Mustafa Kemal Atatürk’ün; ölümsüz tespitleri:
5 Şubat 1924 günü, İstanbul’da gazetecilere yaptığı bir konuşmada şöyle diyor: “Bu milletin şimdiye kadar Arapların, Acemlerin din maskeli iğfalleriyle aldatılmış olduğunu ispat etmek isteyen bir adamım.”-ABE. 16/208 *ABE.: Atatürk’ün Bütün Eserleri
29 Ekim 1923 günü, sorularını cevapladığı Fransız gazeteci Maurice Pernot’ya din meselesinde şöyle diyor: “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum. Şuura muhalif, ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor.”
Pernot’ya cevabının devamı şöyle: “Bu Asya milletinin içinde daha karışık, yapay, batıl inançlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler, sırası gelince aydınlanacaklardır. Onlar eğer aydınlığa yaklaşamazlarsa, kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.”-ABE. 16/150
İmzasız Baş Makaleler: Bilindiği gibi, Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları, Milli Mücadele’yi destekleyen basın organlarında, özellikle Milli Mücadele’ye desteğin sembolü konumundaki Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde en hayati yazıları yazan insanlardı. Bu yazıların önemli bir kısmı, Hâkimiyet-i Milliye’nin ‘Baş Makale’ adlı köşesinde, Mustafa Kemal tarafından yazılmıştır. Mustafa Kemal, ayrıca ‘İleri’ gazetesinde de müstear isimlerle yazılar yazmıştır. Hâkimiyet-i Milliye’nin 10 Ocak 1921 tarihli nüshasındaki ‘Hayatta Cidal’ adlı başmakalede şu satırlar var:
“Ocağının ırzını muhafazaya Muhammedi bir imanla kalkışmış olanlarla başa çıkılmaz. Bu dava, tarihte yüzlerce misaliyle kayıtlıdır. Bu tarih harikalarının en parlakları, Müslüman ve Türk âleminde görülür. Müslüman ve Türk! Evet, bu iki kelimenin üzerinde durduğumuzun büyük bir hikmeti vardır. Evvela Müslüman deyince bunda hürriyet ve adalet duygularının yükseldiği kat’i bir iman parlar. Müslüman’ın yurdu bütün dünyaya uzanır! Öyle ki Türkiye’deki Müslüman Hindistan’dakini düşünür. Mısır’daki ta Mağrib’dekini, Mağrib’deki ta Cidde’dekini anar. Birine dokunan diken ötekini de incitir. Ehlisalib diyar-ı İslam’a tecavüz ettiği vakit karşısında hem Kılıçarslanı, hem Selahaddini Eyyubi’yi gördü. Daha ileri gitse idi, Hintli’yi, Çinli’yi, Acem’i, Afgan’ı, Arab’ı, Tatar’ı görecekti. Bu pek açık bir meseledir…”
“Tam Müslümanlıktaki kuvvet ve heybet başkadır. O doğruluk, adalet bir adamı on defa büyütür. On misli vakar ve azamet sahibi yapar, ondaki büyüklükten hem dost iftihar eder hem de düşman korkar. Zira her şeyden evvel asıl mertlik, doğruluktur, menfaat hissiyle başkasının malına el uzatmamaktır. Onda muhtaç da olsa yine kendini menetmekte büyük bir necabet ve kalpte irade kuvveti var demektir. Hülasa, hayatta cidal vardır. Fakat doğruluk esas vazifedir. Her ikisinin yerleri ayrılmıştır. Tabirleri suiistimal etmemelidir. Biz bu kelimeleri ve delalet ettikleri olayları daima Müslüman’ca ve Türkçe düşünmeliyiz ki hakikate vasıl olabilelim. Bize Frenkçe düşünmek yaramaz.”
Tam Bağımsızlık Savaşı’nın başlangıç tarihi 19 Mayıs 1919 ise Türk Aydınlanma Savaşı’nın başlangıç tarihi de İzmir İktisat Kongresi münasebetiyle yapılan o uzun konuşmanın tarihi olan 2 Şubat 1923’tür. Atatürk’ün dehası, bu aydınlanma savaşını o bağımsızlık savaşının içine sokmuş, ikisini birleştirmiş, böylece tarihin önüne bir benzerini görmediği büyük bir diriliş örneği koymuştur. İşte birkaç satır. Ve işte, aydınlanma öncüsü Gazi Mustafa Kemal:
“Eğer Müslümanlardan, Kur’an’ı yüceltmek dini bir vazife olarak talep olunuyorsa hiç şüphe yok ki, Müslümanlar ne kadar kuvvetli, kudretli ve bütün bu kuvvet ve kudret akılca ne kadar yüksek olur, ilmen, fennen gelişmiş bulunursa, Kur’an’ı yüceltmeyi iyi yapmasını bilir ve Allah ancak bu mesai tarzından daha çok memnun olabilir. Bütün Müslümanlara da ne yapmak lazım geleceğine dair kuvvetli ve maddi bir misal gösterilmiş olur…”
Müdafaai Hukuk Başbuğu Atatürk, aydınlanmanın önünü açmaya şöyle devam ediyor:
“Daima ileri sürülen bir şey vardır ki, o da din engellemesidir… Bunda büyük bir hata vardır. Bizim dinimiz hiçbir vakit böyle bir şey talep etmez. İlim ve irfanı aramaya mecburuz. Nerede bulunursa bulunsun oraya gitmek, onu bulmak, almak, onunla donanmak mecburiyetindeyiz. Allah’ın emri, kadın ve erkek bütün Müslümanların aynı derecede ilmen, fazileten her bakımdan olgunlaşmasıdır… Kur’an ile hatırlatmak istiyorum ki, bu nerede ise oraya kadar gidecektir. Kim? Hepsi gidecektir, kadın da gidecektir, erkek de gidecektir. Dinin bir engellemesi yoktur…”
“Tesettür şekli, kadını hayattan, faaliyetten ve insanlıktan tecrit edecek, gayri meşru, aşırı mertebeye gelmiş olmasın!”
“Biz, elhamdülillah Müslüman’ız. Dinin hakiki esaslarını incelediğimiz zaman onun bize ifade edebileceği hükümet şekli, yalnız ve yalnız bizim takip ettiğimiz hükümet şeklidir. İlahi emirlerde hükümet şekli yoktur. Şu veya bu şekil ifade edilmiş değildir. Yalnız hükümetin nasıl olması lazım geleceğine dair esaslar ifade edilmiştir. Bu esaslardan biri şuradır.-Yani yönetenlerle yönetilenlerin birbirini denetlemesi sistemi. Bizzat Cenabı Peygamber şurasız muamele yapmazdı.”
“İkinci esas adalettir, Üçüncüsü ululemre-devlete, devleti yönetenlere, itaat etmektir. Ne yazık ki bu güzel hakikati, çok fena insanlar, yine din kisvesi altında çok fena yorumlamışlardır. Ve herkese tanıtmaya çalışmışlardır ki, emir demek, amir demek padişah demektir. Bu şekilde başa geçen bir canavar demektir. Ve böyle bir canavara ne olursa olsun mutlaka itaat etmek lazımdır. Müstebit olsun, rezil olsun, itaat edeceksin.”
“Millet ancak seçtiği insanlardan, vekillerden meydana gelen bir yönetime sahip olursa ve bu yönetim adalet üzere hareket ederse işte Allah’ın ve Kur’an’ın istediği hükümet bu olur. Çok iftihara değerdir ki, milletimiz ancak 1300 küsur sene sonra Kur’an’ın bu hakikatini fiil halinde göstermiş oldu.”
“Şahıslar gibi, meclisler de müstebit olur. Ve meclislerin istibdadı şahısların istibdadından daha tehlikelidir… Onun için, bilhassa bizim gibi canı yanmış olan bir milletin meclisi dahi her ihtimale karşı müddeti çok olmamalıdır… Meclisin yapacağı kanunun tasdikini bir adama vermek demek, milli hâkimiyeti kökünden yıkmak demektir… Milleti daima aldatanlar, büyük tanıdığımız fakat çok küçük olan heriflerdir…”
“Devletler yapan, büyük imparatorluklar yaratmak kudret ve kuvvetinde bulunan Türk milletini mahvetmek hususunda mevcut kanaat pek derindir. Bugünkü Avrupa diplomatlarının kafalarında hâsıl olmuş bir görüş değildir. Bundan evvel, çok çok evvelkileri zamanında yerleşmiştir. Bu, adeta babadan evlada intikal eden bir zihniyet, bir adet, bir anane olmuştur…”
“Türk milleti intikamını, zalimlerin zulmünü yıkıncaya kadar kalp ve vicdanından çıkarmayacaktır. Bu cihan bizim kalp ve vicdanımızda düşmanlık hissi bırakmak istemiyorsa bizim hakkımızda kalp ve vicdanındaki zulmü çıkarsın. Zulüm hissi baki kaldıkça intikam hissi devam edecektir.” “İngilizler, en hasis maksatlarını temin edebilmek için dünyanın en alçak hislerini ortaya koymaktan bir an ayrılmıyorlar…”
“Devlet serbest olmazsa, hariçten gelecek mal üzerinde tesirli olmazsa, el koyacağı gümrük vergisinde serbest olmazsa bu mesele kapitülasyon ruhundan hariç sayılabilir mi?... Barış istiyoruz, fakat tam bağımsızlık istiyoruz. Barışın anlamı budur.”
“Arkadaşlar! On sene sonra, yirmi sene sonra, elli sene sonra ölmektense, sefil ve aşağılık dereceye indirildikten sonra ölmektense, kalp ve vicdanımız açık olarak bugün ölelim ve tarih bizi böyle yazsın… Milletimiz namusludur ve namuslu muhataplar ister… Asıl kurtuluşa ulaşmak, mücadeleyi tatil etmekle değil, ilelebet mücadeleyi sürdürmekle mümkün olacaktır.”
“Türkiye halkı denildiği zaman, mukadderatını birleştirmiş olan ve hissen, dinen birbirine kalplerini bağlamış olan insanlardan meydana gelen halk demektir. Bunlar içinde ırken muhtelif olanlar vardır.”
“Bizim dinimiz İslam, en makul, en doğal dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son dindir ve en mükemmelidir. Doğal olabilmek için akla uygun olması lazımdır. Akla, ferasete, muhakemeye, mantığa, ilme ve fenne, hepsine tamamen uygun olması lazımdır ki, uygundur… Bizim dinimizde ruhbanlık yoktur.”-Bu seçilmiş sözler için bk. ABE. 15/50-103
Şimdi, bu noktayı irdeleyelim: Atatürk için Hz. Muhammed, esaret tanımamanın sembolüydü. Arap fistanı, sakal, şalvar veya takkenin değil. Atatürk, 5 Ağustos 1920’de Pozantı Kongresi’nde yaptığı konuşmada ‘Peygamber’in esaret tanımayan dindar ümmetinin cihat ordularının öncüsü olmanın şerefiyle iftihar ettiğini’ dile getiriyordu.-ABE. 9/133 Evet, Hz. Muhammed’in bağlısı dindar, esaret tanımaz, esaretle bir arada yaşamaz. O bilir ki, Hz. Muhammed, her şeyden önce, Müslümanların bukağılarını parçalayan, onları özgürlük ve efendiliğe doğru kanatlandıran bir öncüydü. Kur’an Hz. Muhammed’i böyle tanıtıyor: Prangaları kıran rehber…-bk. A’raf suresi, 157 Batılı emperyalistler Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk’e şu adı koymuşlardır: ‘Müslüman dünyanın Militan Lideri.’-ABE. 8/115
Tarihte ilk kez bir istila zulmüne karşı çıkan bir kurtuluş savaşının temeline ‘Müdafaai Hukuk’ ilke ve düşüncesi konmuştur. Müdafaai Hukuk’un tek basın organı olan Hâkimiyeti Milliye gazetesi o hengâmede, Fransız İnsan Hakları Beyannamesi’ni gazetenin ilavesi olarak vermiştir. Aynı Hâkimiyeti Milliye’de, büyük çoğunluğunu Atatürk’ün yazdığı imzasız başmakalelerden birinde ‘sevgi’ konusu işlenmektedir. O günün işgal, kan, barut, dehşet ortamında, Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı’nın baş mimarı, Türk milli vicdanının temel karakterlerinden birinin de sevmek olduğunu makale konusu yapıyor ve şu başlığı atıyordu: ‘Milli Düşüncelerden: Sevmek Kanunu’. Baş mimarın, istila-hıyanet-yoksulluk üçgeninde verilen savaşın acıları içinde sevgiyi anlatan bu makalesinden birkaç satır verelim:
“Her şeyin yaradılışındaki muvazene ve ahenk kanununu muhafazaya memur olan duygu, sevmek duygusu imiş. Bu histen dışta kalan her şey, her iş mutlaka bozuk ve terk olunmuş demektir; ziyanı olmasa bile fayda vermeyecek halde ruhsuz ve tesirsiz bir şey menzilesindedir. O halde, maddelerin, manaların, işlerin ve hislerin temasında ve ihtilatında bu muvazene kanunu cari olmazsa her şeyin iyiliği ve güzelliği de belli olmadan kalır.” “Sevmenin büyük ıstıraplarını ancak büyük kalpler taşıdığı için sevmek her vakit güzel ve her vakit yüksektir. Zaten böyle olmasaydı insanlar birçok acılara dayanamazlar ve yüreklerinde kuvvet bulunmasaydı pek çok duyguları muhafaza edemeyerek böcekler gibi ezilirler, çok hakir derecelere inerlerdi.”-Devrin Yazarlarının Kalemiyle Gazi Mustafa Kemal, 413-416
Demokrasinin insana hayır getiren bir sistem olarak işlemesi, onun kazandırdığı yetkinin mutlak kudrete dönüşmemesiyle mümkün olmaktadır. Mutlak kudret, evrensel değer olan hakkındır. Demokrasi bu hakkın çiğnenmesine araç haline gelmemelidir. Çünkü istibdat yani hakka tasallut, çoğunluğun, daha fazla parmağın verdiği imkânla doğduğunda istibdat olmaktan çıkmaz. Atatürk bu kaygıyı daha ilk günden duymuş ve çoğunluk istibdadına atıf yaparak dava arkadaşlarının, milletinin ve tarihin dikkatini bu önemli noktaya çekmiştir. Şöyle diyor: “Milletler, egemenliklerini geçici olarak da olsa tevdi edecekleri meclislere dahi güvenmemelidir. Çünkü meclisler dahi istibdat yapabilir. Ve bu istibdat, şahsi istibdattan daha öldürücü olabilir. Bunun için, meclisler belli ve sınırlı bir süreden sonra yenilenir. Bu sayede milli egemenlik daha emin esaslara ve şartlara bağlanmış olur.”
Müdafaai Hukuk’un başı olan ve Anadolu hümanizmini 20. yüzyılda devletleştiren büyük Gazi, haçlı işgalcilerin üstümüze cehennemi güçleriyle kan ve şiddet yağdırdıkları işgal günlerinde, onlara perde arkasından haince ve namertçe destek veren gayri-müslim azınlıklarla ilgili olarak halka ve kolordulara şu genelgeyi yayınlıyordu:
“Bugünler zarfında, vatanımızda yaşayan Hıristiyan ahali hakkında göstereceğimiz insaniyetkarane muamelenin kıymeti pek büyük olduğu gibi hiçbir yabancı hükümetin fiili veya görünüşte himayesini görmeyen Hıristiyan ahalinin tam bir huzur ve sükûnetle hayat sürmeleri, ırkımızın yaratılıştan donanmış olduğu medeni kabiliyete en kati bir delil teşkil eyleyecektir. Vatan menfaatlerine aykırı faaliyetleri görülenler ve memleketin huzur ve asayişini ihlal eyleyenler hakkında din ve milliyet mensubiyetine bakılmayarak, kanuni hükümlerin eşit olarak ve şiddetle tatbikini ve mahalli hükümete itaat etmekte ve tabiiyet vazifelerini yerine getirmekte kusur etmeyenler hakkında da tekmil alakadarlara süratle tebliğini ve bütün millet fertlerine münasip vasıtalar ile tamimini rica ederiz.”-ABE. 7/126-127 “Müslüman olmayanların muhafazasına bilhassa itina edilmelidir.”-Age. 7/130
“Gerek düşmanlar ve gerekse düşmanlarla birlikte aleyhimize ayaklanan diğer unsurlar ile vuku bulacak çarpışmalarda elimize geçecek esirlerin muhafazasına son derecede itina edilmesi, milletimizin donanmış bulunduğu merdane ve alicenabane hissiyat icabından olup bunun ihlaline hiçbir surette meydan verilmemesi ve girdiğimiz hayat ve memat mücadelesinde, Hakk’ın yardımıyla elde edilmesinden kuvvetle ümitvar bulunduğumuz milli haklarımızın hakiki medeniyet âlemine karşı müdafaasında bizi müşkülata düşürebilecek harekâttan kati surette sakınılması, vatanın selameti namına tamimen rica olunur.” “Gerek askeri kıtalar ve gerekse Kuvayi Milliye tarafından esir edilen düşman efradının hayatlarının muhafazasına fevkalade itina edilmesi talep olunur. Daha evvel milletimizin fertlerine en ağır tecavüzler yapan katiller bile esir edildiği vakit, intikam hissine kapılmayarak hayatlarının muhafazasını mutlaka temin etmelerini bütün amirlerden rica ederiz. Esirlerin hastalık sebebiyle elimizde vefat etmeleri, dini ve milli şiarımıza uygun düşmedikten başka, vatanımızın menfaatlerini esaslı surette yaralar. Bütün kıtalara ve bütün Kuvayi Milliye teşkilatına bu tavsiyelerimizin hakkıyla anlatılmasını rica ederiz.”-ABE. 7/290
27 Mart 1930 günü sabahı, doğmakta olan güneşe bakmaktadır. Yanındakilere, edebiyat ve felsefe tarihine de altın harflerle yazılabilecek şu muhteşem sözleri söyler:
“Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Doğu milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve hürriyetine kavuşacak daha çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşları şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelik olarak vuku bulacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere rağmen engelleri yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı geçecektir. Size bu sözleri söyleyen Cumhurreisi değil, sadece Türk milletinin bir ferdi olarak Mustafa Kemal’dir. Bu hususa bilhassa nazarı dikkatinizi çekerim.”-ABE. 26/144
Müdafaai Hukuk tarafından yaratılan büyük devrim her bakış açısı tarafından elbette ki farklı yorumlandı ama temel felsefe, baş mimar tarafından çok açık ve net olarak ortaya konmuştu: “Hiç kimsenin, hiçbir milletin adetlerine, ahlakına, milliyet esaslarına karşı değiliz. Yalnız istibdada, emperyalistlere karşı düşmanız.”-ABE. 8/82
Müdafaai Hukuk’un yarattığı kurtuluş ve aydınlanma mücadelesinin hedef aldığı emperyalizm-kapitalizm ikili zulmünün kanlı çehresi Atatürk tarafından 3 Mart 1922’de şöyle tanıtılmıştır:
“İstilacı, saldırgan olan devletler yerküreyi kendilerinin malikânesi kabul etmekte ve insanlığı kendi hırslarını tatmin için çalışmaya mahkûm esirler saymaktadırlar. Onlar, ilan ettikleri insani ve adaletkarane esasları, kabule değer gördükleri için değil, senelerden beri tahakküm zinciri altında tuttukları insanlık kütlesini büsbütün silahlardan tecrit etmek ve daha kolay esaret altında tutmaya devam etmek için bir aldatma vasıtası kabul etmektedirler.
Buna diğer bir saik daha vardır: Birbirlerini aldatarak biri diğerinden fazla menfaat koparmak. Hilekârlıkta yekdiğeriyle müsabaka etmektedirler. Bunlar sırf kendi hırslarını tatmin için çalışmaktadır. Bunların gayesi, insaniyetin iyiliğine yönelik olmadığı gibi, bilhakis, zulüm, baskı olduğu için, onları lanetle anmakta kendimizi haklı görüyoruz. Bunlar kudret ve kuvvet mevkiinde bulundukça mazlumlara merhamet ve şefkat göstermelerine imkân yoktur. Böyle bir şeye inanmak büyük bir gaflettir. Bu kuvvetleri maddi, manevi silahlarından tecrit edeceğimiz zaman ancak böyle bir hareket beklenebilir. Batı ancak bu kuvvet karşısında silahını teslime mecbur kalacak ve bu gayri insani muamelelerine, zulüm ve zorbalığına nihayet verecektir. Bunun husule gelmesi çok zamana bağlı değildir.”-Age. 12/299-300
Kur’an’a göre, israf bizatihi bir zulümdür. İsrafın kelime anlamı da zulümdür. Zulmü düşman bilenler, israfı da düşman bileceklerdir. Bu böyle olduğu içindir ki, ortak düşmanları zulüm olan Kur’an ve Müdafaai Hukuk zihniyeti israfı da ortak düşmanları arasına koymuşlardır. İsrafın, Kur’an tarafından tanıtılan büyük belalardan biri olduğunu ifade edelim ve bu konuda ayrıntılar için bizim ‘Kur’an’ın Temel Kavramları’ adlı eserimizin Savurganlık maddesine bakılmasını önerelim. Meseleye, Müdafaai Hukuk açısından baktığımızda, formül, Müdafaai Hukuk’un başbuğu tarafından, bugün de ve bütün coğrafyalarda geçerli olmak üzere şöyle ifadeye konmuştur: “Tasarruf, milli şiarımız olmalıdır. Dolayısıyla mali usulümüz, halka baskı yapmaktan ve zarar vermekten kaçınmakla beraber, mümkün olduğu kadar harice ihtiyaç duymadan ve el açmadan, kâfi gelir temin etmek esasına dayalıdır.”-ABE. 15/172
Atatürk şahsi hayatında da devlet hayatında da son derece kanaatkâr bir insandı. Hatta onun bu tavrı, adının ‘cimri-pinti Mustafa’ya çıkmasına yol açmıştır. Onun ‘pintiliği’ ile ilgili anekdotlar dillere destandır. Ama ölümüne kadar bu destanî kanaatkârlığını sürdürmüştür. Gazi’nin, o ‘kanaatkâr’ anlayışının yemek ve sofra açısından kısa bir izahı şudur: “Biz Türkler, misafirlerimizi ağırlamak için verdiğimiz ziyafetlerde çok adette yemek yapıyoruz. Bu, iktisada aykırı olduğu gibi, takdir buyurursunuz ki, sıhhate de zararlıdır. Milletimizin misafirperverlikteki bu yüksek hasletini makul bir hadde çevirmeyi hepimiz vazife saymalıyız.”-ABE. 18/33
4 Mart 1923 günü, Daily Mail gazetesi muhabiri Ward Price’a verdiği mülakatta şunları da söylemiştir: “Eski Osmanlı İmparatorluğu hükümeti sürekli, kaynaklarından fazla borçlanarak mahvedici hatasını ve böylece yabancıların, Türkiye üzerinde, memleketi bu kadar mahveden, o mali tahakkümlerini kurmalarına fırsat verdi. Türkiye’nin mali bağımsızlığını bu kadar derinden ihlal eden bir müessesenin, ‘Düyunu Umumiye-i Osmaniye’nin ortaya çıkmasına yol açtı.”
“Gelecekte bu gibi mali prangalardan kaçınmakta kararlıyız. Yabancı sermayenin yardımına ihtiyacımız olacaksa ve buyur edeceksek, ancak kendi idaremiz dâhilinde, hâkimiyetimizi tamamıyla muhafaza edecek şartlarda olmalıdır.” “Giderlerimizi gelirlerimizle denk yapmak için elimizden gelenin en iyisini yapacağız. Harbin son senelerini dış borçsuz idare ettik, barış zamanında da borçsuz yaşamaya muktedir olmalıyız.”-ABE. 15/190-191
Kamu haklarına tasallut bizim bütün tarihimizin en kahırlı illetidir. Ama Atatürk ve İnönü dönemi bu bakımdan hala bir istisna olmayı sürdürmektedir. Falih Rıfkı, bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: “Bu bir tek parti devri iken, yolsuzluk yüzünden bakanlar yalnız o devirde Yüce Divan’a verilmiştir. Nüfuz zenginleri olmamış değildir; fakat 27 yılın bütün zenginleri, 1950 sonrası çok partili devrin nüfuz tüccarlarının sayısı yanında hemen hemen sıfır sayılabilir. Eski hidivden yardım istekleri kendine anlatılınca, Atatürk başyaverini de genel sekreterini de hemen yanından atmıştı. Bakanların yolsuzluğu için ispat hakkı kullanılması, çok partili devirde yasak edilmiştir. Seçmenler, çoğunluğu çaldıkları açıkça bilinen nüfuz tüccarlarını hacı-hoca etkisi altında, tekrar tekrar seçmiştir. Bir Fransız hukukçusu şunu niçin demiştir: ‘Geri bir toplumu ilerletecek en uygun demokrasi sistemini Atatürk bulmuştur.’ Bir Fransız hukukçusu dalkavukluk etmez.”-Atay, Atatürkçülük Nedir, 31-32 Aynı Falih Rıfkı, Atatürk’le ondan sonrakileri mukayese ederken şu muhteşem tabiri kullanmıştır: “Boyları onun ayak bileklerine ancak yetişen politika cüceleri ülkenin bütünlüğünü tehlikeye sokmuşlardır… Ona hiçbirimiz Frenk övgüsü yapamazdık. O kadar Türk gururlusu idi.”-Age. 40, 42
Cümle âlem bilir ve itiraf eder ki, Atatürk hayatı boyunca devletten bir kuruş harcırah almamıştır. İkinci örnek de Mareşal Fevzi Çakmak’tır. Yolluk teklifi önüne getirilince şöyle derdi: “Ne harcırahı?! Ordu evinde yedik içtik, yattık kalktık. Görev yapıp döndük.”-Yurdakul Yurdakul, Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, 48
Harcırah şöyle dursun, Gazi, Ankara’da hem çalışması hem de oturması için, Ankara Müftüsü Rifat Börekçi’nin aracılığı ve eşrafın yardımıyla bir ev satın alınıp kendisine verilmek istendiğinde, evin tapusunun kendisi üzerine yapılmasını kabul etmemiş, ısrarlara rağmen eve taşınmamıştır. Nihayet, bir çözüm olarak, evin tapusu ordu adına Milli Savunma Bakanlığı’na verilmiş, Atatürk bunun üzerine eve taşınmıştır. Atatürk gulul-kamu malı hırsızlığı zulmünün devreye sokulmak istendiğini fark ediyor, bundan büyük acı duyuyordu. Bunun bir namertlik ve ihanet olduğunu da biliyor ve telaffuz ediyordu.
Atatürk devrinin emniyet genel müdürlerinden ve sonraki sağcı iktidarların dışişleri bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil-ölm. 1993 anlatıyor:
“Atatürk, Ziraat Bankası’nın genel müdürlük binasının holündeki geniş salonlarda halka eğlenceler düzenlenmesini emretmişti. Ben de emniyet görevlisiydim. Eğlencelere gittik. Saat gece 12’ye doğru tam dağılıyorduk ki, ‘Atatürk Ziraat Bankası’na geliyor’ dediler. Ben, bunun güvenlik açısından doğru olmadığını belirtirken Atatürk çıkageldi. Kendisini genel müdürün odasına buyur ettiler. Atatürk, genel müdür odasına baktı baktı, sonra hiç unutamadığım şu sözleri söyledi: “Amma da lüksmüş!”Atatürk, odanın ihtişamını tekrar gözleriyle izledi ve odada bulunanlara dönerek sözlerini şöyle tamamladı: “Ben, bu banka yüzünden gadre uğrayanlar çok gördüm de, adam olanı hiç görmedim.” Odada o sırada Ziraat Bankası’nın yöneticileri yoktu. Atatürk biraz daha oturdu. Sıkıldı.”-İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım, 37
Bu kısa sözler, öyle bir ortamda, Atatürk gibi birinin ağzından çıktığında kitaplık çapta bir ‘kamu haklarına saygı dersi’ olmaz da ne olur? Atatürk’ün ve genelde Müdafaai Hukuk öncülerinin kamu haklarına, devlet yönetimine bakışları bu zihniyetteydi.
Kurtuluş Savaşı’nın en büyük kumandanlarından ve devleti yöneten kadronun ilk birkaç adamından sayılan ve Atatürk’ün de en yakın arkadaşlarından olan Ali Fuat Cebesoy ve Refet Paşaların, barışın imzası üzerine, terfi ile taltifleri teklif edildiğinde Başkumandan’ın, 26 Temmuz 1923 tarihinde, Meclis ve İcranın Reisi sıfatıyla verdiği cevap şudur: “Ali Fuat ve Refet Paşa arkadaşlarımızın taltifleri hakkındaki yüksek teklifinize Fevzi Paşa Hazretleri ile birlikte hissen iştirak ederiz. Hatta bu, benim eski bir arzumdur. Ancak adı geçenler için bugün tasavvur edilebilecek bir terfiin resmi mahiyeti fevkaladeden bir terfi olacaktır. Fevkalade terfilerin icrası içinse barışın imzası bir vesile teşkil edemez. Bunun tespit edilmiş bir askeri vazifeye dayanması icap eder. Bu üzücü zaruretin tarafı âlilerinden de teslim buyrulacağına eminim.”-ABE. 16/53
Meseleye bu mantık ve vicdanla bakan ilim ve fikir adamlarımız vardır. Onlardan biri olarak gördüğümüz Prof. Dr. İlber Ortaylı, üzerinde olduğumuz konuda yani haniflik zihniyetinin evrensel kodlarını tespit sadedinde bakın neler yazıyor:
“19. yüzyılın Türk toplumu yeryüzü tarihinin en büyük devrimini yaşayan yerkürenin devlerine karşı varlık mücadelesi vermiştir. Burada toplum tarihini tasvir edecek değilim; 19. yüzyılın sadece iki portresine işaret etmeliyim. Mısır Çarşısı’nın fakir kapıcısının oğlu olan Osmanlı İmparatorluğu’nun unutulmaz sadrazamı Mehmet Emin Ali Paşa; devlet adamlığı, kültürü ve Babıâli’de öğrendiği Fransızcasıyla herkesi hayran eden büyük adam. Gene aynı çarşıda fakir bir çırakken 19. yüzyıl Türk toplumuna muallimlik eden Ahmet Mithat Efendi. Ahmet Cevdet Paşa, Şemsettin Sami, Ahmet Vefik Paşa. Birisi Paris Saint Louis lisesinde, diğeri Fatih medreselerinde, öbürü Balkanlar’daki mekteplerde yetişen ve toplumlarının muasır kültürünü inşa eden adamlar. Misyoner okullarına karşı fetva ve kışkırtmayla değil, Galatasaray Lisesi gibi, Darül Muallimat gibi okulları ve Bursa’da tiyatroyu kurarak direnen savaşçılar…”
“1930’ların fakir, endüstrisiz, az nüfuslu ve tahılla beslenip incir, üzüm, tütün satarak geçinen Türkiye’sinin, gözlenen ve yorumlanan ikinci sınıf toplumlardan değil, birinciler arasında yer alma iddiasında olduğu görülür. Daha doğrusu bu iddia ve heyecan, Atatürk’e ve bir grup arkadaşına aittir. ‘Türk tarihini araştırmak’ diye adlandırılan faaliyet, aslında yeryüzündeki insan toplumları arasında geniş bir coğrafyaya yayılan bir kavmin tarihteki macerasını inceleme ve giderek dünya tarihinin bir yorumunu yapma isteğine dayanıyordu. Bu saygın bir çabadır.”
“Çağdaş Batı’nın ulaştığı en yüksek noktada bayağılaşması ve canavarlaşmasıyla kendi münevver evlatlarını boğazladığı bir dönemde; Sinolog, Hindolog, Mezopotamya tetkikleri uzmanları, Hititologlar, Rohde gibi eski Yunan-Roma öğretmenleri ve benzeri seçkinleri Türkiye’ye celbeden ruh, böyle bir iddiaya oturur. Dönemin Başvekâlet ve Hariciye vekâleti binasından daha görkemli bir fakülte yapıldı. Dil Tarih’in mimarı ünlü Bruno Taut idi. Tahılla geçinen fakir cumhuriyet, mesela Bizans araştırmaları için dışarıya öğrenci yollamıştı. Bugün bu dal Türkiye’de yok bile…”
“1947 yılının meşum üniversite olayları da gösterdi ki, Türkiye’de iktidar çevreleri Atatürk’ün bu büyük iddia ve heyecanını anlayamamıştır. Hala da Türk akademi dünyası bu yolda topal adımlarla ilerlemektedir. Geçtiğimiz zaman içerisinde Türkiye mühendislikte, tıpta, sanayide büyük hamleler yapmış; cumhuriyet kurulduğu döneme göre çok ileride bir maddi kudrete sahip olmuştur. Ama kültürel alanda eski atılım ve heyecanın bulunmadığı ve bir zamanlar çölde bir nehir gibi patlayan Kemalist dönem kurumlarının hızının kesildiği açıktır. Bu nehrin buharlaşıp yok olmasını istemiyorsak bütün akademik politikalarımızı değiştirmek ve yeryüzünün kültür ulusları arasında yer almak zorundayız. Bir üniversitede mühendislik bölümü kadar klasik dillerin Hindistan, Ortadoğu ve Afrika araştırmalarının da önemli olduğunu anlamak gerekir. Ulusal tarih bilinci yerküreyi bilmekle oluşur.”-İlber Ortaylı, Türkiye’nin Yakın Tarihi, 233-236
Milli Mücadele’de şer ve zulmün adamı olanların kod adları şu üç kelime-kavramdır: 1: Namussuzluk, 2: Hainlik-vatan ve bağımsızlığa ihanet, 3: İrtica. Bu üç kavramın zıddı olan kavramlar ise hayır ve adaletin adamı olanların kod adlarıdır: 1: Namusluluk, 2: Vatanperverlik, 3: Dindarlık. Şimdi bu hayati kavramı biraz irdeleyelim.
Milli Mücadele literatüründe namus kavramı müstakil bir çalışma konusu olmalıdır; yapılmamıştır. Üniversiteli arkadaşlara buradan duyurmak isterim. Ben öyle bir çalışma görmedim, bunu birinin yaptırması lazım: Kurtuluş Savaşı literatüründe namus kavramı. Bir tek kavram üzerinde yoğunlaşmıştır dedelerimiz bu savaşı verirken: Namuslu adam. “Bu şahsı size gönderiyorum; ne istiyorsa yapın” der Müdafaai Hukuk mensupları. İki kelimelik tek gerekçe gösterirler: Namuslu adamdır. Veya şöyle derler: “Bu adam bizimle olamaz; çünkü namuslu değildir.”
Cenabı Peygamber, dürüstlüğüne tanıklık ettiği kişileri tanıtırken bu sıdk kavramını kullanırdı. Mesela, tarihin en büyük ve en cesur toplumcusu olarak gördüğümüz ve üstü örtülen mesajını bağımsız bir eserle kitlenin önüne çıkardığımız ölümsüz sahabi-Müslüman olan 4. veya 5. kişidir Ebu Zer el-Gıfari’yi “Güneş, bu Ebu Zer’den daha dürüst bir insan üzerine doğmadı” diye tanıtırken bu sıdk kavramını kullanmıştır. Filolojik verilerden hareketle, ‘Müdafaai Hukuk’un namuslu Adamı’nın şu niteliklere sahip insan tipi olduğunu söyleyebiliriz: Gerçekçi, dürüst, doğru sözlü, kişilikli, münafıklıktan uzak, ona buna yalakalık yapmayan, kendisine sır tevdi edilebilecek güvenirlikte, feraset, nezaket ve uyum sahibi olan vakarlı kişi. Kur’an dilinin büyük ustası Isfahanlı Ragıp-ölm. 502/1108, sıdkı, ‘sözün, içte saklananı ile dudaktan telaffuz edileninin aynı olması’-el-Müfredat diye tanımlamıştır ki, bu, dolaylı yoldan namuslu adamın da tanımıdır.
Zaman zaman geliyorlar Atatürk’e, yakınıyorlar: “Efendim, filanca çok yıkıcı muhalefet yapıyor; memlekete zarar verecek, durdurulması lazım.” Atatürk’ün cevabı: “Ona dokunmayınız.” Israr ediyorlar: “Efendim, çok sıkıntı yaratıyor, bize büyük engeller çıkarıyor.” Cevabı şudur ölümsüz Atatürk’ün: “Namuslu adamdır, dokunamayız.” Bir gün diyorlar ki, “Bize çok zarar veriyor, bıçak kemiğe dayandı. Bertaraf etmeliyiz.” Kükrüyor büyük Atatürk: “Bertaraf edemeyiz, muhalefetine katlanacağız; çünkü namuslu adam. Bertaraf ettiğimizde, yerine hem muhalif hem namussuz biri gelirse ne yapacaksınız!?” İşte Mustafa Kemal bu!
Atatürk, irticayı iki temel açıdan değerlendirmiştir: 1: Felsefi açıdan, 2: Türk tarihi ve Türk Kurtuluş Savaşı açısından. Birinci anlamda irtica, hayatı geriye götüren ve güzel olan her şeyi tahribe yönelen bir şer unsur olarak görülmektedir. Şöyle diyor Atatürk:
“Hayatın felsefesi, tarihin garip tecellisi şudur ki, her iyi, her güzel, her faydalı şey karşısında onu imha edecek bir kuvvet belirir. Bizim lisanımızda buna irtica derler.”
-ABE. 14/339 İrtica hıyanetinin Kurtuluş Savaşı’na problem çıkardığı günlerde Atatürk şöyle diyor: “İrticai harekâtın teşvikçisi İngilizler olup merkez beyni de İstanbul’dadır.”
İrticanın, yine o günlerde, Ermeni hainleriyle işbirliği yaptığını da Kurtuluş Savaşı ile ilgili zabıtlardan öğreniyoruz.-bk. ABE. 6/325; Karabekir Paşa, İstiklal Harbimiz, 3/1079 Atatürk; irtica gibi, hurafeye de karşıdır ama hurafeyle irticayı aynı kefeye koymamıştır. Neden? Şundan: İrticanın ağır biçimde mahkûm edilişi, dinsel karakteri yüzünden asla değildir; hıyanet karakteri yüzündendir. Mürteci-hain kadrolar, işin bu püf noktasına asla değinmezler; tam aksine onu sürekli gözden kaçırarak Atatürk’ü irticaya değil de dine karşı gösterirler. Oysaki Atatürk, hıyaneti söz konusu olmayan dinsel karşı çıkışların hiçbir eksiklerine, hiçbir hurafeciliklerine bakmadan onları bağrına basmış, övmüş, yüceltmiştir. Şu sözlere bakın: “Müslüman ahaliden, vatan haini olanlardan gayrısının manevi kuvvetleri pek yüksektir. Anadolu’ya kalpten bağlanarak geleceği beklemektedirler.”-ABE. 7/155
Atatürk, bir yerde şu ‘tanımı’ da yapmaktadır: “Vicdan yerine düşman parası tanıyan alçaklık.”-ABE. 5/329 Bir tanım daha veriyor Atatürk: “Millete düşman, düşmanlara dost olarak takip edilen haince siyaset…”-ABE. 5/356
İspanyol şarkiyatçı Asin Palacios-ölm. 1944, İtalyan şairi Dante’nin İlahi Komedyası’nın kaynaklarını İslam düşüncesine çıkaran çalışmasında şu tespiti yapar:
“Ortaçağ İslam medeniyeti, insanlığın tam dönüm devrinde, eski kültür silinip de yenisi gelirken yaratılmış ilk rönesanstan başka nedir?”-Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, 90
Bütün zamanların en büyük kelam bilgini ve en büyük fakihlerinden biri kabul edilen Mütezile-Şafii imamı Kadı Abdülcebbar-ölm. 415/1025 ünlü eseri el-Muğni’de, önce, akıl ile vahiy ilişkisinin dayandığı ve kendisinden sonraki tüm Müslüman düşünürlerce de tekrarlanan şu ilkeyi belirliyor: “Akıl ile vahyin kaynağı birdir, Allah’tır; dolayısıyla bu ikisi çelişip çatışmaz. Eğer çatışır gibi bir görünüm ortaya çıkarsa akıl esas alınır, vahyin verileri akla uygun hale getirilmek üzere tevil edilir.”-Kadı Abdülcebbar; el-Muğni, 8/280
Abdülcebbar bu temel ilkeden çıkacak pratik sonuçlara da dikkat çekmiştir. Şöyle diyor: “Akıl ile zaten bilinebilecek hükümleri dine izafe etmek gerekmez. Vahiy olmasaydı bilinemeyecek hükümler olan ibadetler ise akla havale edilmez. Akıl bunların hikmet ve maslahatlarını bilemez.”-Aynı eser, 15/26, 17/102
Bu anlayışın zorunlu sonucu olarak Abdülcebbar, insanlık tarihinde ilkin onun telaffuz ettiği şu muhteşem tespiti yapmaktadır: “Dinsel deliller sıralamasında ilk sıra aklındır.” Dahi kadımız bu delile ‘hüccetü’l-akl’ demektedir. Kur’an ikinci sırada, sünnet-Peygamber’in uygulamaları ise üçüncü sırada yer alıyor. Dördüncü sıra, bilginler ittifakının yani icmaındır. Geleneksel anlayış ve manifesto, bu sıralamada aklın yerini değiştirmekle kalmamış, aklı tümden devreden çıkarmıştır. Geleneksel Emevici kabule göre, dinde, deliller sıralaması şöyledir: 1: Kur’an, 2: Sünnet, 3: Kıyas, 4: İcma.
Geleneksel dinciliğin bu sıralamasındaki sünnetin içinin, uydurma hadislerle doldurulduğunu da dikkate alırsak, böyle bir ‘dinsel deliller-edillei şer’iye sıralamasından insanlığa ve Müslümanlara bir hayır gelmeyeceğini anlamakta gecikmeyiz. Nitekim tarihin, önümüze koyduğu gerçek de budur. Ölümsüz eserinden bahsettiğimiz Kadı Abdülcebbar’ın, altına ‘Cumhuriyet devrimleri manifestosu’ veya ‘Atatürk’ün din-akıl anlayışı’ diye rahatlıkla yazabileceğiniz şu muhteşem tespitine de kulak verelim:
Ona göre, din de dâhil, bütün alanlarda akıl ve onun verileri-akliyat önde gelir. Din verileri-şer’iyyat ise esas hüküm sahibi olan akla yardımcı olur. Akıl, ayrıca, vahyi kavramanın ön şartı olarak da vahiyden önce gelir. Abdülcebbar’a göre, “Akıl, delillerin delilidir.”
Aklın ve özellikle maslahat ilkesinin önemini ve fıkhın bu ilke esas alınarak yeni ihtiyaçlara göre yeniden oluşturulması gerektiğini, ‘Maslahat Risalesi’ adlı anıt eseriyle bir ekol tezi olarak öne çıkaran düşünür, Hanbeli fakihi Necmuddin et-Tüfi-ölm. 716/1316 olmuştur. Tüfi, temsil ettiği muhteşem ekolün temel anlayışını şu cümle ile ilkeleştirilmiştir:
“Muamelatta hükümler maslahata-kamu yararı göre belirlenir; bu alanda dinin verileri sadece birer örnektir; tüm zamanları bağlamaz.” Kur’an-ı Kerim; “Allah, aklını işletmeyenler üstüne pislik atar” diyor. Bu, Yunus suresi 100. ayet.
Bunu bilmeyen birine, dindar veya dinci birine; “Mustafa Kemal böyle demiştir” desem,
bana isyan eder. Şükürler olsun ki, Kur’an söylüyor. Pislik, aklı olmayanlar üzerine iner denmiyor, aklını işletmeyenler üzerine iner deniyor. Aklın varlığı yetmez, işlevsel akıl lazım. Buradan hareketle, İslam mirası şunu tespit etmiştir: Akıl, komutan olacaktır. Dinin de komutanı akıl olacaktır. “Atatürk bize akıldan başka yol gösterici bırakmamıştır.” diyor Falih Rıfkı. Ve derin bir hakikati tam isabetle ifade ediyor.-Atay, Atatürkçülük Nedir, 46
İzmir İktisat Kongresi’nde 2 Şubat 1923 günü yaptığı tarihi konuşmada şu satırlar da var: “Bizim dinimiz İslam dini, en akılcı, en tabii dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son dindir ve en mükemmeldir. Tabii olabilmek için akılcı olması lazımdır. Akla, ferasete, muhakemeye, mantığı, ilme ve fenne, hepsine tamamen uygun olması lazımdır ki, uygundur. O halde bu kadar açık bir hakikati bir defa anladıktan sonra, tekrar anlatabilmek için, İslam toplumsal hayatında özel bir sınıfa hiç kimsenin hakkı yoktur.”-ABA. 15/95
Bir Anadolu hümanisti olarak Atatürk bütün doğu milletlerini de dikkate alarak, bu politikasının esasını şöyle belirliyor:
“Asya, Batı âleminin ölümünü istemiyor. Bu memleketler müthiş ve feci bir esaretten yeni çıkıyor. Asyalılar başka milletleri kendilerinin asırlarca çektikleri ıstıraplara uğratmak istemiyorlar. Onlar kendi hesaplarına memleket fethetmek fikrinde değillerdir. Onlar yalnız bağımsızlık istiyorlar ve bunu alacaklar.”
“Bağımsızlık, yabancı düşmanlığı demek değildir. Bilakis, eğer yabancılar, Türklere esir muamelesi etmek arzusunda değillerse, gelsinler, hangi millete mensup olurlarsa olsunlar, bunlar çalışmak istedikleri takdirde Türkiye’de iyi karşılanacaklardır. Fakat Türkleri Avrupalılardan aşağı tutan teorinin artık tatbik zamanı geçmiştir. Bundan sonra Doğulular ve Batılılar yekdiğerine aynı suretle muamele etmelidir. Birbirleri için eşit insanlık hakları tanımalıdır. Artık Doğuluları Batılıların altına düşüren imtiyazlar kalkmalıdır.”-ABE. 12/295
Doğu’yu ve Batı’yı çok iyi bilen Türk düşünürlerinden biri olan Peyami Safa-ölm. 1961, aynen bizim gibi, İslam dünyası için en hayati soru olarak şunu görüyor:
“Niçin Ortaçağ Türk ve İslam düşüncesi, Yunan düşüncesinden sonra ve onun ilhamıyla, bugünkü Avrupa kafasının temellerini attığı halde, birden bire sapıtarak sabit bir iman içinde yan gelmeyi tercih etmiştir? Şimdiye kadar ileri sürülen bütün sebepler sabit kalmış olduğu halde bu değişikliğin sırrı nedir? Üstüne şimdiye kadar hiçbir garp, şark ve Türk mütefekkirinin ihtiraslı bir dikkatle eğilmediği bu muammayı halletmeden kendimizi anlamış olmak imkânı yoktur.”-Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, 97
Peyami Safa’ya göre, akılcı İslam düşüncesinin “İleri bir Avrupa kafasından çıktığı halde bir Asya kafasında karar kılmasının sebebi, tekâmül etmiş Greko-Latin kültüründen uzaklaşarak ilkel kalmış Brahma-Buda kültürüyle temasını arttırmasındandır.”-Safa, age. 105
Daha başka bir ifadeyle, “Niçin, İslam dini, kitabında akılcı bir düşünceye sahip bulunduğu halde sonradan mistik bir düşünce doğurmuş, Hıristiyanlık da kitabında mistik bir ruh sahibi olduğu halde, sonradan akılcı ve tabiatçı bir medeniyet yaratmıştır? Hâsılı, niçin Hıristiyan garp, düşüncesinde Müslüman’dır ve İslam şark, düşüncesinde Hıristiyan’dır? Bu çaprazlama tekâmülün, bu kafa değiş tokuşunun sırrı nedir?”-Peyami Safa, age. 106
Atatürk’ün gözünde bilimin öncülüğü, hayatın ve mutluluğun garantisidir. Atatürk’ü hatırlayalım, bütün yapıp ettikleri ilim ve aklın öncülüğündedir. Bu öncülüğü söyleme dönüştürdüğü söz şu: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.”
Atatürk’ün bu sözü, Kur’an’ın iki yüze yakın ayetinin Türkçe ifadesidir. Biraz daha Kur’anileştirerek söyleyelim: “Hayatta tek mürşit ilimdir.” Atatürk, tam bir Kur’ani yaklaşımla, insan fıtratının dinsizliği reddettiğini, hiçbir insanın yaradılış bakımından dinsiz olamayacağını ifade etmiştir. Bütün mesele, imanı ilimle aydınlatmak ve olumlu üretime sokmaktır.
Bu konuda, İzmir İktisat Kongresi’nde, bir büyük İslam düşünüründen beklenecek güzellik ve ihtişamdaki şu sözleri söylüyor:
“Bugün biliyoruz ki, Batı’da dinsizliği kendine meslek yapanlar vardır. Fakat bence, dinsizim diyen, mutlaka dindardır. İnsan için dinsiz olmanın imkânı yoktur. Bu bahiste sizi daha çok yormak istemem. Yalnız bu sözü ne için söyledim, arz edeyim.” “Dinsiz kimse olamaz. Bu umumiyet içinde şu dinin veya bu dinin tercih edilmesi söz konusu olabilir. Bittabi biz, mensup olduğumuz dinin en çok isabetli ve en mükemmel olduğunu biliyoruz ve imanımız da vardır. Fakat bu iman, aydınlanmak lazım, güzel ve iyi olmak lazımdır ki, hakikaten kuvvetli olabilsin. Yoksa imanı çok zayıf insanlardan sayılırız. O zaman bu milleti, bu memleketi yıkmak için çalışan Şükrü Hoca gibi olabiliriz.”-ABE. 15/97
Atatürk, 1 Mart 1923 günü, TBMM’nin 4. toplantı yılını açarken yaptığı konuşmada dinin ilimle buluşturulması yönünde, daha önce bir benzerini göremediğimiz muhteşem bir kararlılığa şöyle temas ediyor:
“Tetkikat ve Te’lifatı İslamiye Heyeti’nin vazifeleri arasında hikmeti İslamiyeyi Batı’nın ilmi ve felsefi teorileriyle mukayese ve İslami kavimlerin itikadi, ilmi, içtimai, istatistikî, iktisadi hayatlarına ait işleri incelemek ve neticelerini yayımlamak, anmaya değer ehemiyete sahiptir. İnceleme için bir kütüphane tesis edildi. İstanbul’dan, Avrupa’dan ve Mısır’dan bir kısım mühim kitaplar getirtildi. Ehemmiyetli birçok kitap da Avrupa ve Mısır’a sipariş edildi. Şer’iye Vekâleti, medreselerin birleştirilmesini ve asri müessese haline getirilmesini hedeflemektedir. Vekâlet, asri müçtehit ve müfessirlere kaynak olmak üzere bir Külliyei İslamiyye vücuda getirmeye büyük ehemmiyet atfetmektedir.”-ABE. 15/175
16 Mart 1920 günü Heyeti Temsiliye reisi Mustafa Kemal imzasıyla yayınlanan protestoda bile yer almaktadır: “Bu işgalin mahiyetinin takdirini, resmi Avrupa ve Amerika’nın değil; ilim, irfan ve medeniyet Avrupa ve Amerikasının vicdanına bırakmakla yetinir ve bu hadiseden doğacak büyük tarihi mesuliyete son defa bir kere daha herkesin nazarı dikkatini çekeriz.”-ABE. 7/121
27 Ekim 1922 günü Bursa’da yaptığı konuşmada ise çok daha açık seslenmiştir: “Medeni bir millet olarak medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. Bu ilim ve fen nerede ise oradan bulup alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur. Dinimiz bu yüce emri ihtiva ettiği içindir ki, ekmel dindir. Dinimiz, ilim ve fenni putperest memleketlerde aratır, ta Çin’de bile aratır. Bu hakikatleri bütün milletin bilmesi lazımdır.”-ABE. 14/44-45
21 Aralık 1937’de, yani ölümünden bir yıl önce, Suriye Başbakanı Cemil Mardam’la yaptığı görüşmede, rozet Atatürkçülerinin asla gündeme getirmedikleri şu sözleri de söylemiştir:
“İmparatorluğun idare tarzındaki kabalığın doğurduğu birçok hoşnutsuzlukları da nazarı dikkate almak icap eder. Ben şahsen bütün camia için gayret sarf etsem bile bazı kitlelerde hâsıl olmuş bulunan zihniyetler, bizi birbirimize yaklaştıramayacak kadar mühim idi. Bu sebeple, ben bütün kuvvetimi ve kudretimi, yalnız bu imparatorluk içindeki Türk olan unsura hasretmek mecburiyetinde kaldım. Ancak, ben bu işi yaparken çok emindim ki, asırlardan beri beraber yaşamış, dindaşlık yapmış insanlar, ayrılamazlar. Yalnız, imparatorluğun yarattığı birtakım yanlış anlamaların unutulabilmesi ve nihayet beraber yaşamış bu insanların birbirlerini anlayabilmesi için belli bir zamanın geçmesi lazımdı.”
“Türkiye Cumhuriyeti’nin arzu ettiği şey, Suriye’nin bağımsız bir İslam devleti olmasıdır. İsterlerse Suriyeliler bizimle dost olurlar veyahut olmazlar. Bu onların bileceği bir şeydir. Fakat herhalde bağımsız bir Suriye İslam devleti kurulmalıdır. Fakat Fransızlar bunu istemiyorlar. Fransızlar Suriyelileri adam yapmak istiyorlarmış. Fakat evvela kendileri adam olsunlar. Suriyeliler zeki, modern ve nazik insanlardır. Fransızların terbiyesine ihtiyaçları yoktur. Suriyeliler böyle düşünmelidirler. Ben Suriye’yi bilirim. Gençliğimde Şam’da bulundum. Sürgün olarak, Abdülhamit zamanında. Suriye’nin daha birçok şehirlerinde de yaşadım. Daha sonra kumandan olarak da bulundum. Bütün kabahat Osmanlı İmparatorluğu’ndadır. Balkan Harbi sonunda Gelibolu’da idim. Ben Talat Paşa’ya teklif ettim. Suriye’ye, Irak’a bağımsızlık veriniz dedim. Talat Paşa ‘Bunu başkasına söyleme, seni asarlar’ dedi. Fakat yapılacak şey bu idi. Eğer yapılsa idi bugün Türkiye, Suriye ve Irak ki zaten kardeştirler, daha samimi kardeş olacaklardı, bağımsız Suriye, Irak ve Türkiye.”
“Suriyeliler henüz olgun değillermiş. Fransızlar acaba ne zaman olgun olmuşlardır? Suriyeliler mükemmelen medeni iken acaba Fransızlar ne vaziyette idi? Daha birçok meselelerimiz vardır. Fakat ve maalesef bunların ortaya konulması için kuvvet lazımdır. Suriyelilerin ellerini kollarını bağlamışlar. Çözünüz onları, koparınız o bağları! Bu namus meselesidir. Bunun için en büyük tehlikeyi bile göze aldım. Mesele, Suriye ile aramızda kalınca bin bir dostluk yolları ile uyuşuruz. Hatta Suriye Başvekili ile benim aramda kalsa daha çabuk olur. Bunu yapacağım. Fransızlara veremem. Açık söylüyorum. Eğer Ekselans yarın Suriye’ye ve Şam’a dönerlerse lütfen benim bütün Suriyelilere ve bütün dostlarımıza selamımı söylesinler ve açık olarak desinler ki, ben ve hükümetim sizin tam bağımsızlığınızı istiyoruz. Eğer Fransızlar engel olursa Fransızlara da söyleyeceğimiz sözler vardır. Ona da kefilim. Suriyelilerin ordusu yoktur. Fakat bizim ordumuz kâfi. Söz veriyorum: İcap ederse girerim ve sonra yine çıkarım. Temenni ederim ki, buna mecbur olmayalım. Katiyen bırakamam. Suriye’yi terk etmek istemiyorlar. Fakat terk edeceklerdir. Bir kere tutununuz, ordu yapınız. Korkmayınız. Bir şey yapamazlar. Kuvvet kullanmaz iseniz her şey yaparlar.”-ABE. 30/120-122
Müdafaai Hukuk Başbuğu’nun, 1 Mart 1923 günü Meclis’te yaptığı konuşmanın sonu, onun, milleti nelerin kaynağı ve sahibi olarak gördüğünün tarihi belgesi niteliğindedir. Şöyle sesleniyor:
“Muhterem ve muazzez arkadaşlarım! Hep beraber ihtiram bakışlarımızı, vicdanımızın kıblesi olan millet muhitine dikelim. Orada faziletin, vefa ve sadakatin, yenilik arzusunun, hâkimiyet ve bağımsızlık aşkının söndürülemez ateşi yanmaktadır. Bu mukaddes ateş kendi içindeki cehaleti ve karanlığı yakacak ve bağımsızlığımız önüne dikilecek bütün engelleri yıkacaktır. Bu muazzam iradenin huzurunda büyük bir hürmet ve bağlılıkla eğilelim.”-ABE. 15/184
Mustafa Kemal milletten şu sözlerle de bahsetmektedir: “İlham ve kuvvet kaynağı, milletin kendisidir.”-Age. 17/47 “Hayatımdaki en büyük dayanak ve kuvvetim, vatandaşlarımdan gördüğüm itimat ve destektir.”-Age. 18/364
Ve Kastamonu’daki 30 Ağustos 1925 tarihli konuşmasında bir varlık kanununu ifadeye koyuyor: “Milletimizde gelişme kabiliyeti mevcut olmasaydı, bunu yaratmaya hiçbir kuvvet kudret kâfi gelmezdi. Herhangi bir gelişme vaziyetinde bulunan bir insan kitlesini, bulunduğu vaziyetten kaldırıp damdan düşer gibi filan gelişme mertebesine ulaştırmanın imkânsızlığı izaha muhtaç değildir.”-Age. 17/293-294
Millet ve millet için çalışmak dendiğinde, akla ilk gelen sorulardan biri, belki de birincisi para meselesi olarak belirginleşir. Millet için çalışmak, ama bunun maddi desteğini, parasını kim karşılayacak? Milletten para almak, gerekçeniz ne olursa olsun kolay iş değildir. Atatürk, milletini bütün iyilik ve güzelliklerin kaynağı bilen bir lider sıfatıyla bu konuyu da Türk milleti adına cevaplamıştır. Şöyle diyor:
“Efendiler! Senelerce evvel bu memleket, bu millet büyük bir felaketin içinde bırakılmıştı. Ben, memleket ve milleti, düştüğü felaketten çıkarabileceğim kanaatiyle Anadolu’ya geçtiğim ve maksadın icap ettirdiği teşebbüslere giriştiğim zaman cebimde, emrimde beş para olmadığını beyan etmeliyim. Fakat parasızlık, milletle beraber atmaya yöneldiğim koca adımları durdurmaya değil, zerre kadar azaltmaya dahi sebep teşkil edememiştir. Yürüdükçe, muvaffak oldukça maddi müşkülat ve engeller kendiliğinden halloldu.”
“Ankara’da, mukaddes topraklarımızı her taraftan sarmış ve fiilen işgal etmiş düşman ordularını bu topraklardan atmaktan bahsettiğim zaman bana en şuurlu, en uzak görüşlü oldukları iddia olunan zevat, bütün bu teşebbüslerin paraya bağlı olduğundan bahsettiler. Ne kadar paran vardır veya nereden, nasıl para bulabilirsin gibi sorular yöneltiyorlardı. Benim verdiğim cevap şu idi: Türk milleti, teşebbüsün ciddiyetine kanaati halinde, onun gerektirdiği kadar servet kaynağını müteşebbislerin emrine amade kılar.”
“Hükümet teşekkül ettiğinde onu teşkil eden kişilerin dahi bana, ‘Hükümet teşekkül etti fakat devlet ve hükümetin idaresi için nereden para alacağız?’ dediklerini hatırlarım. Verdiğim cevap çok sade olmuştu: ‘Mesainiz devleti, milleti kurtarmaya yönelik olunca ve bu hedefiniz büyük Türk milletince malum olunca sorunuz tekerrür etmeyecektir.’ Türk milleti, kendi için, kendi geleceği ve selameti için çalışan müteşebbisleri ve heyetleri müşkülat karşısında bırakmayacak kadar yüksek vatanperverlik ve yüksek şeref hissiyatıyla donanmıştır.”-ABE. 18/283
19 Eylül 1921 günü TBMM’de yaptığı uzun konuşmanın bir yerinde o günkü Türk hükümetini değerlendirmekte ve şu tarihi tespiti yapmaktadır: “Hükümetimizin şekli, gerçek kanuna ve İslam şeriatına tamamen uygundur. ‘Bunun şekli yoktur, vaziyeti yoktur, şüphelidir belirsizdir’ demek, elbette isabetli olamaz. Fakat belki saygıdeğer arkadaşlarımızdan bazılarıyla öneri yazarı beyefendinin söylemek istediği başka bir şeydir. Yani, ‘Bu hükümet demokrat bir hükümet midir, sosyalist bir hükümet midir, yani şimdiye kadar okuduğumuz kitaplarda ismi söylenen hükümetlerden hangisidir?’ buyurdular!”
“Bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir. Sosyalist bir hükümet değildir. Ve gerçekten kitaplarda var olan hükümetlerin, bilimsel mahiyeti bakımından, hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat milli hâkimiyeti, milli iradeyi oluşturan tek bir hükümettir, bu öze sahip bir hükümettir! İlmi ve sosyal noktadan bizim hükümetimizi ifade etmek gerekirse ‘halk hükümeti’ deriz. Teşkilatı Esasiye Kanunumuzun birinciden dördüncüye kadar olan maddeleri hükümetin ne olduğunu, kimin tarafından yönetildiğini, yöneten heyetin kuvvet ve yetkisini açıklamıştır. Şekli belirlenmiştir. Fakat sosyolojik açıdan bile düşündüğümüz zaman, biz hayatını, istiklalini kurtarmak için çalışan gayret ve emek sahipleriyiz, zavallı bir halkız! Konumumuzu bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız! Bundan dolayı her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını çalışmaktan arınmış geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur, hakkı yoktur.”
“Halkçılık, sosyal düzenini çalışmasına, hukukuna dayandırmak isteyen bir sosyal meslektir. Biz bu hakkımızı saklı bulundurmak, bağımsızlığımızı güven altına almak için toplumumuzca, milletimizce bizi yok etmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe mücadeleyi uygun gören bir mesleği takip eden insanlarız. Bundan dolayı bu ve bu gibi yönlendirmelerle ve açıklamalarla hükümetimizin dayandığı temelin, ilmi çalışmaya dayanan bir temel olduğunu açık bir şekilde görürüz; fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş!”
“Efendiler biz benzememekle ve benzetmemekle övünmeliyiz! Çünkü biz bize benziyoruz efendiler.”-Atatürk, Söylev ve Demeçler, 211-212
Atatürk, milletiyle münasebeti açısından nedir? Vahdettin gibi ‘millete çoban’ mı, yoksa diğer bütün sultanlar gibi ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ mi? Hayır, hiçbiri değil. Ne olduğunu, bizzat kendisi, bir büyük melaminin azizlik ve temizliği içinde bakın nasıl anlatıyor:
“Sizden olan bir şahsa sizden fazla ehemmiyet atfetmek, her şeyi milletin bir ferdinin şahsiyetinde toplamak, geçmişe, bugüne, geleceğe bütün bu devirlere ait bir toplum meselesinin açıklanmasını ve ortaya konulmasını, bu yüksek topluluğun mütevazı bir şahsiyetinden beklemek, elbette ki layık değildir; elbette ki lazım değildir.”
“Memleket ve milletin hayat ve geleceğine olan muhabbet ve hürmetimden dolayı huzurunuzda bir hakikat noktasını izaha mecburum. Vatandaşınız olan herhangi bir şahsı istediğiniz gibi sevebilirsiniz; kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, evladınız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz. Fakat bu sevgi sizi, milli mevcudiyetinizi, bütün muhabbetlerinize rağmen, herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize vermeye sevk etmemelidir. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olamaz. Bir millet için, bir millet varlığı, bir millet şerefi ve haysiyeti, bir millet büyüklüğü için bu kadar hata olamaz. Ben, mensup olduğum büyük milletimin böyle bir hatayı artık işlemeyeceği hakkında tam bir itimada sahip olmakla müsterihim ve iftihar ediyorum.”-ABE. 17/45
2 Aralık 1925 günü gazeteciler ve kumandanlarla konuşmasında, kendisinin ‘Sürekli Cumhurbaşkanlığı’ ile ilgili şöyle diyor:
“Birçok yerlerden müracaatlar görüyorum. Yaşadığım müddetçe reisicumhurluğumu istiyorlar. Bu, bizim prensiplerimize aykırıdır.”-ABE. 18/127
12 Haziran 1925 günü, yani Türkiye’de ve dünyada güç, şöhret ve itibarının zirvesinde olduğu sırada, milletiyle bütünlüğünün, milletinde eriyip yok olduğunun ifadesi olan şu konuşmayı yapıyor:
“İki Mustafa Kemal vardır; biri karşınızda oturan ben; et ve kemik, fani Mustafa Kemal. İkinci bir Mustafa Kemal var onu ‘ben’ kelimesiyle ifade edemem. O, ben değil, bizdir. O, burada oturan sizler, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve yeni mefküre için uğraşan aydın ve mücahit bir zümredir. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüs ettiklerim, onların hasret duyduklarını tatmin içindir. O Mustafa Kemal bütün bir aydın ve mücahit zümrenin temsilcisidir. Fani olmayan, yaşaması ve muvaffak olması mukadder olan Mustafa Kemal odur.”-ABE. 17/255
5 Ocak 1925 günü Konya’da yaptığı şu konuşma, Müdafaai Hukuk devrimi ve Atatürk meselesinin tarihe ışık tutan bir vicdan belgesi gibidir:
“Biz, keyfi hareket etmeyiz. Müstebit asla değiliz. Hayatımız, bütün faaliyetimiz memleket işlerinde keyfi ve müstebitçe hareket edenlere karşı mücadele ile geçmiştir.”
“Bizim; akıl, mantık, zekâ ile hareket etmek şiarımızdır. Bütün hayatımızı dolduran vakalar, bu hakikatin delilidirler.”
“Memleket ve millet işlerinde, şahıslarıyla, fiilleriyle, fikirleriyle zararlı olmak vaziyetine düşenlere karşı zaman zaman sertleştiğimiz vakidir. Milleti hakiki kurtuluş yolunda yürümekten mene çalışmak isteyenlere şiddetli ve amansız olmak eğilimindeyiz! Toplumsal nizamımızı bilerek veya bilmeyerek ihlal edici kimselere müsaadekar olamayız! Bunlar doğrudur. Bizden bu hususlarda sükûnet ve tarafsızlık talep edenleri tatmin edemiyorsak, bunun sebebi, memleket ve millet menfaatini her şeyin üstünde gördüğümüzdendir.”-ABE. 17/149
İzmir suikastında cezaların verilmesini ve infazını, kendisine yönelik bir hareketin mahkûmiyeti olarak düşünmüyor, Türk devlet ve milletine yönelen bir ‘irtica’ yani dinci hıyanet olayı olarak düşünüyor. 1 Kasım 1926 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmada şunları söylüyor:
“Türk milletinin gelişmesine asırlardan beri set çeken engelleri kaldırmak ve genel hayata muasır medeniyetin kanunlarını ve vasıtalarını vermek için sarf ettiğiniz mesainin bütün milletin tasvibine kavuştuğu muhakkaktır. İhtiraslarını ve içlerinde gizlediklerini milletin selameti yolunda tatmin edilmemiş görenlerin boğazlanmışçasına teşebbüsleri milli irade karşısında daima kahrolmuştur ve daima kahrolacaktır. Suikast hadisesi naçiz şahsımızla alakası itibarıyla değil, fakat Türk milletinin merdane vasıflarına yaraşmayan ve millet vekâleti gibi yüksek bir itibar mertebesini tecavüz vasıtası kılmayı düşünecek kadar soysuzlaşan irticai bir zihniyet göstermek itibarıyla üzücü olmuştur.”-ABE. 18/297
Atatürk, Türk halkını raiyyelikten kurtarıp millet yaptı. Nedir Atatürk’ün bu ‘millet’i? Önce kendisini dinleyelim. O günlerden çok bugünlere çözüm getiren bir reçeteyi andıran şu sözleri ibretle okuyalım:
“Muhafaza ve müdafaasıyla meşgul olduğumuz millet, bittabi bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif İslami unsurlardan meydana gelmektedir. Bu topluluğu teşkil eden her bir İslam unsuru, bizim kardeşimiz ve menfaatleri tamamıyla ortak olan vatandaşımızdır ve yine kabul ettiğimiz esasların ilk satırlarında bu muhtelif İslami unsurlar ki, vatandaştırlar, yekdiğerinin karşılıklı hürmet ile riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna; ırki, toplumsal, coğrafi hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrar ve teyit ettik ve hepimiz bugün samimiyetle kabul ettik. Dolayısıyla, menfaatlerimiz ortaktır. Kurtarılmasına azmettiğimiz birlik, yalnız Türk, yalnız Çerkez değil, hepsinin karışımı bir İslam unsurudur. Bunun böyle kabul edilmesini ve yanlış anlamaya meydan verilmemesini rica ediyorum.”-ABE. 8/157
Müdafaai Hukuk Başbuğu’na göre, millet, aynı zamanda kendisine hesap verilmesi gereken bir yüce makamdır. Bu makama verdiği hesabı aynı zamanda tarihe de verdiği hesap olan Nutuk’la yerine getirmiştir. Afet İnan’ın Nutuk’la ilgili şu sözleri derin bir hakikatin ifadesidir: “Nutuk, bir devlet kurucusunun milletine hesap verme örneğidir ve tarihte eşine az rastlanır.”-Sinan Meydan, Nutuk’un Deşifresi, 40
Bizzat Atatürk, Nutuk’u, ‘millete hesap vermek için’ yazdığını dile getirmiştir. CHP İkinci Kurultayı’nda yaptığı konuşmada şöyle diyor: “Senelerden beri devam eden çalışmalar ve icraatımızın millete hesabını vermenin görevim olduğu kanaatindeyim.”-Hâkimiyeti Milliye gazetesi, 16 Ekim 1927 Aynı gerçeği, Nutuk’u okuduğu kongrenin açılışında yaptığı konuşmada bir soru üzerine şöyle dile getiriyor:
“Geleceğe yönelen tedbirler hakkında fikirlerinizi söylemeden önce geçmişe ait olaylar hakkında bilgi vermek ve yıllardan beri süregelen davranış ve yönetimimizin milletimize hesabını vermek, ödevim olmuştur. Olaylarla dolu dokuz yıllık bir sürenin tarihine değinecek demecim uzun sürecektir. Ama bu güç iş, yerine getirilmesi gereken bir ödev olduğuna göre sözü uzatırsam beni hoş karşılayacağınızı ve bağışlayacağınızı umarım.”-Sinan Meydan, Nutuk’un Deşifresi, 43
Atatürk, çok ilginçtir, Kur’an’da yapılanın aynını yaparak millet ile kavmi birbirinden ayırıyor. Türk milleti denince bir kavim değil, bir halk anlaşılmalıdır. Bu ne demektir? 1926 tarihini taşıyan Nutuk’a hazırlık dosyasındaki notlarında şu satırlar var: “Millet kelimesiyle kavim kelimesi karışır. Şu farkla ki millet kelimesiyle siyasi teşekkül kast olunur; kavim-people kelimesi ise her şeyden evvel kökeni ve ırkı hatırlatır.”
“Irk, lisan, din, hükümet, ayrı insanların millet halinde teşekkülüne yardım etmişlerdir. Fakat muhtelif lisan konuşan ve muhtelif dine sahip olan muhtelif ırklardan meydana gelen milletler vardır. Bunun gibi, siyasi müesseselerle ayrılmış veyahut Yahudiler gibi bütün dünya üzerine dağılmış oldukları halde yekdiğerine sıkı milli bir bağ ile bağlı kalmış kavimler vardır. Aynı lisanı konuştukları halde aynı millete mensup olmayanlar da vardır. Bazı milletler, birbirinden esaslı bir surette farklı ırklardan meydana gelir. Bir milletin sinesinde birbirine en zıt dinlerin yan yana mevcudiyeti de görülmektedir.”
“Aynı arazide yaşayan ve millet haline gelen kavimlerin müşterek siyasi müesseseler tarafından idare edilmesi icap eder. Bir millet, tarihin derin inkılâplarının mahsulü olan manevi bir unsur, manevi bir ailedir. Arazinin şekliyle tayin olunmuş bir grup değildir. Bu fikir üzerinde ısrar ederek, millet hakkında ancak eksik bir fikir veren geçici ve ikinci derecedeki unsurları hariç bıraktıktan sonra Renan, çoğunlukla pek ayrı kavimlerin insanlarını iki şeyin birleştirdiğini ilave eder: Birisi zengince bir hatırat mirasına sahip olmak, diğeri beraber yaşamak hususundaki arzu ve rıza. Bu rıza, sahip olunan mirasın muhafazasına devam hususundaki iradedir.”
“Milli birlik meselesinde ırk ve dil ihtilafına rağmen anlaşılması lazım gelen budur. Fakat müşterek fikrin belirmesine, hayati benzeyişler ile köken birliğinin ahlak yakınlığı inşa etmesine müessir olduğu ilk esas ki köken ve ırktır, bunların tesirini inkâr etmemelidir. Her şeyin mukaddes hazinesini muhafaza eden lisanın da tesirini unutmamalıdır. Bir millet diğer milletlere nispetle tabii veya kazanılmış haklara, hususi karaktere sahip olması, kendisini kuşatan milletlerden farklı bir uzviyet teşkil etmesi, çoğunlukla onlardan ayrı olarak asra paralel gelişmeye çalışması keyfiyetine milliyetler prensibi denir.”
“Her kavim, hükümetinin şeklini tanzim etmek ve değiştirmek hakkına sahiptir. Bir kavim diğerlerinin hükümetine karışmak hakkına sahip değildir. Bir kavmin hürriyetine tecavüz, bütün kavimlere tecavüz demektir. Millet, ahlak, lisan ve kanunları muhtelif kavimleri ihtiva edebilir. Devlet, milletin ancak bir teşkilat unsurudur, şekillenmesidir.”-ABE. 18/317-322
Atatürk, milletin birliğinden yürüyerek insanlığın birliği idealine yol arar, o yüceliğe tırmanır. Bunun için atıf yaptığı temel kavram ne dindir ne de ırk. Atıf yapılan temel kavram, medeniyet olmuştur. Belli ki Atatürk, bu noktada bir devlet adamı, bir asker olmaktan çıkmakta, bir filozof haline gelmektedir. Bu noktada, izninizle şu tabiri kullanmaya cesaret ediyorum: Atatürk, insanlığın birliğini sağlamada, bir ortak-evrensel medeniyet fikrini ileri sürüyor. Ve insanlığın birliğinin bu ortak-evrensel medeniyet etrafında vücut bulmasını öneriyor. Türk milletini de bu ortak-evrensel medeniyetle eklemlendirerek, Fransız Maurice Pernot’ya fikrini şöyle açıklıyor:
“Biz, yabancılara karşı herhangi düşmanca bir fikir beslemediğimiz gibi, onlarla samimi münasebetlerde bulunmak arzusundayız. Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin ilerlemesi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmek lazımdır. Siyasetimizin, ananelerimizin, menfaatlerimizin bizi fikir ve eğilim itibarıyla bir Avrupa Türkiye’si, daha doğrusu Batı’ya yönelmiş bir Türkiye arzu etmeye meylettirmesi olacaktır. Biz daima Doğu’dan Batı’ya doğru yürüdük. Eğer bu son senelerde yolumuzu değiştirdikse, itiraf etmelisiniz ki, bu bizim hatamız değildir. Bizi siz mecbur ettiniz. Vücutlarımız Doğu’da ise fikirlerimiz Batı’ya doğru yönelik kalmıştır. Medeniyete girmek arzu edip de, Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir? Eğer yabancı düşmanlığından, o kadar pahalı elde edilen bir bağımsızlığa halel verecek her şeyden nefret manası çıkarılıyorsa, evet, bizim yabancı düşmanı olduğumuz söylenebilir.”-ABE. 16/148-149
Millet olmak nedir sorusu da önem arz etmektedir. Osmanlı hiçbir zaman millet olamamıştır. Bu millet olamamış topluluğun kader meselelerini kotaran, var oluşunu sağlamak için sürekli hayatını ortaya koyan unsur-Türk unsur ise en fazla ihmal edilen, hatta horlanan unsur durumundadır. Denebilir ki, raiyyelik, sadece o unsurun canını yakmıştır. Ve Osmanlı batıp dağıldığında da onun bütün günahlarını ve borçlarının faturasını ödeme işi bu horlanan unsurun boynunda kalmıştır. Atatürk bu noktaya büyük bir vukuf ve hakşinaslıkla parmak basıyor:
“Osmanlı İmparatorluğu’nun kuvvetli devirlerinden itibaren, milletin bağımsızlığı zararına, hayati menfaatleri zararına o kadar çok şey feda edilmiş idi ki, netice yalnız kendisinin mahvolmasından ve çökmesinden ibaret kalmadı, belki kendinden sonra da memleketin hakiki sahibi olan milleti hak ve mevcudiyetini ispat için büyük müşkülata maruz bıraktı.”
“Vatan dediğimiz kutsi mevcudiyete genel bir bakışla bakalım. Onun hayat namına, ümran namına her mazhariyetten mahrum bir siyah toprak sahasından ibaret bırakılmış olduğunu görürüz. O siyah toprak sahasının altında defineler ve üstünde asil ve kahraman bir millet yaşıyor.”-ABE. 16/77, 79
Millete verilen hâkimiyetin hangi temel değerlere dayanacağını Gazi Mustafa Kemal şöyle ifade etmektedir: “Hâkimiyeti milliye üç büyük dayanak noktası tanır: Zekâ, irfan, hamiyyet. Bunlar haricinde hiçbir şeye dayanamaz.”-ABE. 6/125
Atatürk, bu konuya, İzmir İktisat Kongresi’nde 2 Şubat 1923 günü yaptığı konuşmada, bir büyük Müslüman fakihten beklenebilecek bir vukufla şöyle açıklık getirmektedir:
“Biz elhamdülillah Müslüman’ız, dinin hakiki esaslarını incelediğimiz zaman onun bize ifade edebileceği şekil, yalnız ve yalnız bu hükümet şeklidir. İsterseniz bu noktada ufak bir izah yapayım.”
“Biliyorsunuz ki, şer’i esaslarda, ilahi emirlerde hükümet şekli yoktur. Şu veya bu şekil ifade edilmiş değildir, yoktur. Yalnız hükümetin nasıl olması lazım geleceğine dair esaslar ifade olunmuştur. Bu esasların biri de şuradır, meclistir. Hükümet mutlaka meclis halinde olmak lazımdır. O kadar ki, bizzat Cenabı Peygamber şurasız muamele yapamazdı, Allah tarafından men edilmişti. İkinci esas, adalettir. Şura, adaletle hükmünü icra eder. Adaletten yoksun bir hükümet şekli kınanmıştır.”
“Herkese tanıtmaya çalışmışlardır ki, emir demek, amir demek, sultan demektir, padişah demektir; böyle başa geçen bir canavar demektir. Ve böyle bir canavara ne olursa olsun mutlaka itaat etmek lazımdır. Müstebit olsun, rezil olsun, itaat edeceksin.”
“Millet her bakımdan kendi menfaatlerini muhafaza edecek olan ve bu menfaatleri muhafaza etmek için lazım gelen vasıflara ve meziyetlere sahip bulunduğunu kabul ederek seçtiği insanlardan, vekillerden meydana gelen bir şuraya sahip olursa ve bu şura adalet üzere hareket ederse, işte Allah’ın ve Kur’an’ın talep ettiği hükümet odur. Çok iftihara değerdir ki, milletimiz ancak 1300 sene sonra Kur’an’ın bu hakikatini fiil halinde göstermiş oldu.”
“Bizim çok korktuğumuz ve daima korkmakla hayatımızı kurtaracağımız bir şey vardır ki, herhangi bir şahsın, herhangi bir heyetin dahi istibdadı altında kalmaktır. Çünkü efendiler, şahıslar gibi meclisler de müstebit olur. Ve meclislerin istibdadı, şahısların istibdadından daha tehlikelidir. Dolayısı ile uzun müddet iktidara sahip olmak üzere toplantı halinde kalacak olan mebuslar, yavaş yavaş kendilerini seçen milletin arzusundan, emellerinden, hislerinden ve fikirlerinden uzak kalır, arada bir ayrılık olur. Bir gün bakarsınız ki, millet başka türlü çalışıyor, milli emeller başkadır.”-ABE. 15/76-83
Atatürk devriminin en hayati ilkesi, belki de tek ilkesi şudur: Sürekli devrim içinde olmak, sürekli yaratıcılık sergilemek. Atatürk, bir aksiyon felsefesi mimarı gibi konuşmaktadır. Hem kurgulayan hem de yaratan adamın şu sözünün altına, aksiyon felsefesinin mimarı filozof Maurice Blondel-ölm. 1949 imzasını atsanız kimse yadırgamaz. Şöyle diyor ölümsüz Atatürk:
“Yerinde duran bir şey geriye gidiyor demektir. Bu münasebetle, maarif hakkındaki görüşlerimi tespit ediyorum. Bir taraftan genel olan cehaleti gidermeye çalışmakla beraber, diğer taraftan toplumsal hayatta bizzat etkili iş gören verimli uzuvlar yetiştirmek lazımdır. Bu da ilk ve orta öğrenimin pratik bir tarzda olmasıyla mümkündür. Ancak bu sayede toplumlar iş adamlarına, sanatkârlarına sahip olur. Bittabi milli dehamızı geliştirecek, kültürlerimizi layık olduğu dereceye ulaştırmak için yüksek meslek erbabını da yetiştireceğiz. Kız çocuklarımızı da aynı tahsil derecelerinden geçirerek yetiştireceğiz.”-ABE. 14/45
Ve şu sözünün altına ego-yaratıcı özgür benlik felsefesinin mimarı ve Kur’an’ın vicdan düşünürlerinden biri olan Muhammed İkbal’in adını yazsanız kim garipser? Şöyle diyor Gazi:
“Büyük ve kutsi hedefler, ulaşılamayacak hedeflerdir. Dolayısıyla herhangi bir hedefe ulaşmakla kanaat etmeyeceğiz. Daima daha ilerisine varmak için mesai sarf edeceğiz.”-ABE. 18/46
Ankara Halkevi’nde Bursalı gençlere hitabesinde şu sözler de var:
“Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey, yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan için, her mahlûk için tabii bir halettir. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevi bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler asla ve asla yorulmazlar.”-ABE. 29/175
Türk devrimi, kitabi bir devrim değildir, hayatın içinden gelen bir devrimdir. Savaş meydanlarında kazanılmış, yaratılmış bir devrimdir. Teoriden yola çıkan bir devrim değil, hayatın çileli patikalarında kendi kendini inşa eden bir devrimdir. Teorisini pratiğine yazdırmış ve yaptırmış bir devrimdir. Peyami Safa’nın usta ifadesiyle, “Türk devrimi evde yaptığı hesapla çarşıya çıkmamıştır; hesabı bizzat çarşının içinde yapmıştır.”
“Atatürk devrimi savaş meydanlarında kan ve gözyaşıyla yapıldıktan sonra kalem ve mürekkeple yazılmıştır. Yani önce yapılan sonra yazılan bir devrimdir. Gerçekleşmeden önce; bir sistem halinde, Türk inkılâbının hiçbir kitapta yeri yoktu. Türk inkılâbının izahına başlamak ancak vukuundan yıllarca sonra mümkün olabiliyor. Bu inkılâp, kendinden evvelki bazı dağınık fikir cereyanlarının tekâmülü ve taazzuvu olsa bile, bir ideoloji haysiyetiyle hiçbir peşin düşünceye mal edilemez. Türk inkılâbının bir kitabı varsa o, canlı bir tarihtir ve hayatın ta kendisidir.”-Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, 117
Türk devrimiyle ilgili önemli eserlerden birinin yazarı olan Avusturyalı diplomat Norbert von Bischoff, Ankara adlı eserinde şu satırlara da yer veriyor:
“Sevk ve idarenin tamamen hayata göre yapılması, inkılâbı ve devletle cemiyetin inşası işini, önceden kabul edilmiş bir idealle karşılaştırılmak külfetinden kurtarmıştır. Hakikatler dünyasının idealler dünyasına tamamen uyması imkânsızdır. Türk inkılâbında ise ideal, devlet yaratılır yaratılmaz ortaya çıkmıştır ve bu, yeni Türk dünyasının inşasıdır. Bu suretle, hakikatle ideal birbirini bulmuştur. Böyle olmakla beraber üstünlük hakikatindir ve ideale bir yer verilmesi hakikate yer verilmekte olmasından dolayıdır. İdeal, tek başına bir hayata malik olamaz ki, eskiyi devirip gelen yeni, hakikatin önüne bir engel gibi dikilsin.”-Peyami Safa, age, 118
Sürekli atılım, bir anlamıyla da sürekli taarruz halinde olmak demektir. Sürekli savunma halinde olmak, çöküşe gitmenin başka bir ifadesidir. Atatürk’ün hayat felsefesi ve siyaset anlayışının temelinde bu ‘sürekli taarruz’ ruhu yatar. Bu ruh, onun için sadece askeri harekât açısından anlam ifade eden bir taktik değildir; tam aksine, hayatın bütün alanlarında geçerli bir varoluş idrakidir. Şöyle diyor:
“Kati netice daima taarruzla alınır; fakat müdafaa ile yerine getirilecek birçok vazifeler de vardır.”-ABE. 16/220
Sürekli atılımın bir gerçeği de sürekli savaş halinde olmaktır. Hiçbir başarı, hiçbir barış savaşa hazır olmayanlar için bir anlam ifade edemez; çünkü her an yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. Özellikle Türkiye gibi ülkelerin konumlarından doğan gerçeklerin başında bu ‘sürekli savaş halinde olmak’ vardır. Büyük Gazi, bu gerçeğe, hayatının en büyük zaferini kazandığı tarihte, 13 Ağustos 1923’te, TBMM’de yaptığı bir konuşmada parmak basmıştır:
“Bugün ulaştığımız barışın, ebedi barış olacağına inanmak, elbette safdillik olur. Bu, o kadar mühim bir hakikattir ki, ondan bir an gaflet, milletin bütün hayatını tehlikeye sokar. Şüphesiz ki haklarımıza, şeref ve haysiyetimize hürmet edildikçe mütekabil hürmette katiyen kusur etmeyeceğiz. Fakat ne çare ki, zayıf olanların haklarına hürmetin noksan olduğunu veya hiç hürmet edilmediğini çok acı tecrübelerle öğrendik. Onun için, bütün ihtimallerin talep edeceği hazırlıkları yapmakta asla gecikemeyiz.”-ABE. 16/79
Sürekli atılım ruhunun bir gereği de ‘sürekli savaş’ içinde olduğumuzun bilincine varmaktır. Hayat, inanmak ve savaşmaktan ibarettir. Bu bilinç korunduğu sürece ve gereği yapıldığı oranda bir miktar barış ve sükûn beklenebilir. Sadece barış ve sükûna uyarlanan, öyle kurgulanan bir hayat zillet ve sefalete götürür. Müdafaai Hukuk Başbuğu’nun 2 Şubat 1923 günü İzmir’de halka yaptığı konuşmadan aldığımız aşağıdaki satırlar, büyük bir aksiyon filozofunun en hayati öğretilerinden birini ifade eden sözler gibidir:
“Hayat demek, mücadele demektir, çarpışma demektir. Hayatta muvaffakiyet, mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da, kuvvete, kudrete dayanan bir keyfiyettir. İnsanların bütün meşgul olduğu meseleler, bütün maruz kaldığı tehlikeler ve bütün elde ettiği muvaffakiyetler, genel bir mücadelenin dalgaları tarafından doğurulagelmiştir. Herkesçe bilinir ki, insanlığın bizce malum olan çarpışması,
Doğu kavimlerinin Batı kavimleri üzerine hücumuyla taarruzuyla başlar.”
“Fakat her taarruza karşı, daima mukabil taarruz düşünmek lazımdır. Bunu, asker olanlar çok iyi bilir. Vukuu bulan taarruza karşı, mukabil taarruz düşünmeden hareket edenlerin akıbeti, mutlaka mağlup olmaktır, hezimete uğramaktır, yok olmaktır.”-ABE. 15/57
Sürekli atılım ruhunu tehlikeli kılan bir numaralı hata, hayalciliktir. Çünkü hayalcilik, varlık kanunlarını zorlamaktır. Varlık kanunlarını zorlamak Allah’ın iradesini zorlamak ve yaradılış sırrını tersine çevirmeye kalkmaktır. Kur’an’ın, ‘sünnetullahta yani varlık kanunlarında değişme, değiştirme olmaz’ söylemini birkaç kez ifadeye koyması boşuna değildir. Yaratıcı Kudret, sünnetullahın değişmesine izin vermez. Hesabınızı kitabınızı bu ‘değişmezliği’ unutmadan yapmak zorundasınız. Büyük cengâverlerin, muhteşem sultanların büyük hataları işte burada ortaya çıkar. Buradaki dengeyi bulamamak, nerede duracağını tayin edememek onların muhteşem zaferlerini de çoğu zaman işe yaramaz hale getirir. Atatürk, yine büyük bir filozof tavrı ve
fark edişiyle bu noktayı tam omurgasından yakalamış ve hem dünya tarihini hem de Müslüman tarihi bu açıdan bir tahlile tabi tutmuştur. Gazi’nin bizce, en filozofik konuşmalarından biri olan 2 Şubat 1923 İzmir konuşmasında bu konuya ilişkin sarsıcı sözler vardır:
“Osmanlı devletinin, devlet siyaseti olarak, millet siyaseti olarak, halk siyaseti olarak, belli, açık bir siyaseti mevcut değildi. Devletin başına geçen hükümdarlar, kendi arzularına, heveslerine göre bir nevi siyaset icat ederlerdi ve o siyasetin peşinden bütün milleti sürükler, götürürlerdi.”
“Bütün Müslümanların bir noktada birleşmesi ve hep beraber çalışarak kuvvetli olması, mesut olması, muhakkak arzu edilir. Fakat dünyada elde edilemez olan hedeflere yürümek, insanları çok aldatmıştır, çok aldatır. İnsanlar parlak olan siyasetlere doğru mutlaka yürümek ve oraya ulaşmak ister. Çünkü parlak olan şeyler caziptir. Bu dediğim nokta da parlaktır, caziptir. Fakat hayat hayallere dayanamaz; hayat maddiyata dayanır. Herhangi bir millet hayatını muhafaza için, hayat vasıtalarını elde etmek ve düzenlemek için adım attığı zaman seçtiği hedef hayali olursa elbette muvaffak olamaz. Bu, asırların ve asırlarca yaşamakta olan insanların, belki çok acı, çok kanlı hadiseler ile ve belki çok büyük felaketlerle bulmuş olduğu bir neticedir.”
“Büyük bir cesaretle söylüyorum ki, dünyanın bugünkü genel şartlarına ve asrın, insanların kafasında yapmış olduğu bugünkü değişikliklere göre, bütün İslam âleminin şimdiye kadar vehmedildiği gibi bir noktadan sevk ve idaresine maddi imkân yoktur ve olamaz. Bunu bu kadar kuvvetli söyleyebilmek için çok şey bilmeye, çok şey düşünmeye, çok şey hatırlamaya hacet yoktur. Çünkü ‘bu olmamıştır ve olamayacaktır’ dediğim zaman bu benim ifadem değildir, tarihin ifadesidir, vakaların ve hadiselerin ifadesidir; en nihayet ilmin, aklın, mantığın ifadesidir. Arkadaşlar, bin üç yüz şu kadar seneden beri bu teori, nerede ve ne vakit tatbik kabiliyeti bulabilmiştir?”
“Bir Osmanlı devleti vardı. O da en nihayet yok olmaya mahkûm oldu. Ne için? Çünkü millet kendi hayatıyla ve kendi eviyle hiçbir vakit meşgul olmadı; daima hayali birtakım hedeflere karşı sürüklendi ve kendi kendini sürükledi, en nihayet bu hal ve vaziyete düştü.”
“Hepsinin iradesine sahip olanın iradesi, umumun iradesi yerine geçer. Dolayısıyla bütün görüşleri bir noktada özetlemek lazım gelirse, mahv ve yok olduğunu, sefil olduğunu gördüğümüz bu toplumların, mahv ve yok olma sebepleri, kendi iradelerine sahip olmamış bulunmalarıdır. İradenin başkaları tarafından gasp edilmiş olması veya başkalarına terk edilmiş ve bırakılmış olmasıdır. Bir toplum, bir devlet müessesesi, bu hatadan yakasını kurtarmaksızın, ne şekilde tesis olunursa olunsun, her halde netice itibarıyla felakete mahkûmdur. Biliyorsunuz ki, Osmanlı devleti saltanat devresini, haşmetini, debdebesini yaşadıktan sonra düşmeye başladı.”-ABE. 15/57-60
Mustafa Kemal şöyle diyor:
“Her millet, icraatına tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine ortak sayılır.”
Hz. Muhammed’de şöyle diyor:
“Esas cihat, zalim sultan karşısında hakkı seslendirmektir.”
Her toplum, müstahak olduğuna maruz kalır, layık olduğunu da mutlaka elde eder. O halde, çöküşün de yükselişin de esası ve motoru, toplumun yapısı ve hak edişidir. Koordinat alışın tipik örneklerinden biri de Nutuk’taki 97. vesikada görülmektedir. Orada, toplumun layık olduğunu görmesi gerektiğine dikkat çektikten sonra sözü şöyle bağlar: “Çünkü Peygamberimiz, ‘Kema tekunu yüvella aleyküm’ yani ‘Siz ne mahiyette olursanız evliyayı umurunuz da o mahiyette olur’ buyurmuşlardır.”-Nutuk, eski harf basım, 2/86
Burada Muhammed-Mustafa birlikteliğinin muhteşem güzelliklerinden birkaçı esrarlı bir şekilde kucaklaşmıştır: 1: Bir toplumun, layık olmadan bir mevkie sahip olamayacağı gerçeğinin ifadesi, 2: Layık olunan hakların elde edilmesi için toplumun bizzat ayağa kalkmasının kaçınılmazlığı, havalecilik ve ihaleciliğin, hakların elde edilmesinde hiçbir işe yaramayacağı, 3: Atatürk’ün, Muhammedi-Kur’ani metinleri özgün Arapça metinlerinden bizzat okuması ve sonra da tercümelerini en isabetli biçimde anında vermesi.
Güç böylesine anlamlı ve böylesine yaratıcı ise milletin kuvvetinin sembolü olan ordu daima hücum hedefi olacaktır. Ve Türk tarihini esas alırsak bin yıldır da böyle olmuştur. Atatürk, aynen Kur’an’da ifade edildiği gibi, bu anlamda ‘kuvvet, ordu’dur gerçeğine inanmaktadır. Sadece o günleri değil, bizim Anadolu’daki kaderimizi ve o kaderi, haçlı efendilerinin desteğiyle karartan hainleri, bir tür kehanet gibi deşifre eden şu cümlelere bakın:
“Kuvvet, ordudur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdani imanıdır. İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii, evvela onu ordudan mahrum etmek çaresine giriştiler… Sonra, kumandanlarımıza ve subaylarımıza taarruz ve tecavüze başladılar. Askerlik izzeti nefsini yok etmeye gayret ettiler.”
“Her halde, ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu. Orduyu mutlaka imha etmek, subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller ve müşkülat kalmaz. Düşmanlarımız herkesten evvel subayları öldürdüler; onları aşağılar ve hor görürler… Subayın yaşamak için bir çaresi vardır: Şerefini korumak. Düşmanlarımızın kast ettiği ise o şerefi ayaklar altına almaktır.”-ABE. 9/112-113
Müdafaai Hukuk öncüleri, bir mücadele veya idealin gerekli kuvvete sahip olmadıkça hedefine asla varamayacağı, sadece zalimden merhamet dilenmekle yetineceği, bunun ise zalimin sadizmini arttırmaktan başka bir işe yaramayacağı bilinç ve inancındadırlar. Atatürk 3 Mart 1922 günü, Rus diplomat Aralof’un konuşmasına cevaben yaptığı konuşmada tarihi ve tarihi yaratacak olanları şöyle uyarıyor:
“İstilacı, mütecaviz saldırgan olan devletler yerküreyi kendilerinin malikânesi kabul etmekte ve insanlığı kendi hırslarını tatmin için çalışmaya mahkûm esirler saymaktadırlar. Onlar, ilan ettikleri insani ve adaletkarane esasları, kabule değer gördükleri için değil, senelerden beri tahakküm zinciri altında tuttukları insanlık kütlesini büsbütün silahlardan tecrit etmek ve daha kolay esaret altında tutmaya devam etmek için bir aldatma vasıtası kabul etmektedirler.
Buna diğer bir saik daha vardır: Birbirlerini aldatarak biri diğerinden fazla menfaat koparmak. Hilekârlıkta yekdiğeriyle müsabaka etmektedirler… Bunlar sırf kendi hırslarına çalışmaktadır. Bunların gayesi insaniyetin, iyiliğine yönelik olmadığı gibi, bilakis, zulüm, baskı olduğu için, onları lanetle anmakta kendimizi haklı görüyoruz. Bunlar kudret ve kuvvet mevkiinde bulundukça bunların mazlumlara merhamet ve şefkat göstermelerine imkân yoktur. Böyle bir şeye inanmak büyük bir gaflettir. Bu kuvvetleri maddi, manevi silahlardan tecrit edeceğimiz zaman ancak böyle bir hareket beklenebilir.”-ABE. 12/299, 300
Müdafaai Hukuk Başbuğu, kuvvet olmadan hak sahibi olmanın hiçbir anlam taşımayacağı bir dünyada yaşamak zorunda olduğumuzu biliyor ve bunun için hazırlıklı olmamız gerektiğine değişik vesilelerle vurgu yapıyordu. Arkasında caydırıcı bir kuvvetin bulunmadığı bir barış teklif ve temennisinin emperyalist kurtlar sofrasında çiğ çiğ yenmeyi kabul anlamında olduğunu da biliyordu. Bir yandan ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ diyerek yüreğinin, vicdanının arzusunu ifade ederken, bir yandan da aklının ve hayat kanunlarının gereğini yaparak 19 Nisan 1926 günü İtalyan ve Rus sefirlerine şöyle konuşuyordu: “Savaşları arzu etmiyorum; her türlüsünden kaçıyorum; ama bizi buna zorlarlarsa bendeki güç sadece savunmayla sınırlı değildir.”-ABE. 18/176
Bakanlar kurulunca alınan bazı kararlardan tedirginlik duyduğunu ifade eden ve 9 Eylül 1937 günü Başbakan İsmet İnönü’ye hitaben yazılan şu cümle de dikkat çekmektedir: “Bütün insani anlaşmazlıkları barışla neticelendirecek teşebbüslere iştirak ederiz. Bunun haricinde Türkiye Cumhuriyeti’ne empozisyon-dayatma olamayacağı tabiidir.”-ABE. 29/306
Atatürk, bir insan olarak başarısının temel felsefesini ‘kuvvetli olmak’ esasına oturtmuştur. Bu, onun sadece siyasetinin değil, hayat anlayışının da esasıdır. Bu temel felsefeyi şöyle tanıtıyor:
“Arkadaşlıkta ve kardeşlikte dahi kuvvet dengesini nazarı dikkate almak lazımdır.
Zayıf olan, kuvvetli olanın mutlaka mahkûmudur. İnsanlık, adalet, bütün prensipler, kaideler ikinci derecede kalır. Her şeyden evvel kuvvettir. Dolayısıyla, bizim kurtuluşumuz için vuku bulacak yardımlar karşısında ki bağımsızlığın korunması içindir, kendi kuvvetimize dayandığımızı ispat etmeliyiz. Bize yardım etmek için gelecek kuvvetler bizi yutacak kadar olursa yutar.”-ABE. 9/391
İnsanlığın oluşturduğu hiçbir hukuk kurumu, kuvveti hukukun emrine verememiştir, veremez. Atatürk bunu daha o günlerde görmüş ve mesela bugünkü Birleşmiş Milletlerin o günkü şekli olan Milletler Cemiyeti için, 1923 Temmuz’unda şöyle demiştir:
“Milletler Cemiyeti’nin hatası, belli bazı milletleri yönetmek, diğer milletleri de yönetilmek üzere ayırmış olmasıdır. Wilson’un ‘kendi kaderini tayin’ fikri garip şekilde ortadan kaybolmuş görünüyor.”-ABE. 16/39
Barış ve silahsızlanma ideali, daha doğrusu hayali, teorik olarak güzeldir ama tarih boyunca bu hayal, mazlumların daha çok ezilmesiyle zalimlerin daha çok ezmesinden başka bir şey üretmemiştir. Silahsızlanma ve barış ideali dahi, tüm toplumların gelişme ve güç seviyelerinin denk olmasıyla elde edilebilir. Bu bir hayat kanunudur. Gazi, bu hayat kanununa dikkat çekerken şöyle diyor:
“Silahsızlanma ve daimi barış, ancak ve ancak büyük devletlerin devlet adamlarının büyük ve küçük bütün milletlerin bağımsızlık ve gelişme haklarına eşit surette sahip olduklarını kabul etmeyi öğrendikleri zaman mümkün olacaktır.”-ABE. 15/24
Mustafa Kemal bu kader sırrını isabetle teşhis etmiş ve onun gereklerini samimi ve net ifadelerle tarihin ve milletin önüne koymuştur. Yalnız kendi emeğine güvenmek, Türkiye’nin yarınlara taşınması bağlamında değerlendirildiğinde iki şeye güvenmek, başka bir şeye de güvenmemek anlamına gelmektedir. Gazi, bunu, 24 Şubat 1924’te yaptığı bir konuşmada şöyle ifade etmektedir:
“Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir: Biri millet kararı, diğeri en acı ve en müşkül şartlar içinde dünyanın takdirlerine hakkıyla layık olan ordumuzun kahramanlığı. Bu iki şeye güvenir.”-ABE. 16/221
Türk ordusu, Türk milletinin sahip bulunduğu en büyük değerdir. Bu konuda dünyada hiç kimsenin bir tereddüdü olmamıştır. Bu gerçeği en iyi bilen insan ise Kurtuluş ve Cumhuriyet Ordusu’nun mimarı ve başkumandanı olan Atatürk’tür. Atatürk, Türk Ordusu’nun, tarih boyunca alet edildiği hanedan ve kişi ihtirasları koruyuculuğu ile ileride emperyalizm tarafından vuku bulacak ‘karakol görevi’ taleplerine asla alet edilmemesi gerektiğini düşünmekte ve bunu çok erken bir tarihte Türk milletine ve Türkiye’yi yöneteceklere duyurmakta, onları uyarmaktadır. 18 Nisan 1922 günkü TBMM konuşmasında bu anlamlı uyarısını şöyle dile getiriyor:
“Yüce Meclisimizin malum olan elim müşkülat içinde vücuda getirmeye muvaffak olduğu ordular, gerçi Viyana surlarına dayanan eski Osmanlı ordularından biri değildir. Ancak sahip olduğu yüce ve insani mefkûre itibarıyla onlardan daha yukarı meziyette, kıymette bir çelik parçasıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin ordusu istilalar yapmak veya saltanatlar yıkmak veya saltanatlar kurmak için şunun veya bunun elinde ihtiras aleti olmaktan uzaktır. İnsanca ve bağımsız yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin aynı mefkûreyle mütehassıs ve yalnız onun emrine tabi ve sadık öz evlatlarından meydana gelen muhterem ve kuvvetli bir heyettir.”-ABE. 12/383
Gazi, “Ordumuz, her zaman, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi olmuştur.” diyerek Türk-İslam tarihiyle ilgili en hayati gerçeklerden birini ifadeye koyuyor ve devam ediyor:
“Diğer milletlerde ordu ile millet yekdiğeriyle daima karşı karşıyadır. Hâlbuki bizde iş tamamıyla tersinedir. Meşrutiyeti kahraman subaylarımız ilan ettirdiği gibi, bu inkılâbı da yine onların fedakârlığına borçluyuz.”-ABE. 17/290
Batının Türk Ordusu düşmanlığının temel sebebi, işte budur. Türk Ordusu sarsıntıya uğratılıp etkisizleştirilmeden Türkiye’de istenen haçlı hedeflere varılamayacağı hem haçlı kurmayların hem de onların içimizdeki dinci ve dinsiz işbirlikçilerinin çok iyi bildiği bir gerçektir. Türk Ordusu’nun hücum hedefi olmasını terviç eden önemli bir sebep de bu ordunun, diğerlerinde, özellikle Osmanlı’da görülenin aksine, ilericiliğin, aydınlanmanın yanında hatta önünde yürümesidir. TSK, mesela, Yeniçeri’nin aksine, din yobazlığıyla veya ilmiyenin yobaz takımıyla bir işbirliği içine asla girmemiştir.
Avrupa’nın Türk Ordusu’na öfkesi, tarihin tanıdığı en amansız öfkelerden biridir. Bu öfke sadece Avrupa’daki silahlı güçlerde, siyasetçilerde değildir. Avrupa’nın en hümanist aydınları, filozofları, şairleri, edipleri, ressam ve heykeltıraşları da, Türk ordusuna duyulan bu müthiş öfkenin taşıyıcıları arasındadır. Luther’den Kant’a, Dante’den Engels’e, Hugo’dan Marx’a, Voltaire’den Byron’a kadar… Melherbe, Ronsard, Boileau, Hegel… gibi isimler de bu öfke listesinde yer alanlardan bazıları.
Birkaç örnek verelim: Fransız yazarı Hugo, Osmanlı’dan ‘katil imparatorluk’ diye söz eder ve “Bundan yakamızı kurtarmalıyız, bağnazlık ve zorbalığı susturmalıyız!” diye ekler. Engels’e göre, Osmanlı Türk İmparatorluğu ‘ayak takımının egemenliği’dir.
Engels’in beklentisi şudur: “Bu egemenlik er geç sona erecek, Avrupa’nın en güzel toprakları ayak takımının egemenliğinden kurtarılacaktır. Zaten Türkler devlet asker gücünü ellerinde tutmasalardı çoktan yok olup giderlerdi. Ama artık güçsüzlüğe doğru gidecekler. İşin doğrusu şu ki, Türkler’in ortadan kaldırılması gerekir.”
Marx’a göre, İstanbul, Doğu ile Batı arasındaki altın köprüdür. Batı uygarlığı, bir güneş gibi bu köprüye uğramadan dünyanın çevresinde dönemez. Osmanlı Sultanı’nın İstanbul’u elinde tutması, gerekli devrimin yapılmasına kadar olacaktır.
Bu asırlık Avrupa düşünün gerçeğe dönüşmesinin tarihsel talep belgesi olan Sevr, Mustafa Kemal’in komuta ettiği ordu ve millet tarafından engellendi. Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik Batı düşmanlığını değerlendirirken bu arkaplanı unutmamak gerekir.
Batı’nın bizimle ilgili neler düşündüğünün en şaşmaz göstergesi onun Türk Ordusu hakkındaki fikridir. Falih Rıfkı Atay, bize bir belge vermek üzere şöyle diyor:
“İşgal sırasında ordu kumandanlarını şu veya bu vasıta ile küçük düşürmek bir parola idi. Bu hücumlar, nihayet Mustafa Kemal’e kadar ulaştı.”-ABE. 3/86
Bu parola bugün de kullanılıyor. Haçlı kodamanlarla işbirliği yapmış dincilerin
haçlılarla ortak uğraşlarının birincisi Türk ordusu ve ordu kumandanlarına bir vesile bulup sataşmaktır. İki binli yıllardan itibaren, Türkiye yeniden ‘Hasta Adam’ haline getirildi. Düyunu Umumiye yeniden yaratıldı. Sevr’in şartlarını, çeşitli gerekçelerle ‘sineye çekilir’ bulan yeni Damat Ferit ekipleri ihdas edilip gereken yerlere oturtuldu. Batının Türk ordusuna düşmanlığı çok derin ve tatmin edilmez bir düşmanlıktır. Öyle bir düşmanlık ki, Türk ordusunu hatırlatan her şeyden rahatsız olur ve adeta tabii bir itişle o hatırlatan şeye saldırtır.
Müdafaai Hukuk devrimlerinin bir anlamı da Türk milletinin ‘kendisi olma’ arzu ve ihtiyacına cevap getirmekti. Bağımsızlık Savaşı bu cevabı getirmiştir. Ve Atatürk bunu gerçekleştirmiş olarak bu dünyadan ayrıldı. Sonrası onun ne işidir ne de suçu. Kendisi olmak, ‘şahsiyet sahibi olmak’ demektir. Şöyle diyor Atatürk:
“İnsan, cüret edebilmeli ve tehlikeyi göze alabilmelidir.”ABE. 23/69
Atatürk bir insan olarak da, bu milletin bir mümessili olarak da şahsiyet sahibi olmayı insan olmakla eşanlamlı bilmiş ve hem kendi hayatını hem de önüne geçtiği milletin hayatını bu anlayışa göre düzenlemiştir. Daha 1919’da ilkeyi şöyle koyuyor:
“Dünyada insan diye yaşamak isteyenler, insan olmak vasıflarını ve kudretini kendilerinde görmelidirler. Bu uğurda her türlü fedakârlığa razı olmalıdırlar. Yoksa hiçbir medeni millet, onları kendi sırasında ve safında görmek istemez.”-ABE. 3/83
Yalnız kendine, kendi emeğine güvenmenin iki belirişi vardır: 1: Kim ne derse desin, aldırmadan ve sarsılmadan hedefe yürümek, 2: Kim ne kadar överse övsün, yaratmadığı değerlerin sahibi havasına girmemek. Yani ne yermeye teslim olmak ne de övmeye. Bu, Atatürk’te gördüğümüz melâmet ahlakının belirişidir. Gerçekten de, melâmet ahlakının veya ‘sadece kendi ürettiği değerlere güvenme’nin Türk-İslam tarihinde en muhteşem anlatımlarından birini Mustafa Kemal’de buluyoruz. Böyle bir anlatımı, İslam düşünce tarihi uzmanı bir insan sıfatıyla söylüyorum, mesela tasavvuf literatüründe görebilmiş değilim. Gazi Paşa, Selanik’te, bir gazeteye yazdığı yazı hakkında fikirlerini soran Cemal Paşa’ya görüşlerini anlatırken adeta asırlara ders verircesine şunları söylemiştir:
“Birtakım kuş beyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz. Bunun hiçbir kıymeti ve önemi yoktur. Siz, içinde bulunduğumuz vaziyeti değerlendiriniz. Ve evvela kabul ediniz ki biraz feragat sahibi olmak lazımdır. Eğer şunun bunun teveccühünden kuvvet almaya tenezzül ederseniz, bugününüzü bilmem, fakat geleceğiniz çürük olur. Çünkü bizim henüz hakikatle hiç temasa gelmemiş geniş muhitlerimiz vardır. Bu muhitlerde henüz acemkari hayaller ile dolu olanlar çoktur. Büyüklük odur ki hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için hakiki ülkü ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda mukavemeti yok eden kişi olacaksın. Önüne sonsuz engeller yığacaklardır, kendini büyük değil, küçük, zayıf, vasıtasız, hiç kabul ederek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Ondan sonra sana bu yüksek adam derlerse, bunu diyenlere de güleceksin!”-ABE. 3/29
Adana Türk Ocağı’nda, 15 Mart 1923 günü yaptığı konuşmada şöyle diyor: “İtiraf etmeliyiz ki, memleketimiz baştan nihayete kadar sonsuz hazinelerle dolu olduğu halde, biz o hazinelerin üstünde aç kalmış insanlar gibiyiz. Bütün bu hazineleri açmak ve bunları işletmek, bütün servet ve saadet kaynaklarını bulmak, bizlere, milletimize düşen vazifelerdir. Bu vazifelerin kolaylıkla yapılacağını kabul etmek doğru değildir.”-ABE. 15/204
16 Mart 1923 günü Adana’da şunu söylüyor Gazi: “Hakiki fetihler yalnız kılıçla değil, sabanla yapılandır. Milletleri vatanlarında sağlam bir şekilde yerleştirmenin, millete istikrar vermenin vasıtası, sabandır. Saban, kılıç gibi değildir. O, kullandıkça kuvvetlenir. Kılıcı kullanan kol çok geçmeden yorulduğu halde sabanını kullanan kol zaman geçtikçe toprağın daha çok sahibi olur. Kılıç ve saban; bu iki fatihten birincisi ikincisine daima mağlup olur. Tarihin bütün vakaları ve hadiseleri hayatın bütün gözlemleri bunu teyit ediyor. Milletimiz çok büyük elemler, mağlubiyetler, facialar görmüştür. Bütün onlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa, bunun asıl hikmeti şundadır: Çünkü Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken, diğer elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin büyük çoğunluğu çiftçi olmasaydı biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık.”-ABE. 15/210
Saban burada, üretmenin, çalışmanın, yaratmanın sembolüdür. Atatürk’ün çalışmakla ilgili şu tespitleri, bir Kur’ancı filozofun, örneğin bir Muhammed İkbal’in-özellikle onun sözleri olarak rahatlıkla kabul edilebilir:
“Tabiat bir şey vermez, her şeyi kazanmak lazımdır. Kazanmanın tabii kanunlarını arayacak olursak, yalnız tek bir esas görünür: Çalışmak… Bundan başka çare yoktur. İnsan, tabii olarak, şahsına sahiptir; bu hassa, insanı bütün dünyaya sahip kılabilir. Yani insan, zekâsı, sanatı, iradesi sayesinde bütün unsurlara boyun eğdirebilir. Bu, bize çalışmanın yüksek kıymetini, ahlaki vasfını ve her şeyden mukaddes olan bir hakkı, çalışmak hakkını gösterir. Tembellik, bütün fenalıkların anasıdır. İnsan, çalıştığı için, eli altında veyahut kafasının içinde eserini büyümekte ve yükselmekte gördüğü zaman ne büyük zevk duyar! Çünkü neticesiz uğraşmak, çalışma sayılmaz. Hiçbir şey yapmamak veyahut neticesiz, manasız şeyler yapmak, çalışma kanununa karşı büyük kabahattir. Bu eser, ister çiftçinin hasadı, ister mimarın evi veyahut heykeltıraşın heykeli, ister bir âlimin veya bir sanatkârın keşfi, kitabı olsun; zevk birdir. Bu zevk, bütün zahmetleri, saban arkasında dökülen terleri, sanatkârın, fikir adamının bazen pek elemli olan yorgunluklarını derhal unutturur.”-ABE. 23/66-67
Çalışmak, beklenen sonuca götürmese de bu uğurda katlanılan maddi kayıp, insanın tarih önündeki ruhsal ve fikirsel doygunluğunu, onurunu zedelemez. Önemli olan, gayretin gösterilmesidir. Atatürk, bu anlamda çalışmayı, ‘gayret’ ile eşitler. Ve şu muhteşem tespiti yapar:
“Bu hayat müsabakasında diğerleri, kabiliyetleri itibarıyla sizi geçebilirler. Bir muvaffakiyet elinizden kaçabilir. Bundan dolayı onlara kızmayınız ve elinizden geleni yapmışsanız, kendi kendinize de kızmayınız. Asıl mühim olan muvaffakiyet değil, gayrettir. İnsanın elinde olan ve onu memnun eden ancak gayrettir.”-ABE. 23/68
İşe girişirken şöyle düşünüyordu-8 Temmuz 1920 Meclis konuşmasından: “Efendiler, memleketimizin ellide biri değil, tamamı yakılıp yıkılsa, tamamı ateşler içinde bırakılsa, biz bu toprakların üstünde bir tepeye çıkacağız ve oradan savunma ile meşgul olacağız-gayet şiddetli alkışlar. Bundan dolayı iki karış yer işgal edilmiş, üç beş köy yakılıp yıkılmış diye burada feryada gerek yoktur. Ben size açık söyleyeyim efendiler, bazı yerler işgal edilmiştir ve bunun üç misli daha işgal edilebilir. Fakat bu işgal, hiçbir zaman imanımızı sarsmayacaktır.”
Ümitsizliği bir ihtimal veya söz gelimi olarak bile telaffuz etmedi. 21 Eylül 1919’da Amerikalı General Harbord, Sivas’ta şu soruyu sordu Gazi’ye: “Millet, tasavvur edilen her türlü teşebbüste ve fedakârlıkta bulunduktan sonra dahi muvaffak olunamazsa ne yapacaksın?” Cevap şu olmuştur:
“Bir millet, mevcudiyetini ve bağımsızlığını temin için tasavvur edilebilen teşebbüsleri ve fedakârlığı yaptıktan sonra muvaffak olur. Ya muvaffak olamazsa demek o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek demektir. Dolayısıyla, millet yaşadıkça ve fedakârca teşebbüslerine devam eyledikçe muvaffakiyetsizlik söz konusu olamaz.”-ABE. 4/84
Ümitsizliğin en haklı sanılacak şekilde akla geleceği konu, ekonomi ve para konusudur. Onu bile bir ümitsizlik sebebi saymıyor. Yaratmanın zevkine varmış olan benlik, 19 Ocak 1923 günü İzmit’te yaptığı 7,5 saat süren konuşmasında bakın o konuda da ayaklarını nasıl ufukların üstüne koyuyor:
“Efendiler! Yollarımızı, şimendiferlerimizi yapmak için, limanlar vücuda getirebilmek için ve gemiler inşa edebilmek için ne kadar para ve ne kadar ihtisas lazımdır! Bir an düşünürsek ve bütün bunların bizde olmadığını hatırlarsak ne kadar hüzün duyarız değil mi? Hakikaten üzüntü ve acı vericidir. Bununla beraber asla ümitsiz olmak gerekmez. Biz bu kadar geniş, kıymetli ve sayısız türlü türlü hazinelere sahip olan bu memleketin sahibi oldukça ve milletimiz gayet kıskanç bir surette milli hâkimiyetini elinde tutarak, mukadderatını bizzat idareye devam ettikçe, sermaye de, müesseseler de, ihtisas da bulur! Her şey bulur…”-ABE. 14/342
Mustafa Kemal, ekonomik gerekçelerle göçe bile razı değildir; o kapıyı hiçbir zaman açmamıştır. Çünkü göç, beleşçiliği, ümitsizliği, kaçıp kurtulmayı ümit haline getirir. Bu da bir davanın daha başından cascavlak kalması demektir. “Yaşamaya azmetmiş olan milletimiz, isterse geçici olsun, hiçbir yabancı işgal ve denetimi kabul etmez. Göç doğru değildir; bilakis, aziz topraklarınızda kalarak milli teşkilatınızı genişletiniz.”-ABE. 5/49
Batı’nın bu şeytani oyunu, Atatürk tarafından daha 1922’de ayrıntılarıyla ifade edilmiştir. 6 Mart günkü TBMM oturumunda yaptığı tarihi konuşmada şu sözler de var:
“Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye bilakis gerilemiş ve düşme vadisinde yuvarlanadurmuştur. Türkiye’yi imhaya müteşebbis olanlar, Türkiye’nin imhasında menfaatler ve hayat görenler münferit kalmaktan çıkmışlar, aralarındaki menfaatleri denkleştirerek birleşmişler ve ittifak etmişlerdir.
Bunun neticesi olarak birçok zekâlar, hisler, fikirler Türkiye’nin imhası noktasında yoğunlaştırılmıştır. Bu yoğunlaşan şey, asırlar geçtikçe gelecek nesilleri adeta tahripkâr bir anane şeklini almıştır ve bu ananenin Türkiye’nin hayat ve mevcudiyeti üzerinde devamlı tatbikatı neticesi olarak en nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi medenileştirmek gibi birtakım görünüşteki vesilelerle, bahanelerle Türkiye’nin dâhili hayatına, dâhili idaresine girmişler ve nüfuz etmişlerdir. Böyle müsait bir zemin hazırlamak kudretini, kuvvetini kazanmışlardır.
Hâlbuki efendiler, bu kudret ve bu nüfuz Türkiye halkında mevcut olan ilerleme
cevherine zehirleyici ve yakıcı bir sıvı ilave etmiştir. Bunun tesiri altında olmak üzere milletin ve bilhassa ricalin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık hayat bulmak için, hali iyileştirmek için, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler açılım buldu. Hâlbuki hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir hadise kaydetmemiştir. Tarihte böyle bir hadise kaydetmek teşebbüsünde bulunanlar acı neticelerle karşılaşmışlardır.
İşte Türkiye’de, bu fikir yanlışıyla, bu zihniyet yanlışıyla malul olan birtakım ricalin yüzünden her saat, her gün, her asır biraz daha çok gerilemiş ve daha çok düşmüştür. Efendiler, bu düşüş, bu gerileme yalnız maddiyatta olsaydı hiçbir ehemmiyeti yoktu. Ne yazık ki, Türkiye ve Türkiye halkı ahlaken düşüyor ve bu halet incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu maneviyatı ile başlayan ve Batı maneviyatı ile sona erdirilen bu yol üzerinde bulunuyordu. Batı ve Doğu’nun birleştiği yer üzerinde bulunduğumuzu ve ona yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde Batı asli mayası olan Doğu maneviyatından tamamen kopuyoruz, yalnızlaşıyoruz.”
“Efendiler, bu düşüşün ortaya çıkışı korku ile acz ile başlamıştır. Türkiye halkı ve nasılsa bunların başına geçmiş olan birtakım insanlar galip düşmanlar karşısında sessizliğe mahkûm imiş gibi Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Kendi kendilerine memleketin ve milletin menfaatleri icaplarını yapmakta soysuzlaşmış ve alçak idiler. Türkiye müttefikleri adeta kendi kendilerine hareket ediyorlardı. Diyorlardı ki, biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur. Bizi kayıtsız şartsız canımızı, tarihimizi, mevcudiyetimizi düşman olan ve düşman olduğuna hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara vermek istiyorlardı. Onlar bizi idare etsin diyorlardı. Bunu da en yakın bir misal olmak üzere İzzet Paşa’yı hatırlatmak isterim. Malumu âlinizdir ki, Balkan Muharebesi’ni müteakip, vicdanı, kafası zayıf olanlar bu milletin artık hayat ve kurtuluş bulamayacağına kani olmak batıl zannında bulunmuş oldular. Bunların başında İzzet Paşa vardı. İzzet Paşa o zaman dedi ki, biz kendi kendimizi adam ve insan edemeyiz. Biz kendi kendimizi ıslaha muktedir değiliz. Dolayısıyla kayıtsız şartsız bir ıslah heyeti getirtelim ve onlara mevki verelim.”
“Efendiler, Türkiye’yi bu tuttuğu hastalıklı yollardan, tükenişe ve yok olmaya sevk eden bu vadiden kurtarabilmek için bütün âlimlerin keşfedebildikleri bir hakikat vardır. O da Türkiye’nin düşünen kafalarını yeni bir imanla istila etmek lazımdı. Yani Türkiye çıkmazında hükümet teorisini değiştirmek lazım idi. Milleti düştüğü felaket çıkmazından kurtarabilmek için millete benliğini tanıtarak, haysiyetini tanıtarak hayat bağımsızlığını kurtarmak için uğraşmaya kabiliyetli olduğunu anlatmakta yeni bir maneviyatın gelişmesi lazım geliyordu.
Bu maneviyat ise hükümet teorisinin aslen değiştirilmesi ile mümkün olabilir. İşte bugün, efendiler, milletimiz ve milletimizin hakiki temsilcileri bulunan yüksek heyetiniz, ilmen tarihi vakalarla benzerliği kurulmak ve sarılmak lazım gelen hakikati keşfetmiş ve fiilen meydana gelmiş ve ortaya çıkmış bir hale koymuş bulunuyorsunuz ve emin olalım ki, memleketi ve milleti kurtarmakta bundan başka çare yoktur. Dolayısıyla bugünkü vaziyetimiz gayet mühim bir yeniliktir. Millet ve devlete hayat verecek bir yeniliktir. Bu itibarla bütün memleketin canıyla, başıyla buna sarılması lazımdır. Bütün milletin bu uğurda en son nefesini ve en son kanını akıtarak azim ve sebat göstermesi feraizi ayındadır.”
“En alçak düşman olan İngiliz, asıl bu cepheyi yıkmak için iki üç seneden beri ve asırlardan beri mesai sarf etmektedir. Malumu âliniz, bizim eski Osmanlı tabirimizce ‘Kale içinden yıkılır’; işte düşmanlarımız bizi içimizden yıkmaya çalışıyorlar. Ne yazık ki, düşmanlarımız bu uğurda her türlü fedakârlığı ihtiyardan kaçınmamaktadırlar. Çünkü Türkiye’nin mahvı kendi hayatlarıyla karşılıklı bir vaziyet teşkil ediyor. Dolayısıyla en çok ehemmiyetle atfı nazar ettikleri, milli teşebbüsleri içinden yıkmak ve dâhili cepheyi yıkmaktır. Bu arada nazarı dikkat çeken vakalardan bulunduğu için arz edebilirim ki, güneydoğu cephemizde bir Kürdistan meselesi ortaya çıkarmak ve oradaki masum ahalinin fikirlerini karıştırmak ve ihlal etmek ve genel birliği bozmak için her türlü teşebbüse kıyam etmişlerdir. Şüphe yok, hükümetimizce, bunların vaktinden evvel önüne geçmek için lazım gelen tedbir dahi alınmıştır ve bu aslolan cephe korunmuş oldukça bittabi görünüşteki cephede ufak tefek yaralar vukua geldiğini farz etsek bile bunları derhal tamir etmek imkân dairesindedir.”-ABE. 12/312-315
Atatürk, Hıristiyan Batı’nın Müslümanlara düşmanlığı söz konusu edildiğinde özellikle İngilizlere yollama yapmaktadır. İşte birkaç tespit: “Dinimizin ve bağımsızlığımızın haini olan İngilizler-ABE. 10/108, Müslümanların en alçak düşmanlarıdır.”-Age. 12/314
İngilizlerin İslam’ın baş düşmanı olduklarını mükerreren ifade eden Atatürk, bu düşmanlığın özellikle Türkiye’ye yönelik olduğuna, çünkü Türkiye’nin güçlü ve kuvvetli olması halinde İslam dünyasının çökmeyeceğinin bilindiğine vurgu yapmaktadır. “Mahvımızı emel edinmiş olan İngiltere’nin, bütün İslam âlemini kapsayan genel bir esaret tesisi hususundaki hainane teşebbüsüne mukavemet ve muhalefet edebilecek yegâne İslam hükümeti Türkiye devleti olduğu içindir ki, bütün Batı emperyalizm ve kapitalizminin en müthiş taarruzları Anadolu üzerine yöneltilmiş bulunuyor.”-ABE. 10/22
TBMM’nin 6 Mart 1922 tarihli gizli oturumunda yaptığı konuşmada, İngilizlerin diğer ülkeleri ve o arada Türkiye’yi içeriden parçalayıp yıkmak için nasıl şer ve hıyanet cephesi açtığına şöyle dikkat çekiyor:
“Görünüşteki cephe, ordu cephesinin sarılması, değişmesi, mağlup olması, çözülmesi hiçbir vakitte bir milleti ve bir memleketi mahvedemez. Bunun hiçbir ehemmiyeti yoktur. Asıl ehemmiyete sahip olan ve asıl memleketi temelinden yıkan ve halkını esir eden, dâhili cephenin düşmesidir. İşte bu hakikate bizden daha ziyade vakıf olan düşmanlarımız, başta en alçak düşman olan İngiliz, asıl bu cepheyi yıkmak için iki üç seneden beri ve asırlardan beri mesai sarf etmektedir.”-ABE. 12/314-315
İngilizler ‘amansız düşmanlarımızdır.’ İngilizler, bütün Doğu milletlerini çiftlik hayvanları mesabesinde görmekteler.-ABE. 10/31 “Hile ve desiseler imal ve bazen cebir ve şiddet kullanmak suretiyle bütün Asya âlemini kendi bencil emellerine ve maksatlarına boyun eğdirmeye ve sonsuz zulümleriyle, bilhassa İslam milletlerini rahatsız etmeye çalışmış olan İngilizler, sonraki yıllarda da İslamlar arasındaki uyanış eserleri ve dayanışma eğilimlerinden pek ziyade endişelenerek darbelerini şiddetlendirmeye ve asırlardan beri iman ehlinin hizmetindeki kılıç mesabesinde olan Osmanlı Türklerinin milli ve siyasi mevcudiyetini imhaya kalkıştılar.”-ABE. 9/207
İngilizler, Türklere ayrı bir kin ve düşmanlık beslemektedirler:
“Müslüman ve bilhassa Türk olunca, insan hayatına zerre kadar kıymet vermeyen ve bu itibarla dahi Türkiye hakkındaki suikastın bin türlü eserlerini göstermekten zevk duyan İngilizlerin, bilinen özelliklerinden olduğu üzere, yalnız birkaç İngiliz’in hayatının muhafazası endişesiyle vaki olan mübadele teklifinin ortaya konuluş tarzında bile mevcudiyetin ve bağımsızlığın muhafazasına kesin olarak karar vermiş ve tarihi ve tabii muhitinde zannolunduğundan çok kuvvetli ve sağlam bir milli hükümet tesis eylemiş olan bir milleti, hala hafife almak ve hakir görmek kibri, tesir icra etmekten geri kalmamıştır.”-ABE. 9/167
Yine İngilizler: “Alçak İngilizlerin Mezopotamya’da yapmakta oldukları canavarlıkları ve haksızlıkları öğrenmiş bulunuyoruz. Kendi kuvvetlerimiz ve teşebbüsümüzle sizinle birleşmeyi ve en nihayet bölgenizi bu insanlık mikroplarından temizlemeyi düşünüyoruz; ancak, içinde bulunduğumuz çok ağır şartlar bunu yapmamıza elvermiyor. Neticede bu mühim İslami vazifenin tamamlanmasını bizzat üstlenmemiz lazımdır.”-ABE. 7/167
Elcezire kumandanına İngilizleri anlatıyor: “Müşterek düşmanımız ve dinimizin, bağımsızlığımızın haini olan İngilizlere karşı Irak mücahitlerinin cesurca ve aslanca mücadelelerini hükümetimiz büyük bir iftihar ve takdir ile takip etmektedir. Muhterem mücahitlere maddeten ve fiilen yardım etmek başlıca emelimizdir.”-ABE. 10/108
Kur’an, imandan imkân yaratanların kutsal kitabıdır. Ne yazık ki bu kitap, müteselsil hainlikler ve hainler yüzünden, imkânları imansızlık bahanesi yapanların kitabı gibi algılanır oldu. Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı’nın baş mimarı, zevki çilede arayan bir benlikti. Şöyle diyor: “Her güç şey zevklidir.”-ABE. 18/351
Hayatın zevk ve coşkusunu çile ve ıstırapta arayan ruhların yarattığı bir destandır Anadolu Bağımsızlık Savaşı. O ıstıraplı destanın çilekeş başbuğu, Türk milletinin uyuyan cevherini açığa çıkarmada ıstırabın çok yaratıcı bir rol oynayacağına imanını sık sık tekrarlamıştır. Çekilen ıstıraplardan adeta mutluluk duymuş gibidir. 16 Mart 1923’te Adana’da yaptığı konuşmada şöyle diyor:
“Felaketler, elemler, mağlubiyetler, milletler üzerinde birtakım etkenler vücut bulmasına sebebiyet verir. Bu etkenlerin başlıcası, öyle kara günlerinden sonra milletlerin uyanış ve ağırbaşlılığını bulması, kendi benliğini duymasıdır. Uzun asırların elemli neticeleri, nihayet bizim milletimizde de bu hassaları doğurdu. Tam bir emniyetle söylerim ki, milletimiz baştanbaşa böyle bir uyanışa nail olmuş, tamam ve kâmil bir millet halindedir. Açıklıkla ve büyük bir iftiharla ilan ederim ki, bu millet milli benliğini idrak ve bunu bütün dünyaya ispat eylemiştir. Milletimiz son zaferleri hep bu hassaları, bu idraki sayesinde kazandı.”-ABE. 15/210
Parasızlık, bir ıstırap alevi gibi bütün Milli Mücadelelerin içinde yanmakta ve onlara acı vermekteydi. Bizzat Atatürk’ün defalarca tekrarladığı yakınma ve şikâyetler var. Rahmetli Talat Paşa’ya yazdığı mektupta şöyle diyor: “Parasızlıktan bahsediyorsunuz. Ne yazık ki ben de ondan bahsedeceğim. Bugün içinde bulunduğumuz vaziyete girerken beş param olmadığını kolayca tahmin edeceğinizden eminim. Girdikten sonra da İstanbul’da bol bol vaatlerde bulunan zengin zevatın bizi hatırlayacaklarını farz etmek gafletinde bulundum. Milletten para istemek, onları en mukaddes gayeler hakkında bile şüphe ve tereddütte bırakıyor.”-ABE. 411-412
Çekilecek çile, ölümle de bitebilir. Eğer tarihe şerefli ve saygın bir ad bırakılacaksa bu bitiş dahi gururla kabul edilmelidir. Şöyle diyor büyük Gazi:
“Barış istiyoruz, fakat dediğim gibi tam bağımsızlık istiyoruz. Barışın manası budur. Bunu istemeye hakkımız vardır ve kudretimiz vardır. On sene sonra, yirmi sene sonra, elli sene sonra ölmektense ve yine şimdiye kadar olduğu gibi sefil ve aşağılık bir derekeye indirildikten sonra ölmektense, hiç korkmayınız, kalp ve vicdanımız açık olarak bugün ölelim ve tarih bizi böyle yazsın.”
“Asıl kurtuluşa ulaşmak, mücadeleyi tatil etmekle değil, ilelebet mücadeleyi devam ettirmekle mümkün olacaktır.”-ABE. 15/86-88
Tüm oluş ve erişlerin, tüm zaferlerin iki temel dayanağı vardır: İman ve imkân. İman yoksa imkân hiçbir işe yaramaz; ama iman varsa imkânın azlığı zaferi engelleyemez. İman, imkân yaratır ama imkân iman yaratmaz. Tam tersine, imkânın bolluğu, imanı zaafa uğratabilir. Çünkü imkân bolluğu gevşeme, pelteleşme, gurur ve yozlaşma getirebilir.
Tarih yaratanların en büyüklerinden biri olan Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a, dümeni bozuk, çürük bir tekne yerine, güvertesinde hizmetlilerin dolaştığı görkemli bir vapurla gitseydi, mayalandıracağı savaş Kurtuluş Savaşı değil, İngilizlere manda olma savaşı olurdu.
İman varsa imkânın azlığı tasavvur edilemeyen kuvvetler oluşturur. Yani iman varsa imkânın azlığı veya yokluğu güce dönüşebilir. Güçsüzlerin gücünün korkutması bundandır.
İmkân yiyenlerin sonu bitiş ve çürüyüştür. Türkiye, Atatürk’ün ölümünden itibaren imkân yiyenlerin yönettiği ülke oldu. Büyük bir imkândı yedikleri. Öyle bir imkân ki, bugün hala, kendisine sövenleri bile lütuflandırmaya devam ediyor.
Atatürk, çok büyük bir imkân yaratmıştı. Ona en küçük bir ekleme yapılsaydı Türkiye bugün Japon mucizesini geride bırakmış olacaktı. Ama hiçbir ilave yapılmadı. Çünkü Atatürk sonrasındakilerin hiçbirinde yaratıcı diyalektikten nasip yoktu. Hepsi imkân yiyici, hazıra duacı idi. Keşke sadece böyle olsalar; epey bir kısmı aynı zamanda haindi. Türkiye’de imkân yiyenlerin, dincisi ve Atatürkçüsü ile geldikleri ve ülkeyi getirdikleri yer ortadadır. Bunlarda yaratıcı iman olmadığı için sürekli imkân yediler.
Hiçbir imkân, büyüklüğü ne olursa olsun, sonsuz güç sağlamaz. Çünkü imkân, yaratılma süreci bitip tükeniş süreci başlayan varlık alanlarını ifade eder. Ama iman, sürekli yaratan, yenileyen, engel aşan kudrettir. İman, yaratıcı diyalektiğin işlemekte olduğunun göstergesidir. İmkânın ise böyle bir özelliği yoktur. Kurtuluş Savaşı’nın aziz kumandanlarından Ali Fuat Paşa, o günleri anlatırken vicdan kulağımıza şunu üflüyor:
“Yurdun müdafaasında, zengin kaynakları ellerinde tutanlar, maneviyatsızlık ve ahlaksızlık yüzünden çözülüp bozulmuşlardı.”-Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, 71
Bizim bu millete, Tanrı’nın ve tarihin huzurunda söyleyeceğimiz şudur:
Eğer Türkiye toparlanamaz, yeni Kurtuluş Savaşı’nı kazanamaz, haçlı kurtların hırs ve kinlerine yenilirse, tarih ve bu millet bilmelidir ki bunun sebebi imkânsızlık değil, imansızlık olacaktır.
Çare, Muhammed ile Mustafa’nın birlikteliğini, tıpkı Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, kurmaktır. Nihayet, şunu söylemek borcundayız: Atatürk’ü gerçekten anlayanlar ve sevenler, ‘Türk milletinin şimdiye kadar Arapların, Acemlerin din maskeli iğfalleriyle aldatılmış olduğunu ispat etmek isteyen’ adamları devrede tutmak zorundadır. Bu zorunluluğu, çarpıtılmış bir ‘laiklik’ gerekçesiyle veya kanlarına bulaşmış İslam nefreti virüsünün itişiyle ‘yok’ göstermeye çalışanlar, Atatürk’e ihanet etmiş olurlar. Nitekim bu, ‘fark edilmeden yürütülen ihanet’ yüzündendir ki Türkiye bugün bulunduğu trajik-dramatik noktaya gelmiştir. Allah herkese basiret ve feraset nasip etsin!
Dünya Basınında; Yaşar Nuri Öztürk:
“Yaşar Nuri Öztürk, günümüz Türkiyesinin en ünlü ilahiyatçısı ve laik-reformist bir İslam’ın öncü teorisyenidir.-Die Zeit, 20 Şubat 2003
“İkna edici bir dil ve hünerli bir kaleme sahip bulunan Öztürk, yüz binlerden oluşan kitlelerle iletişim kuruyor… Öztürk, İslam konusunda çok yüksek düzeyli bir eğitim aldı. Onun düşüncesine göre, ‘Müslümanların laikler-inanmışlar şeklinde bir ayrıma tabi tutulmaları siyasal İslam’ın bir icadıdır. İnsan aynı zamanda Müslüman ve laik olabilir.’ Öztürk, halkın şu gerçeği anlamasında onlara yardımcı oldu: Laik ve Müslüman olmak ayrı ayrı iki madalyon değil, bir tek madalyonun iki yüzüdür…”
“Öztürk, siyasal İslam’ın özel ajandasında belirlenen paradigmaların dışına çıktı; aynı zamanda dindar ve modern olma imkânı ile geleneksel İslam arasında sıkı bir bağ kurmak suretiyle Müslümanlara yeni bir ufuk açtı.”-Margot Bardan; al-Ahram Weekly, 1-7 Şubat 2001
“Öztürk’e göre, İslam gelenekleri, Kur’an’ın ışığında yeniden gözden geçirilmelidir. Sadece geleneklerle yürütülen bir dini, İslam olarak algılamamak gerekir. Bu tarz bir yaklaşım tüm Müslümanlara zarar verir.”-Alexandra Kemmerer; Frankfurter Allgemeine Zeitung, 23 Haziran 2000
“Öztürk, kendini, İslam’ın her yüzyılda yaşayan yenilikçilerinden biri olarak görmektedir… Öztürk’ün sergilediği açık görüşlülük, onun beşiğine, doğduğu gün konmadı… Babası onu Arapça ve Farsça’da eğitti. Evde, mistik şiirler ve teolojinin standart eserlerini okudu… Hiçbir Türk teologu Türk televizyonlarına Öztürk kadar çıkamadı…”-Rainer Hermann; Frankfurter Allgemeine Zeitung, 21 Ekim 2002
“Öztürk’e göre, bombalarla demokrasi sağlanamaz. Böylesi bir yol insana layık bir yol değildir. Demokrasi içeriden, yani toplumun bağrından yükselmelidir… O, şöyle düşünüyor: ‘İslam dünyasına kansız ve İslam’la uyuşum içinde bir demokrasi götürmenin tek yolu, Mustafa Kemal Atatürk’ün laik Türkiye modelini almaktır.’ Öztürk’ün görüşüne göre, Batı, Atatürk’ü İslam karşıtı göstermekle bir hata yapmıştır. Bu hatanın sonucu olarak, İslam toplumları Atatürk modelinden ürkmektedir. Öztürk, İslam’ın modern bir yorumunu savunmaktadır.”-Godehart Uhlemann; Rheinische Post, 19 Mart 2003
“Öztürk, İslam’ın iki yüzünü ortaya koydu. Bunlardan biri olan ‘Kur’an’daki İslam’, Öztürk tarafından ‘Otantik İslam’ olarak tanımlanıyor. Öztürk’ün, ‘Uydurulmuş İslam’ olarak adlandırdığı İslam’ın diğer yüzüne ise tüm dünya 11 Eylül’de tanık oldu…”-Silke Koppers; Westdeutsche Allgemeine Zeitung, 25 Mayıs 2003
“Öztürk, dinsel içerik ile kültürel verileri birbirinden ayıran yeni bir hareketin başında bulunuyor ve bu nedenle birçok övgü ve tenkit alıyor.”-Meinhard Schmidt-Degenhard; ARD Televizyonu programcısı
“Profesör Öztürk, şu anda Türkiye’nin en popüler, aynı zamanda da en çok tartışılan İslam düşünürüdür.. Öztürk’ün ‘Kur’an’daki İslam’ adlı eseri ‘Kur’an’a Dönüş Hareketi’nin temel taşı olarak kabul ediliyor.”-Prof. Dr. Werner Arnold; Heidelberg Üniversitesi
“Öztürk; inançları hurafeden arındıran biri ve zamanımızın en tanınmış Türk teologu olarak biliniyor… 20 yıldan beri devrede olan siyasetçiler, Türkiye’nin bu en itibarlı ve deneyimli teologuna politik görevler sundular ama o kendini bunların hiçbirine teslim etmedi.”
“Star eğitimci, milyonlarca basılan 42 kitabının müellifi, köşe yazarı ve televizyon programcısı olarak kendini en doğru yere konuşlandırdı. Ona göre, akılcı bir cumhuriyetin yoluna girmiş insanların akılcı bir din anlatımına ihtiyaçları vardır.”
“Öztürk; Siyasal İslam’ı, reform dışında bir şeyle adlandırılamayacak olan dinsel eserine bir tehdit olarak gördü. Birçok kişi onu ‘Türk Lutheri’ olarak adlandırıyor. Gerçekten de o, Luthervari bir girişimle, temel kitaba, ‘Kur’an’a Dönüş’ü başlattı. Bu faaliyetiyle, geleneksel İslam yapısını paramparça eden Öztürk, gelenekçi İslami öğretileri gereksiz bir yük, son 800 yıllık teolojinin ise akıldışı oluğunu ortaya koydu.”
-Welt am Sonntag, 20 Şubat 2005
“Yaşar Nuri Öztürk bir bestseller yazardır. Öztürk’ün kitaplarına hemen her kitapçıda rastlanmaktadır. Onun kitapları hemen her köşede bulunan kırtasiye dükkânlarında bile bulunabilmektedir.”
“Yaşar Nuri Öztürk külliyatında kadının örtünmesiyle ilgili bir talep bulunmamaktadır. Arapça kaligrafik dekor elemanlarından birdenbire dinde reforma sıçrama yapan odur. Reform sözcüğünü büyük harflerle hafızamıza o kazımıştır.”
“Onun belirgin niteliklerinden biri, modernleştirilmiş ama aynı zamanda halkın anlayacağı şekle getirilmiş bir dil zenginliği ile kaynaşmış hicivli üslubudur. Dinde reformu son derece tedrici bir biçimde aktarmıştır.”
“Onu düşünce yapısı, modern ve gelişmeye açık olarak tanımlanmalıdır. Bu yapıda belirleyici bakış açısı, insan haklarıdır.”
“Öztürk, öncelikle halk kitlelerine yönelmiştir. Öztürk, kutsallaştırılmış geleneksel söylemlere karşılık, günümüzde işe yarayan alternatif çözümler sunuyor.”
“Öztürk, emperyalizmin boyunduruğundan şikâyetçidir. Ona göre, emperyalizm
yüzyıllardan beri İslam’ın gelişmesine engel olmaktadır.”
“Şimdi ne yapmak zorundayız? sorusuna Öztürk’ün verdiği nihai yanıt şudur: Gayret gösteriyoruz, umuyoruz, dua ediyoruz ve bekliyoruz.”-Körner, Felix; Koranhermeneutik in der Türkei heute; Herder Verlag, Freiburg-Basel-Wien, 2006, sayfa: 237-243
“Öztürk, Kur’an’ın zamana uygun ve modern bir şekilde yorumlanması gerektiğini savunuyor. Ona göre, Kur’an’ın ibadetle ilgili zaman üstü bölümleri, her zaman geçerlidir. Ama Kur’an’ın diğer bölümleri, zamana, bölgeye ve hatta iklim koşullarına göre yeniden yorumlanmalıdır.”-Kemal Güler; Fraenkische Nacht, Ekim 2000
Mustafa Kemal Atatürk'ün Anıları