorgulamaya devam et, kardeşim. Eşek gibi inanmaktansa sorgulama pahasına inanmamak (veya inanmamak pahasına sorgulamak) daha insancadır. Kur’an’ın bana öğrettiği gerçeklerden biri de budur. Zaten bunun aksini isteyen bir kudrete Tanrı denemez.
Kendisinin sorgulanmasından mutluluk duymak, Tanrı’nın şanındandır. Güçlü olan, sorgulanmaktan sadece keyif alır. Ve Tanrı çok güçlüdür. Hesap basit ve açık: Sorgulayan, akıl değil mi? Aklı yaratıp “Bunu işletin, işletmezseniz üstünüze pislik indiririm” (Yunus suresi, 100) diyen, Tanrı değil mi? O halde, Tanrı, sorgulanmaktan asla çekinmez. Dinciler bunun aksini din zannettikleri içindir ki, ‘secdeli hayvan’ olmaktan kurtulup bir türlü insan olamıyorlar.
Sinan Çakan yazıyor: “Din konusunda üstü örtülen gerçekleri ortaya koyarak ilahiyatçı, araştırmacı, yazar vs. birçok insana konuşma cesareti verirken bir sanat tarihçisi olan benim de ufkumu genişlettiniz. Bugüne kadar birçok konuda kitaplar yazdınız, Mûtezile mezhebi ile ilgili de bir kitap yazmanıza değer diye düşünüyorum.”
Mehmet Kale yazıyor: “36 yaşında bir makine mühendisiyim. Bir süreden beri Tayland’da iş yapıyorum ve bu maili de oradan yazıyorum. Bizlere vermiş olduğunuz değerli bilgiler ve eserlerinizden ötürü size teşekkürü bir borç biliyorum.”
“Küçükken Kur’an kurslarına giderdik. Özellikle Ramazan ayında. Bilmediğimiz, anlamadığımız halde Kur’an ayetlerini dinlerdik. Üniversite çağlarında bir kez Kur’an’ı okumaya çalıştığımı hatırlıyorum ama bende korkudan başka bir izlenim bırakmamıştı. Tanrı’nın varlığından kuşku duymuyordum ama Kur’an konusunda anlamsızlıklar içindeydim. Çevremdeki hocalar beni tatmin etmiyordu. Hepsi aynı cümleleri, hadis olarak söylenenleri tekrarlıyordu. Oysa benim içimde boşluk vardı ve bu boşluk benim vicdanımı kanatıyordu.”
“Sonraları sizin eserlerinizi okumaya başladım. Kur’an’ı da sizin mealinizden okumaya başladım. Ayet ayet okuyordum, düşünüyordum. Okudukça, düşündükçe ruhumdaki boşluklar dolmaya başladı. Okudukça ne kadar haybeye yaşadığımızı, sözde bir Müslümanlık içine itildiğimizi anladım.” “Büyük bir sorumluluk ve yük altındasınız. Allah size güç versin!”
Kur'an müminlerinden mektuplar
İbrahim Özinan yazıyor: “Gerek dinci münafıkların gerekse dinsiz angutların, Kur’an’dan referans vermeye kalktığınızda rahatsız olup size dil uzatıp alay etmelerinin sebebini, Kalem suresi 51. ayette buldum. ‘O küfre sapanlar, Zikir'i/Kur'an'ı işittiklerinde az kalsın gözleriyle seni devireceklerdi. ‘Bu tam bir cinlidir.’ diyorlardı.’ Demek ki, dinsiz angutlara Kur’an ayetinden referans verilmiyor, dincilere ise ayetlerde tahrifat yaparak vermek gerekiyor. Size yapılan benim çok ağırıma gidiyor.”
“Kul hakkı, günümüz münafıklarının deşifre edilmesine ve Kur’an’dan bugüne kadar anlayamadığımız gerçeklerin tam anlaşılmasına vesile olduğunuz için Allah sizden razı olsun! Bu bilgilerle insanları ve kendimi daha iyi tahlil edebiliyor ve Kur’an’ı daha iyi anlayabiliyorum.”
“Sizi kıskananların Allah cezasını veriyor. Şöyle ki; size eziyet edildikçe ve siz saldırıya uğradıkça sizden daha güzel eserler çıkıyor. Kur’an sizinle âdeta konuşuyor ve mesajını sizin vasıtanızla bize aktarıyor.”
M. Kemal Sağır yazıyor: “Dünyanın gidişatına bakınca aklıma şu soru geldi: Acaba Müslümanlar Tevrat’ı okuyup icra ederken, İsrail de Kur’an’ı mı okuyup icra ediyor?”
Meriç Tekil yazıyor: “Yazılarınızdan, kitaplarınızdan çok faydalandım. Kur’an Meali çalışmanızı 1 kere tamamen okudum ve faydalanacağım temel kitap olarak seçtim. Arapça bilmiyorum. Öğütleri Türkçe dilinden yararlanarak özümsediğimi ve o ruhu yakaladığımı düşünüyorum. İbadetlerim sırasında kendi dilimi kullanıyorum.”
“Ben, bid’at kültüründen gerçekten rahatsız olanlardanım. Bize yakın iki cami var. Kitapta belirtildiği üzere cuma günü toplanmak ve Allah'ı anmak için camiye gittiğimde rahatsız olduğum konular şunlar: 1. İstisnasız her gittiğim cumada namazdan sonra para toplanması, 2. Namazın Arapça kılınması, 3. Farz olmayan namazların camide kılınmasına izin verilmesi.
“Farzı toplulukla birlikte kıldıktan sonra camiden dışarıya çıkacak yol bulamıyorum, herkes sünnet kılmaya başlıyor. Gün içi 3 vakit tek başıma kıldığım namazımı da böyle kılıyorum. Bildiğim dil ile. Ben bu camilerin takva üzerinde olan mescitler olduğundan şüpheliyim.”
Bülent İmir yazıyor: “İniş sırasına göre çevirisini yaptığınız Kur’an mealini 5 kez hatim ettim. 10’dan fazla kişiye satın alıp hediye ettim, ediyorum da. İslam’ı bana siz öğrettiniz. Size ettiğim dualarımın Allah katında kabul olduğu inancındayım. ‘Allahım, dünya gözüyle hocamı görmeyi nasip et!’ diye dua ederdim. 4 sene önce Didim kitap günlerinde sahilde onu da nasip etti.”
“Rabbim, resullerine gösterdiği sevgi ve muhabbeti size, ailenize de nasip etsin inşallah; her sıkıntı ve şerden korusun sizi!”
Gazze'yi yakan kim?
Sorunun en doyurucu cevabını verenlerden biri de Araştırmacı yazar Adil Hacıömeroğlu. 18 Temmuz’da yazdığı ve bize de gönderdiği çok değerli yazısında bakın neler söylüyor: “Flistin davasını tüm dünyaya anlatıp destek sağlayan FKÖ idi. Tüm Filistinli siyasal eğilimleri bağrında toplamaktaydı. Filistin davasının haklılığı neredeyse tüm dünya tarafından kabul edilince ABD-İsrail işbirliğiyle ılımlı İslam çizgisinde Hamas ortaya çıkarıldı. Hamas, güçlenince ilk olarak FKÖ’ye saldırdı. Filistin hareketi, ustalıkla bölünmüştü.”
“Türkiye’deki ılımlı İslamcılar, Hamas ortaya çıkıncaya kadar Filistin davasına duyar-sızdı. Filistin, hep Türk solunun ilgi alanında oldu. FKÖ’nün laik yapısı, Türkiye’deki dincilerin ilgisini çekmedi. Ne zamanki kendi ideolojik çizgilerinde bir oluşum ortaya çıktı, Filistin akıllarına geldi. Çünkü tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’deki ılımlı İslam da bir ABD projesiydi.” “RTE çıkmış, bağırıyor: ‘İslam dünyası nerede?’ Nerede olacak? ABD-İsrail desteğiyle Ortadoğu’yu, kendi ülkelerini, paramparça etmekle meşguller.” “Ey Erdoğan, Filistin direnişinin tüm destekçilerini ABD ve İsrail’le el ele vererek siz yok ettiniz. Filistin’i öksüz bıraktınız. Filistin’in efsanevî lideri Arafat neden zehirlenip öldürüldü, sorup soruşturdunuz mu? Filistin’in birliğini simgeleyen Arafat’ı çözümün önündeki en büyük engel olarak niteleyen sen değil miydin ey Tayyip?”
“Saddam ve Kaddafi neden hunharca öldürüldü? Suriye’de Esat neden yıkılmak istendi? Senin ideolojik örgünde emperyalizme karşı savaşmak diye bir şey yok! Irak’ta bir buçuk milyon insan ölürken tek damla gözyaşı dökmedin ey Tayyip! Suriye’de, Müslümanların kafaları, desteklediğiniz çetelerce kesilirken gözyaşlarınıza ne oldu? Libya, düşmanlaştırılan aşiretler ve ithal çetelerin boğazlaşmasına terk edilirken sen neredeydin?”
“Tam da cumhurbaşkanlığı seçimi arifesinde saldırdı İsrail, Gazze’ye. Tabi, bir de ramazan ayı. RTE, kaçırır mı bu fırsatı? Timsah gözyaşlarını akıtır miting alanlarına ve iftar sofralarına. Yüreğinin yirmi dört saat, İslam dünyasının acılarıyla kan revan olduğunu anlatır durur. Kimse de çıkıp sormaz ona: Ey Tayyip, Malatya Kürecik’teki radarları İsrail’in güvenliği için neden kurdurdun oraya? Yine RTE’nin miting alanlarında oy uğruna döktüğü gözyaşlarına gözyaşı karıştıranların aklına gelmez Gazze’yi bombalayan İsrail jetlerinin yakıtlarının Türkiye’den gönderildiği.”
SİZ İŞTE BUSUNUZ!
“Gazze’yi siz yaktınız, siz! Siz kim misiniz? Siz, yeşil dolarlara aldanarak insanlığını unutanlarsınız. Siz, koltuk sevdasıyla doğup büyüdüğünüz topraklara ihanet edenlersiniz. Siz, bilgisizliğinizle İslam toplumunun kollarına esaret zincirlerini dolayanlarsınız. Siz, ABD ve İsrail’i efendi sayanlarsınız. Siz, Ortaçağ’ın ideolojik bataklığına saplanarak toplumlarınızı geri bırakanlarsınız. Siz, BOP’a ortak olup İslam dünyasını etnik kökenlere ve mezheplere göre paramparça edenlersiniz.”
“Yaşadığı coğrafyada emperyalizme karşı çıkmayanlar, ABD ve İsrail’le el ele yakmaktalar Gazze’yi. Yangın, yakanlarca söndürülemez.”
Ortadoğu gerçeği üstüne
Araştırmacı Nurullah Aydın yazıyor: “Papağan gibi Filistin diye sayıklayanlar var. Filistin sorunu neyi örtüyor? Bilimden, sanattan, teknolojiden uzak din istismarcıları; ortaçağ dinler savaşını yeniden canlandırmak çabasındalar.”
“Filistin sorunu; Ortadoğu Arap ülkelerindeki diktatörlerin halkı sömürmesinin ve gütmesinin bilinmesini önlüyor. Filistin’in konuşulması; Türkiye ve Ortadoğu halklarının insanca ve hakça yaşama bilincine varmasını önlüyor. Filistin sorununun gündemde tutulması; İslam din istismarcılığının örtülmesini sağlıyor. Türkiye’de Filistin sorunun sürekli canlı tutulmasının temel nedeni; çocuklar katlediliyor çığlığı altında Türkiye’deki hırsızlığın, devleti soymanın, haksızlığın, eşitsizliğin, adaletsizliğin konuşulmasını önlemektir.”
“Ortadoğu; kan, vahşet ve yıkım bölgesidir. Ortadoğu; insanlık tarih mirasının bulunduğu kentler yakılıp yıkılırken, müzeler soyulurken, kinin nefretin ve öfkenin din adıyla insanların beyinlerine yerleştirildiği bir coğrafyadır. Dünyanın diğer bölgeleri barış içinde yaşarken, Ortadoğu’nun kan, yıkım, vahşet bölgesi olmasının sebebi; dindar, kindar ve ırkçı insanlar yetiştirilmesidir. Hırsızlığın, yalanın, talanın meşru görüldüğü, barış içinde birlikte yaşama düşüncesinin, insan haklarının, eşitliğin, evrensel değerlerin ortaçağ din hurafeleriyle tersyüz edildiği bölgedir. Bilime, teknolojiye, sanata, estetiğe, sevgiye, hoşgörüye yöneltilmeyen insanların öç alma duygularıyla hareket etmeleri, tahripkâr olmaları kaçınılmazdır.”
“Türkiye; dünya üzerinde sorun olarak gözüken Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Körfez bölgelerinin ortasında yer almaktadır. Bu konumu, onu, bu bölgelerde çıkarları olan ülkeler açısından vazgeçilmez yapmaktadır. Her devlet; kendine göre doğru kabul ettiği bir alanda içinde yaşadığı mücadelenin stratejisini belirler ve uygulamaya çalışır. Her toplumun mücadele alanı vardır. Bir yerde mücadele varsa, bir yerlerden de tehdit geliyor demektir.”
“Türkiye; akıl ve bilim öncülüğünde güçlü ekonomisi, güçlü ordusu, genç dinamik işgücü ile stratejik planlama ile tarihi bölgesel ve küresel rolünü oynamak zorundadır. Ortadoğu bölgesinin huzuru, güveni, barışı; insanî değerlerin esas alınacağı inançta, düşüncede, yaşamda yenilenmedir. Kindar düşünce odaklı eğitimlerle, hırsızlığı, yalanı meşru kabul eden diktatörlerle ve yandaş yalakalarıyla Ortadoğu halkları barış ve huzur bulamaz.” “Türk Milleti çağdaş evrensel değerlerle yetişmiş lider kadrolarıyla yeniden bölgenin ve dünyanın barış, huzur, güven, sevgi, kardeşlik, adalet sağlayan düzenini oluşturacaktır.”
Çevirmen-yazar Tuba Çekinirer yazıyor: “Meclistekiler ‘Hepimiz Gazzeliyiz’ demişler. Irak'ta, Suriye'de, Çin'in kuzeyinde soydaşlarımız Türkmenler, Uygurlar katledilirken neredelerdi acaba? Gazzeliler, Suriyeliler insan da Türkler değil mi? Diyanet de hutbe okutmuş. Arkasından yine para toplarlarsa şaşırmam. Yine para toplayacaklar ve burnumuzun dibinde Van'a bile ulaşmayan yardım paralarının hesabını sormayan milletimiz maalesef yine para gönderecek ve muhtemelen Filistin'in garibanlarına ulaştığını düşünecek. Diğer Arap ülkeleri Suriye'de, Filistin'de keza Lübnan'da olan katliamlara seslerini çıkarmadılar. ABD'li Yahudi cemaatleri bile protesto yürüyüşleri yaparken, İsrail'in yaptıklarından utanç duyduklarını bildirirken, Araplar susuyor. Gitsinler altın tuvaletlerde oturan petrol zengini, soydaşlarına.”
“Gazze'deki sorun İsrail bitene kadar devam edecek. Biz Karadeniz, Akdeniz ve Ege ile boğazlarda egemenlik kurmakla ilgilenmeliyiz. Suyumuzu, toprağımızı, zeytinliklerimizi, madenlerimizi satanların, soydaşlarımızın, vatandaşlarımızın ıstıraplarını görmeyip, gariban Gazzeli ve Suriyelilerin ıstırapları üzerinden menfaat sağlayanları Allah yaksın!”
'Türkiye halkını bekleyen büyük tehlike'
Yakın tarih araştırmalarıyla tanıdığımız Zeki Sarıhan, dikkatle okunması gereken bir yazı yazmış ve bize de göndermiş. Bu çok önemli yazıyı kısmen özetleyerek aktarıyorum: “10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleriyle Türkiye, büyük bir tehlikenin ağzındadır. Ya çoğunluğun sağduyusuyla bu tehlikeyi atlatacak, ya da gene çoğunluğun oyları ile bir diktatörlüğün pençesine düşecektir.”
“Diktatörlük sözcüğü kötü bir durumu çağrıştırsa da onun herkes için ifade ettiği şey farklıdır. Örneğin halk kitleleri uyansalar, örgütlenseler, mücadele etseler ve iktidarı ele geçirseler, sonra da bin yıllardır kendilerini aşağılayan, sömüren, zulüm yapan sınıflara karşı diktatörlük yapsalar insanlık için ne kadar mutlu bir sonuç doğardı! Onlara karşı böyle bir diktatörlük, halk için en geniş demokrasiden başka bir şey değildir.
“İster laik, dinci veya faşist olsun, Doğu veya Batı kültürünü benimsemiş olsun, hâkim sınıfların diktatörlüğü kendileri için bir cennet, halk için ise bir cehennemdir. Böyle bir rejimde iktidar sahipleri yiyecekler, içecekler, çalacaklar, çırpacaklar, her şeyin sahibi ve hâkimi olacaklar fakat kimse kendilerinden hesap soramayacaktır. Kanun devletinin yerini muktedirin iradesi almıştır. O ne derse odur! Ayakta kalmak için kendi çevresini beslemeyi, onlara makam ve mevki vermeyi de ihmal etmeyecektir.”
“Türkiye şimdi böyle bir tehlikeye doğru adım adım yaklaşıyor!”
“Türkiye halkının 150 yıldır örgütlenerek, zaman zaman gösteriler yaparak, hatta ayaklanarak geliştirdiği bir demokrasi kültürü de var. Fakat bugün koskoca bir millet, geliyorum diyen yeni diktatörlüğü önlemekte âdeta aciz durumdadır.”
“Eskiden diktatörlükler, askerî darbe ile gelirdi. Asker ve polis gücüyle ayakta dururdu. Sonra milletin sesli veya sessiz muhalefetine dayanamaz, zulüm makinelerini yavaşlatır, anayasal düzene dönerdi. Diktatörlüğü önleyecek olanın serbest seçimler olduğuna inanılırdı. Şimdi ise bu şablon işlemez haldedir. Diktatörlük sandıkla kurulmaktadır!”
“Şimdi, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde diktatör olma hevesini açıkça ortaya koymuş bulunan bir adaya oy vermeye hazırlanan bir kitle, kendi lehine gördüğü istikrarın devamı için onun yolsuzluklarını göz ardı etmekte ve tek adam olma isteklerine de tahammül göstermektedir.”
“Türkiye’yi bekleyen tehlike, ekonomik refahın halk kitlelerine doğru yaygınlaşmasına dayanarak, bu kitlelerin oyunun bir gerici mezhep diktatörlüğüne çevrilmesidir. Başbakan, bunu milleti yoklaya yoklaya, adım adım ve her türlü imkânı kullanarak gerçekleştirmeye çalışıyor. Zira yolsuzlukların hesabını vermekten kurtulması için bundan başka bir yolu da yoktur. Söylemine bakılırsa o, gemileri yakmıştır. İktidarını korumak için yapamayacağı bir şeyin olmadığı da anlaşılıyor. Buna bir iç savaş ve daha önce niyetlendiği gibi komşularla savaşa tutuşmak da dâhildir.”
“Tayyip Erdoğan’ın dinci faşist diktatörlük heveslerine son verecek olan politika, bütün iktidarın ve bütün servetlerin halka ait olduğunu ilan etmekten başka bir şey değildir. Ayrıntılarla oyalanmaya yer yoktur. Onun kendi davası için gösterdiği cüreti, inadı, aldatmaları, halk kitleleri için cesarete, kararlılığa ve taktiklere dökmekten, kısacası halkı kazanmaktan başka çare yoktur.”
Halkımı buralara taşıdığım için mutluyum!
Mete Gezer yazıyor: “Öncelikle, üstlenmiş olduğunuz aydınlatma misyonunuz için size saygı ve şükranlarımı iletmek istiyorum. 43 yaşındayım, elektronik mühendisiyim. Kitaplarınız ve Youtube'da bulabildiğim geçmiş konferans ve tv. programlarınız hayatıma ve ailemin hayatına ciddi anlamda ışık tutuyor. Ben tüm kitaplar için ‘okunmalı’ gözüyle bakarken, sizin kitaplarınızı farklı bir kategoride tutuyorum. ‘Okunmalı ve sürekli referans kaynak olarak elimin altında durmalı.” Sizin kitaplarınız sadece okunacak değil, sürekli olarak danışacağımız, aydınlanacağımız ve sürekli destek alacağımız kaynak değerlerdir.”
“Tüm eserlerinizin 4 adet 'İ' harfi üzerinde durduğunu görüyorum: İlim, İdrak, İrfan, İman. Bu benim hayat felsefem olmuştur ve çocuklarıma da sürekli şunu aşılamaya çalışıyorum. Hayat dediğimiz sadece bir seçenektir. Bir tarafta İlim, İdrak, İrfan, İman; diğer tarafta istek, arzu, hırs. Hayattaki bütün eylemlerinizde mutlaka 4 'i'den onay alın diyorum. Sadece istek ve arzulara söz hakkı verirseniz, siz de her gün etrafımızda izlediğimiz (özellikle din adına işlenen) hezeyanların içinde olursunuz. Yaşar Nuri’nin körler çarşısında ayna satmaya çalıştığı körlerden değil, 4 'İ' ile görenlerden olun ki o aynada Kuran'ın muhteşem yansımasını fark edebilesiniz.”
“Tarih her şeyi gösteriyor. Ben eminim ki, ileride siz bu dünyadan ayrılıp geride eserlerinizi bıraktıktan sonra bugün size karşı olan zihniyet hemen sizin adınızı kullanıp ya bir tarikat ya bir mezhep adı koyarak sizin adınız üzerinden rant elde etme yoluna gidecektir. Sizden öğrendiğimiz, geçmişte yaşamış büyük ruhlar hayattayken türlü zulme maruz kalmış, fakat dünyadaki bedensel varlığı sona erince hemen din tüccarları tarafından manevî mirası talan edilmeye başlanmış. Sizin akıbetizinin de farklı olacağını düşünmüyorum.” “Müsterih olunuz; siz hayattayken değerinizi bilen, mahşerde sizi işaret ederek ‘Ben Kur’an’ı Yaşar Nuri’den öğrendim’ diyecek çok insan var.”
“Kur’an’daki matematiksel bir mucizeyi size göndermek istiyorum. Kur’an’daki sure numaraları ile ayet sayıları bir x-y grafiğinde çizildiğinde ekteki gibi Arapça Allah yazısı çıkıyor. Bu yazının bizzat Allah tarafından yazılmış olması heyecan verici ayrı bir mucize. Bize verdiğiniz hizmet için saygı ve şükranlarımı arz ediyorum.”
Azerbaycan’dan Refik Kasımov yazıyor: “Öncelikle sizi bana tanıttığı için Allah’a şükürler ediyorum. Siz Müselman dünyasına çok gereklisiniz. Allah sizi bizlere çok görmesin. Sizin sayenizde asıl İslam’ı anladım. Sizin Azerbaycan’a geldiğinizi duydum. Sizi göremediğim, elinizi öpemediğim için derin üzüntü duydum. Siz benim hocamsınız. İslam’ı sizden öğreniyorum ve kendi çevreme sizi ve sizin görüşlerinizi aktarıyorum.”
Alper Ertem yazıyor: “İstanbul Üniversitesi İngilizce İktisat Bölümü mezunuyum, 35 yaşındayım, özel bir şirkette yönetici olarak çalışmaktayım. Kendimi bildim bileli sizi takip etmeye çalışıyorum. ATV'deki Ayşe Özgün şov başta olmak üzere, şu anda Sokak TV'de yaptığınız tüm programlara kadar hiçbirini kaçırmadan izledim. Bu maili size şükranlarımı sunabilmek için yazıyorum. Biz ailece sizin sayenizde gerçek İslam dinini tanıdık. Bu muhteşem dinin gerçek mesajlarını bütün sadeliği ile siz bizlere ulaştırıyorsunuz. Allah sizden razı olsun, size uzun ve sağlıklı bir ömür versin!”
Yaptığımız iş tam da bu!
Mustafa Şen yazıyor: “Yirmibeş yıldır sizin takipçinizim. Sizi tanımadan önceki halimle şimdiki halimi karşılaştırdığımda o kadar değiştiğimi gördüm ki anlatılır derecede değil. Bana dini o kadar sevdirdiniz ki mutluluktan uçuyorum. Beni tanıyanlar değişimimi öyle anlatıyorlar ki inanın duysanız bana katılırsınız.”
“Kur'an elimden düşmez oldu. Onu her okuyuşum bende yeni ufuklar açtı. Tabii ki anladığım dilde sizin mealinizden. Her sayfa bende yeniliklerin kapısını araladı. Kur'an'a her kafa yoruşum beni dinçleştirdi, gençleştirdi. Pozitif bir insan olmayı, insanları sevmeyi, cennet için değil beni mutlu ettiği için, insanlığa faydam olması gerektiği için yaşamayı, değerler üretmeyi yani gerçek ibadeti yapmayı öğrendim. 35 kadar kitabınızı da okuyarak kendimi daha dik, daha dinamik hissetmeye başladım. Çünkü kitaplarınız sayesinde bu zamana kadar bizleri ablukaya alıp hayatımızı zehir eden Kur'an dışı nice bilgileri hayatımdan atarak ben olmaya başladım. Kur'an mümini olmaya çalışıyorum artık.”
“44 yaşında Alevi birisiyim. Ali gibi düşünüp Ali gibi yaşamaktır hedefim. Ayırımcılığa sonuna kadar karşıyım. Nasıl Aleviler Ali 'yi tam anlamıyla tanımıyorlarsa Sünnî kesim de ne Hz. Peygamberi ne de mezhebindeniz dedikleri o büyük insan İmam Âzam’ı tanıyor. Peki, insan nasıl olur da tanımadığı birisinin yolundayım diyebilir. İmam Azam'ı, o büyük insanı, o büyük değeri tanımak için neden çaba sarf etmiyorlar? Hanefî mezhebindeniz diyorlar, Muaviye'nin yolundan gidiyorlar, Emevînin sünnetini yaşıyorlar. Ebu Cehil gibi giyinmeyi Peygamber sünneti deyip Ebu Leheb gibi yaşıyorlar. Her ne hikmetse Kur'an'a yaklaşmıyorlar, O'nu kesinlikle anlamak için okumuyorlar, hatta çoğu hiç okumuyor. Ondan kaçıyorlar.”
CAMİLER TEVHİT MABEDİ OLMAKTAN ÇIKARILDI
“Reklam ede ede namaz kılıyorlar ama Besmelenin anlamını bilmiyorlar. Peygamberin 'Kılarsanız evinizde kılın' dediği teravih namazını camilere koşa koşa jet hızıyla kılıyorlar. 33 defa okudukları Kur'an’ın özeti olan Fâtiha suresinin bırakın tamamını, bir cümlesinin anlamını bile bilmiyorlar. Rükû nedir, secde nedir, selam nedir hiçbirinden haberleri yok. Namaz bunlar için bir arınma değil, kıl beşi, bitir işi gibi bir görev. Ben namazlarımı kıldığım zamanlarda canım isteye isteye ve ne dediğimi anlayarak Türkçe kılıyorum ve namazım beni çok mutlu ediyor. Sizin küçük dualar kitapçığınızdan öğrendiğim dualarla namaz kılıyorum. Ve en önemlisi benim kıldığım namaz, zannediyorum ki Maun suresinde lanetlenen namazlar gibi Muviyecilerle, Ebu Cehilcilerle aynı safta namaz kılmayı ben reddediyorum. Bunun için, ne zaman gerçek Muhammedî namaz kılınmaya başlanır o zaman camilere gideceğim. Cuma namazlarında da artık camiye namaz için gitmiyor, o vakitte Kur'an okuyorum. Umarım bu hareketimi olumlu görürsünüz. Mescitlerimiz, camilerimiz ayrımcılık, tefrika kokuyor. Tevbe suresine göre de buralarda namaz kılmamanın gerektiğini biliyorum. Aklını işleten birisi olarak yaşamak istiyorum. ‘Allah, aklını çalıştırmayanların üstüne pislik yağdırır’ ayetindeki üzerine pislik yağdıranlardan olmak istemiyorum.” “Hz Peygamber'in sevgi ve rahmet peygamberi olduğunu biliyor, sevgi ve merhametle dolu bir hayat yaşamak istiyorum. Görüntüde Müslüman değil, özde mümin olmaktır hedefim. Beni bu duygu ve düşüncelere yönelttiğiniz için size sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.”
Sadece Aldatanlar Sorumlu Değil!
Zulüm ve hıyanetlere sessiz kalarak, basit çıkarlar için zalimlere destek vererek, yani ‘zulme isyan’ gerçeğini işletmeyerek aldatanların namussuz hegemonyalarını dokunulmaz kılan ‘aldatılmış kitle’ de sorumludur. Allah, zulme isyan yerine itaat edenlerden intikam alacağını söylediğine göre (bk. Zühruf suresi, 54-56), bu aldatılanlar da zalimdir ve gerçek bir hak adamı bunlarla da mücadele etmelidir.
Meseleyi tam omurgasından yakalamış bir okuyucum, Ufuk Erkıvanç şöyle yazıyor: “Neden sadece Müslüman kesimi hedef aldığımı soruyorlar. Tek cevabım var: Balık baştan kokar! İslam'a en büyük hıyaneti, Müslüman kesimin içindeki aldatan ve aldatılanlar yapıyor. Farkında olsunlar veya olmasınlar nihayetinde işbirliği içindeler!”
“Kuyruğunu yutmaya çalışan bir karayılan gibi fasit bir daire, bir kısır döngü içindeler. Kuyruğu kopmuş bir karayılanla kafası kopmuş bir karayılan arasındaki farkı bir düşünün. Yüzeyde olan çürüme ile merkezden gelen çözülme arasında en azından yayılma hızı farklıdır. Bir öğretmenin talim ve terbiye vermeye çalıştığı öğrencileri arasında; en titiz davrandığı, en müsamahasız yaklaştığı, öğrencilerinin en sevgilileri, en yetenekli, en zeki ve en çalışkan olanlarıdır.”
ATATÜRK’ÜN MELAMÎLİĞİ
Mustafa Yıldırım yazıyor: “Kur'an Verileri Işığında Tasavvuf ve Tarikatlar’ adlı kitabınızın birinci cildinin 294'üncü sayfasındayım. ‘Aydınlanma Sanatı Olarak Melâmet’ bahsini okuyunca Atatürk'ü hatırladım. Yurt gazetesinde ‘Aydınlanma Sanatı Olarak Melâmet ve Atatürk’ konulu bir yazı yazmanızın çok anlamlı olacağını düşünüyorum.”
Büyük sûfî düşünür Muhyiddin ibn Arabî’nin dediği gibi, “Melâmet, Kur’an ahlakının esası, ruhudur.” Ve Atatürk, tarihin en büyük, en muhteşem melâmîlerinden biridir. Atatürk’ün bu yanını, ‘Atatürk Gerçeği’ adlı eserimde inceledim. Yakında yayınlanacaktır.
MENDERES’İ DE İNÖNÜ YETİŞTİRDİ
Doç. Dr. Aylin Kantarcı yazıyor: “Kitaptan Aydınlığa programında dile getirdiğiniz İnönü'nün dinî konulara kayıtsızlığı ile ilgi-li düşüncelerimi sizinle paylaşmak istedim: Atatürk Cumhurbaşkanlığı sırasında Kur’an'ın Türkçe'ye çevrilmesi ve tefsiri konularını ele almış ve başarılı olmuştu. Din Eğitimi de okullarda gerçek dinin öğretilmesini sağlayacak şekilde düzenlenmişti. Diyanet İşleri Başkanlığı da halkı gerçek din konusunda aydınlatmak amacıyla kurulmuştu. Dolayısı ile bu konu rayına oturmuştu.”
“Gerçek dinden sapma Adanan Menderes zamanında başladı. Dolayısı ile İnönü'nün bu konuda bir sorumluluğu olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca o devirde sizin gibi bir filozof yoktu. Olsaydı muhakkak hem Atatürk hem de İnönü sizin bilgi ve düşüncelerinizin halka ulaşması için size çok büyük destek olurdu diye düşünüyorum.”
“Mazbata'da ‘TC’ neden yok?”
Araştırmacı yazar Adil Hacıömeroğlu, çarpıcı yazılarından birini daha yazıp bize de göndermiş. Tarihin kulağına çok anlamlı bir mesaj üfleyen bu yazıyı aktarıyorum.
“Son yıllarda AKP hükümeti, bazen sinsice bazen de açıkça devlet kurumlarının tabelalarındaki ‘TC’ yi kaldırdı. Bu konuda halkın tepkisi olunca da geri adım atmak zorunda kaldı.”
“Gerici çevreler oldum olası ‘cumhuriyet’ sözcüğünden nefret ederler. Saltanat ve hilafet özlemi içindeki bu grupların 1923’ten beri, Cumhuriyet’e karşı bir öfke biriktirdikleri bilinmektedir. Aslında onlar ‘Türkiye’ sözcüğünü de çok benimseyip içlerine sindiremediler. Her fırsatta devletin adındaki ‘Türk’ sözcüğünden rahatsız oldular.”
“RTE, cumhurbaşkanı seçildi. Birden birkaç tane unvanı oldu: 12. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve AKP Genel Başkanı. Bu konuda hukuksal tartışmalar da sürmekte. Çünkü RTE’nin koltuğunda birden çok karpuz var. Yakında yeni unvanlar eklenirse şaşmam.”
“YSK Başkanı Sadi Güven, Erdoğan’ın mazbatasını hazırlayıp TBMM Başkanı Çiçek’e sundu. Bizi ilgilendiren, mazbatanın verilişi değil, içeriği. Mazbatada ‘Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’ diye yazmakta. Ayrıca Güven’in basın açıklamasında “12. Türkiye Cumhurbaşkanı” demesi de ilgi çekici.”
“RTE’nin cumhurbaşkanı olduğu devletin adı ne? Türkiye Cumhuriyeti. Peki, neden ‘cumhuriyet’ sözcüğünü kullanmak ağır geliyor bazılarına? ‘Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’ demek çok mu zor? YSK gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli bir kurumunun, bu konuda daha özenli olması gerekmez mi?”
“YSK’nın da duyurduğu üzere RTE, Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı seçilmemiş? Acaba nerenin cumhurbaşkanı olmuş, söyleyin de öğrenelim!”
“ÖLDÜ” HABERLERİNİN ANLAMI ÜSTÜNE
Çiğdem Kayaoğlu yazıyor: “Neden sizin için ‘Öldü’ haberleri çıkıyor biliyor musunuz? Ne zaman bize güveniniz sendeliyor, ‘Kim için savaşıyorum? Bu nankör ve kadir-kıymet bilmeyen tembeller için mi?’ diye düşünüp üzüldüğünüzde. Bence rabbim sizi seven ve gerçekten kıymetinizi bilip de yaptıklarınızın değeri altında ezilenleri göresiniz diye böyle şeylere izin veriyor.”
MAUN SUÇLULARININ DİNİ OLAMAZ
Canan Şimşek yazıyor: “Siz bize Maun suresini açıklamasaydınız her zaman şüphe içinde yaşıyor olacaktık. Öyle ya, adam çalıyor, çırpıyor, talan ediyor ama beş vakit namaz kılıyor, Allah'ın adını da ağzından düşürmüyor, bizi de ‘Ne biçim Müslümansınız?’ diye durmadan itham ediyor. Bu adam dinsiz-imansız olur mu? Maun suresi ‘Olur’ diyor.”
“Sayenizde Kur’an okuyorum. Yanında ‘Kur'an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’ kitabınızı okuyorum. ‘Allah ile Aldatmak’ kitabınız da sırada. Büyük heyecan duyuyorum. Dualarım sizinle. Ama işiniz çok zor. Tabii, bizim işimiz de çok zor.”
Ar, nâr ve şinâr
Başlığımızdaki kelimelerin üçü de Arapça. Ar, Türkçede de kullanıldığı şekliyle utanç demek. Nâr, Türkçede bazen kullanıldığı şekliyle ateş ve cehennem anlamında. Başlığımız kafiyeli olsun diye aynen koruduğumuz şinâr ise ahlaksızlık, erdemsizlik anlamlarında. Kelimeler, Hz. Peygamber'in sahabîlerinden birisi tarafından, kamu malından bir şeyler aşırmaya kalkanları azarlarken kullanılan bir sözde geçiyor. Kamunun hakkı olan ve ancak devlet başkanı sıfatıyla Hz. Peygamber'in paylaştırabileceği ganimetlerden "Bu o kadar önemli değil" diyerek birkaç iğne almaya kalkanlara, şöyle diyor sahabî: "Yerine koyun o iğneleri! Kamuya ait mallardan bir şeyler aşırmak ar, nâr ve şinârdır." (İbn Hemmâm, el-Musannef, 5/243)
Günümüz Türkçesiyle tekrarlayalım: "Kamuya ait mal ve haklardan bir şeyler aşırmak, bir şeylere el koymak utanç, cehennem ateşi, ahlaksızlık ve erdemsizliktir." Bu aşırılan şey, bir iğne bile olsa. Acaba milyarlık dolarları, Avroları ve trilyonları aşırmak ne oluyor? Düşünmek bile dehşet verici.
Tüm hadisçi-tarihçiler bu ve benzeri tespitleri, eserlerinin ‘gulûl’ başlığını taşıyan bölümlerinde verirler. Hadis ve siyer (Peygamberimizin hayatını anlatan tarih dalı) kaynaklarının tümünde yer alan bu başlık bugünkü dille "kamu malından, halka ait mal ve nimetlerden çalıp çırpmak, aşırmak, kamu mal ve imkânlarını kişisel çıkarlar için sömürmek" anlamlarına geliyor. (bk. Âli İmran, 161)
Bu suça Maun ihlali suçu da diyebilirsiniz. Çünkü Maun suresi bu suçu işleyenlerin namazlarını lanetliyor, onları dinsiz-imansız ilan ediyor.
Hz. Peygamber'in, gulûle bulaşmış sahabîlerine karşı tavrı ürperticidir. Gulûlculuğu kesinleşmiş kişilerin cenaze namazlarını kılmadığı bilinmektedir. Gulûle bulaşmış ama daha sonra kendi dizlerinin dibinde şehit olmuş bir sahabîsi için: "Ne mutlu şehitsin sen!" diye ağlayanları susturmuş ve o kişinin kamu malından çaldığı bir kumaş yüzünden şehitliği ve cenneti kaybedip cehennemi boyladığını söylemiştir.
Din, İslam, Peygamber, cennet-cehennem slogan ve edebiyatıyla ortalığı kasıp kavuran tüm siyaset dincileri, Kur'an dininin, bizzat Allah Elçisi tarafından altı çizilen bu yaklaşımını dikkate alarak kendilerine sormalılar: Biz bu dinin mensubu muyuz?
Bu sorunun bizi getireceği gerçek, ana başlık olarak insan gerçeği, alt başlık olarak da insan hakları gerçeğidir. Buraya geldiğiniz zaman, kendisine ‘İslam dünyası’ diyen o koca kitlenin, Kur'an'ın elinden sınıf geçecek bir not alması mümkün değildir. Bırakın Kur'an'ı, bu İslam dünyası, insana ve onun haklarına saygı bakımından Kur'an'ın çok gerisinde kalmış bulunan çağımızdan da sınıf geçecek not alamaz.
Dini yalan saymanın iki temel alâmetini kamu haklarına tasallut ve ibadetleri şov aracı yapmak olarak tescil eden Kur’an’ın iman çocuğu olduğunu söyleyenlerin, durumlarını yeniden gözden geçirmeleri gerekiyor. Ve herkesin sorması gerekiyor: “Biz bu dinin neresindeyiz?”
Gulûl esprisi açısından baktığımızda, ülkemizde, "Biz bu dinin ve insan haklarına saygının neresindeyiz?" sorusunu günde birkaç kez sorması gerekenlerin başında saltanat dincilerinin geldiği tartışmasız bir gerçektir. Çünkü ar, nâr ve şinâr ithamına öncelikle çarpan Mercümekleme, Deniz Feneri, 17 Aralık talanlarının ve daha nicelerinin babaları onlardır.
Ar, nâr ve şinâr ithamı altındakilerin buna karşı insanca ve mertçe bir tavır sergilemeleri bekleniyor. Onlara sesleniyoruz: Ar, nâr ve şinâra uzaksanız, Kur’an’a ve onun tanıttığı Allah’a gerçekten imanınız varsa, ilk adımı atın: Kitlenin önünde tövbe edin. Aksi halde, Kur’an’ın tanıttığı anlamda bir Allahınız olduğuna asla inanmayacağız!
Kurtuluşumuz bu uyanışta!
Özgürlük haykırışlarının bu yüzyıldaki en güçlülerinin zuhur mekânı da Türkiye’dir. Türkiye’de anlam ve önemi gelecek zaman içinde daha iyi anlaşılacak bir büyük iş yapılmıştır: Siyaset dinciliğinin kimliği ve tahribatı deşifre edilmiştir. Bunu yapanların en güçlülerinden birinin de, bu satırların yazarı olduğunda Batı’da hemen hemen ittifak vardır. Batı üniversitelerinin bizimle ilgili on küsur doktora tezine imkân vermesinin ve Time Dergisi anketinde bizi dünya kamuoyunca ‘Yüzyılımıza etki etmiş en büyük yüz adam’ listesinde 9. sıraya koymasının anlamı üzerinde bu açıdan da durmak gerekiyor. Türkiye, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da bir ‘farkediş tembelliği’ içinde olabilir ama Batı, durumun farkındadır. Türkiye, dinci iktidarın neronik zulümlerinin kahrı altında kendine gelmeye başlamıştır. Gezi Eylemleri bu kendine gelişin ilk işareti oldu. O eylemdeki gençlerin ruhu tüm ülkeye egemen olsun diye dualar etmeliyiz. Aşağıda o ruhtan gelen mektuplardan örnekler okuyacaksınız.
Prof. Dr. Füsun Özer yazıyor: “Ben Pensilvanya Üniversitesi diş hekimliği fakültesinde öğretim üyesiyim ve 6 yıldır bu ülkedeyim. Şu anda hem internetten sizin programınızı dinliyor hem de size yazıyorum. Birçok kitabınızı okudum ve buradan kitaptan aydınlığa programınızı izliyorum. Size binlerce defa teşekkür ederim hocam, bana kitabımı, dinimi öğrettiniz. Sizi dinledikçe Allahıma binlerce defa teşekkür ediyorum bana sizi dinlemeyi okumayı nasip ettiği için. Sizi dinledikçe, okudukça nasıl üzülüyor, nasıl kahroluyorum anlatamam. Uçakta gelirken Allah ile Aldatmak kitabınızı okuyordum ve kitabı uçakta bitirdim. Kapağını kapattığımda ağlıyordum. Bu nasıl bir şey böyle. İnsanlarımızı dinimizle ve Kur’an’la nasıl tanıştıracağız. Bütün dualarım ülkem insanlarının daha fazla suç işlemeden doğruyu bulmaları için.” “Size buradan saygılarımı iletiyor, sağlık ve mutluluk dolu uzun bir ömür diliyorum. Siz benim ülkem için ve bütün İslam âlemi için o kadar önemlisiniz ki! Ne olur kendinize çok ama çok iyi bakın.”
Deniz Topuz yazıyor: “Yaz tatillerinde Kur’an kursuna ya da mahalle hocalarına giderek bu tatili tamamlardık. Tekrar yapınca bazı sureler ezbere yakın okunabiliyor ama dur şunun anlamını bulup okuyayım deyince başın ağrıyor; anlamıyor, bunalıyorsun; yorgunlukla kapatıyorsun. Bir gün ölüp gideceğim. O kadar kitap okudum, Kur’an’ı okumadan bu dünyadan gideceğim düşüncesi bir yerlerde yumruk gibi iniyor. 20’li yaşlardan 40’lı yaşlara böyle geliniyor. Tarikatlar mezhepler... İşin içinden çıkamıyorsun. Hâlbuki sana bir kitap verilmiş. Bir dene. Şimdiye dek nelere vakit harcadın, bir de buna harca. Defalarca başladığım ve niyet ettiğim bu kitabı okuyorum, henüz bitiremedim. Önce kendim sırayla okuyayım dedim. Sonra zaten iniş sırasına göre var onu da Yaşar Nuri Öztürk hazırlamış dedim, aldım. Şimdi namaz surelerini Türkçesiyle ezberleyip okuyorum. Türkçesi içimi titretiyor. Düşünmek güzeldir. Allah tövbeleri sürekli kabul eder, Gafurdur. Bana yardımcı oldunuz Allah da size yardımcı olsun!”
Bilgin Erözlü yazıyor: “Yaşar Hocam! Kitaplarınızla, konuşmalarınızla karanlık müptelası bu milleti aydınlığa taşıma ödevimizde bizlere ışık tutmaya lütfen devam edin.”
Ne dediğini anlamadan namaz kılanlar lanetlenmiştir
Ne dediğini anlamadan namaz kılanları lanetleyen ben değilim, filan veya falan müfessir veya fıkıhçı da değildir. Ne dediğini anlamadan namaz kılanları lanetleyen, Kur’an’dır. Kur’an, namaz kılanların iki tipini lanetliyor:
1. Bir yandan namaz kılıp bir yandan da insanların haklarına tecavüz edenler, özellikle kamunun haklarına tecavüz edenler.
Maun suresinin temel mesajı işte bu lanetlemedir. Bu mesajın ayrıntılarını ben, ‘Maun Suresi Böyle Buyurdu’ adlı devrim yaratmış kitabımda verdim.
2. Anlamını bilmediği, ne dediğini anlamadığı şeyleri okuyarak namaz kılanlar.
Ayrıntılarını ‘Ana Dilde İbadet Meselesi’ adlı kitabımda verdiğim bu çok önemli konuyu burada kısaca açıklayacağım. Önce, meseleye zemin oluşturan bir mektubu okuyalım.
Armağan Karamanlı yazıyor: “Hacı olmuş, 5 vakit namazını kılan kişilere, ‘Namazda okuduğun şu duanın anlamını biliyor musun?’ diye sorduğumda bilmedikleri yanıtını aldığım anda çok üzülüyorum. Diyorum ki, ‘Namazı Türkçe kılın, ne farkı var, anlam olarak aynı şeyi söylemiyor musunuz?’ Bunu dediğimde, ‘Olmaz öyle şey, sen de Yaşar Nurileşme’ diyorlar.” “Kuran'ı Kerim’in Türkçesini okudum, hâlâ baştan sona okuyorum. İnen ilk ayet ‘Oku!’ Okumak ne demektir? Arapça’yı zaten öğrenemem; bütün hayatımı ona adamam gerekir ki, öyle bir vaktim yok. İlk emir “Oku!” ne demek? Bana otur Arapça’yı öğren ve anla mı diyor yoksa bu kitabı anla mı diyor? Kutsal kitabımızı anlamam yönünde telkin veriyor. Ben insanların Türkçe namaz kılınmaz derken nasıl bir vebal altına girdiklerinin farkına varamadıkları için çok üzülüyorum. Allah’a yöneliş nasıl kısıtlanır, aklım almıyor.”
ALLAH, SADECE ARAPÇA MI BİLİYOR?
Dinci güruh, hemen hemen tüm konularda bugün bana yaptıkları zulmün aynısını, İmamı Âzam’a yapmışlardır. ‘İmamı Âzam’ adlı iki eserimi okuyanlar bu gerçeği çok yalın olarak görürler. Kur’an’ın tercümesiyle namaz meselesi, İmamı Âzam’a zulümlerine âlet ettikleri konuların başında gelir. İmamı Âzam 767 yılında dinci namussuzlar tarafından öldürüldü. Aradan 1250 yıl geçti. Allah, o günden beri İslam dünyası denen âlemin başını beladan kurtarmadı. Dinci imansızların bugün yaptıklarına bakılırsa, Allah’ın cezalandırmasının daha uzun süre devam edeceğine rahatlıkla hükmedilebilir. Dinci imansızlar, sadece kendilerini mahvetmekle kalmadılar, bütün Müslüman kitleleri perişanlığa ittiler. Dahası: İnsanlığın başına da bela oldular. Ve olmaya devam ediyorlar. İslam dünyası, bu imansız güruhun iftira, itham, akıl düşmanlığı ve Kur’an’dan rahatsızlık gibi temel cürümlerini deşifre edip yeni nesilleri bu güruhun aldatmalarından kurtarmadıkça mutlu olamaz. İmanını Kur’an’ın istediği şekle getirip aklını işletmeli, eskilere tapmayı din zannetmekten kurtulmalıdır. Aksi halde, cami sayısını arttırıp mabet sandığı o nifak ve şirk mekânlarında yatıp kalktıkça Allah da onun perişanlığını arttıracaktır. Bunun böyle olacağı Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in açık ihbarlarıyla belirlenmiştir.
Biz; akla dost, Kur’an’a imanı tam insanlar olarak, Arabizme, Arapçılığın soysuz uşaklarına teslim olmadan Allah’ın dinini Allah’ın muradına uygun şekilde anlamak için elimizden geleni yapalım; gerisini Cenabı Hak kotarır.
Boyutlarımızı tutan idrak, işte bu!
Serhan Bakır yazıyor:
“Birçok kitabınızı birkaç sefer dikkatle okudum, konuşmalarınızın çoğunu dinledim. Dilerdim ki toplum olarak çok daha yüksek düzeyde bir kavrayış ve eğitim seviyesine erişmiş olsak ve günümüzün sığ ve basit konularını aşıp cevherinizden tam anlamıyla faydalanabilsek. Bazen sizi izlerken, üstat bir virtüözün Afrikalı bir kabileye Bach çalması ve anlaşılmayı beklemesi gibi bir sıkıntı içinde olduğunuzu düşünüyorum.”
“Lise çağlarındayken televizyonda ilk kez sizi izlediğim ve ‘Kur’an okuyun’ sözünüzü duyduğum gün Kur’an’ı elime aldım ve bir daha bırakmadım. Bu süreç içinde hayretle şunu fark ettim: Ülkemizde Kur’an, aklını sıkı çalıştıran insanların gönlünden uzak, gönlüne yakın olan insanlarınsa aklından uzak kalıyor. Dosdoğru yolu sayenizde tutturduğumu düşünüyorum.”
“Ben mühendisim. Yapısal analiz, işimin gereği. Sizin Kur’an’ı analiz etme biçiminizi gerçekten etkileyici buluyorum. Bakış açınızın ve yorumlayış biçiminizin radikal veya reformist olduğunu düşünmüyorum. Tam aksine, bence tam olması gerektiği gibi özçağrılı. Kur’an’ı yine Kur’an ile yorumluyorsunuz. Bunu yapabilmek içinse kitabın tamamını, beynin kılcallarında çözümlemiş olmak gerekir ki bu da insanların yolunu aydınlatmanız için size verilmiş bir hikmet, sayenizde bize de bir nimet.”
“Yaptığınız programları takip ettim ve insanın yaradılışına dair bir yorumunuz beni yeni bir aydınlanmaya doğru adım attırdı: Melekler, ‘Yeryüzüne bozgunculuk edecek, kan döken birini mi atayacaksın?’ diye sorduğunda, Allah, ‘Ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ diyerek cevap verdi. Dediniz ki, Melekler gaybı bilemeyeceklerinden, insanın kan döktüğünü ancak daha önce görmüş oldukları için biliyorlardır. Şunu da eklediniz: Buradan da insanın, farklı planlarda, daha önceden yaratılmış olduğunu ve bu sebepten meleklerin insan doğasına zaten aşina olduklarını çıkartabiliriz.”
Sonsuzluk ve biz
“Sonsuzluğun Allah’a mahsus olduğunu düşünürsek dünya hayatının da ahiret hayatının da bir başı ve sonu olduğunu söyleyebiliriz. Bizim için, dünya hayatı başlayıp biteceği gibi, ahiret hayatı da başlayıp bitecektir. Bu belki bizim farkındalığımızın dışında bir bitiş olabilir, fakat bittikten sonra Allah boş duracak değil ya, yaratılış döngüsünü belki başka bir formatta, belki benzer bir biçimde tekrarlayacaktır. Böyle döngüler içinde döngüler ile aslında gerçekleşmekte olan bir arıtma, saflaştırma, iyileştirme süreci midir? Bu büyük tasarım hakkında sizin nasıl bir çözümleme yaptığınızı ve nasıl bir sistem tasarımı gördüğünüzü merak ediyorum.”
“Son dönemde yapılan teorik fizik çalışmaları, zamanı mekân ile birbirine bağlayan Einstein’ın kuramlarından uzaklaşıyor ve zamanı 4. boyut olarak değil bağımsız bir unsur olarak tanımlama eğilimi gösteriyor. Siz, Kur’an koordinatları çerçevesinde, nasıl bir zaman algılıyorsunuz? Allah’ın yaratışını, büyük tasarımını nasıl görüyorsunuz, mekanizmanın temel çalışma prensiplerini, döngülerin başını, sonunu nasıl tanımlıyorsunuz? Kendi katında var olmayan zaman kavramını bizim algılayacağımız bir forma sokan, muhteşem ve kusursuz bir tasarım ile her şeyi var eden Rabbimizin bunu neden yaptığını düşünüyorsunuz?”
“Son günlerde sizinle ilgili çıkan yalan haberden sonra fark ettim ki sizi gözleriyle ve sözleriyle devirmeye çalışan bir grup var. Umarım ne sizin sağlığınıza ne de keyfinize zerre bir zararları olabilir ve yaptıklarının da cezası asla affedilmez.”
Ümidimiz bu gençlerde
Serdar Cihan Güleç yazıyor: “1982 doğumluyum. Ailem Boğaziçi Üniversitesi mezunu mühendis bir çift. Ben lisans eğitimimi klasik diller üzerine yaptım. Eski Yunan Dili ve Edebiyatı mezunuyum. Ardından Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe Tarihi'nde yüksek lisans yaptım. Lisans eğitimime ilaveten Klasik usulde aldığım eğitimle, Modern Arapça ve İslam bilimleri üzerine aldığım eğitimi de koyarsak 10 seneyi aşkındır bu alanda çalışıyorum. Aynı zamanda, çeşitli seviyelerde İngilizce, Klasik Yunanca, Latince, Arapça dersler veriyor, çeviriler yapıyorum.”
“Çocukluğumda ve gençliğimde size karşı nefret ve önyargılı bir söylem içinde, tahammül edemediğim bir süreç yaşadım. Söylediklerinizi araştırma ve inceleme gereği duymamıştım. İşin gerçeği İslam’ı da pratik olarak yaşamıyor ve tamamıyla ütopik bir dinin imkânsızlığıyla adeta onu rafa kaldırmış gibi davranıyordum. Üniversite yıllarında tekrar İslam'a döndüm.”
“Daha sonra bir filoloji öğrencisi olarak Allah'ın mesajını anlamak için Arapça öğrenmeye karar vererek onu da ‘aziz’ addettiğim geleneğin mirasına sahip çıkmak üzerinden yapmaya meylettim. Medreselere gittim, çeşitli insanlarla oturdum, kalktım. Bir dizi metin okudum, farklı coğrafyaların insanlarıyla görüştüm. Arapça öğrenmek suretiyle farklı dünyaları kendilerinin anlattığı biçimiyle tanıdım. Daha sonra, ihtilaf kültürünü tanımam sizin gibi bazı modern araştırmacılara birtakım suçların isnat edilmesine şahit oldum ve bunda siyasal tutumların dinsel hezeyan olarak yansıtıldığını gözlemledim. Bu benim için ikinci bir uyanış oldu.”
“Arapça öğrendiğimde ve temel kaynakları taradığımda getirdiğiniz eleştiriler ve çözümlemelerin kaynaklarına ilk elden ulaştım ve aradan geçen yıllar sonunda gördüm ki verdiğiniz bilgiler doğruymuş.”
“Söylediklerinizi sorgulanamaz bir dogma gibi kabul etmiyorum. Ama artık sizden nefret etmiyorum, hak yolunda yaptığınız işlerden dolayı diğer bütün Müslümanlar gibi, gayret eden bir insan evladı olduğunuz için size bir borcu ödüyorum: Size teşekkür ediyorum. Peşinen taklitçiliğin altında örselenmeyen bir zihinle söylediklerinizi Allah’ın ve Kur’an’ın, iyi niyetin, aklın çerçevesinde ele almak benim şiarım artık.”
“Kendimi hesaba çektiğim düşünce serüvenimde, Yaşar Nuri Öztürk'ün haklı olduğuna inandığı davasında üslubunun ve iletişiminin herkesten daha nazik, mütevazı olmasının
kaçınılmaz olduğu önerisini de kendisine ileterek, kendisinden helallik isteyerek saygı ve selamlarımı sunuyorum.”
Tahsin Sırsaklar yazıyor: “32 yaşında inşaat mühendisiyim. Size duyduğum saygıyı, sevgiyi ve hayranlığı burada anlatmaya çalışsam, inanın maillere sığdıramam. Bence siz Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli ilim adamısınız. Ve en önemli aydınısınız. Ben ve benim gibilerin ufkunu açan, hurafelerden kurtaran, gerçek Kur’an'ı anlamamızı sağlayan yegâne insansınız.” “Kitaplarınız, TV programlarınız sayesinde hurafeye bulaşmadım, gerçek dini öğrenmeye çalıştım ve beynimi kimse zehirleyemedi. Katıldığınız programların internet üzerinden tekrarını izliyorum geceleri. Allah sizi başımızdan eksik etmesin. Sizi çok seviyoruz.”
Her komünist ateist değildir!
Komünizm, ekonomik bir düzendir. Baş düşmanı da sömürü, kapitalizm ve onların hamleci gücü olan emperyalizmdir. Bir komünist ateist olabileceği gibi, son derece dindar da olabilir. Tarih, özellikle İslam tarihi bunun örnekleriyle doludur.
Emperyalizmin öncüleri olan kapitalist kodamanlar, komünizmin kendileri için bir tür Azrail olduğunu bildiklerinden onu sahneden silmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Ve bu, insanlığın en büyük kayıplarından biri oldu. Emperyalizmin komünizm aleyhine birinci dereceden kullandığı araç iftira olmuştur. Emperyalizmin kapitalist firavunları, baş düşmanları komünizmi yenik düşürmek için tarihin en büyük namussuzluklarına tevessül etmekten çekinmediler. Bu namussuzlukların en başta geleni, “Komünizm eşittir ateizm” sloganıdır. Özellikle Müslüman kitleler, emperyalizmin komünizme karşı verdiği onursuz savaşta, işte bu slogan kullanılarak aldatıldı. Ve ne yazık ki, tek düşmanı zulüm (sömürü, istila, hak ihlali, haram servet, emeğe ihanet) olan İslam, baş düşmanı olması gereken emperyalizmin yanında, hatta hizmetinde bir konuma getirildi. Son yüzyılda, insanlık için de İslam ve Müslümanlar için de en büyük kayıp bu olmuştur. Şimdi, bu kaybın acılarını fark eden, vicdanı yerinde bazı insanların mektuplarından örnekler verelim.
Adem Çolak yazıyor: “Elimde, yazmış olduğunuz ‘Kur'an’ı Tanıyor musunuz?’ adlı kitabınız var. Bence insanlar bu eserinizi okumalılar ve bunu okuduktan sonra Kur'an-ı Kerim’i okumalılar. Allah senden razı olsun, kalemine ve yüreğine sağlık.”
“Yalnız, kitabınızın 212. sayfasında dini Allah adını kullanarak sömürü yapanlardan bahsederken, 1990’lı yılların en hararetli 'şeriat' demagogları içinde, eski yılların en hızlı ateist-komünistleri de vardır, şeklinde bir cümle kullanıyorsunuz. Buradan şunu anlıyoruz ki ateist olan aynı zamanda komünisttir de. Yahut komünist olan ateisttir. Ben bir komünistim hocam ve komünizmin İslamla asla ters bir yapı olduğunu da düşünmüyorum; bilakis, komünizmin, Kur'an-ı Kerim’in bahsettiği doğruluk, dürüstlük, hak yememe, yardımlaşma, sosyal adalet ilkelerine en yakın bir ekonomik sistem olduğunu kabul ediyorum. Her komünist ateisttir diye bir şey yoktur. Ateizm ve komünizm farklı şeylerdir. Sadece söylemek istedim.”
“Sen yüce rabbimin bizlere bahşettiği tebliğcilerden birisin. Seninle daha bir sever olduk yüce dinimizi, senin bilginle ve önderliğinle keşfettik yüce kitabımızı ve seninle anlar olduk yüce peygamberimizi. Biz senden ziyadesiyle razıyız, Allah da senden gani gani razı olsun!”
İrem Özkaya yazıyor: “Ne güzel ilham kaynağısın anlayana! Öğrenmeye meraklı olanadır mesajınız. Düşünme ve algı çok önemli ve bu da angutlarla çok zor. Bu çabalarınızdan bir ışık doğacaktır.”
“İlkin, sevgili annemden duydum adınızı, o gün bugündür konuşmalarınızı gönülden severek dinliyorum.”
Yanmak ve uyanmak
"Hamdım; yandım, piştim" diyor Mevlana Celaleddin Rumî. Varlıktaki oluş ve eriş sırrını ifade eden ölümsüz sözlerden biridir bu. Hamlıktan pişmişliğe, tohumdan filize, filizden çiçek ve meyveye geçiş, yolcuları kadar yolları da yürüyen hayatın her an yeni bir menzile ulaşma aşk ve iradesinin sergilenişidir. Bu halden hale geçiş, diğer varlıkların aksine, insanda, ‘kendini fark eden değişme’ olarak yürür.
İnsandaki şuurlu yol alışın göstergesi ıstıraptır. Bu yüzden, Mevlana, insandaki oluş ve erişi ‘yanmak’ diye niteliyor. Taş-toprak da yanar ama onların yanışı ıstırap değildir; çünkü onlar şuurlu değillerdir. Yani onların ‘ben’i yoktur.
Yanışsız ulaşılan zevkler aşk olmuyor. Yanışsız elde edilen kadın, sevgili olamıyor, sadece ‘dişi’ oluyor. Aşk, vuslatı hep dağın arkasında tutar ki âşık biraz daha yanabilsin. Arzuladığınızı kolayca kollarınıza teslim eden bir sevda aşk değil, et ve kan hoşnutluğudur.
Yanışsız işlenen günahların bile zevki yoktur. Yanışı olmayan yüzlerde nur, gözlerde fer göremezsiniz. Yanışsız elde edilmiş servetlerle beslenenler insan olamıyor; insan görünümünde hayvan oluyor.
Yanışı olmayan ibadetler Hakk'a vardırmıyor, sadece nefsi oyalıyor. Yaratıcı ruhların, yanışın eşlik ettiği günahları yanışsız ibadetlere tercih etmeleri bundandır.
Yaratan karşısında boyun büktürüp gözyaşı döktüren günahları, ukalalık ve tamlık duygusuna götüren ibadetlere tercih edin. Çünkü birincisinde yanmak, ikincisinde aldanmak vardır.
Allah'a, iddia ve gurur kapısından gitmeye kalkan, yolda kalır; Allah'a, boyun büküş ve gözyaşı kapısından gitmeye bakın. Çünkü o kapıda yanışa bağlı eriş vardır.
Yanmak, gerçek uyanışın anasıdır. Yanışsız uyananlar, gerçek ayıklığa ulaşamazlar, uyur-gezer olurlar. İsrailoğulları, yanarak uyanmış bir kitle olduklarından dünyayı avuçlarında tutuyorlar. İsrailoğulları’na hep ıstırap veren çöl, Arap'a bol petrol verdi de ne oldu! Yahudi hâlâ güçlü, Arap hâlâ hor ve zelil.
EN BÜYÜK NİMET, CUMHURİYET
Tanrı bize petrol vermedi diye yakınmayın. Bize, uyuşukluğa yenik düşürmeyen bir nimet gerekirdi; Tanrı bize onu verdi. O nimet, Atatürk Cumhuriyeti’dir. Bedava bulanlar kıymetini bilmeseler de bu cumhuriyet, bu yüzyılda İslam dünyasına verilmiş nimetlerin en büyüğüdür. Büyük yanışların karşılığı olarak elde edilmiş bir eriştir Atatürk Cumhuriyeti: Yüz bini aşkın şehit Çanakkale'de, 20 bin şehit Kurtuluş Savaşı'nda.
Türkiye'ye, 21. yüzyılda tevhidin en büyük kalesi olma kaderini layık gören Yüce Tanrı, her türden mirasyedi hainin yaygarasını, cumhuriyetin yeni oluş ve erişler elde etmesinde ‘deneyim’e dönüştürecektir. Sabredin göreceksiniz.
Allah'ın vaadi haktır. Elverir ki, daha iyi pişebilmek için yanabilme gücünüzü koruyun!
Müşriklere karşı tavrımız ne olmalı?
Önce bir mektubu okuyacağız. Nazlı Özhan ve arkadaşları yazıyor: “Yayınlamış olduğunuz kitaplarınızı zevkle okuyoruz ve çevremize de öneriyoruz. ‘Lanetlenen Soy’ adlı kitabınızın 199. sayfasında bahsettiğiniz müşrikler konusunda iki sorumuz olacak:
1. Müşriklerle nikâh caiz değildir. Müşrikler kadın veya erkek müminlerle nikâhlanamazlar. 2. Müşriklerin kestiği etler yenmez. Yahudi ve Hıristiyanların kestikleri hayvanların etleri yenilir, müşriklerin kestiği yenmez. “Burada bahsi geçen veya kastedilen müşrikler kimler ve hangi topluluktur. Bu konuda bizleri aydınlatırsanız seviniriz.”
ŞİRKİN ESAS ÇEHRESİ HEP SAKLANDI, ÇÜNKÜ…
Şirk, Müslüman kitlelere, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in anlattığı gibi hiçbir zaman anlatılmadı. Konuyu, Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in beyanlarına uygun olarak anlatan ilk eser benim ‘Din Maskeli Allah Düşmanlığı: Şirk’ adlı eserimdir.
Neden anlatmadılar şirki? Çünkü Kur’an’ın anlattığı şirk, Arap-Emevî saltanatının din diye dayattığı şeyin ta kendisiydi. Emevî Arabizmi Kur’an’ın tanıttığı şirkin anlatılmasına izin verseydi kendisinin gerçek kimliğini deşifre ettirmiş olacaktı. Buna izin veremezdi. Emevîleri aynen takip eden saltanat dincileri bugün aynı yolu izliyor ve Kur’an’ın tanıttığı şirkin örtülü kalması için her oyunu oynuyorlar. Şirkin tevhit dinine karşı bir din olduğunu söylemiyorlar; şirki ateizm veya dinsizlik diye tanıtarak kitleleri aldatıyorlar. Şirki Kur’an’ın tanıttığı şekilde tanıtırlarsa camilerde bir yığın maskeli müşrikin kol gezdiği ortaya çıkacak ve dinciliğin maskesi düşecek. O bakımdan durumu olabildiğince idare etmeye çalışıyorlar.
Bana sataşmalarının sebebi, benim bu durumu Kur’an’ın karşı çıkılamaz hüccetleriyle ortaya koyarak insanlığı ve Türk halkını uyandırmamdır. Ben; ‘Allah ile Aldatmak’, ‘Din maskeli Allah Düşmanlığı: Şirk’, ‘Maun Suresi Böyle Buyurdu’ ve ‘Kur’an’da Lanetlenen Soy’ adlı kıyamet koparan kitaplarımla, maskeli müşrik olan dincilerin maskelerini yırttım veya tama-men düşürdüm. Benden nefret etmelerinin sebebi budur. Şaşılacak bir şey yok.
Şirk konusunda uyanmak isteyenler, ‘Şirk’ adlı kitabımı mutlaka okuyacaklardır; başka çare yoktur. Mektuptaki sorunun özel cevabına gelince, o şudur: ‘Müşrikler’ denince Kur’an bir kategorik topluluk anlamaz; şirke batmış kişileri anlar. Bir müşrik, Allah’a inanabilir, namaz kılabilir, oruç tutabilir, hacca, umreye gidebilir. Ama bunları yapması onu müşriklikten kurtaramaz. Bakacağımız esas nokta şudur: Bir kişi, Allah ile insan arasında yaklaştırıcılar, şefaatçılar, kurtarıcılar kabul ediyor mu! Allah’ın yetkilerinin bir kısmını bir biçimde birilerinin kullanmasına seyirci kalıyor mu! İnsan haklarını çiğniyor, kamu haklarını yiyor mu! Dine, ibadet hayatına ve özellikle de namaza riya bulaştırıyor mu! Buna bakacaksınız; bunlara bulaşarak müşrik durumuna düşmüş kimseyle evlenmeyeceksiniz, onun kestiği eti yemeyeceksiniz, onunla aynı safta namaz kılmayacaksınız. Çünkü Kur’an’a göre, müşrikler ‘Allah düşmanıdır ve bizatihi pisliktir.’ (Tevbe suresi, 28, 114) Bu kadar açık ve net.
Yıllardır beklediğimiz, bu sesti!
Asırlardır beklediğimiz yaratıcı, kurtarıcı, erdirici ses nihayet yükselmeye başladı. Allah’a sonsuz şükürler olsun! Mutluyum, bu sesin yükselmesinde tarih ve Tanrı bana görev verdi. Çok ıstırap çektim, çok zulme maruz kaldım; haklarım çok çiğnendi ama geldiğimiz yer bütün bunları unutmamı gerektirecek bir büyük ‘mutluluk çizgisi’dir. Son zamanlarda birbiri ardınca aldığım her düzeyde mektuplar, iletiler bu söylediklerimin tarihsel belgeleridir. Bir bilim ve düşünce adamı, bu belgelere sahip olabilmek için neler vermez! O beklenen sese çok güzel bir örnek sunuyorum.
Ali Topaloğlu yazıyor: “Yaşadıkça, bir şeyler öğrendikçe sizi saygı, sevgi ve duayla anmaya devam edeceğim. Din konusunda bize sorgulamayı ve düşünmeyi öğrettiğiniz için size minnettarız. Devrim niteliğindeki (Şirk, Maun Suresi Böyle Buyurdu, Allah ile Aldatmak, Kur'an'daki İslam, İslam Nasıl Yozlaştırıldı, Lanetlenen Soy, Kur'an'ın Yarattığı Devrimler) kitaplarınızı okumuş bulunmaktayım. Şu anda da ‘Kur'an'ın Temel Kavramları’ adlı iki ciltlik eserinizi okuyorum.”
“Kitaplarınızı okudukça toplumun geleneksel tabular altında nasıl sıkıştığını, cehalet ve ilimsizliğin nasıl din sanıldığını görmekteyim. Yüzde 99'u ‘Müslüman’ (!) olan bir ülkede insanlar inandıkları kitabı okumuyor veya okuyamıyorlar. Birileri onlara Kur'an'ı anlamadığı dilde okutuyor ve bir şeyleri anlamalarını engelliyor. Dini saltanat dincisi hocalardan öğrenmekteler. Ve işin ilginç yanı dini, bu hocaların dedikleri sanıyorlar. Kimse ‘Neden?’ diye sormuyor veya birileri onlara bu soruyu sordurtmuyor. Din adına söylenenler kimse tarafından sorgulanmıyor. Kimse ‘Nerede yazıyor, Kur'an'da böyle bir şey var mı?’ sorusunu sormuyor. Gerçi sorsak ona da cevapları hazır: Hadis adı altında bir sürü yalan söz üretiyorlar. Akılla, ilimle, mantıkla, Kur'an ile bağdaşmayan bu sözleri sorgulayanlar sünneti inkârla suçlanıyor.”
“Toplum olarak müthiş bir çıkmazın içindeyiz. Saltanat dincisi hocalara kayıtsız şartsız itaatin bizi sefalet ve karanlığa götürmekten başka bir işe yaramadığını görüyoruz.”
“Anılan hocalar ve onun gibileri bizi dinsiz gibi görüyor. Biz onların anlattığı gibi bir dine inanmıyoruz. Biz, Allah'ın gönderdiği Kur'an'ın dinine inanıyoruz, saltanat dincilerinin dinine değil. Biz, insan haklarına saygılı, bütün insanları eşit gören, yetimin itilip kakılmasını lanetleyen, insanlık adına değer üretmemizi isteyen Kur'an’a inanıyoruz, Allahu Ekber nidalarıyla insanları yakan veya kafa kesenlerin dinine değil.”
“Bize, bu anlamda yol gösterdiğiniz için size bir kez daha teşekkür ediyorum ve ne kadar teşekkür etsem az, onu da biliyorum.”
O ses eyleme dönüşmeli!
Bir önceki yazım, beklediğimiz sesin artık çıkmaya başladığını ifade için yazılmıştı. Okuyucularım, o sesin epey zamandan beri var olduğunu bildiren iletiler gönderdiler. Çok mutlu oldum. Bu yanılmamı mutluluk vesilesi sayarım. O halde şunu söyleyelim: Artık o ses eyleme dönüşsün. Çünkü Türkiye ve genelde tüm İslam dünyası, korkunç bir karanlığa ve yıkıma doğru gidiyor. Mademki ses var, eylem de gelsin.
Doç. Dr. Hakan Yıldırım’ın mektubunu bu temennimi unutmadan okuyalım: “Yıllardır Beklediğimiz, Bu Sesti’ yazınızı okudum. Biraz alındım. 45 yaşındayım. Sizi ben, 1983'ten bu yana okumaktayım ve emin olunuz sizi milyonlar okuyor. Milyonlar sizin söylemlerinizle bu dini tanıdı, bildi ve ona yaklaştı. Atatürk’e de… 12 yaşımdan bu yana, ben de sizi, Allah'ın dinini gerçek anlamda anlatan, özel görevlendirildiğine inandığım insanlardan biri olarak görmekteyim. Yanlış anlaşılmasın; sadece insan olarak görmekteyim; insanüstü bir varlık olarak değil.”
“Yazdıklarınızın hepsine gönülden katılıyorum. Ülkede her şeyin içinin boşaltıldığı, üniversitelerin hiçbir niteliğinin kalmadığı şu karanlık günlerde ifade etmek isterim ki, beklediğiniz o ses hep vardı. Olacak da. En azından ben 12 yaşımdan bu yana o sesi hep işitiyorum.” “Sağlığınıza iyi bakınız ve sinirlenmeyiniz. Çünkü insanlar kitaplarınızı daha çoook okumak istiyor. Elbette ben de.”
DİNİ KUR’AN’DAN KOPARANLARI LANETLEYİN!
Gökhan Derbent yazıyor: “Ben Sünnî bir aileye mensubum ama kendim yaklaşık beş sene önce Müslüman oldum (Kur’an Müslümanı) şimdi ailem ve çevremdeki herkes beni dinsiz, deli ilan etti. Sizi çok önceden beri takip ediyorum. Raflarım sizin kitaplarınızla dolu, bundan dolayı, ‘Seni o Yaşar Nuri yoldan çıkarttı' diye bir de sizden şikâyet ediyorlar, hatta annem sizin için: 'O adamın telefonu yok mu, ver bana arayıp konuşacağım, dinden çıkarttı seni' diye söylenip duruyor. Tabii ki ben inandığım yoldan dönmedim, dönmeyeceğim!”
“Tüm elçiler böyle ne dediğini anlamayan kişilerin kınama ve iftiralarına maruz kaldılar. Ben bir Müslüman olarak bunları gördüğümde ne kadar doğru yolda olduğumu anlıyorum. Sizin gibi âlimlerden Allah razı olsun! İnsanlara ışık oluyorsunuz. Ben de Kur’an ile bu ışığı taşıyabildiğim yere kadar ulaştıracağım. Tümü bir araya gelip dinsiz ilan etseler de umurumda değil. Esas umurumda olan, Allah. Ben de O’nun kitabı ile şaşmadan yürüyeceğim.”
Gökhan kardeşim! Tevhidin büyük peygamberi Hz. İbrahim’in, müşrik babası tarafından, bizim peygamberimizin de müşrik amcası tarafından ‘dinsiz-imansız, sapık’ ilan edildiğini unutma. Şunu da bil: Mevlana Rumî diyor ki, “Kapalı kapı sana nasıl açılır, anahtara düşman kesilmişsin!” Bugünkü İslam dünyasının ve Türkiye’nin çelişkisini, dramını bu söz kadar güzel anlatanı olamaz. Müslümanlar, bir yandan, kurtuluş kapısının kendilerine açılmadığını en acıklı sesleriyle haykırıyorlar, öte yandan o kapıyı açacak ne kadar anahtar adam varsa onları dışlıyorlar. Örnek mi arıyorsunuz? Atatürk’e ve ona yapılanlara bakın! Daha elle tutulur örnek mi istiyorsunuz? Bana yapılanlara bakın!
İmamı Âzam bilinmeden olmaz!
Asırlarca aldatıldık. Kur’an okumak adına Arap harflerinin telaffuzunu bize kutsal bir uğraş olarak dayattılar. Hem beynimizi hem gönlümüzü hem de imanımızı perişan ettiler. Kur’an ‘tedebbür’ (yani ne dediğini anlayarak okuyup okuduğu üzerinde düşünmemizi) istiyor, Arapçı dayatmacılarsa ‘tedebbür’den hiç söz etmiyor, sadece ‘telaffuz’ dayatıyorlardı. Çünkü saltanatları, Kur’an’ın ne dediğinin anlaşılmamasına uyarlanmıştı. Onu tehlikeye atamazlardı.
Bu imansız ve namert oyunu tarih içinde ilk darbeleyen ilim ve irfan öncüsü, İmamı Âzam oldu. Arapçılık onun yaptığından çok rahatsızdı. Onu ilmen ve fikren aşamadılar, teslim alamadılar. Sonunda zehirleyip öldürdüler. Ama onun yaktığı ışık, Batı’da kilise kodamanlarının saltanatını yıktı. Luther’in devrim yaratan fikirlerinin öncüsü İmamı Âzam’dır.
İmamı Âzam’ın fikirlerini bir devletin omurgası, bir devrimin ruhu yapan önderse Mustafa Kemal Atatürk oldu. Bu gerçeği insanlığa ilk kez ama çok özet olarak Pakistanlı düşünür Muhammed İkbal (ölm. 1938) açıkladı.
İmamı Âzam’ın muhteşem mesajıyla Atatürk icraatı arasındaki irtibatı, ayrıntılı biçimde ortaya koyma onuru bize nasip oldu. ‘Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmamı Âzam’ adlı eserimiz, yaptığımız o işin belgesi ve göstergesidir.
Şimdi Arabizmi din diye yutturanların dayatmalarından ıstırap çekmiş milyonlardan birinin ibret dolu mektubunu okuyalım:
Necdet Kaplan yazıyor: “İyi eğitim görmüş, ana kucağında İslam dini ile tanışmış biriyim. Sülale boyu dindar bir aileden geliyorum. Helal lokma yiyerek büyüdüm. İnşaat mühendisliği mesleğimi helal lokma yiyerek sürdürüyorum. Rahmetli babam beni ilkokul sonrası, Kur’an’ı okuma eğitimine gönderdi. Tecvitli telaffuzla Kur’an’ı Arapça olarak okumayı öğrendim. Ancak Besmele’nin dahi anlamını öğrenemedim.”
“Sizi televizyon programlarınızdan tanıdım. Yaklaşımlarınız, beni Kur’an’ı kendi dilimden okuyup, anlamaya sevk etti. Babamın bana verdiği Kur’an’ı Arapça okuma eğitimi, manevî haz dışında bir katkı sağlamadı. Eserleriniz ve sıkı uyarılarınız sayesinde Kur’an mealini okumaya ve Kur’an’ı anlamaya yöneldim. Aman Allahım!!! Her bir ayet bir ışık.”
“Hayatım boyunca; İmamı Âzam Ebu Hanîfe adlı kitabınız kadar beni etkileyen, Müslüman âlemde bu gün yaşanan sefilliklerin ve rezilliklerin nedenlerini bu kadar güzel anlatan bir eser okumadım, görmedim, duymadım. Birçok konuya cevap bulmakta zorlanıyordum. Dünyamı aydınlattınız. Cenabı Allah her iki dünyanızı aydınlık kılsın. Karşılaştığım herkese, İmamı Âzam adlı eserinizi büyük bir heyecanla anlatıyor, okumalarını tavsiye ediyorum. ‘Okumadan ölmeyin!’ diyorum. Eserinizin hepsini okuyorum. Ancak İmamı Âzam adlı eseriniz her şeyi bir arada anlatıyor. Neden Müslümanlar bu kadar sefil duruma düştüler? Bu sorunun cevabı mükemmel bir anlatımla bu eserinizde veriliyor.”
“Siz; İslam âlemi ve insanlık için, çok değerlisiniz. Allahın izniyle siz ve sizin gibiler sayesinde İslam aslına dönecektir. Sayenizde, İslam âleminde yaşanan olayları, bunların nedenlerini artık çok rahat anlayabiliyorum. Uyardınız, uyandırdınız. Allah, bu ışığı etrafınıza yaymaya devam etmekten sizi mahrum bırakmasın!”
Muhammed İkbal'i mutlaka tanımalıyız!
Ömer Eren yazıyor: “Gaziantep Üniversitesi'nde genç bir İngilizce okutmanıyım. Düşünce dünyamın, açtığınız ufuklarla ne kadar geliştiğini kelimelerle tarif etmem imkânsız. Tarihin size verdiği kutlu görevin bizler de şahidiyiz. Biz de bu yolda bir toz parçası olabilirsek ne mutlu.”
“Muhammed İkbal'in eserleri ile ilgili araştırma yaparken, üstadın 1908 yılında vermiş olduğu bir konferansın Lahor’da 1977 yılında basılmış ikinci baskısını buldum. Kitap
Avustralya'daydı oradan getirttim, bugün elime geçti. Kitabın adı ‘Islam as an Ethical and a Political ideal’. Bu kitabı Türkçeye çevirerek halkımıza bir katkıda bulunmak istiyorum.”
“İkbal konusunda tartışmasız bir otorite olan sizin bu konuda eğer mümkünse tavsiyelerinizi ve uyarılarınızı öğrenmekten mutluluk duyarım. Çeviriye hemen başlayacağım. Size çok minnettarım. Bu duygularımı bir defa rüyamda size ilettim ama dünya gözü ile de sizinle bir kahve içmek için neler vermezdim! Allah sizden razı olsun!”
TÜRK DİLİNDE İKBAL
İkbal’in bir konferansı olan bu eserin ilk baskısı, 1955, ikinci baskısı 1977 ve üçüncü baskısı 1988 yılında Lahor’da yapıldı. Benim elimde üçüncü baskısı var. Baskıyı gerçekleştiren S.Y. Haşimî, eseri dipnotlar ve açıklamalarla zenginleştirmiştir. İkbal’in bu önemli eserini ben, son yedi sekiz kitabımda geniş sayılacak ölçüde değerlendirdi